top of page

ÇİNGENELER

ree

                                                                                                                  


Doğan SOYDAN

*

Arka arkaya dizilmiş dört at arabası ile bu arabaların sağında solunda salkım saçak yürüyen bir kalabalık, köye doğru geliyordu. Onları daha köyün uzağındayken tanıyan kır bekçisi Yahya, “Vay eviniz yıkıla, şunların gelişine bakın hele! Gelin gelin bu köyde Osmanlı’nın hazinesi var!” diyerek ortaya bağırdı. Harman yerinde oturanlar kalkıp o yöne doğru bakıştılar. At arabaları ve yanında yürüyenler, “İtsöğüdü” denilen yere   gelince kim oldukları açık seçik ortaya çıktı. Bunlar, yol boyunca ekili bostanları çekirge sürüsü gibi talan ede ede gelen Çingenelerdi.  At arabalarının yanında toz duman içinde yürüyen kadınlı erkekli, büyüklü küçüklü insanlardan başka tasmalı köpekler, eşekler, yedek atlar, ipi çocukların elinde seke seke yürüyen taylar görünüyordu. Az sonra köye yaklaştılar. Her at arabasının üstünde aşiret beyi görkemiyle oturan bir çeribaşı vardı. Ayaklarından bağlanıp arabaların arka kapağına baş aşağı asılmış tavuklar, horozlar, sanki doğal halleri böyleymiş gibi sessiz sesiz sallanıyordu. Kır bekçisi Yahya, “Kapılara bacalara mukayyet olun!” diyerek oradakileri uyardı. Harman yerinde buğday eleyen Çil Zöhre, kuşağında sallanan anahtarı küçük oğluna uzattı, “Çabuk git, evin kapısını kilitle gel dedi. Topal Nazlı ile Kınalı Zalha da söğütlerin gölgesindeki hindileri, civcivleri koruma altına aldılar. Kır bekçisi Yahya’nın ve kadınların böyle davranmasını yadırgayan Koca Kadir, “Sanki eviniz altın akçe doluymuş gibi hemen telaşlandınız! Onlar da sizin gibi insan işte,” dedi. Çingeneler köye girerken, köyde ne kadar köpek varsa her biri bir köşeden çıkıp seğirttiler. Onların da üç dört tane yavuz köpeği vardı ama “Dağdan gelip bağdakini kovma” hakları olmadığını bilmiş gibi boğuşmaktan kaçındılar.  Arabaların arkasında ayakları bağlı, baş aşağı sallanan tavuklar, horozlar, köpek sesinden ürküp çırpındıkça tüyleri havada uçuştu. Bir yandan köpeklerin havlaması, bir yandan tekerlek tıkırtısı, bir yandan da Çingenelerin şamatası derken, bir gürültü koptu köyün içinde. Kara ceketli, pos bıyıklı çeribaşılar ellerini kaldırıp indirerek, gördükleri herkesi selâmlayarak geçip harman yerine doğru gittiler, az sonra da her yıl konakladıkları yere varıp yüklerini indirdiler.

 

Harman yeri köyün hemen önünde çayırlık, geniş bir alandır. Yılın her mevsiminde canlı ve yeşildir. Pınarbaşı’ndan kaynayıp kimi yerlerde yarım çember gibi büküle büküle kimi yerlerde çevlekler oluşturarak akan Ceyhan Nehri, burada harman yerinin kıyısını yalayarak geçip gider. Birisi eğilip yardan aşağı baksa kendi resmini görür, suyun serinliği vurur yüzüne. Çingenelerin her yıl gelip çadır kurdukları yer, işte burada üçgen biçiminde bir köşedir. Bu yıl da gelip aynı yere yüklerini indirdiler. Atları, eşekleri, tayları salıverdiler çayıra. Çok geçmeden kazıklar çakıldı, çadırlar kuruldu. Her Çeribaşı kendi çadırının gölgesine yastık, minder açıp oturdu. Az sonra çadırların önündeki ocaklardan dumanlar yükseldi; yemek pişirenler, hamur yoğuranlar, ekmek yapanlar… Derken, bu ilk günün akşamında hava kararınca erkenden çadırlarına çekildiler.

 

Çingenelerin asıl telâşı ertesi sabah başladı. Baştaki çadırın önüne küçük bir körük kurdular; kalaycılık yapanlar, çeşit çeşit küpeler, yüzükler, saç tokası, çengelli iğneler, oya boncukları satanlar bu çadırdaydı. Onun yanındakiler elekleri, kalburları, kalbur kasnaklarını çadırın direklerine astılar. Salkım salkım kenger sakızları, ağaç taraklar, arkası horozlu el aynaları satmak bunların işiydi. Sondaki çadırdakilerin işi ise davul zurna çalmaktı. Bu davulcuların, zurnacıların gelmesi, köyde oğlu kızı evlenecek, çocuğunu sünnet ettirecek aileler için bulunmaz bir fırsattı. Bu ilk günün er zamanında her çadır kendi tezgâhını açarken, bohçasını omuzlayan Çingene kadınlar köyün içine dağılmışlardı. Bohçayı nereye indirseler orası hemen kadınlarla, kızlarla doluyordu. Yatak kılıfları, yorgan yüzleri, allı güllü fistanlar, renk renk başörtüleri, makara iplikleri satıyorlardı.  Çingenelerin arasında bir de fötr şapkalı dişçi vardı. Kendini ağıra satar, ötekilerden ayrı kurardı çadırını. Hava ne kadar sıcak olursa olsun fötr şapkasını çıkarmaz, gümüş kapaklı piposunu ağzından düşürmezdi. Akşamları keman çalar; köyde keman sesini duyun gelir duyan gelirdi. Geldiklerinin ertesi sabahı dişçi de ötekiler gibi işe başladı. Takım taklavatı hazırladı; kerpetenler, cımbızlar, ilâç şişeleri, pamuk paketleri, alçı ve metal parçaları… Bunların hepsi bir tahta sandığın üstünde diziliydi. Eski bir dişçi koltuğu bile vardı. Her yıl geldiğinde diş çeker, diş yapardı. 


Çingene dişçinin yolunu gözleyenlerden biri de Pehlivan Ali’nin karısı Fatik Bacı’ydı. Henüz kırk beşinde olmasına karşın, sönmüş sigara izmariti gibi durup duran iki çürük kökten başka diş kalmamıştı ağzında. Aylardır dişi ağrıyor, yüzü şişiyor, eli bir işe varmıyordu. Gün ikindiye evrilinceye değin duymamıştı Çingenelerin geldiğini, öğrenince sevindi. Komşusu Divane Elif geldi aklına, hemen onun evine koştu. Geçen yıl o da bu Çingene dişçiye yaptırmıştı dişlerini.

“Elif Bacım ne dersin, şu Çingene dişçiye yaptırsam mı dişlerimi?” dedi.

Divane Elif, Fatik Bacı’nın ne çok acı çektiğini biliyordu. “Allah razı olsun o Çingene dişçiden, gözümün önü ışıdı, yüzüme kan geldi vallahi!  Beni dinlersen bir dakka bile durma, hemen git” dedi.  

Ama bir çekincesi vardı Fatik Bacı’nın; bir ayağı Çingene dişçinin çadırına yönelse de öteki ayağı geri geri çekiyordu onu.  “Elde yok avuçta yok, şimdi ben ne yapayım, nasıl edeyim!” diye umarsızca söylendi. Oyalanacak işler buluyor, bir çare düşünüyordu ama boşa koyuyor dolmuyor, doluya koyuyor almıyordu! Çekingen, canı dişinde yürüdü Çingene dişçinin çadırına doğru. Çeribaşılar çadırın gölgesine minder açmış çay içiyor, sigara tüttürüyorlardı. Göz çukurunda bir avuç karasinek konup kalkan küçük, donsuz çocukların kimi oynuyor kimi ağlıyordu. Köyün içine erkenden dağılan bohçacı kadınlar henüz dönmemişlerdi. Akşam yemeğinin telâşıyla üfleye üfleye ocak yakmaya çalışan Çingene kızlardan ikisi Fatik Bacı’yı görünce ocak üflemeyi bırakıp onun yolunu kestiler. “Hatın aba bir faline bakiyim, n’olursun hatın aba” diyerek onu kendi çadırlarına çekmeye çalıştılar. Fatik Bacı eli yüzünde; “Falınız batsın! Aha benim falım görmüyor musunuz?” diyerek kızarmış, şişmiş yüzünü gösterdi, dişçinin çadırına yöneldi.

 

Çingene dişçi çadırın önüne bağdaş kurmuş, fötr şapkası başında, pipo tüttürüyordu. Komşu çadırdan bir çeribaşı ile köyden iki kişi daha vardı yanında. Dişçi bir şeyler anlatıyor, ötekiler gülüyordu. Fatik Bacı’nın geldiğini görünce kalkıp çadırın üç beş adım ötesinde karşıladı. Fatik Bacı, onun bir şey sormasına fırsat bırakmadan derdini dökmeye başladı:

“Aman deyim dişçi kardaş, medet deyip ocağına düştüm, beni bu dertten kurtar! Altı aydan beri birgün dişim ağrır birgün yüzüm şişer!  Ölü müyüm diri miyim bilmiyorum,” dedi.

Dişçi, Fatik Bacı’nın bunca dil dökmesine bir anlam veremedi:

“Sen maraklanma hatın bacım, gözel bacım!” diyerek onu dişçi koltuğuna oturttu.

Üst dudağını, alt dudağını eliyle tutup indirdi, kaldırdı sonra da tümden baktı ağzının içine. Siyahlaşmış iki diş kökünden başka bir şey yoktu görünürde.

Fatik Bacı, koltuktan kalktıktan sonra da yalvarmasını sürdürdü:

“Medet dedim ocağına düştüm dişçi efendi, ya beni bu dertten kurtar ya da alnıma bir kurşun sık!” dedi, ağlamaklı.

Dişçi: Saçı sırmalı anam, gözü sürmeli anam sen ne demeye kendine eziyet edersin! Yapayım dişlerini hemen. İstersen arasına bir de sarı diş kondurayım, yüzün güleç olsun, mah cemalin gözel olsun! diyerek onun gönlünü hoş etmeye çalıştı sonra da pazarlık başladı. İşte Fatik Bacı’nın korktu an bu andı!

Dişçi: Temiz bir yüzlük alırım senden, dedi.

Fatik Bacı: Bende para pul ne arar a dişçi kardaş!

Dişçi: Parasız pulsuz olmaz ki bu iş…  Hiç mi yok? 

Fatik Bacı: Vallahi yok billahi yok kardaş! Seneye gelince öderim.

Dişçi: Tamam da gözel bacım, eşşeği sürmenin bile bir ceremesi olur, dedi, düşündü.

Fatik Bacı: Kölen olam dişçi efendi, medet dedim ocağına düştüm! diyerek yalvardı.

Dişçi: Para yoksa un ver, bulgur ver, yağ ver. Arpa ver, buğday ver, ne versen alırım, dedi.  

Fatik Bacı geriye dönüp uzakta evinin önünde oturan kocasına baktıktan sonra: "Erim koca... eli tutmaz gözü görmez!" diyerek acındırmaya çalıştı dişçiyi, olmazsa yazgısına boyun eğip gidecekti.

Dişçi: Hatın anam, gözel anam hepten beleş olmaz ki bu iş… Eşşeği sürmenin bile diyecekti ki Fatik Bacı onun sözünü kesti.

Dişçinin sık sık eşekten söz etmesi, Fatik Bacı’ya hiç de aklında olmayan bir şeyi anımsattı birden. İki parmağının ucuyla dişçinin gömleğini çekiştirerek onu birkaç adım daha uzağa çekti sonra da eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Dişçi, iki elini kasığına bastıra bastıra güldü, gülmesi bitince de “Usludan yeğdir delimiz” diye türkü söyleyerek çadırına girdi, piposuna tütün doldurup geldi. Fatik Bacı can telâşıyla, Daha ne istersin ki, “he” de bitsin bu iş” dedi. Dişçi, çadıra gidiş geliş arasında, Fatik Bacı’nın az önceki teklifinin hiç de yabana atılır olmadığını düşündü. “Eşeğin fazlası Çingene’ye yük olmaz” diye söylendi seslice.  Çadırın önünde oturan çeribaşı ile o iki köylü duydular ama bir şey anlamadılar dişçinin bu sözünden, pirelendiler! “Eşeğin fazlası Çingeneye yük olmazmış!..” Onlar böyle anlamlı anlamlı bakarken, Dişçi, Fatik Bacı’ya bakarak, “Tamam!..” dedi. Dişçi ile Fatik Bacının önce cebelleşip sonra kolayca anlaşmasına ötekiler hepten şaşıp kaldılar! Dişçi pazarlığı bitirip Fatik Bacıyı evine yolladı. Çadırın önüne gelip ötekilerin yanına oturdu. Köylülerden biri, “Ulan dişçi, bizim köye bir Çingene dölü bırakıp mı gideceksin, nedir?” deyince, gülüştüler. Fatik Bacı o günden sonra dişçinin çadırını tozlu yol etti, dişleri yapılıncaya değin her gün gelip gitti.

 

Beşinci günün ikindisinde Fatik Bacı’nın dişleri yapıldı. O ilk gün şalvarını nasıl efil efil savurarak çadıra geldiyse dişleri takıldıktan sonra da evinin yolunu öyle tuttu. Hem köyün içine doğru hızlı hızlı yürüyor hem Çingene Dişçi için dua üstüne dua okuyordu. “İlk önce ben görmeliyim” diye geçirdi usundan. O sarı diş nasıl duruyordu acaba? En çok da bunu merak ediyordu. Yol boyunca eliyle ağzını kapatıyor, kimsenin görmesini istemiyordu. Şimdi evine varınca boy aynasının karşısına geçecek, eski Fatik ile yeni Fatik’i yan yana koyup şöyle bir bakacak. O sarı diş gerçekten dişçinin dediği gibi yüzünü güleç, mah cemalini gözel etmiş miydi?  

 

Eve geldiğinde, kocası Pehlivan Ali bastonun ucuyla toprağı çiziktirip duruyordu. Fatik Bacı seslenmeden eve girdi. Gelirken yolda düşündüğünü yapmadı hemen; aynanın karşısına geçip sarı dişine bakmadı. Haftalardır giydiği giysilerini soyunup bir kenara fırlattı, soğuk su ile duş aldı. Sonra çeyiz sandığında sakladığı çiçekli fistanını çıkarıp giyindi, pullu başörtüsünü örtündü. Kınalı zülüflerini başörtüsünden dışarı taşırıp tel tel taradı. Bütün bunları yaptıktan sonra aynanın karşısına geçti. Sağına dönüp baktı, soluna dönüp baktı. Sarı dişin albenisini görebilmek için gülmeye çalıştı ama olmadı; gülemedi! Birkaç kez denedi bunu… Şimdi köyün içine doğru şöyle bir yürüyecek, önüne gelen herkesle konuşacak, konuşurken gülecek, güldükçe o sarı diş ışıl ışıl parlayacak. Köylüler, Fatik Bacılarının bu denli alımlı çalımlı güzel bir kadın olduğunu ilk kez görecekler!..

Giyinip kuşandıktan sonra böyle düşündü, düşler kurdu. Tam üç kez evin önüne bu yeni giysileriyle çıktı çıktı geri girdi evine. Ne kadar denediyse olmadı; gidemedi köyün, köylünün içine. Az önce giydiği çiçekli fistanını, pullu başörtüsünü çıkardı, özenle katlayıp çeyiz sandığına yeniden yerleştirdi. Eski giysilerini giyinip dışarı çıktı. Pehlivan Ali hâlâ bastonun ucuyla toprağı çiziktirip duruyordu.  Fatik Bacı, evin önünde durup sağa, sola, uzaklara baktı baktı sonra mezarlık tarafına yürüdü.

Çingene dişçiye vereceği emektar eşeğini arıyordu.


bottom of page