
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- Her Hafta Bir Dergi
maviADA 11.SAYI 2007 BAHAR (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN) Zor bir kıştı, hep üşüdük. Zaten gündemimiz doluydu. Birbirinin gözünü oymakta dünya sıralamasında sanki birinci ülkeydik. Yetmedi, güneyimizdeki savaş, firavun ateşi gibi büyüyor. Saddam’ı da astık ama dünya barışı santim yol almadı. Küreselleşen dünyanın bizi ham edeceğinden tutun da, ısınan yerkürenin kıyameti kapıya getirdiğine dair söylemlere bir de yaklaşan seçim gerginliği… eklenince böyle oldu, demek isterdim, ama… Kötü insanlar çok mu diyorsunuz? En kara günlerde umudu yeşerten de insandı ama. Ya şimdi? Şimdi bahar. Edebiyat güzel bir yalandır demezler mi? Yalan da olsa umuda ve güzelliğe ihtiyacımız var. Güzel konuşursak, güzel olur her şey… Ama sorunlar orda… Ama hep onlar kazanıyor, demeyin gene. Belki söylenen doğrudur, bakarsın görmezsek kaybolur olumsuzluklar, bakarsın onlar utanır. Bakarsın kırmızı kar da yağar… *** Sanatta, hele lafın ebesi olan edebiyat dünyasında bir alanın piri yoktur, birkaç kişiyi saymazsak kimse kimseye elvermez, kimse kimsenin dostu da değildir. Yukarıdakilerin havuzu asla dolmaz, aşağıdan gelenlerden kimse hoşlanmaz, biri ortaya çıkar da sırça sarayını elinden alır, diye olsa gerek, yenilere vurmak adettendir. Olsun, kim korkar hain kurttan. Hiç aldırmayın. Orhan Pamuk’u düşünün… Döverken, sizi Nobel ödülü sahibi de yapabilirler. Biz öyle düşünmedik, arada düşünmediğimize pişman olmadık değil, ama inat ettik. Yanılmadığıma seviniyorum. Dost mu edindik, daha neler?.. Edebiyatın ilahi bir güç olmadığını savunuyorduk ya, az bir şey yeteneği olan, eğitimli, ama çok çalışan herkes yapardı, onu kanıtladık. Bize paylaştıkça büyüdüğümüz, güzelleştiğimiz öğretildi. Zaman zaman bu romantik kahramanlık bizi elverdiklerimize yem yapsa da, sevdik duruşumuzu. Bu da normal değil mi? Kanamadan kahraman mı olunurmuş? İlk dergi kimse-SİZ’i çıkardığımızda o güne değin edebiyatı tanrısal bir iş gören, deneyimsiz birçok arkadaşımı yazmaya yönlendirmiş, tartışmalara girerek yazılarına şiirlerine biçim vermiştim. Bir bölümü şimdi kitaplı yazar, bir kaçı ulusal çapta ödüllü… Onların da ilk işleri bizden birkaç santim büyük olduklarını savlamak olsa da, edebiyatın aristokrasisini bozduk(!). Gerek bu arkadaşlarımızın, gerekse başkalarının deneyim ve düşüncelerini bu sayımızdaki “Güneşe Dokunmak” dosyamızda bulabilirsiniz. Sanat, hele edebiyat yetenek, eğitim, en önemlisi çokça çalışma istiyor. Çok satan yazar olmaksa başka bir şey. Profesyonel pazarlama, reklam, dağıtım gerekli. Dergiler bir ölçüde bunu yapar, popüler olandan daha çok, nitelikli olanı öne çıkarmaya çalışır. İşlevimizin, var olan değerleri açığa çıkarmak, yenilere okul olmak olduğunu, medyanın, oku diye dayattığının reklamını yapmak olmadığını, düşünüyoruz. Diğer dergileri bilmeyiz, ama maviADA bunu yapacak, asla karşı olduğu edebiyat dukalığının bir parçası, çarkın dişlilerinden biri olmayacak. YARIŞMA AÇIYORUZ. Siz de mi demeyin şimdi, Eksik mi kalsaydık? İlki güz 2007’de sonuçlanacak, ayrıntıyı kapakta ve Web sayfamızda bulacağınız yarışmanın amacı, yeni değerleri açığa çıkarmak, onlara destek vermek, bir farkındalık yaratmak. Bakarsınız umut oluruz... Siz de ödül aramayın başka, yok öyle bir şey çünkü. Yorucu, ama bir o kadar zevkli altı dosyadan sonra yenisine geçiyoruz. Gelecek sayıda diğer yazıların yanında yeni bir dosyamız var. Dünyanın en gizemli, sihirli, vurucu, ama bir o kadar da yorgun bir anlatı türü konumuz; yani ŞİİR… Salt şiirlerinizi değil, Türk ve Dünya şiiri üzerine düşüncelerinizi, yorumlarınızı, şiirimizin durumunu, sorunlarını, seçkin şiirleri ve şairleri … inceleyen, irdeleyen yazılarınızı bekliyoruz. 1 Nisan 2007 Şenol Yazıcı (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN)
- Taş Duvarın Önünde
Taş duvarlar yonttum Sarı bir güneş serdim avlulara Bir tay çözdüm, Savrulan yeleleri zamanda buluttu Islak otların üstünden aktı İz bıraktı, Arılar çayırlarımda Odalar dolusu seslere ne oldu Boğuk boğuk büyüyen bu çığlık Yalnızlığı kendi örsümde soğuturken Çıkıp geldin; Aynı zamandan geçtiğimizi söyledin Sen çocuktun, Ben çocuktan sonraki çocuk; Ilgın çiçekleri kokardı Mavi gökyüzünü sen de gördün, Yarılıp kanayan tepelerin ardındaki Gecelerin ayını, Bir su samuru sesini yıkadı, Ilık esti gün batımı Kum dağıldı, Sözcüğün anlamını sordum Kırık bir dalı yükleyip sesine, Yaşamak dedim; Ondan başlamalıyız, Üşüyen tenin ilk iliğini örter gibi Sarı bir düğmeyi aralık bırakıp Beklerken, Uzaklarda bir noktadan çıkıp gelecekle, Yüklüydün, Yağmurun haberini aldın Kara bir suskunluk sana yetmiyordu Biriktirdiğin türküleri salıverdin Bir çocuk uzun kara saçlarını Savura savura yitip gitti Buluttan bir gölge kaldı Taş duvarın önünde. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *
- ten kokulu dizeler
s ten kokulu dizeler n -mani depresif söylenceler- I aşk ! uysallaştır tüylerimi kavaklar sevişirken...................*en çok kavaklar sevişirken sevişmeli II aşk.....mor fantezi : reçel düşürdüm raftan göbeğin titredi................*benimse bir yağmur sesi soğuttu terimi III eflatun bir sonyazda aşıkların pinokyo taklidi............*hangisi taklit edilemez aşklar kenti ? IV hiç bırakmayacakmış gibi tutup nef'e'simi tar'çın sürdüm önce sonra votka i ş n e ve...astım kendimi memelerine... s e s s i z c e ömrüm düştü yataktan................*çın çın çınladı zaman çıkıp giyindim soyunduğum masaldan... V topla trenlerini...sobeledim hayatı ve seni ararsan geçmişteki istasyondayım her yağmurda ve eskisi gibi....*nasıl özlemişim kendimi... VI gazoz kapaklarıyla oynayalım mı sevgili.... VII iç çamaşırlarına yazıp öyle imzaladım şiirlerimi şimdi aşk buğulu camlarda mandallı her biri*çamaşırlar en çok rüzgarla aldatır bizi... VIII terimle parfümledim kenti ve dansından eridi buz.... IX şiir aralarında ısırgan sürülür ağdalı bacaklara *çok fena! X do sesi verdi hayat raptiyeler fışkırdı düşlerimden *uyanmak için gerçeğe gözlerini kapat ve sonra tekrar aç şekil değiştirecek eşyalar ruhumuza yeni bir dünya ışınlanacak... XI düşlerim yağmura karşı bir yaz gecesinde ayartıldı... *mavi bir sonyazdı en olmazı düşlerin... XII hayat masaj yapıyor ruhuma benimse aklım deniz kokusunda *deniz basıyorum ruhumdaki tırnak izlerine önümde balıklama bir hayat damarlarımda karaya vurmuş yelkenliler oysa bilirsin denizden gitmez trenler... XIII oynat kalçalarını ve ortala hayatımı... XIV şairim hayat sarkıntılık yapıyor dizelerime *şiirlerim kötü alışkanlıktır yıldırım çeker okyanus gecelerinde XV seni uyutup şiirini yazdım öylece iş işten geçmişti kendine geldiğinde XVI sarhoşum düello yaptık hayatla...rakısına XVII ceza yedim...yüksek alkollü çıktı düşlerim *oysa ben sadece seni düşlemiştim... XVIII ba(k/s)ma...midye kabuğu bıraktım posta kutuna *ruhumda m e r d i v e n boşluğu şiirlerimde tuhaf bir karıncalanma... zamk sürülmez şiir kırıklarına... XIX üf ! le ve kurut kolay kurumuyor aşk şiirleri... *karardı oda tüm sokaklar d/inledi... XX hemen bir kurşunkalem a ç ı k s a ç ı k şiirlerime.... ve...XXI delirtici ! boş bir kadeh fotoğrafı gibi izlemek sensizliği bir de anımsamak poşetten bir gecelikle boğduğum kenti bir klarnet sesi gibi...delirtici... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *
- Aramızdan Bir Kimse
/ Şenol YAZICI ile HAYAT ve SANAT üzerine * Bu söyleşi 2003'te Aysın Yavuz eşgüdümünde o dönemde DERGİDE olanların da katılımıyla bir tür derginin "sesli düşünme atölyesi" tarzında oluşmuştur. O nedenle güne uyarlanmamış, aslına sadık kalınmıştır. 2003 KimseSİZ Dergisi / ÖZETLE Şenol YAZICI Trabzon'da doğdu. İlköğrenimini Trabzon, Ankara, Sivas'ta gördü. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi.(1972) Üniversite sınavını ve ardından Beden Eğitim Öğretmenliği bölümü sınavını kazandı, kısa bir süre devam etti, babasının ölümü ve ekonomik nedenlerle bıraktı. Sivas'ta İlkokul müdürlüğü yaptı. Görevli olduğu 73 seçimlerinde silahlı saldırıya uğradı. Saldırı olayı örtbas edilince şikayetçi oldu. İki kez sürüldü, bir kez açığa alındı. Yeni Ortam'da Mustafa Ekmekçi'nin olayı yazması, bizzat Bülent Ecevit'in müdahalesiyle görevine iade edilmişse de, açılan yoğun soruşturmalardan kurtulabilmek için istifa etti.(1974) Yeniden üniversite sınavlarına girdi. Üniversiteyi Ankara'da Türk Dili ve Edebiyatı alanında okudu (1974-1979). Yaşanan kaostan nasibini aldı. Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. (1979) İlk öyküsü yayınlandı.(1979) Milli Eğitim Bakanlığı ve Sivil Toplum Örgütleri adına gerek sanatsal, gerek bilimsel konferanslar verdi, söyleşilerde bulundu, televizyon, radyo programları yaptı. Yüzden fazla dergi ve gazeteye yazdı. Sivas'ta yaşadıklarını anlatan ilk kitabı "Gırlavuk"u 1988 de kendi yayımladı. Çok kötü bir baskısı olan kitap, hiçbir yere varamadı. 1997'nin sonunda 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Ulusal gazete ve dergilerde kitapla ilgili olumlu eleştiriler yayımlandı. Kitabın ikinci baskısını İstanbul'dan bir yayın evi, aynı yılın sonunda yaptı(1998). 1999'da "BENİM KİMSEM OLSANA" adlı öykü kitabının 1. baskısı çıktı. 17 Ağustos 1999 depreminde Yalova'da evi yıkıldı. İzmir'e taşındı. 'Benim Kimsem Olsana'nın 2. baskısı yapıldı(2000). Deneme ve gezi yazılarını topladığı 'SEVGİLİ YAZ ANNEM ' yayımlandı ( 2000). Bursa'ya taşındı. Bir lisede öğretmenliğini sürdürüyor. 2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ / kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Türkiye genelinden bir araya getirdiği on iki kişinin destek ve katılımıyla oluşan derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Derginin dizgi ve tasarımını da yapan yazar, düz yazılarının yanısıra Menekşe BAHAR takma adıyla şiirler de yazıyor. Aysın YAVUZ: Benim 12 Eylül öncesinden de tanıdığım bir Şenol YAZICI var. Hüzne yatkın, ama yaşama dönük duran. Savaşçı, deligöz, sözünü esirgemeyen, gücünü sanki kavgadan alan, yerinde iki saat oturamayan, sarı güle, dağlara ve bilinmeyenlere meraklı, tutkun. Oysa yazmak, sanatsal yazmak; yerinde oturmak, içinde geziye çıkmak değil mi? Edebiyat birikimini, anlatım gücünü bilmeme karşın bu eylemsiz yapısı nedeniyle yazmaya yöneleceğin hiç aklıma gelmezdi. Sanki sana uymuyor. O " tırmanacak ya da çarpacak duvarlar," arayan adam, nasıl oldu da yazar oldu? Beyza ERSOY, Ece YILDIRIM arkadaşlarımız da aynını merak ediyor. Şenol YAZICI. Yazarlık bana yakışmadı mı diyorsun? Aysın YAVUZ.: Alınganlık yok ama. Biraz... Tarzın ve görüntün daha eylemli bir yaşama uygun sanki. Yani sen aksiyon adamıydın. Yaşar ve unutur gibiydin. Şenol YAZICI: Öncelikle alınmadım. Şaşırdım. Ben kendimi kimseye anlatamadım, tam gösteremedim diye düşünüyordum. Oysa bayrakla dolaşıyormuşum. Nasıl ya da niçin yazar oldum, oradan başlayalım mı? Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Birkaç özel örneği bir yana koyarsak yazarlık, bir ayakkabı boyacılığı kadar bile düzenli geliri olan, karın doyuracak bir iş olmadığı gibi, en tanınmış olanların bile toplumsal itibarı bir pop sanatçısı kadar değildir. Üstüne üstlük inanılmayacak kadar zor bir iştir yazmak. İnsanı sosyal yaşamdan koparan, dediğiniz gibi içine yönelten, bedensel olarak yaşlandıran, hırpalayan, ruhsal olarak gereğinden çok duyarlı kılarak marazlı bir antene çeviren bir işi niçin sever insanlar? Aysın YAVUZ: Ben görüntüsel anlamda size uymayışından sormuştum, ama şimdi daha bir ilginçleşti. Şenol YAZICI: Yaratılış yatkınlığım bir tarafa, yirmi yıl hazırlanmasaydım, edebiyat eğitimi görmeseydim, yazamazdım diye düşünüyorum. Bütün bu hazırlanma ve birikime karşın iki yüz sayfalık kitabı bir haftada üretemezsiniz, en az bir yılınızı alacaktır, gene de. Oysa, sesiniz güzelse, fiziğiniz de uygunsa kısa sürede çok ünlü bir şarkıcı olursunuz. İşte Tatlıses örneği. Ama bir kitabı üretecek hale gelmek için, gereken birikimi sağlamak bir ömre mal olabilir. Karşılığı diye bir şey yoktur. En baba yazar, yayınlayacak yayınevi bulursa kitabına karşılık yüzde on telif alır. Türkiye de bir iki kişi dışında kitapların en çok bin, iki bin adet basıldığını hesaplarsanız, iki yüz kitaba, yani satabilirseniz, bir milyar liraya bir yıl emek. Kültür bakanlığının da, kitaba ödediği telif de bu çevrede. Ece YILDIRIM: Kitap yayımlatmak o kadar zor mu? Şenol YAZICI: Kitabın yayımı ve dağıtımı edebiyatla zerre ilişkili değil ki. Tamamen ticari bir girişim olan yayıncılık doğal olarak satabilecek olana yatırım yapar. Satabilecek olan da tanınmış olandır, edebi değil. Ben altmış kitabı olan çok yazar biliyorum yayınevi bulmakta sıkıntı çekiyor. A.YAVUZ: Öyleyse bunca insan yazar olmaya niçin özenir? Şenol YAZICI: İnsan, önemli bir şeyler yapmak ister. Kimi zekasına , kimi yeteneklerine, kime becerilerine, kimi de yumruğuna güvenerek ortalara çıkar. Yazan insan, olumlu bir yolla kabuğunu kırmaya, kendini kanıtlamaya uğraşıyor geliyor bana. Yazmak, hele düz yazı yazmak, içzenginliğinin, aklın, yaşamla ilgili yorumsal gücün, bilgeliğin bir kanıtıdır. Ödülü olmasa bile herkesin teslim etmek zorunda olduğu bir kanıt. Aysın YAVUZ: Yani temelde toplumu aydınlatmak değil, kişisel bir çıkış, kendini kanıtlama mı? Şenol YAZICI: Sanırım. Hiçbir yazar, başkaları için yazmaz. Aynı biçimde hiçbir bilim adamı da ömrünü başkaları için tüketmez, diye düşünüyorum. Doğanın özüne aykırı bu. O kabuğunu kırmak, önemli bir şeyler yapmak, kendini aşmak istemektedir. Toplum bu buluştan yarar görebilir, o ayrı. Görürse üreten de mutlu olur. Ama zarar da görebilir. Geçen yüzyılın en büyük buluşu , atom bombasını düşünün. Demem o ki, ne yazarın ne bilim adamının gayretinin altında yatan öncelik , toplumsal yarar değil, daha kişisel bir şeydir. Bir kanıtlama arzusu belki de. Aysın YAVUZ: Sizin yetmişli yılların sonunda yayınlanan öyküleriniz olduğunu biliyorum. Neden sürdürmediniz? Ş.YAZICI. Zaman zaman yaşamında hiç okumadan yazan insanlar görüyorum, kitapları da var. Bir ön hazırlık olmadan belki türkü söylersiniz, ama yazamazsınız. Yirmisinde şair belki, ama kimse iyi bir romancı olamaz, olanaksızdır bu. Benim de bir hazırlanma sürecim olmalıydı. Bir de, herkes dışarılarda gezinirken, duvarlara bakıp yazı yazmam, diye düşünürdüm. Yani yaşam daha önemliydi. Sonra o da sıktı. Kurmaca kendi ürettiğim dünyaya sığındım. Ve yazmaya başladım. Ne var ki hem dergi hem yeni kurmacalar bir arada gitmedi, belki ilerde... Aydın DURAK: Yazın dünyasına ilk girdiğiniz zaman neler hissettiniz? Ş.YAZICI: Düş kırıklığı. Biz peygamberler üretmeye ve tapmaya hazır bir kuşaktık. Tüm etik ve kültürel yapımızı, hatta siyasi kimliğimizi kitaplardan çıkaran bir kuşak. Yazarlardan tanrısal kimi erdemler beklerdik. Bulduğum o değildi. Tıpkı günlük yaşamımızdaki gibi. Farklı olamaz ki zaten, bir ulusun insanı neyse, sanatçısı da odur; iyiler ve kötüler her yerde vardır. Özetle şunu söyleyebilirim. Kitaplara hala çok inanıyorum, yazarlara daha az. Ece YILDIRIM: Dergiye nasıl başladınız ve niçin kimseSİZ adı? Ş.YAZICI: Öncelikle acıtıcı bir tek başınalık değildi derginin ismindeki bildiri. Daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Kimse Biz'dik, Siz'diniz. Ama şimdi düşünüyorum da, belki de özünde oydu. Ben yaşamımda sıra insanın ötesinde ne başarmışsam kimseden yardım görmeden yaptım. Ya da kimseleri yaratarak. Dergi için de sizleri yarattım ya. Bursa'ya geldiğim de birkaç yazı çiziyle uğraşan insan, daha önceden dergi çıkarmaya uğraştıklarından, başaramadıklarından, denemekten, bir dergi çıkarmaktan söz etti. Gerek kitaplardan gerek okullardaki etkinliklerimden bir aşinalık var, ama yayıncı değildim. Bir yandan da depremden bu yana yerleşme problemlerini aşıp sağlıklı bir biçimde yazma sürecine dönememiştim. Geçiş sürecini öyle değerlendirebilirim diye düşündüm. Ayrıca yeniye el veren, var olan değerleri açığa çıkarmaya uğraşan, gündemde olanla ilk kez yazanı aynı değerde tutan bir dergi, halkına omuz veren devrimci bir eylem geldi bana, neden olmasındı? Bir grup olarak başladık, ama derginin yüzde doksanı üstüme kaldı. Dergi çıkaralım, diyenlerin büyük bölümü işin maddi boyutu söz konusu olunca, dergileri salt "muhabbet kafe" olarak algılayan bir grup da, çalışma, gece gündüz uğraşmak gerektiğini görünce çekildi, geriye bizler kaldık. Bedriye SÖNMEZ: Sürecek mi? Eylül sonrası bırakacağınız söyleniyor. Şenol YAZICI: Ben bıraksam da, sizler varsınız. Tüzüğümüzde yer alan kurucu misyonum, Haziranda sona eriyor. Bunca yükü tek başıma daha fazla taşımamı da kimse beklememeli. Ne kadar yorulduğumu ben bilirim. Derginin yoğunluğundan uzun süredir Menekşe BAHAR adıyla yazdığım şiirler dışında yeni bir yazı yazma olanağını bulamadım. Ayrıca benim damgamı tüm dergiye vurmam onu bir çıkmaza sürükler. Artık dergi bundan sonrasını götürebilecek güçte gözüküyor. Olmalı. Yeni ellerde, yeni renklerle daha da büyüyecek ve ben de desteğimi sürdüreceğim. Yeni insanlar gelecek dergiye biliyorum. Beni üç seçimde de ısrara ederek siz seçtiniz, şimdi yenisini seçeceksiniz, hepsi bu. Ayşe TEHMEN: Biz bu güne dergiyi birileriyle mi getirdik? Gelmezse ne olacak, bırakacak mıyız? Ş.YAZICI: O bağlamda değil sözüm. Aslında durmadan birileri geliyor. Dört yüzü geçen abone sayımız bir kanıtı, ama çoğalmalıyız daha. Çoğalamazsak yaşamayı hak etmiyor dergi, demektir. Ona can vermek, duyurmak, yaşamı için gerekli temel kaynakları yaratmak bizim misyonumuzdu, ama bundan sonrasını kendisi götürebilmeli, insanlar ona gereksinme duymalı, yaşatmalı. Dergide kitabının duyurulması, yazısının ilk sayfada yer alması için gönderen tanınmış yazar da, kendine şans tanınan yeni yazan da bir emek vermeli, vefa duymalı, en azından o dergiden satın almalı, çevresine duyurmalı. Ona okuyucusunu da benim yaratmamı beklerse fazla olur , dergi tıkanır. Bedriye SÖNMEZ: Satın alıyorlar mı? Ş. YAZICI: Hayır. Özellikle tek işi yazmak olan bir çok dost, elli sayfa yazı gönderiyor, kitabı kapakta yer alsın istiyor, bir yazısı dergide çıktı diye imza günlerinde, tüm grubun hatta abonelerin de önünde kuyruğa girmesini bekliyor. Çıkan yazısını haklı bir övgüyle göstermediği yer kalmıyor, fotokopisini çektirip dağıtıyor ama bu dergi nasıl yaşıyor diye sormuyor, satın almıyor, yayılmasına uğraşmıyor. Bir de yetmiyor içinde olduğu dergiye yıkıcı eleştiri getiriyor. Ne yaparsınız? Bu dergiye ihtiyaç varsa yaşar, yoksa uğurlarız. Papirüs'ün, Düşlem'in, Biçem'in, Kıyı'nın, Burhan GÜNEL'in Karşı'sının,.. Türkiye'deki bir çok derginin başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelecektir. As'lolan başarmaktır, onurunla ayakta durmak. Spartaküs'ü Spartaküs yapan eylemidir, utkusu değil. Bin yıl olmasa gerek iyi yaşamın ölçütü. Ece YILDIRIM: Yıllar önce bir gazetede bir dörtlüğünüzü okudum. Yalnızlığı iç kanatıcı bir biçimde tanımlıyordu. "Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları Artık bir lokma , bir hırka, bir de sen değil hayat, kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz, çok üşürüz." İnsanlar sizi bir öykücü, bir denemeci biliyorlar. Aynı zamanda bir şair olduğunuzu bilmiyorlar. KimseSİZ'de Menekşe BAHAR adıyla yazdığınız güzel şiirleri sürdürecek misiniz? Ş.YAZICI: Ben de herkes gibi yazmaya şiirle başladım, ama sonradan düzyazıyı yeğledim, olay kurgulu anlatımla sürdürdüm. Bildiğiniz gibi kimseSİZ'i çıkarırken yaşadığımız sıkıntılardan biri de iyi şiir bulmaktı. Var olan iyi şiirler de bizim ait olduğumuz bir teması olan toplumcu çizginin dışında bir yerlerdeydi. Öykü sayımız her sayıda yeterli olduğu için öykü alanım olduğu halde deneme ve gezi yazılarıyla yetindim. Derginin bu açıdan desteklenmesi için takma bir adla şiire başladım. Çalakalem yeterince demlenmeye bırakmadan dergiye verdiğim o şiirlerin olumlu tepkiler alması, birkaç dergiden yazması için Menekşe'ye öneriler gelmesi beni kuşkusuz çok mutlandırdı da... Ne var ki artık Menekşe'ye gerek olmayacak kadar dergide şiirimiz güçlü. Ali ERYÜKSEL: Metin GÜVEN, "kötü şiir sahibinin suçudur, bir dergide yer alıyorsa yayın yönetmeninin," diyor ne dersiniz? Ş.YAZICI: Metin GÜVEN yerden göğe haklıdır. Ama en iyiler bile arada bir kötü şiir, kötü yazı yazar. Önemli olan umut vermesi, belli ölçütleri aşmasıdır. Dahası ben bu yargıyı daha da geliştirebilirim. Yazılmasının üzerinden altı ay geçmemiş, demlenmeye bırakılmamış tüm şiirler, yazılar yeterince iyi değildir , diye düşünüyorum. İyi de dergilere, bana, edebi seçki yetki beratını kim veriyor? Genel yayın yönetmenlerinin mutlaka yazar, edebiyatçı olması gerekmiyor, aksine en az yazar, en çok eşgüdümcü, iyi bir yayıncı olması beklenmeli. Her dergi çıkaran tek seçici olursa... Dergi güzellik yarışması yapmaktan çok, beğeniye sunar. Fakat bu dergi, abone de dahil herkesin katılımıyla oluşan, yaşayan bir imece ürün değil de kişisel sermayemle oluşturduğum bir girişim olsaydı her yazılan iyi şiire telif ödeseydim, kendi anlayışımdaki şiir dışındakilere kuşkusuz yer vermezdim. Öyle bir iş, bana haz verir miydi, ayrı. Yine de üstadın sözünü aklımda tutup bir dahaki sayıda ilk sizin şiirinizi yayından çıkaracağım Ali Eryüksel, olur mu? Çünkü kopyala yapıştırla şiir yazıyorsun. Şu anda sorunuzda yaptığınız gibi... Yüksel AKYÜZ: Başlangıçta da sordum, hala soruyorum kimseSİZ'in çizgisi ne? Ş.YAZICI: Sayın Akyüz, birkaç sene daha yapsak siz bu soruyu sorarsınız. İki nedenle; net bir yanıt verilmeyince köşeye sıkıştırdığınızı sanıyorsunuz, o zaman da kendinizi iyi hissediyorsunuz, ikincisi siz kendinize bir çizgi tutturamadınız, derginin belirgin bir çizgisi olursa kendinizi tanımlayacak bir şey bulacak, rahat bir nefes alacaksınız. Oysa insanın ömrünce sabit kalan bir çizgisi yoktur, olursa diyalektiğe aykırı. Yukarıdaki yanıt, size de aynı zamanda. Sizin çizginiz neyse, Ali arkadaşın çizgisi neyse derginin çizgisi de o. Herkesin katkısıyla oluşan bir derginin kişiye bağlı bir çizgisi olamaz. Ancak nitelikli, evrensel, ancak etik, ancak insan yanlısı olur. Başkasını diyen yalan söyler. Bizler siyasi kimlikleri yaşam anlayışları, zevkleri, eğitim düzeyleri farklı insanlarız. Tek paydamız kültür sanat ilgisi. Bunun dışında bir payda çoğuna uymayacaktır. Nasıl bu insanlara, bundan sonra şu çizgide ve tavırda düşüneceksiniz, dersiniz? Biz ancak türünde nitelik bekleyebiliriz. İyi öykü, iyi şiir gibi... Hasan GÜLERYÜZ: Her derginin bir tavrı var, bizim de olması gerekmez mi? Şenol YAZICI: Her halde siyasi tavır yani parti kastediliyor. Size anlattığım gibi ilkokul öğretmenliğim sırasında bana haksızlık yapanları mahkum etmem kolay olmuştu. Karşı siyasi görüştendiler. Gariptir, 99'da deprem sonrası İzmir Bornova'ya atandığımda bana yardımcı olanların bir kısmı da o karşı görüştendi. Ne var ki, aynı yerde keyfi uygulamalarıyla beni canımdan bezdiren devletin kendine verdiği yetkileri keyfince, zalim bir kral gibi kullanan bayan şube müdürüyle, evraklarımı sümenaltı eden bayan şef de benim yakın olduğum siyasettendi güya. Sonradan onlarla dost olduğumda açıklamaları neydi biliyor musunuz; bana destek olanlara bakarak beni de karşıt çizgiden sanmışlar; ahmaklık da insana özgü. O bir tavra karşı olduğum gibi, insandan başka hiçbir şeye inanmıyorum. Ayrıca benim ne mecburiyetim olabilir ki bir partiyi tutmak ve savunmak konusunda? Bedriye SÖNMEZ: Yazmak nedir? Onu ne dürtüler? Ş. Yazıcı: Yazmak, birden tutturduğunuz bir türkü gibi, biraz da nedensiz ve içseldir. Sait Faik'in dediği gibi an gelir yazmazsanız, çıldırabilirsiniz. Ya da anlatmazsanız... Anlatacak ya da anlayacak kimse bulamayışıma bağlarım, kendi anlatma arzumu, içsel konuşmamı. Beş yaşımda gurbete çıktım, öğretmenlik yapan üvey ağabeyime eşlik edeyim diye gönderdiler. Bir çıktım, pir çıktım. Sivas, Ankara, Trabzon... farklı kültürlerden etkilenerek, çocuk dünyasında en son ve en zor tanımlananı; yalnızlığı keşfederek ilköğretimi tamamladım. O yaşta annemden ayrı düşmek, büyük bir haksızlığa uğradığım hissi ve anlatacak, yanıt alacak kimsemin olmayışı... Ya da anlayacak kimsenin olmayışı... Ondan sonrasının, gençliğimin de gık demeden katlanmak zorunda olduğum haksızlık ve kırılmalarla dolu olduğunu düşünürsek... yazmamda temel etkendir diye düşündüğüm olur. Ne var ki, benzer acılı koşullardan geçmeyen kimi öğrencilerimde de başarılı anlatıcılar çıktığını görünce bunun daha bir içsel özellik olduğunu düşündüğüm de olur. Bu bir özellik: Kimilerinin sesi güzel olur, kimiler iyi türkü söyler, kimileri de güzel anlatır... daha doğru sanki. Yazmak, alışılmış düzenlerde çarpışmayı reddetmek, bir başka dünya yaratıp oranın peygamberliğine soyunmak, yani bilinen boyutlardaki dünyaya bir isyan, bir kaçıştır. Aysın YAVUZ: Bu sanki size daha bir uygun. Nasıl bir isyan? Devlete mi? ŞenolYAZICI: İsyan hep bilinen biçimlerde ve hep devlete olmaz. Bilirsiniz herkesin gözünün kör olduğu yerde ,sizin bir gözünüzün açık olması avantaj değil, dezavantajdır çoğu kez. Kendinize, yüreğinize, çevrenize, sürgit yaşamaya zorunlu tutulduğunuza, herkes doğru diyor diye yanlışlara doğru demeye, birilerinin dayattıklarının yaşamaya , çürümeye, ibrikçi başına... isyandır. Fehmi ENGİNALP : Kitaplarınızda doğa ve insan sevgisi üzerinde duruluyor. Peki toplumsal olayları kaleme almayı düşünmüyor musunuz? Şenol YAZICI: Toplumsal olaylar da sanatın konusudur kuşkusuz. Dahası yazar, çağının tanıdığıdır ama toplumsal olayların haber muhabiri değildir. İnsanı anlatan bir sanat yaşamın dışında olamaz ki. Kahramanınız bir "Cumartesi Annesi" ise olayı anlatıyorsunuz demektir. Sivas'ta yakılan birinin kızıysa konunuz, siyasete,topluma,insana değinmeden geçemezsiniz. Ama sizin sorunun odağı, siyasi tavır oluşturmaya niyetli, Gorki'nin ANA'sı gibi salt ideolojik kitaplar yazmamsa, değişmezsem o kolaylığa düşmeyeceğim. Toplumcu olmak , ya da yurdunu sevmek ya da inançlı olmak 12 Eylül öncesi ideolojilerin süregelen yeni modellerinin tekelindeyse ben oralarda değilim. Ben insanın serüvenini anlatmaya uğraşıyorum, tabi önce anlamaya... Örneğin ilk kitabında da yerinden yurdundan olan insanların acısını, farklı inanışların kaynaşma sorunlarını, bir diğerinde yeni kurulan Cumhuriyete uyum sağlamaya çalışan kuralsız yaşayan insanın zorlanmasını, birinde eğitim sisteminde zaman zaman gözlenen dayak ve zalimliğin nasıl ideolojik ya da inançlarla ya da eğitsel kılıflarla haklılaşabildiğini '!) , bir kaçında on iki eylül öncesi olayları anlatıyorum. Yani soluduğumuz siyasetken sözünüzde ondan uzaklaşamazken, bir de kalpten kurgulayıp alkışlamaya ne gerek var? Ece YILDIRIM: Nasıl yazarsınız, neler hissedersiniz? Şenol YAZICI: Sanatsal üreticilik ya da yaratıcılık içsel bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü , yaşamı anlatırsınız ama, yardımcı kaynağınız , araç ve gereciniz dıştan çok içinizdedir. Sanatçı , fotoğrafçı ya da haber muhabiri değildir. O yaşanmışı ya da yaşanabileceği kendi deneyimleriyle eritip harmanlayıp yeni bir şey üretir. Bu da yoğun bir içe dönüş, dahası inanılmaz acı veren bir doğum gibidir. Bu acının çokluğu ve tanımlamadaki yeteneğiniz üretilenin gücünü de artıracaktır. Şöyle anlatayım. Irak savaşını, bombalanan çocukları izlerken gözleriniz yaşarır. Alıp bir haberci tekniğiyle yazsanız kuşkusuz herkes etkilenir. Ne var ki, bir öykü bir roman olması için onu kendi yüreğinizde, aklınızda harmanlamanız yeniden kurgulamanız, her sözcük ve eylemi yeniden zincirlemeniz gerekiyor. Gariptir, ama yaşamın kendisindeki saçmalıklar, ebedi eserde yersiz ve inanılmaz olur. Bunları aştıktan sonra hiç bir yaşanmışa benzemeyen bütün yaşanmışlardan daha güzel ya da daha bir etkileyici bir yaşam dilimi ortaya çıkar. Öykü odur. Tıpkı balın bal olması için arıdan geçmesi gibi. İşte yazar benzettiğimiz gibi, yaşar, yaşadıklarını içinde harmanlar. Çok okur, bildiğini anlatabilmesi için araç olan dili öğrenir. Yaratılıştan gelme bir anlatma yatkınlığı vardır. Bir imge gücü vardır. Birleşir bir edebiyat eseri oluşturur. Bunlardan birinin eksikliği yazamayacağınız anlamına gelmez . İmge gücünüz yok dil ve aklınız iyiyse iyi bir araştırmacı, yüzlerce kitabı olan düşünce adamı olabilirsiniz, ama şair olamazsınız. Yeterince aklınız olmasa bile saz çalabilir , şarkı söyleyebilirsiniz de, iş bir unutulmayacak dize üretmeye geldiğinde zorlanırsınız. Sanat o dizedir. Rahmi AYDIN: Avrupa'da yazarlara devlet desteği, kredi, sponsor gibi kolaylıklar var. Siz bir yerden destek alıyor musunuz? Şenol YAZICI: Hiç batı görmeyen bile, iyi örnek olarak orayı anlatıyor, gerçekten öyle mi bilmiyorum. Olması bana garip geliyor. Sanatın bir tek tanrısı vardır; o da zaman. Kim belirliyor sizin gerçekten sanat yaptığınızı? Ya da nasıl ne tür yapacağınızı?.. Belki çok kitap okunduğunu, iyi satan bir kitabın da çok para kazandırdığını söylemek mümkündür ama, Avrupalı da istedi diye çağının Tolstoy'unu yaratamaz. Belki vergiden muaf tutuyordur kazancını, o tür kolaylıklar olur da... Zaten adamların belli bir sosyal yaşam güvencesi var. Yazarlar diğer sanatçılar gibi değildir, iyi eğitimli olmak zorundadır. Okumamış, yani ümmi yazar ancak bizde olur, batıdakilerin çoğu çok iyi eğitim görmüş insanlar. O zekayla, devletinin sosyal olanakları ve bireysel güvenceleri birleşince... Bizde birkaç yıl önce bir demokratik sol hükümet, yani umudumuz Ecevit, yazarlara defter tutma zorunluluğu getirecekti neredeyse. Herhalde kendisi şiirden çok para kazanıyordu, vergiler ziyan olmasın dedi. Yakın zamana değin yazarın itibarı hapse giriş süresiyle orantılıydı. Allah'tan o günler aşıldı. Hangi tür destekten söz ediyorsunuz ki? Bir destek söz konusu olursa bizde, ardından beklenti geleceğini bilmeli; o beklenti de herhalde parti şairi yazarı olunmasıdır. ATAÇ gibi değerli bir kalemi o zamanın tek partisine yakınlık bile zedelemiştir, düşünün. Ya da Necip Fazıl'ın dergiciliğini... Bu, sanatın özgür yapısının özelliği; sanat kimseden yardım göremez, belki de görmemeli. Bizde çok yaygın: Bir partinin, bir ideolojinin emrine girmek, çok satar olmak mümkün. Bakıyorsunuz yirmi yıl geçmiyor,. O kulu olduğunuz iktidar ya da düşünce silinip buhar olmuş, nasıl açıklarsınız savunmanızı? Sanatçının tek tarafı var, o da insan. Tek tanrısı da, zaman. Ece YILDIRIM: Kitaplarınızda sevgiler birbirine kavuşamıyor. Bu acımasızlık niye? Sanat görüşünüzle ilgisi var mı? Şenol YAZICI: Kitaplarım da birey ve etik öndedir. Ama çizgimi tam tutturduğum söylenemez. Gene ilkeli bireyleri de olan kitaplar yazacağım. Ama aklımı mı duygularımı mı öne alacağım bilemem. Kavuşamamak olgusuna gelince, hepsinde öyle değil. Körün taşının denk geldiği zamanlar olur. Benim Kimsem Olsana'nın öykülerinde sevgililer kavuşur. Savaşırlar bunun için, yaşayacaklarını terk edip o ulvi sevgiliye kendilerini hazırlarlar. Ama söylediğinizde doğruluk payı olabilir. Selam Söyleyin Ayışığına kitabım duyguların egemen olduğu yaşam gerçeğine daha bir yakın bireyi önceleyen bir kitaptı. İkincisiyse, aklın egemenliğini savunan, yaşam gerçeğini zorlayan bir kitap. Selam Söyleyin Ayışığına'nın bütün öykülerindeki kavuşamama olgusu duyguların bir üretimi ve yaşamın bir gerçeğiydi. Yaşam oydu; biz rastlantısal kazanırız. En başarılılarımız en şanslılarımızdır aslında. Yenilerek büyür ve öğreniriz. Ufacık şeyleri kafaya takar sevdiklerimizi terk eder, yaşamsal gurbetlere çıkar, sonra da akıl almaz alçaklıklara gık demez katlanırız. Ardından hayat deriz. İlk kitap oydu. İkincisi akıldı. Aşkı gerçek aşkı akılla ayırt edebilirsiniz. Öğrenir ve gereğini yaparak yaşayabilirsiniz. Kitaptaki Gülbeyaz, Yıldız'la Su, bunu yapıyor ve ... Ve'den sonrası bilmediğimizdir. Ve'den sonrası hayattır ve hayatın gerçeği bambaşkadır. Her kavuşma bir ayrılık hazırlığıdır aslında. Yıldız'la giden Su dağlarda ne kadar kalır? Kentsel yaşamı özlemez mi? Sevdiği uğruna bir insanın ölümüne neden olan Gülbeyaz, yoksulluklar kapıyı çalınca zengin taliplisi muhtarı aramaz mı dersiniz? Etik başka bir şey, yaşamsal gereksinmeler başka. Etik akla ve söze dayalıdır, öğrenme gerektirir, o yüzden uygulaması çok zor ve enderdir. Doğal yaşamsa en beyinsizi bile kollarına alır, sarar götürür. Kurallarını harfiyen dayatır. Dedik ya, doğanın ahlakı yoktur, ahlak öğrenilir. Sevda da. Her dokunmayı aşk saydığımız bir dönemimiz vardır. Peşinden ölümlere gittiğimiz dönem. Şöyle bir düşünün: Gerçek aşklarımız bir zamanlar denk geldiğimiz ama ıskaladıklarımızdır. Öğrenme yeteneğimizin kıtlığını kabullenmez, başka insanları, karşımızdakini suçlarız. Çoğu kez asıl istediğimize, seçtiğimize kavuşamayız. Seçmeyi bile bilmeyiz. Daha doğrusu asıl istediğimiz hep geride kalandır, elimizde olan değil. Siz hangi kavuşmadan söz ediyorsunuz? Kavuşma mı varmış yaşamın aslında? Kendinize çaresizlikten öğrettiğiniz vardır bir tek. Bu yönü acıdır ve acı olandır namus. Elde ettiğinle yetinmeyi bilmektir yani. Dilber SAKA: Öykülerinizin en azından bir bölümünde yöresel öğeler, Karadeniz kültürü baskın. Karadeniz öyküye kültürüyle,yaşama biçimi, pilekisiyle, harağıyla, fındığıyla yansımış... Karadeniz öykücüsü olmayı sürdürecek misiniz? Şenol YAZICI: Başladığımda böyle bir amacım yoktu. Böyle bir amaçtan korkarım da. Bir mekan gerekliydi kimi öykülerde. İyi bildiğiniz bir mekan. Yörem en iyi bildiğim olsa da , bütününden çıkarılacak bildiri benim için önemli. Ailemi kaçınılmaz olarak çok sevsem de bütün insanlar benim bir parçam. Varsayın ki, salt Karadenizlilerden, ya da salt bizim ailemizden oluşan bir dünya olsa, o ıssızlıkta sıkılmaz mısınız? Sonra yazmanın ne sınırı, ne mekanı, ne ulusu vardır. İnsan insandır. Tolstoy Rusya'yı anlatmış geçmişte, bugün bizim de birinci romancımız. Fransız Madam Bovary'de de bir çok Türk kadını, hatta erkeği de kendini bulabilir. Bir dili araç kullanan edebiyat, istese de istemese de yöresel, insanı konu aldığından dolayı da evrenseldir. Ayşe TEHMEN : Yeni kitaplar yazacak mısınız? Şenol YAZICI: Tabi. Ancak hazır olduğumda. Ben edebiyatın mutfağından geliyorum, en iyi örneklerini bilmem gerekli. Tolstoy, Stendhal'ı, Aymatov'u, Eco'yu, Dede Korkut'u ve diğerlerini... Edebiyat onlar. Şimdi, satsın diye piyasa da göklere çıkarılanlar değil. İyi bir yazar, Bursa'ya, İzmir'e değil, sadece iki binli yıllara değil daha uzaklara oynamalı. İyilere hazır olduğum anda yazacağım, tabi hayatta o fırsatı verirse... Kötü yazmaya artık şansım da yok, hakkım da. Dün bana, şans tanıyan , acemiliklerimi hoş gören , öven okuyucu bundan sonra hatamı affetmeyecektir, etmemeli de. Yalnız bu dergiyle ilgili değil. Dergi yayıncı işi, yazarlık değil. Varsa hatamız, profesyonel dizgiciyi, doğru matbaayı buluncaya değin bir süre daha hoş görecek. Ya da gelip ucundan tutacak... Ben dergiyi kişisel işim saymıyorum, o imece bir iş; ben sadece ona yediemin olma onurunu taşıyorum. Bana bu onuru veren size de teşekkür ederim. BURSA 2003 KİMSESİZ DERGİSİ , 4.SAYI
- Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı
Şenol YAZICI * SANDIĞINIZ GİBİ DEĞİL Atatürk saygı ve şükran duyduğum bir komutan, modern Türkiye'yi küllerinden yaratan bir lider. Dünyaya ender gelen mucize gibi bir adam... Bütün büyük adamlara saygı duyduğum gibi ona da saygı duyuyor, takdir ediyorum. Ama sandığınız gibi değil; benim putum değil. Dahası kimse putum değil. O, ÇAĞDAŞLIĞIN VİZYONU... Atatürk çağdaşlığın vizyonu... Çağdaşlık da benim KALEM... Ne yazık ki O'nun hayallerinden daha öte bir çağdaşlık vizyonu olduramadık. O ne getirmişse, ne öngörmüşse... Nasıl ki birileri çağdaşlığa saldıracaksa ATATÜRK'ten başlıyor, benim de çağdaşlık derdim olunca savunmaya ATATÜRK'ten başlamaya mecburum. Eminim ki onu yıkabilirlerse çağdaşlığın esamisi artık okunmayacak bu ülkede. Benim de... ya sizin? Belki doğru anlaşılmışımdır şimdi. Modern Bir Türkiye Anlayışınız ne olursa olsun, temel derdiniz modern bir Türkiye ise sizin de bu paydada buluşacağınızı biliyorum. Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o zaman gerçekten aramızda yaşayacaksın, o zaman samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla... Stefan Zweig'in deyişiyle bazen ulusların da yıldızı parlar, Atatürk Türk ulusunun parlayan en büyük yıldızıydı. O elbette onun askeri dehasına, devlet adamlığına, yaptıklarına yani genel geçer ölçütlere bakarak bu değerlendirmeyi yapar, Ben daha öznel düşünüyorum... Neden mi? DÜŞÜNSENİZE, okuduğu kitapların sayısıyla övünen bir SPARTAKÜS olsaydı ya da sanat, dans ve müzik konusundaki bilgi ve becerisiyle de yükselen bir NAPOLYON ya da KURDUĞU ülkenin çocuklarının okuyacağı ders kitaplarını bile yazmaya çalışan bir CHE, kadınına seçme seçilme hakkını herkesten önce veren MAO, geri ve ilkel bırakılmış, buna mahkum edilmiş halkına nasıl eğlenileceğini göstermek, çağdaş eğlence anlayışını yerleştirmek için asker üniformasını çıkarıp FRAKını giyip çarşafından çıkardığı eşiyle VALS yapan GANDİ... olsaydı ya da bunların hepsini bünyesinde toplayan bir lider olsaydı tarihte, ne muhteşem olurdu... İyi de ATATÜRK hepsi, hatta daha ötesiydi... Hımm! YA İÇKİ? DİYORSUNUZ, ANLIYORUM... tüm anlatılanlardan, olan bitenden aklında kalan bir o. Savaşmakla geçen yorgun bir günün akşamında yaralı evlatlarını çevresine toplayıp da birkaç kadehin samimi ateşinde günü değerlendirmek ve yarına hazırlanmak nedir, yaşamazsan anlayamazsın, o nedenle demiyorum, ama, boğma erik rakısını ya da kenevir tohumunu ya da parklarda çocukları öldüren bonzaiyi, bir tadımla ON KİŞİYİ ÖLDÜREN sahte rakıyı ATATÜRK icat etmedi, buyurmadı da, için yararlıdır diye, kendini bozmadan nasıl içilebileceğini gösterdi belki. Eleştirmeli elbet yaptıklarını yapamadıklarını, ama İNSAF nedir bilmeli değil mi?.. Çoğumuz gibi hacı olup da tövbe etmeye ise ülke meseleleri ve erken gelen ölümün elvermediğini de samimiyetle görmeli... Geçiniz bunları geçiniz, Atatürk'ün ve elbet bizim de talihsizliğimiz, bizim gibi kendi değerleriyle övünmeyi zül gören bir ulusa nasip olmasından daha çok, egemen sınıftan, askeriyeden gelmesinde ve sonradan onu sahiplenenlerin de egemen sınıflar olması ve işlerine gelen kılıkta halka tanıtıp dayatmalarında yatar. Unutmayalım, Biz, beyaz Türklerden diye Orhan Pamuk'un Nobel almasını bile kabullenmedik, elimizden gelse kurulunu ikna eder, aldırırdık elinden Nobel’i de parasını da; ikinci Nobeli'mizi alan Mardinli fizik profesörü akıllı davranıp yoksul ve sıra halktan geldiğini ilan etmeseydi onu da sürgün ederdik dünyamızdan... O sahici ve samimiydi kuşku yok, ama demokrasilerin azizliği partilerin sırrıdır da bu, çoğunluk hangi boydaysa sen de bir şey yap, o boyda ol ,yoksa liyakatına da bakmazlar, niteliğine de... Sahi, düşündünüz mü hiç? Arkaik devirde bile tek bir peygamber aristokrat sınıftan, dönemin egemen ailelerinden çıkmamıştır, hiçbiri de kendi yöresinde peygamber olamamıştır... İnsan bu, ne garip değil mi? Biri masaya yatırıp derince muayene etmeli; biz biraz hasta mıyız? Salt bize özgü değil bu hal... Halk, ancak kendi arasından çıkan ve egemen sınıflara diz çöktüreni kahraman sayar, o da ancak ölüp gittikten sonra... O nedenle tarihin en büyük komutanlarından Napolyon deliliğin simgesidir daha çok...çünkü onu sonraki kuşaklara ve halka da anlatan bir başka egemen komutandır, ona sorarsan, tarih şahsından büyük asker görmemiştir, Napolyon kim ki? Kahramanların sosyolojisini yeniden okumalı... ama ondan önce yapabileceğimiz daha kolay bir iş var; o günün koşullarında bile dünyaya "yurtta sulh dünyada sulh" ilkesiyle örnek olmuş Atatürk’ü yeniden okuyup şu çağda nasıl olup da yurdu ve dünyayı savaş alanına çevirme, suda yangın çıkarma becerisini gösterebildiğimizi çözebilir, belki başka uluslara da bu eşsiz dehamızı ihraç edebiliriz de... Belki o zaman Atatürk’ü topluca yeniden keşfederiz... ATATÜRK'ün HALKIN KEŞFETMESİNE, HALKIN değerlisi olmasına izin vermedik ki; sahiplenerek, adına yasaklar koyarak, bütün değer ve felsefesini çapımız kadar, beynimiz kadar yorumlayıp herkese dayatarak onu bir sırça sarayda erişilmez kılıp ölüme terk ettik... * Eğer ki, Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o gün gerçekten aramızda yaşayacaksın, o gün samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla...
- maviGÜNLÜK
24.sayı GÜNLÜK " ... Önümüzdeki günlerde etkinliklerimiz var, herkesi bekleriz. Kalabalık çoğu zaman gürültüdür, işlevdir önemli, bilmiyor değiliz, gönlünüz yoksa gelmeyin, ama uzaktan kalabalık, iktidardır. Siz anlarsınız. ... Nöbete kalmış fenerler gibiyiz, hep buralardayız, YAZa da bekleriz. … Ve kuşkusuz yaşam, ne DÜN ne YARIN değil, sadece ANdır, değeri bilinmeli; yazıktır, bir dahakini görmeyenlerimiz bile olacağını düşünüp BAHARa hakkını vermeyi unutmayın. Elbette can sizin, BAHARda… Bizimki laf ı güzaf... HEPSİNİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
- Aşk Doğarken
-Emir Murathan’a- durmaz hiçbir annenin sancısı renkli bir yerçekimidir elimize düşen sen ne güzel bir emirsin oğul, tanrıdan gelen dudakları ceylan sürüsü, koşturan nehir terli rüzgârları ağırlıyor saçları kıvır kıvır orada şiirin doğduğu ova yeşildir benim umudum, oğlum bir kasımpatı nasıl da kokusunu sarılmış tanrının bir melek gamzesini düşürmüş aklına bu yüzden gülümseme sokağı diyorum, geçtiğim bütün isimsiz boşluklara oğlum ve karım, iki kanatlı pencere nefes alma zamanı eski bir anının panjur desenli evlerin yıllanmış yüzü elmasa can veriyor işte oğlum ve karım rüzgârımı gıdıklıyor elleri, bir esintidir sormayın meyvesisin uzak dağlarda sonsuz bir ağacın oğul yanı başımda biten ürkek bir papatyadır senin annen kırları sürmeyi öğrendim bu yüzden yüzüme alnımı papatyalara soyundurmayı ağzını okşamayı son Nisan sabahının oğul, ilk kez annem öpmüştü beni kalbimden şimdi de aşk doğarken annen sen ne güzel bir emirsin oğul, şiire düşen. * 30 Nisan 2012 (Oğlumun doğduğu gün) * maviADA basılı DERGİLERİ 2012 / 2013 SAYILARI
- SEN…
Sen gülerken, gamzelerin oluşur. Gözlerin gözlerime değer, kalbime akar gülüşün, yeşille mor, sarı ile kırmızı karışır birbirine, güller açar, sözcükler bal kıvamında damla damla süzülür dudaklarından, sahile ulaşan dalgalar gibi savrulur saçların, sen gülerken kumsalda belirir yüzün, ve bilirsin ki, “iyi insan gülüşünü sevdiğimiz kişidir” Sen severken, anlam kazanır duruşun, bakışın bir başka güzeli yansıtır. “Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir.” Bunun için her şey sana doğru akar, suların alçağa aktığı gibi… Sen severken, umarsız olursun, ama “gerçek aşk iki yalnızlığı değiş tokuş etme çabasından başka bir şey değildir.” Onun için “sen severken kendimi kutsal deli gibi görürüm,” Ve bilirsin ki; “sevmek, bir yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve daha önemli bir şeydir.” Sen düşünürken, kuşlar bile susar, ırmaklar nehirlere nehirler çağlayanlara fısıldar hüzünlü duruşunu, sen düşünürken güzelsin, bahar sonbahara anlatır sarı saçlı halini, kuzular dağ yamaçlarında öylece kalırlar, dere tepe düz giden ne varsa mıh gibi çakılır olduğu yerde, tahammül edilemez hiçbir sese, söze ve saza, Ve bilirsin ki, “düşünceler kelimelere döküldükleri zaman ölürler” Sen uyurken, gece sessizliği sarar sarmalar tüm bedenimi, gece mavisi gözlerine, gözlerin uyku harmanına dönüşür, rüyaların en uzunu, gecelerin en kısası ile buluşur, sen uyurken, “bir tren sisleri yara yara geceyi çizer raylara, ve bilirsin ki “İnsanlar uyanıkken yalnızca bir tek dünyayı paylaşırlar. Ama uyudukları zaman her birinin kendi özel dünyası olur” Sen okurken, aldığın haz gerçek okuma ihtiyacını anlatır. Zenginler fakirlerin yanında daha çok fark ederler kendi durumlarını. Sen okurken hakikat belirir ufukta. Okumak yaşamaktır, kültürdür, bağımsızlıktır, felsefedir, güçtür. Ve bilirsin ki “İnsanoğlu… kendi kendisini okuyan bir “kitap”tır. Sen Yazarken, farklısın. İnsan düşünür, okur, ama yazamaz. Bir öncekini bir sonrakine aktarmaktır yazmak. Her hece bir damla, her kelime bir ırmak, her cümle bir nehir, her kitap ise bir deryadır. Sen yazarken insan yürür, tarih yürür, kültür yürür. Sen yazarken aşk yürür, özlem yürür, sevgi yürür. Ve bilirsin ki “yürümek için baston ne ise, düşünce için kalem de odur.” Sen bakarken, saklanır her şey, çıkmaz sokaklara dolaşır insanlar, börtü böcek ne varsa kaçışır, ruhun aynasıdır bakışlar, sen bakarken tüm kimliğin bir gölge gibi serilir yol üzerine, derinlikler anlamsız kalır yanında, sen bakarken görmenin hiç önemi kalmaz, “bakma bana, bakıyorlar çünkü bakışıyor muyuz diye, tutmalıyız kendimizi bize baktıklarında. Gel, kendimizi tutalım, ne zaman bakmazlarsa o zaman bakışalım” ve bilirsin ki; “bir aşığı en mutlu eden şey ilk bakıştır.” Sen yaşarken, gülersin, seversin, düşünürsün, uyursun, okursun, yazarsın, bakarsın ve konuşursun… bilirisin ki ;”yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” ve “yaşam bir anlamda mutlak güncelliktir.” “suyun yüzeyinde kalabilmektir” “sonsuz olmak ister insan, çünkü yaşam onun tam tersidir.” Ve bilirsin ki; “düşünmek için yaşamayız, tersine; hayatta kalabilmek için düşünürüz” ve SEN bilirsin ki “yaşam kökten yalnızlıktır” * daha fazlasını görmek için maviADA MÜZEyi görün *
- Unutmak Üzerine
“Ey unutuş! kapat artık pencereni, Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; Çıkmaz artık sular altından o dünya. Bir duman yükselir gibidir kederden Macerası çoktan bitmiş o şeylerden. Amansız gecenle yayıl dört yanıma Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.” (Ahmet Muhip Dıranas- Olvido’dan) “Unutma Bahçesi”ndeydim günler boyunca. İnsan, bir şeyleri unutmak istediğinde başarısızlığa mahkum oluyor; anılar canlanıyor beyninin kıvrımlarında. Bilinçli bir unutma yaşantısının hiç olamayacağı, bunun olanaksızlığı gerçeği, yoluma serildi okudukça. Satırları işaretledim Latife Tekin’in ‘Unutma Bahçesi’nde birer işaret taşı gibi. Düşündüm, notlar aldım. Sayfalar arasındaki unutulmaz sözlerden biri şöyle: “ Bir şeyi hatırladığın anda diğer bütün şeyleri unutmuş olursun…Her şey aklındayken neyi anımsayacaksın?” Unutmak da anımsamak da insanın düşünce süreçleriyle ilgili gerçekler değil mi? Yıllar boyu, unutmayı istediğim birçok yaşantım oldu benim de. Ama istemekle hiçbir şey başaramadığının, hepsinin boş bir çaba olduğunun ayrımına varıyor insan. Bilgisayardaki unutma-silme sistemi beynimizde de olsaydı... Bir tuşa basar basmaz silinenler gibi, unutmak istediklerimiz de belleğimizden silinip gitseydi küçük bir dokunuşla. Fakat unutmak, istemli bir eylem değil ki… Karanlıkların içinden bilincin aydınlığına süzülenler, rahat bırakmıyor insanı. Gece uykusunda, gündüz düşüncelerinde oklarını batırıyor anılar. Belleği kanatan yaşantıların açtıkları oyuk kapanmıyor; her an duruyor orada. Sessiz, kıpırtısız bekliyor kazınanlar. Başka düşünceler, yaşantılar, yönelimler bu anıların üzerini kalın bir sis bulutuyla örtüyor. Yıllar geçtikçe göz gözü görmez oluyor. Işıklar giderek azalıyor. Bir ses, koku, görüntü ya da bir sözle şimşekler çakıyor birdenbire. Kalın sis perdesi, çağrışımların kapısından süzülen anımsama ışıklarına karşı koyamıyor. Aydınlığa kavuşunca, tüm gerçekliğini gösteriyor yaşanmışlıklar. Bir “unutma bahçesi”ne, adaya, mekana, düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme sığınınca insan; anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu düşünür. Bir yanılsamadır bu. Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin içinden anılar dökülür kucağına, “ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” la, hüzünle kalıverir öylece. Bence, unutmak ya da anımsamak için insan kendini zorlamamalı; yaşam ırmağının akışına, belleğin bilgeliğine bırakmalı yaşadıklarını. Stefan Zweig günlüklerini tutarken, “Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.” diyor. Bunu duyumsamak ve ayrımsamak, insan için çok zorlu bir kabullenişi de beraberinde getirmiyor mu? Bellek, içinden zamanın sessizce geçtiği bir ayna gibi. Belleğe bilgeliği veren zaman, giderek sırlarını döker o aynanın. Puslanır, bulanır bir şeyler. Yıllar geçtikçe yaşlanan belleğin unutma eğilimi artar doğal olarak. En uzak anıların görünebildiği halde en yakın yaşantıların belleğin aynasına düşmediği de olur. Unutmak… Anımsamak isteyip de donuk bir aynaya bakıp kalmak… Kendi yüzünü bile görememek o aynada. Zorlu, umarsız bir insanlık durumu… Belki de bir tragedya… Unutmak eğilimi, bireysel acıların, keder yüklü anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor. Bazen düşünüyorum; kederle gölgeli anılar, bellekten silinip bilinçaltının karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu mu yankılanıyor? Kara gölgeler, insanın iç çalkantılarında yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o bilinmez denizlerin içinde? Karabasan adalarında kalmak, ürpertici ve ürkütücü; uykuda bile olsa. En düşündürücü konulardan biri de toplumsal belleğin zayıflığı.Yaşananları gözden geçirmeyen, hatalarını sürekli yineleyen bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki çalkantıları giderek çoğaltıyor. Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk, aydın yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar şiddetleniyor. Yıllar önce, kalabalıkların üzerine yağmur gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri, kaçışları, yürek yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını… Toplumsal şiddeti… Aydınların birer birer ortadan kaldırılışını… Temmuz ateşinde kül edilmek istenen sanatçıları… Ve süregelen acıları… Bugün, acımasız savaşın dumanlarında boğulan küçücük yaşamları… Yoksulluğu… açlığı… kirlenen dünyayı… Emeğin değerini… Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor bunları unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin kilit noktası burası işte. Giderek yoğunlaşıp güçlenen bu noktada, anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden anlamlandıracak yaşamın içindeki süreçleri. Unutmak / anımsamak sarmalında bambaşka bir bakışın, yepyeni bir bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya başlayacağız. Karabasan adaları kaybolup gidecek böylece. * daha fazlası için maviADA DERGİSİ MÜZE önerilir. *
- Bir Kaza Destanı
*** * maviADA BAHAR 2008 maviMÜZE'yi mutlaka görün, sizin de bir hikayeniz olabilir. *
- Yusuf Aksoy
Yusuf AKSOY / TÜM YAZILARI Dergiye katılım Tarihi: 2008 maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.
- Sabri ÖZDEMİR
YAZILARINI GÖRMEK İÇİN TIKLA SABRİ ÖZDEMİR * 2003 yazında KimseSİZ'i kapatmıştım, yeni bir dergi düşünmüyordum. O arada yazdığı ama elime ulaşmayan bir mektubu konu ederek KAÇAK YAYIN dergisinde yeralacak bir yazısı nedeniyle tanıştığımız ÖZDEMİR, internet dergiciliğimin de başlamasına vesile olacaktı. Ona yazı yazabileceği bir ortam yaratmak için o zaman ki internet olanaklarıyla mynet' ten satın aldığımız bir sayfada ADA dergisini yabıyorduk. İlk yazarım da SABRİ olacaktı. Sonraki süreçte de maviADA'yı kurmam da hayli teşvik edici olacak olan Sabri Özdemir' 2004-2007 arasında önce ADA'ya sonra da maviADA'ya katkıda bulunacak, ne var ki o arada fotoğrafçılığa merak sarıp özgün bir tarz içeren deneysel diyebileceğim, oldukça da başarılı bulduğum şiirine ara verecekti. YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN
- Bedriye Sönmez
BEDRİYE SÖNMEZ * 2002-2003'te maviADA'nın çekirdeği olan KimseSİZ dergisinin kuruluşunda yer aldı. Yazı ve yayın kurulunda görevler üstlendi Derginin yayılmasında, tanıtımında, üye, abone bulunmasında büyük emekleri oldu. Dergimizde çıkan yazılarını görmek için RESME tıklayın.
- Fehmi ENGİNALP
2002 -2003 yıllarında KimseSİZ dergisinin sahipliğini yaptı. İlk yazıları o yıllarda dergide yayınlandı. İLGİLİ YAZILARI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN
- Mustafa Aydın
Mustafa AYDIN, namı diğer YALOVA KİTABEVİ, çok kitap okumasına karşın, maviADA'ya hiç yazmadı, ne var ki maviADA'nın kuruluşundan bugününe, yani 2025 OCAK 12'sine değin bütün süreçte yer aldı. Dergiyi maddi manevi destekledi. Çok konuda ürettiğimiz yapıcı eylemlerin fikir babası olacaktı. Uz görüşlü ve gerçekçiydi: Bir kitabevinin desteklediği bir kültürsanat edebiyat dergisinin varlığının ne anlama geldiğini çok iyi bilecek dende akıllıydı. Dostunu yarıyolda bırakmayan bir ahlaka da sahipti zaten. Sohbetlerimizin büyük bölümünün ana konusu maviADA ve onun geleceği olurdu. Bütün etkinliklerimizin duyurularını nerde olursa olsun, söz gelimi İzmır'de, YALOVA KİTABEVİNİN camından yapar, basılı dergilerimizin peşin alıcısı olur, yeni yazarlarımızın ilk çıkan kitaplarının ona bıraktıklarımızın parasını, satılsın satılmasın hiç aksatmaz geri iade yapmadan öderdi. Yalova'daki etkinliklerimizin tek çiçek göndereni o olurdu. 2002'de maviADA'nın önceli KimseSİZ dergisine ilk paralı reklamı verip de beni büyük bir sıkıntıdan kurtaran da o olmuştu. "Eskimeyen Dost"tu reklamın sloganı. 2006'da maviADA Dergisini hayatta tutabilmek için Bursa'da açtığım maviADA Kültür Sanat Evine hiç mecburiyeti yokken ortak olmuş, kapattığımızda da elimizde kalan kitapların hepsini Yalova Kitabevinde tüketmek için almış, onların geri ödemeleri gibi zararın büyük bölümünü üstlenmişti. Bazı mutfaktan zorlayarak çıkardığımız, iteleyerek itibar kürsüsüne sürdüğümüz yazarımız, ilk ünü bizde yakalayınca ilk işleri maviADA'ya sırtını dönmek nankörlüğünde olurken o, en kötü günümüzde bile bizi bırakmadı. Bunda kişisel dostluğumuzun büyük etkisi varsa da, insan dediğin kolay bahaneler üretir, asıl onun etik anlayışı etkendi. O gerçek bir maviADAlı. 19 OCAK 2025'te genç denecek yaşta aramızdan ayrıldı. maviADA yaşadıkça o da bizimle birlikte yaşayacak.
- Nadir GEZER
RESME Tıklayarak Bütün Yazılarına Ulaşın mavADA'da yer alan NADİR GEZER Yazılarına Ulaşmak İçin RESME TIKLAYIN NADİR GEZER * -2002- 2020 mavADA YAZARI- İLERLEYEN yaşına aldırmadan dergimizde yer aldığında 72 YAŞINDAYDI. maviADA'yı sahiplendi, hemen hemen Öner YAĞCI'DAN sonra etkinliklerimizde en çok yer alan yazarımız oldu, dergiyi her yerde de savundu. Birlikte sayısız etkinlik, söyleşi yaptık. BURSA KÜTÜHANESİNDE ve TEYYARE'DE tıklım tıklım salonlara seslendik. 2020 kışında 90 yaşında yaptığı son etkinlikte Nilüfer Kütüphanesinde yanındaydık 10 Eylül 2020'de vefat ettiğinde de maviADA yine yanında yer aldı. ONUN İÇİN maviADA'da yayınlanan yazı ve söyleşilerle BİR DOSYA ÇALIŞMASI HAZIRLADIK. Uğurlar olsun. * Şenol YAZICI * *RESME TIKLAYARAK TÜM YAZILARA ULAŞABİLİRSİNİZ. *RESME TIKLAYARAK yazıların hepsine ulaşabileceğiniz gibi aşağıdan seçtiklerimizi de okuyabilirsiniz. Bursa ve Öykü ( maviADA Dergisi Bahar 2006) Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) Nadir Gezer ve Yalnızlaşan Anadolu Edebiyatı 4 Mart 2010,Bursa TÜYAP * -Fotoğraf: Misi'de Köy Enstitüleri Etkinliği , Şenol Yazıcı- * Nadir GEZER Öykü ve roman yazarı. 19 Mayıs 1930(İnegöl) - 10 Eylül 2020 (Bursa) * Eymir köyü / İnegöl / Bursa doğumlu. Eymir Köyü İlkokulu (1945), Arifiye Köy Enstitüsü (1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü (1954) mezunu. İngiltere’de iki yıl dil öğrenimi gördü (1966-68). Çorum (1952), Derik / Mardin (1954-55), Beşikdüzü / Trabzon (1956-59), Demirci / Manisa (1959-62), İnegöl / Bursa (1962-68), Diyarbakır (1968-71), Bursa’daki (1971-80) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesidir. İlk şiiri “Son Yolculuk”, 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküsü de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı: 330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerini Türk Dili, Edebiyat ‘81, Dönem, Kıyı, Yaba-Öykü, Kıyı, Damar, maviADA, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, Cumhuriyet’te ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımladı. Hanife Nine’den Öyküler adlı kitabıyla Nevzat Üstün 1981 öykü birincilik ödülünü aldı; Boşlukta Adam adlı romanıyla 1990 Ferit Oğuz Bayır ödülünde mansiyon, 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim Ödülü kazandı. Bir değerlendirmesinde Doğan Hızlan, Gezer’in köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara “yeni boyutlar, yeni tadlar, yeni insancıl yaklaşımlar” getirdiğini vurguladı. Gezer, öykü tekniği üzerine düşüncesini “artık çağdaş öykücülükte serim, düğüm, çözüm gibi bağlamların aşıldığı kanısındayım. Bence şiirsel anlatı, öykünün özünü oluşturur. Öykünün niçin ve nasıl yazıldığı önem kazanıyor artık.” (Yaba-Öykü, sayı: 16) diyerek açıklar. Nadir GEZER, kuruluşundan bugüne maviADA'da etkin roller üstlendi, defalarca maviADA'nın etkinliklerinde yer aldı, dergide onlarca yazısı yayınlandı. ESERLERİ: ÖYKÜ: Hanife Nine’den Öyküler (1981, dört yeni öykü ekiyle ikinci basımı 1995), Yürüyen Gece (1988), Puslu Hüzün (1989), Kırılgan Umutlar (1998), Şenlet Öğretmenin Destanı (2000). ROMAN: Boşluktaki Adam (1990), Aydınlığa Yürüyenler (1993), Yalnız Adamın Düşleri (2000). ŞİİR: Karbeyazı Geceler Üstüne (2000). DENEME: Yerodamdan Notlar (söyleşi, 1998), Yitikler Arasında Zaman (2000). ARAŞTIRMA: Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim, Köy Enstitüleri (1999). GEZİ: Uludağ Eteklerinden Sis Dağına (2002). HAKKINDA: Doğan Hızlan / Cumhuriyet (27.5.1982), Mehmet Başaran / Yürüyen Gece Üzerine (Milliyet Sanat, sayı: 193, 1.6.1988), Yaba-Öykü (sayı: 16, Ocak 1988), Nahit Kayabaşı / Nadir Gezer ile Yürüyen Gece’de (Varlık, sayı: 973, Ekim 1988), Muzaffer Uyguner / Yürüyen Gecenin Öyküleri (Türk Dili Dergisi, sayı: 11, Mart 1989), Nazım Kutlu / Nadir Gezer’in “Puslu Hüzün”ü (Biçem, sayı: 1, Nisan 1990), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Mahmut Makal / Nadir Gezer’le Bir Konuşma (Abc, sayı: 149, Ocak 1999), Muzaffer Uyguner / Yitikler Arasında Zaman (Türk Dili dergisi, Eylül-Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001). BU BÖLÜM YAZILARA TIKLAYARAK ULAŞIN: Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) * Nadir Gezer ve Yalnızlaşan Anadolu Edebiyatı 4 Mart 2010,Bursa TÜYAP
- Metin GÜVEN
Metin Güven (d. 4 Ocak 1947 / ö. 16 Ağustos 2010) Şair, Öğretmen kimseSİZ dergisinin her sayısında, maviADA dergisinin başlangıç sayılarında yer alan şair, 24 aralık 1947'de Bursa'da doğdu. tam adı Mehmet Metin Güven'dir. 16 ağustos 2010'da Bursa'da hayata veda etti... maviADA'DA YAYINLANAN YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN son yıllarında onaltıkırkbeş dergisinin editörü ve yayımcısıydı. ilk şiiri 1968'de soyut'ta yayımlandı. şiir ve yazılarını soyut, yeni dönem, türk solu, dönemeç, türkiye yazıları, yarın, yazın, gösteri, yazko edebiyat, soyut, yansıma, yeni düşün, papirüs, yeni biçem ve adam sanat', KimseSİZ, maviADA dergilerinde yayımladı. tarihsel, toplumsal ve güncel konuları yalın bir dille işledi. şiir anlayışını "ben şiire panik ve bilgeliğin bileşkeni olarak bakıyorum. şiir, şairin toplumsal kargaşadan yola çıkarak biçim verdiği ve mutlaka bir ritmi olması gereken nesnedir" şeklinde açıkladı. yapıtları: ömrüm geçen bir sağnak gibi (1981) güvercin yüreğinde gül renkli çocuklar (1982) lâl olsun, ölsün (1985) dala yakın, yaprağa uzak (1990) yarasa karnında aşk (1993) suları unutan gölge (1994) ten ve gül (1995) yaz biliyor herşeyi (1995) aşk bitti akşam sürüyor (1996) gece müziği (1996) geriye söz kalır (1997) Biyografi Kaynak: Ekşi Sözlük * ÖNEMLİ: KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN
- Güldem ŞAHAN
2002'de KimseSİZ dergisi sırasında dergiye katılan Güldem ŞAHAN, yazın alanında hızlı yol alan maviADA'nın örnek yazarlarındandır. Birkaç yıllık süreçte birkaç kitaplı bir yazara dönüşerek çocuk ve gençlik edebiyatının iyi kalemlerinden biri olmayı başaracaktır. İlk yazıları KimseSİZ dergisinde çıkan ŞAHAN, maviADA'nın kuruluş sürecinde de yer alacak, ilk üç yıl boyunca İstanbul temsilcilerimizden biri olarak maviADA'ya katkısı olacaktır. YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN
- Zekeriya SAKA
2002'de Trabzon temsilcisiydi. Bu anlamda dergiyle Trabzonlu gençleri tanıştırarak dergiye katkısı olacak, KimseSİZ Dergisi boyunca yazılarıyla da yer alacaktı. YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN
- Asım ÖZTÜRK
2002'den sonra uzun yıllar maviADA'da yazan ÖZTÜRK, derginin İzmir'de tanınmasında çok etkili olacaktı. Sayısız şiir ve yazısı maviADA sayfalarında yer aldı. yazılarını görmek isterseniz RESME tıklayın.

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı


























