top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • SAÇ TOKASI

    Ramiz Turan Stadyumunun paralelinde, ilçenin en prestijli ikinci caddesi uzayıp gider, Kurtuluş’tan İstasyona doğru. Prestijli caddenin hemen yanı başında bir başka cadde Gökçepınar’a gider. Bu cadde kısadır, bu cüce caddenin iki yanına dikilen çınar familyasından olacak, koyu yapraklı ağaçlar vardır. Yalnız bu ağaçların yaprakları öteki çınar ağaçlarından daha koyudur. Aşkı ve sonsuzluğu çağrıştıran koyu yeşil yapraklar, beş parmaklıdır. Teoman Bey, sorar soruşturur, bu metanetli ağacın adının doğu çınarı olduğunu öğrenir. Doğu çınarının gövdesi, palamut meşesine benzer, sağlam, çelik gibi bir duruşu vardır, kurusuna balyozla bile çivi çakmak zor olur. Sıcak yaz günlerinin en sıcağını ona sığınanlara kol kanat germekle kalmaz, serinliği ile susuzluklarını giderir. Teoman Bey'le eşi, hemen her gün aynı saatlerde, Doğu Çınarı Caddesi’nden doğu çınarı ağaçlarının güneşe geçit vermeyen gölgesinden gelip gitmektedir altı yedi aydır. Doğu çınarının yeşili, oksijeni hayat verir onlarla birlikte yakınında, yöresinde bulunan bilumum mahlukata.   Orta boylu, kısa hızlı hızlı adımlarla yürüyen Teoman Bey, eşitim dediği eşinden önde yürür. Eşitim dediği, eşi, bel ağrısına, ayak ağrısına sebep dura düşüne yürür. O dura, düşüne yürürken, kısa adımlarla hızlı hızlı yürüyen Teoman Bey, aradaki mesafeyi epeyce açınca, eşitim dediği eşi, “Köylü gibisin, sen önde, ben arkada; nasıl böyle iyi mi?” Kısa adımlarla hızlı hızlı yürüyen Teoman Bey, “Sen de biraz yürü, böyle yürümek, canımı çıkarıyor benim!” Eşitim dediği eşi, “Yürüyebilsem, yürümez miyim; ah bir yürüyebilsem!” İşte böyle, kâh yan yana, kâh kol kola yürürler. Sıcak basınca Teoman Bey'in kolundan çıkan eşiti, tekrar yavaş yürümeye başlar. Birlikte, yan yana, kol kola yürüyen karı koca, birbirlerine uyum sağlamak için, Teoman Bey yavaşlar eşi de azıcık hızlanır. İşte o anda, eşitim dediği eşi, arkada kalınca karı koca arasında rutine dönen tartışmalar tekrar yaşanır. Yan yana yürümeyi beceremeyen, birbirinin zıttı karı koca, hiçbir zaman el, ele yürümeyi denememiştir. Eşitim dediği eşi, el ele yürümeyi, ayıp bir şey olarak yerleştirdiğinden kafasına; ancak kocasının koluna girer öyle yürürler yan yana. Doğu Çınarı Caddesi’ne bakan Gençlik Sitesi’nin ihtişamlı, kemerli cümle kapısının önünde, doğu çınarlarından biri uzayıp gitmiştir apartman boyunca. O çınarın dibinde de bir saç tokası durmaktadır bir haftadır. Saç tokasının hemen yanında bir pembe kurdele! Saçları kıstırmaya yarayan siyah renkli toka, kim bilir hangi güzel bir kadının saçlarını okşayıp ona kıstırgaç olmuş, kim bilir bu sokağın, bu caddenin değil de belki bu ilçenin başka bir mahallesinde, belki de başka bir ilçede, belki bir ilde, belki köyde ikamet eden bir sarışına mı desem, belki sarışın değil, esmer, kumral desem; belki esmer kumral değil. Esmer, sarışın ne fark eder; huyu güzel, kendi güzel olsun der ya öykülerinin kahramanı Gök Münevver… belki de belki de seksen bir vilayetten birine aittir… belki de kıymetlim diyen kollarını açıp açıp sonra da kapatan bir korkağa, belki de bir cana, hani, “seninle birlikte yan yan neden gezmiyoruz,” diyen dost yüzlüye, belki de Torosların yörük kızına, belki de nergislerin nergis olduğu, nergislere başşehir Karaburun diyarının kara kısrak sekişlisine, belki de elinden sigara düşmez, seyrek saçlı çok medeniyetli şehrin kızancığına, belki de, bel ki de, belki de… Otman Paşa’nın at oynattığı diyarların tek gamzelisine… Kim bilir… On gün geçmiş, Gençlik Sitesinin, ihtişamlı, kemerli cümle kapısının önündeki doğu çınarının dibindeki saç tokası yerli yerinde dururken, pembe kurdelenin yerinde yeller esmektedir. Pembe kurdelenin yerinde yeller esmesine sebep, kısa adımlarla hızlı yürüyen mavi ekose gömlekli Teoman Bey, o günden sonra, bir huzursuzlukla gidip gelirken Doğu Çınarı Caddesi’nden, yüreğinin erim erim eridiğini hissetmiştir hemen her gün! Kısa adımlarla, hızlı hızlı yürüyen mavi ekose gömlekli Teoman Bey, her gün yaprak yaprak azalırken, saç tokasının Gençlik Sitesinin ihtişamlı kemerli cümle kapısının önündeki saç tokasının yerinde durmasıyla avunur. Siyah saç tokasının da pembe kurdele gibi bir sabah yerinde yeller esecektir belki! Kısa adımlarla hızlı hızlı yürüyen mavi ekose gömlekli Teoman Bey, bağıra çağıra fırlayıp kalkarken yataktan, eşitim dediği eşi, “Ne oldu sana, kötü bir rüya gördün galiba, uyan uyan! Sana bir bardak su getireyim de iç!” Bel ağrısı ve ayak ağrısı ile ağır aksak yürüyen eşitim dediği eşi, yavaşça yerinden kalkar, mutfaktan bir bardak su getirip, “Hadi iç canım, hadi iç canımın elifi; hadi iç de bir güzel uyu!” Karmakarışık bir rüya görmüştür, Teoman Bey. Gördüğü rüya iyi miydi, kötü müydü; onu iyiye kötüye yoracak durumda değildi. Kafası müthiş zonkluyor, kafasının içinde kıran kırana bir savaş oluyordu sanki. Suyunu içer içmez, uykuyu havada kapanlar gibi uyuyup kalır gecenin yarına devrildiği bir saatte…

  • Neşet Ertaş

    Yusuf AKSOY * 1938 yılında Kırşehir 'e bağlı Çiçekdağı 'nın Kırtıllar köyünde doğmuş olan çok değerli halk ozanı Neşet Ertaş’ı 25 Eylül 2012 yılında hastalığından dolayı kaybettik. “Bozkırın Tezenesi” adıyla da bilinen ozan Türkmen-Abdallık kültürünün ve müzik geleneğinin en önemli ve belki de son temsilcilerindendir. Çocukluk hayatı İç Anadolu’nun Kırşehir, Yozgat ve Kırıkkale gibi kentlerinin köy ve kasabalarında yoksulluk içinde geçmiştir. Neşet Ertaş hiç okula gidememiştir. Kendisi gibi Abdallık geleneğinin çok değer verilen halk ozanı olan babası Muharrem Ertaş’ın her aşamadaki desteği ile önce keman , sonra cümbüş ve bağlama çalmayı öğrenmiştir. Babası Muharrem Ertaş ile Orta Anadolu’nun yüzlerce köy ve kasaba düğünlerinde en çok talep edilenleri olmuştur. Yöre halkı onları kendi sesi ve nefesi olarak görmüş ve bağırlarına basmıştır. Muharrem ve Neşet Ertaş’ın bozlakları her gittikleri yerde yöre halkının yaralarına merhem olmuştur. Türküleri de yarını, umudu aşılamış, birbirine küsleri bile omuz omuza halaylara durdurmuştur. Hangi yaşta olursa olsun dönemin yöre insanın “aşk, sevme, sevdalanma” süreçlerindeki içe kapanıklığını, mahcubiyetini “ Bizim oralarda seni seviyorum denmez, gurban olurum sana denir ”, diye açıklaması sevgi olgusunun ifade edilenden çok daha derin bir anlamla anıldığının ifadesidir aslında. Ertaş, sazı ve sözüyle hep bu içtenlikle söylememiştir, bozlaklarını ve türkülerini. Neşet Ertaş "Sanatımın yüzde doksanını babama borçluyum. Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız. " derken sadece bir ahde vefa ifadesinde bulunmuyor, devraldığı tarihsel geleneğin yaratıcı ve sürdürücülerini de tarihe kaydediyordu. 1960’lı yıllara kadar başta babasından öğrendiği türküler ve bozlaklarla beraber Orta Anadolu türkülerini plaklarla kayıt altına aldırdı. TRT Ankara Radyosunda türküleri çalmaya başladı. 60’lı yıllardan itibaren kendi yazdığı şiirleri türküye döküp seslendirdi; plaklarını yaptırdı. O yıllardan itibaren birçok halk ozanı ve halk müziği sanatçısı onun türkülerini seslendirmeye başladı. 1979-2003 yılları arasında yaşamını Almanya’da sürdürdü. Orada da onlarca plak yaptı, sayısız konserler verdi. Ülkeye döndüğünde daha zengin bir repertuvarla türkü severlerin gönlünde yeniden taht kurdu. 2002 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kendisine verilmesi uygun görülen “ Devlet Sanatçılığı ” unvanını kabul etmedi. Devlet sanatçılığı unvanını reddetmesi hakkında şu tarihi sözleri söylemiştir:“ Devlet sanatçılığını bana teklif ettiler. Ben, 'hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor' diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım, bir tek TBMM tarafından verilen üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım. " Neşet Ertaş’ın ünü halk müziğine ve dolayısıyla halk kültürüne önemli katkılarından dolayı ülke dışına da taştı. 2009 yılında Unesco tarafından Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında “ Yaşayan İnsan Hazinesi ” olarak kabul edildi. 25 Nisan 2011 tarihinde de İstanbul Teknik Üniversitesi Konseyi tarafından Ertaş’a “ Fahri Doktor” ünvanı verildi. Neşet Ertaş’ın saz çalma tavrı ve tekniği, sesini kullanma ve bunların yanında şiirlerinin edebî ve estetik değeri, repertuvarı, üniversite ve konservatuvarlarda ders ve tez konusu oldu. Halk Müziği tarihimizde adını silinmez bir yere yazdırmış olan ozan, Pir Sultanlar geleneğini sürdürerek coğrafyamızın hüznünü ve coşkusunu sazı ve sesiyle dört bir yana duyurmuş ve duyurmaya da devam etmektedir. Kıymetli ozan Neşet Ertaş’ı saygı ve özlemle anıyorum.

  • Hepimiz Bu Devletin Sanatçısıyız - Neşet Ertaş

    “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık gibi geliyor” Bozkırın Tezenesi; Neşet ERTAŞ bu sözleriyle, Süleyman DEMİREL'in başbakanlık yaptığı dönemde kendisine verilmek istenen Devlet Sanatçılığı ünvanını kabul etmeyecek kadar gösterişsiz, bir o kadar da halktan biriydi. "İlimsizlik bilgisizlik yüzünden Cehalet hortlayıp çıkar mı çıkar Sevgisizlik saygısızlık yüzünden İnsan insandan bıkar mı bıkar." Anadolu Kültüründeki Abdal Müziğinin son temsilcisi Neşet ERTAŞ'ın, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, Yunus Emre gibi, Mevlana gibi...Yıkmak değil, gönül yapmaktı derdi. Abdallık geleneği ise; yaratıcı hariç her şeyden vazgeçmeyi, görünüşe değil görünüşün ardındaki öze kıymet vermeyi, gönül kırmamayı, can incitmemeyi ve insan ruhuna zarar verecek her türlü olumsuz duygu, düşünce ve davranışlardan kaçınmayı merkeze alan bir düşünce sistemi ve yaşam biçimidir. Abdallar, Türkler’in Orta Asya’dan Anadolu’ya yaptıkları göç sırasında Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Orta Anadolu Abdalları’nın yakın döneme kadar elekçilik, kalaycılık, köçeklik ve sünnetçiliğin yanında, daha eski dönemlerde destancılık ve hikayecilik gibi meslekleri de sürdürmüş olması, Abdalların bilinen en eski dönemlerden itibaren Türk yaşantısından bazı izleri yansıtmaları açısından da oldukça önemlidir. Şu Garip Halimden Bilen İşveli Nazlım Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ey Caylan Gözlüm Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen Ben Ağlarsam Ağlayıp Gülersem Gülen Bütün Dertlerimi Anlayıp Göynümü Bilen Sanki Kalbimi Bilerek Yüzüme Gülen Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen Sinemde Gizli Yaramı Kimse Bilmiyor Hiçbir Tabip Yarama Merhem Olmuyor Boynu Bükük Bir Garibim Yüzüm Gülmüyor Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen Neşet Ertaş, UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında yapılan ulusal envanterlerden Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanterine alınarak yaşayan insan hazinesi kabul edilmiştir. Aynı zamanda 25 Nisan 2011 tarihinde İTÜ Devlet konservatuvarı tarafından fahri doktora ödülüne layık görülmüş, bağlamadaki tavrı ve türküleri konservatuvarlarda ders olarak okutulmuştur. Neşet ERTAŞ’ın sanatını ve sanatçı kimliğini yücelten etken, müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiçbir yapmacıklığa gereksinme duymadan, olduğu gibi kendini, özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir. Neşet ERTAŞ'ın, türkülerinde de geçirdiği mahlası ''Garip'' tir. Bozlağı, feryat, ağıt olarak tanımlayan sanatçı, bu mahlası ise şöyle açıklar, “Soyadı yokken bize Garipler derlermiş. Gerçekten de biz garip, yani ezilmiş, hor görülmüş, Abdal diye nitelendirilmiş, aşağılanmışızdır. O gariplik bende kaldığı için garibim diyorum” der. Son olarak, tüm ayrıştırma ve aşağılamalara karşı durarak ne diyordu Garip Neşet; ''Kadınlar İNSANdır, biz İNSANoğlu.'' Ozanımız dokuz yıl oldu dünyamızdan ayrılalı, anısına sonsuz saygıyla. Neşet ERTAŞ; Türk halk ozanı, abdallık geleneğinin son büyük temsilcisi. "Bozkırın Tezenesi" olarak tanınır. 1950'li yıllardan itibaren yaptığı plaklarla özellikle Orta Anadolu türkülerini ve bozlakları kayıt altına aldı. Doğum tarihi ve yeri: 1938, Çiçekdağı, Kırşehir, Türkiye Ölüm tarihi ve yeri: 25 Eylül 2012 (74 yaşında), İzmir, Türkiye Evliliği: Leyla Ertaş Ebeveynleri: Muharrem Ertaş Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynak : İnternet

  • Zeki Müren

    Türk Müziğinin Paşası * Aycan AYTORE SANAT GÜNEŞİ ZEKİ MÜREN: 2 Ocak 1931 yılında Bursa Tophane’de, Üsküp'den Bursa'ya göç eden bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Zeki Müren'in müzik yeteneği ona ilkokul yıllarında müzikli müsamerelerde oynama fırsatı tanımıştır. İlk rolü bir müsamerede oynadığı çobandır. Ortaokul bittiğinde, İstanbul' da bulunan Boğaziçi Lisesine geçiş yapar. Boğaziçi Lisesini birincilik ile bitirerek mezun olan Zeki Müren, olgunluk sınavını da yüksek puanlarla kazanmış şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi güzel sanatlara başlar. Zeki Müren'in müziğe duyduğu ilgi ve babasının teşvikiyle Bursa' da Tamburi sanatçısı İzzet Gerçeker'den usul ve solfej dersleri, Boğaziçi lisesinde okurken sinema yönetmeni ve yazar Arşavir, Alyanak'ın babası AgoposKrikor ve udi Krikor hocaların dersleriyle başlamıştır. Üniversitede okuduğu dönemde TRT İstanbul radyosunda açılan ve 186 kişinin katıldığı ses sanatçısı sınavını birincilik ile bitirmiş ,1 Ocak 1951 yılında TRT' de ilk konserini canlı olarak vermiştir. Zeki Müren  Klasik Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilir. Zeki Müren, Sanata olan katkılarından dolayı 1991 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla ödüllendirilmiştir. Altın Plak Ödülü'nün de ilk sahibi olan sanatçı, müzik yaşantısı boyunca altı yüzü aşkın plak ve kaset doldurmuş, üç yüzü aşkın şarkı bestelemiştir. Zeki Müren 24 Eylül 1996 günü, TRT İzmir Televizyonunda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir. Kaynak: Biyografi -MÜZİK DİNLEMEK İÇİN TIKLA- Zeki Müren (2 Ocak 1931, Bursa [ - 24 Eylül 1996, İzmir ), Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı, oyuncu ve şair. "Sanat Güneşi" ve "Paşa"olarak anılan Müren, klasik Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilir. Sanata olan katkılarından dolayı 1991'de " Devlet Sanatçısı " ünvanıyla ödüllendirilmiştir. Zeki Müren, müzik yaşantısı boyunca altı yüzü aşkın plak ve kaset doldurmuş, üç yüzü aşkın şarkı bestelemiş, birçok filmde de başrol oynamıştır. kaynak:viki p edi O sahnedeyken gazinolar, matineler dolar taşar, her şarkının hakkını verirdi. Türkiye bir dönem Zeki Müren’in iyi dilekleri ve muhteşem sesi olmadan yeni yıla girmezdi Kostümleri, saçı, makyajı, sahnelere getirdiği yenilikler ile döneminin en avangard sanatçısı olan Zeki Müren Türkiye’nin Sanat Güneşi’ydi, Sivil Paşa’sıydı. Bursa'nın Hisar semtinde, Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı ahşap evde Kaya ve Hayriye Müren çiftinin tek çocuğu olarak 2 Ocak 1931'de dünyaya gelir Zeki Müren. Üsküp'ten Bursa'ya göç eden ailenin babası kereste tüccarıdır. Ufak tefek ve çelimsiz bir çocuk olan Zeki, ikokulu Bursa Osmangazi İlkokulunda okur. Henüz ilkokuldayken yeteneği öğretmenleri tarafından keşfedilince müzikli okul müsamerelerinde baş rolleri oynamaya başlar. Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'deki 2. Ortaokulda tamamlar. Ortaokulu bitirdikten sonra babasına İstanbul'a gitme arzusunda olduğunu açıklar ve onun da onayıyla İstanbul Boğaziçi Lisesine yazılır. Bu okulu birincilikle bitirir. Olgunluk imtihanlarını pekiyi dereceyle verip İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) girer. 1 Ocak 1951. Burası TRT İstanbul Radyosu. Mikrofonda Zeki Müren var. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Süsleme Bölümünden mezun Müren, TRT’nin solistlik sınavında birinci olur. O programdan sonra klarnet sanatçısı Şükrü Tunar, Müren’i kendi plak şirketine götürür ve kendi eseri Muhabbet Kuşu şarkısını plağa doldurtur. İşte bu plak Müren’in hayatını değiştirir. O radyo programları 15 sene sürer, plaklar birbirini kovalar. Ünlü sanatçı 45 senelik sanat yaşamında 600’den fazla plak ve kaset doldurur. 300 civarında şarkı besteler. Henüz 17 yaşındayken bestelediği acemkürdi şarkı "Zehretme Hayatı", sanatçının ilk eseridir. Güftenin baş harfleri ise kendi isminin harfleridir. Zehretme bana hayatı cananım Elemlerle doldu benim her ânım Kederimle yanıp sönse de canım İnan ki ben yine sana hayranım 1953’te Beklenen Şarkı’da Cahide Sonku ile başrolü paylaşır. Bu film çok ilgi görünce Müren, şarkılarının çoğunu kendinin bestelediği 18 film daha çevirir. Filmlerine çoğunlukla Berduş, Hayat Bazen Tatlıdır, Altın Kafes, Bir Yaz Yağmuru gibi kendi eserlerinin isimleri verildi. 1955’te sanatçı Arena Tiyatrosu tarafından sahneye konulan “Çay ve Sempati” adlı oyunda tiyatroyu da dener. 26 Mayıs 1955’te Küçük Çiftlik Gazinosu’nda ilk sahne konserini veren usta sanatçı, döneminin yıldızlarından Behiye Aksoy ile 11 sene Maksim Gazinosu’nda dönüşümlü sahne alır. Aynı sene ilk defa verilen Altın Plak Ödülü’nü de Manolyam adlı şarkısıyla kucaklayan Müren, sahne performansları ile yıllarca göz doldurur. “Ben 40 sene sahnede dinleyicilerime arkamı dönmedim” diyen Müren’in sahnesi diğer sanatçılardan farklıdır. İzleyicilere daha yakın olmak için T şeklinde podyum kullanırdı. Ayrıca sahnede renkli ışığı, dekoru ve vokalisti de ilk o kullanır. Müren, sahnesine o kadar önem verirdi ki bazı programlarda üç defa dekor değiştirir, kıyafetleriyle göz kamaştırırdı. Zeki Müren sadece sahnesini değil, kendini de bir sanat eserine çevirmeyi seçer; onun ceket, pantolon, ince kravattan oluşan sahne kıyafetleri kısa sürede yerini kendi tasarladığı kıyafetlere bırakır. Dev tüylü, işlemeli, pullu, taşlı, rengârenk, çılgın kıyafetleri ile sanat dünyasında yeni bir tarz oluşturur. Ünlü sanatçı gazino sezonu başlamadan önce gazetecilerle buluşup kendi tasarladığı kostümleri isimleriyle gazetecilere tanıştırır. Batmayan Güneş, Göz Boncuğu, Sabah Yıldızı, bu kostümlerinden bazılarıdır. 1970’lerin ortalarında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün Çankaya Köşkü’nde sanatçılara verdiği kokteylin sürprizi Zeki Müren’dir. 28 santimlik apartman topuklu ayakkabıları ile davete katılanları şaşkına çevirir. Ertesi gün bazı gazeteler “Cumhurbaşkanı’nın karşısına böyle çıkılır mı?” diye manşetten tepki gösterirler ama o kimseyle polemiğe girmeden hafızalardaki yerini alır. Sanatçının o, kendine pek çok yakışan Sanat Güneşi lakabını Hürriyet gazetesi sayesinde aldığı rivayet edilir. Hürriyet, düzenlediği bir kampanyanın reklamında sanatçıyı görmek isteyince Müren’e teklif götürülür. Sanatçı olumlu yanıt verir, hatta ücret de istemez. Onun yerine bir ay boyunca her gün gazetede “Sanat Güneşi’miz Zeki Müren de kampanyamıza iştirak ediyor” lafı dönecektir. Türkiye’nin Sanat Güneşi işte böyle parlar. Antalya halkı 1969’daki Aspendos konserinden sonra ona Müziğin Paşası lakabını takar. Müren bu lâkabından memnundur ama neden takıldığını bilmediğini açıklar. Belki de sahnedeki kibar ama laubalilik kaldırmayan duruşu yüzünden o artık Müziğin Paşa’sıdır. Sanatçı 1970’lerde öylesine popülerdir ki adı örgü motiflerine, hatta şekerleme çeşitlerine verilir. “İki alıp bir doluyorlar. Ben deneyeyim dedim, yamuk gitti. Meğer baştan bir artırmak gerekiyormuş” sanatçı, Zeki Müren kirpiğini böyle anlatır. Zeki Müren Göbeği şekeri hakkında ise şunu söyler Türkiye’nin Sanat Güneşi: "Rahmetli annem misafire bunu tutardı. ‘Anneciğim çikolata varken bunu tutmak tuhaf olmuyor mu?’ derdim de ‘Evladımın ismini taşıyor, bu zevkime karışma’ derdi annem. Ne büyük mutluluk bu." O, sanat yaşamı boyunca hep tane tane, her kelimenin, hatta her hecenin hakkını vererek konuştu. Özellikle yılbaşı konuşmalarındaki iyi dilekleri ve hürmetleri kulağımızdan gitmedi. Sanatçının spikerlere ders verecek kadar iyi Türkçesi “İstanbul Türkçesi” gibi bir tabire sebep olur; Zeki Müren Türkçesi. 1980’ler Zeki Müren için zor yıllardır. Sanatçı iki defa kalp krizi geçirir. Bir yandan da yüksek tansiyon ve şeker hastalığı ile uğraşır. O dönemde sahnelerden uzaklaşsa da video kliplerle seyircisinden kopmaz. Son konserini 1984’te Bodrum Kalesi’nde vermeyi tercih eder, hatta bu konserin gelirini Bodrum Antik Tiyatrosu’nun restorasyonuna bırakır. Artık günde 30 ilaç almaktadır, kilo almıştır ve yıpranmıştır. Sevenlerinin onu böyle hatırlamasını istemez ve Müren 1992’de sahnelere veda eder. Bodrum’daki evinde dört sene herkesten uzak yaşar ve o yılları “Kendini dinlemek” diye ifade eder. Usta sanatçı 24 Eylül 1996’da, TRT İzmir Stüdyoları’nda dört yıllık aradan sonra sevenleriyle buluşur. Müren’in Konukları programının ilk bölümünde Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy olacaktı. Üstelik TRT’nin ona bir hediyesi vardı. O gün sunucu Hülya Aydın’ın ellerini sıkı sıkı tutar ve 45 sene önce ilk radyo programında kullandığı mikrofonunu heyecanla alır eline. Ancak güçlükle yerine döner ve istirahat etmek için izin ister. Makyaj odasında fenalaşan Müren tüm müdahalelere rağmen kurtarılamaz ve 24 Eylül 1996'da yaşama veda eder... Türk Müziğinin güneşi batmıştır ama şarkıları dillerde ve kulaklarda yaşamakta halen... Sanatçımızı saygıyla anıyoruz... DERLEME: Kaynak :İNTERNET

  • Alımlı Küçük Canavar; Françoise Sagan

    Françoise Sagan (21 Haziran 1935–24 Eylül 2004) veya asıl adıyla Françoise Quoirez, Fransız oyun yazarı, romancı ve senaryo yazarı. Sanatçı, François Mauriac tarafından verilen "alımlı küçük canavar" takma adıyla da bilinmektedir. Sagan, havalı burjuva karakterler içeren güçlü romantik eserleriyle tanınmaktadır. Hayatı Sagan, Fransa'nın Cajarc kentinde dünyaya geldi ve bu kentin de içinde bulunduğu Lot ilinde büyüdü. Çocukluğunda hayvanlara karşı özel bir hayranlığı vardı. Bu dönemde 'Kiki' takma adıyla çağrılan Sagan, zengin bir ailenin en küçük kızıydı. Babası bir şirketin genel müdürü, annesi toprak sahibi bir ailenin kızıydı. Savaş döneminde Dauphiné'e yerleşen aile, ardından Vercors'a gitti. Sagan, 1953 yılındaki Sorbonne'a giriş sınavlarını kazanamadı. Aşırı savurgan yaşam tarzıyla bilinen sanatçı, yine de bu okula daha sonra girdi fakat mezun olmadan ayrıldı. İlk romanı Günaydın Hüzün, 1954 yılında, Sagan 18 yaşındayken satışa sunuldu. Kitap kısa sürede uluslararası çapta başarı elde etti. Kitapta on yedi yaşındaki Cécile'in zevk düşkünü hayatı anlatılır. Romanda ayrıca kahramanın erkek arkadaşıyla olan ilişkileri ve zina tutkunu-eğlence düşkünü babasının tutumuna da yer verilir. Roman, Simon & Garfunkel'in "The Sounds of Silence" adlı şarkısında esin kaynağı oldu. Sanatçının takma adı, Marcel Proust'ın "Kayıp Zamanın İzinde" adlı kitabındaki 'Sagan Prensesi' karakterinden esinlenilerek verildi. Sagan'ın karakterleri, J.D. Salinger'in eserlerindekine benzer bir şekilde bozulmuş gençlik için birer ikon oldu. 1996 yılına kadar düzinelerce eser veren Sagan'ın bu eserlerinden bazıları sinemaya uyarlandı. Sanatçı, nouveaux roman tarzının popüler olduğu dönemde bile sadece Fransız psikolojik romanlar yazdı. Karakterlerinin konuşmalarında sıklıkla varoluşçu duygulara rastlanır. Buna ek olarak sanatçının yazdığı şarkı sözleri ve senaryo yazıları bulunmaktadır. Özel yaşamı Sagan, iki kez evlendi. Bunların ilkini 13 Mart 1958 tarihinde kendinden yirmi yaş büyük bir editör olan Guy Schoeller ile yaptı. Bu ilk evliliği Haziran 1960'ta noktalandı. Daha sonra ise 10 Ocak 1962 tarihinde Bob Westhof adlı Amerikalı bir çömlekçiyle evlendi. Bu son evliliği ise 1963 yılında bitti. Haziran 1963'te ise oğlu Denis dünyaya geldi. Sonraları ise lezbiyen ilişkiler yaşadı. Sagan Amerika Birleşik Devletleri'nde gezmeyi severdi. Bu geziler sırasında çoğunlukla Truman Capote ve Ava Gardner gibi isimlerle görüntülenirdi. 14 Nisan 1957 tarihinde Aston Martin marka spor arabasıyla kaza yaşayan yazar, bir süre komada kaldı. Otomobil tutkunu olan Sagan'ın bir Jaguar ve kumar oynamaya giderken kullandığı bir Monte Carlo marka arabası bulunmaktaydı. 1990'larda kokain kullandığı gerekçesiyle tutuklanan Sagan, hayatının belli dönemlerinde uyuşturucu bağımlılığı yaşadı. Öyle ki, kendisi hakkında bilinen bir olayda; evinde uyuşturucu aramaya gelen polis köpeğinin uyuşturucuyu bulup yalaması sonrasında Sagan, polise "Bak! O da bunu sevdi." şeklinde bir cümle kurmuştur. Ölümü 2000'lere gelindiğinde yazarın sağlığı kötüleşti. Öyle ki 2002 yılında yargılandığı vergi kaçakçılığı davasına katılamadı. Bu nedenle cezası askıya alındı. Françoise Sagan 24 Eylül 2004 tarihinde, 69 yaşındayken Honfleur, Calvados'ta akciğer ambolisi geçirerek öldü. Ölümü sonrasında Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac: " Onun ölümüyle Fransa tarihinin en parlak ve hassas yazarlarından birini kaybetti. O ayrıca edebi hayatımızda seçkin bir yere sahip olan yazarlardandı." yorumunu yaptı. Film Sagan'ın yaşamı, Diane Kurys tarafından yönetilen "Sagan" adlı biyografik filmde yer aldı. Bu film, Fransa'da 11 Haziran 2008'de gösterime girdi. Fransız aktris Sylvie Testud, Sagan'ın rolünü üstlendi. Sagan'dan Alıntılar "Hiçbir şey bir kahkahadan daha iğrenç değildir." Aşka inanıp inanmadığı sorulduğunda: "Şaka mı yapıyorsunuz? Ben sadece tutkuya inanırım. Başka bir şeye inanmam. O da en fazla iki yıl, daha fazla değil. Tamam tamam, o zaman en fazla üç yıl." "Elbise, bir erkeğe onları çıkarmak için ilham vermedikçe anlamsızdır." Eserleri Romanlar Günaydın Hüzün (1954, Bonjour Tristesse) Acı Tebessüm (1955, Un certain sourire) Dans un mois, dans un an (1957, Those without shadows) Brahms'ı Sever misiniz? (1959, Aimez-vous Brahms?) Les Merveilleux Nuages (1961, "Wonderful Clouds") Toxique (1964) Çarpıntı (1965) Le Garde du cœur (1968, The Heart-Keeper) Un peu de soleil dans l'eau froide (1969, Sunlight on Cold Water) Des bleus à l'âme (Scars on The Soul) (1972) Un profil perdu (1974, Lost Profile) Brigitte Bardot (1975) Le lit défait (1977, The Unmade Bed) Le Chien couchant (1980) La femme fardée (1981, The Painted Lady) Un orage immobile (1983) De guerre lasse (1985) La Maison de Raquel Vega (1985) Sarah Bernhardt, ou le rire incassable (1987) Un sang d'aquarelle (1987) La Laisse (1989) Les Faux-Fuyants (1991) Chagrin de passage (1994) Le Miroir égaré (1996) Les Quatre coins du coeur' (2019) Kısa öyküler Les yeux de soie (1975, Silken Eyes) Musiques de scène (1981) Oyun yazıları Château en Suède (Château in Sweden) (1960) Les Violons parfois (1961) La Robe mauve de Valentine (1963) Bonheur, impair et passe (1964) L'Écharde (1966) Le Cheval évanoui (1966) Un piano dans l'herbe (1970) Il fait beau jour et nuit (1978) L'Excès contraire (1987) Otobiyografik çalışmalar Toxique (1964) Réponses (1975, röportajlar) Avec mon meilleur souvenir (1984) Répliques (1992, röportajlar) ...Et toute ma sympathie (1993, 'Avec mon meilleur souvenir eserinin devamı) Derrière l'épaule (1998, orobiyografi)

  • İsmail Gaspıralı

    İsmail Gaspıralı (20 Mart 1851[1] - 24 Eylül 1914), Kırım Tatarı fikir adamı, eğitimci ve yazar-yayıncı. Gaspıralı, Rus İmparatorluğu'nda Türk ve İslam toplumlarının eğitim, kültür reformu ve modernleşmeye ihtiyacını betimleyen Türkçü aydındır. Soyadı, Kırım'daki Gaspra şehrinden gelmektedir. Hayatı Kırım'ın Bahçesaray şehri yakınlarındaki Avcıköy'de doğdu. Gaspıra, İsmail Bey'in babasının doğduğu yerin adıdır. İsmail Bey'in babası, Çarlık ordusundan emekli bir teğmen olan Mustafa Alioğlu, annesi Kırım asilzadelerinden İlyas Mirza Kaytazov'un kızı Fatma Hanım'dır. İsmail Bey, ilk öğrenimini Bahçesaray'da bir Müslüman mektebinde aldıktan sonra, on yaşlarındayken Akmescid Erkek Ortaokuluna başladı. Burada iki yıl okuduktan sonra, önce Voronej'de bir askeri okula, ardından da Moskova'daki Harp Okuluna girdi. 1867'de altıncı sınıftayken, arkadaşı Mustafa Mirza Davidoviç ile Girit isyanında Rum asilerine karşı mücadele eden Osmanlı güçlerine katılmak üzere İstanbul’a gitmek için Kırım’a geldi. Buradan gizlice Odessa’ya geçtiklerinde İstanbul’a gidemeden yakalandılar. Bu olay, Gaspıralı’nın askerî öğrenciliğinin sona ermesine sebep oldu. Moskova’ya tekrar dönemedi. İsmail Gaspıralı 1868’de, daha 17 yaşındayken Bahçesaray’daki Zincirli Medresede Rusça öğretmenliğine başladı. Öğretmenliği esnasında Rus edebi ve felsefi eserlerini okudu. 1872’de Kırım’dan ayrılarak İstanbul, Viyana, Münih ve Stuttgart üzerinden Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu iki yıl süresince, meşhur Rus edebiyatçısı İvan Turgenyev’in yanında yardımcılık ve bunun yanı sıra tercümanlık yaptı. Daha sonra, uzun zamandır hayalini kurduğu Osmanlı zabiti olma amacıyla 1874’te İstanbul’a gitti. İstanbul’da kaldığı yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, çok istediği zabit olma fikrini gerçekleştiremedi ve Kırım’a geri döndü. 1878 yılında Bahçesaray belediyesine başkan yardımcısı seçilen İsmail Bey, bir yıl sonra da başkanlığa getirildi ve 1884 yılına kadar, beş yıl boyunca bu görevde bulundu. 1881 yılında Akmescid’de çıkarılmakta olan Tavrida gazetesinde Genç Molla takma adıyla, daha sonraları kitap haline de getirilen Rusya Müslümanlığı adını taşıyan yazılarını yazı dizisi halinde yayımladı. Türkçe bir yayın organı çıkarmak için yaptığı resmi girişimleri reddedilmiş ancak gazetenin bütün içeriğinin Rusçasıyla birlikte yayınlanması şartıyla Türkçe bir gazete çıkarma izni aldı. İlk sayısı 22 Nisan 1883’te Bahçesaray’da çıkan ve haftada bir gün yayınlanan bu gazetenin adı, Şinasi Efendi’nin Tercüman-ı Ahvâl’inden esinlenilerek konulan Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman ’dı. Daha sonra, 1903 yılında haftada iki gün çıkmaya başlayan gazete, 1912’den itibaren günlük olarak yayınlanmaya başlandı. Gaspıralı, bir yandan gazete çıkarmaya gayret ediyor, bir yandan da " usûl-i cedîd " okulları üzerinde çalışıyordu. Bu amaçla, yurt içi ve yurt dışı pek çok ziyaretlerde bulundu. 24 Eylül 1914'te Bahçesaray'da öldü. Görüşleri ve çalışmaları Türkçü-Turancı görüşün ideologlarındandır. Gaspıralı düşüncelerini 1883'te kurduğu ve 1918'e kadar varlığını sürdüren Tercüman adlı gazetesiyle yaymıştır. Yayınlarında Türk halklarını birlik ve dayanışmaya çağırdı. “ Dilde, fikirde, işte birlik!” sözüyle Türk halklarındaki birlikteliğin temel ilkelerini oluşturmuş ve günümüzde de bu söz bu birlik mücadelesinin hedefini göstermektedir. Gaspıralı, Tercüman gazetesinde, bütün dünya Türklüğünün anlayabileceği ortak bir edebi dil geliştirmeye çalışmış, bu edebi dilin de Osmanlı Türkçesi olmasını istemişti. Ancak, Osmanlı Türkçesinin Arapça, Farsça terkip ve ibarelerle dolu olması, diğer boyların bu Türkçeyi anlamalarını zorlaştırıyordu. Gaspıralı bu terkip ve ibareleri attı, yerlerine Kırım ve diğer coğrafyalardaki lehçelerden alıntılar yaptı. Gaspıralı Müslüman Türk kızlarının eğitiminde de öncülük yaptı. İlk usûl-i cedîd kız mektebini ablası Pembe Hanım Bolatukova'ya 1893'te Bahçesaray'da açtırdı. 1905 yılı sonlarında Bahçesaray'da yayın hayatına giren Âlem-i Nisvân (Kadınların Dünyası), sadece Kırım Tatarları'nın değil bütün Rusya Türkleri'nin tarihlerindeki ilk kadın dergisi oldu ve Gaspıralı'nın sahipliğinde kızı Şefika Gaspıralı'nın idaresinde bir yıl kadar yayımlanabildi. Rusya'daki Türkler'in ilk çocuk dergisi olan Âlem-i Sıbyân da ilk defa Mart 1906'da Tercüman'ın ilavesi olarak okuyucuya sunulmaya başlandı. Derginin yayımı düzensiz aralıklarla 1915'e kadar sürdü. Birinci sayısı Nisan 1906'da yayımlanan mizah dergisi Ha Ha Ha ise ilginç içeriğine rağmen uzun ömürlü olamadı ve muhtemelen beş sayı çıkabildi. Gaspıralı, 1881 tarihli bir yazısında: “ Geri kalmışlığımızın tek nedeni cehaletimizdir. Avrupa'da neyin icat edildiğine veya neler olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bu izolasyondan kurtulmak için bunları okuyabiliyor olmamız gerekirdi; Avrupa fikirlerini yine Avrupalı kaynaklardan öğrenmeliyiz. İlk ve orta okullarımızın müfredatlarına bu dersleri koymalıyız ki, göz bebeklerimiz yani öğrencilerimiz bu fikirlere ulaşabilsin. „ diyerek düşüncelerini ortaya koymuştur. Gaspıralı, İttifaq-i Müslimîn'in (İslam Birliği) kurucularından biridir; 1907'de kurulan birlik Rus İmparatorluğu'ndaki Müslüman Türk entelektüelleri birleştirmiştir. Ayrıca ilk Rus Müslüman kongresinin organizatörlerinden biriydi ve Rusya'daki Müslüman insanlar için sosyal ve dinî reformlar oluşturmayı amaçlıyordu. İsmail Gaspıralı'nın oğlu Mansur Cevdet Gaspıralı′nın Feriköy Mezarlığındaki mezarı (2022′den sonra)

  • Paplo Neruda

    BU GECE EN GÜZEL ŞİİRLERİMİ YAZABİLİRİM Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler" Gökte gece yelinin söylediği türküler Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere Uzaklarda birinin söylediği türküler Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde Bakışlar sanki onu bana getirecekler Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler Şimdi kim bilir kimin benim olduğu gibi Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler Budur bana verdiği acıların en sonu Sondur bu onun için yazacağım dizeler * Çeviri: Hilmi Yavuz PAPLO NERUDA 12 Temmuz 1904 - 23 Eylül 1973 * Şilili büyük şair Pablo Neruda, asıl adıyla Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto , 12 Temmuz 1904 tarihinde Şili’nin başkenti Santiago’nun 350 kilometre güneyindeki Parral kentinde doğar. Öğretmen olan annesi, Neruda’nın doğumundan altı hafta sonra tüberkülozdan ölür. Trende kondüktörlük yapan babası, onun işe yaramayan birisi olmasına neden olacağını düşündüğünden edebiyata düşkünlüğüne karşı çıkar. Neruda’nın kendisini korumak için aldığı ilk önlem adını değiştirmek olur. Çok iyi anımsamadığını söylese de kısa bir öyküsünü okuduğu Çek şair Jan Neruda’nın soyadını alır. 1917-20 arasında ilk şiirlerini dener. 1923’te babasının armağan ettiği saati ve elindeki üç beş parça ev eşyasını satarak, bunların geliriyle ilk şiir kitabı Crepusculario’yu (Akşam Alacası) çıkartır. 1924’te yayımlanan Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı isimli kitabı onun adını en çok duyuran kitabıdır. “Yirmi aşk şiiri ve bir umutsuzluk şarkısı adlı bu kitap, acılarla dolu bir bildiri sayılırdı. Gençlik günlerimde de bana ıstırap vermiş tutku ve coşkunluklar, anavatanımın güney bölgelerinin o görkemli doğası bu kitaptaydı. Beğenirim bu kitabı, çünkü melankolinin yanı sıra yaşama sevgisi de vardır. Bir nehir ve bu nehirin denize kavuştuğu kıyılar bana yardımcı olmuştur. Yirmi aşk şiiri aynı zamanda Santiago’daki öğrencilik sokaklarımın, üniversitenin ve sarmaşık kokularına karışan aşkların da bir romanıdır.” Duyasın Diye Beni Duyasın diye beni incelir sözlerim arasıra kumsallarda martıların izleri gibi. Gerdanlık, esrik çıngırak üzümler gibi tatlı ellerin için. Ve uzakta görürüm sözlerimi, bakarım. Benim değil senin onlar. Tırmanırlar eski acıma sarmaşıklar gibi. Tırmanırlar öyle nemli duvarlara. Bu kanlı oyunun sensin sahibi. İşte kaçışıyorlar karanlık inimden. Sen hepsiyle dolusun, seninle dolu hepsi. Senden önce sardılar yerleştiğin ıssızlığı ve benim hüznüme alıştılar sana değil. Desinler isterim şimdi sana demek istediğimi duyasın diye onları beni duyduğun gibi. Bir bunaltı rüzgarı sürüklüyor sözlerimi. Düş kasırgaları deviriyor ikide bir. Başka sesler duyuyorsun acılı sesimde. Eski ağızlardan ağıt, eski işkencelerden kan. Sev beni dost. Bırakma beni. İzle beni. İzle beni dost, şu bunaltı dalgasında. Ama aşkının rengine bürünüyor sözlerim. Sen sarıyorsun işte, sen dolduruyorsun hepsini. Bir sonsuz gerdanlık yapıyorum onlardan üzümler gibi tatlı, beyaz ellerin için. (Çeviren: Sait Maden) Seviyorum Suskunluğunu seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada duyarsın beni uzaktan, dokunmaz sana sesim. uçup gitmiş gibi gözlerin ve ağzın bir öpüşle mühürlenmiş. seviyorum suskunluğunu, çok uzakta görünüyorsun sanki yas tutuyorsun, kumrular gibi cilveleşen kelebek benzeri. uzaklardan duyuyorsun beni, ulaşmıyor sana sesim. bırak da varayım dinginliğine sessizliğinde. ve konuşayım sessizliğinle bir lamba gibi parlak, bir yüzük gibi yalın. gece gibisin, suskunluğun ve takım yıldızlarınla yıldızlarınki gibidir sessizliğin, öyle uzak, önyargısız. seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada uzakta ve hüzün dolu, sanki ölmüşsün gibi. işte o zaman bir sözcük yeter uçarım, uçarım sevinciyle yaşadığının. (Çeviren: Ergin Koparan) Neruda, Yeryüzünde Konaklama kitabında İspanya İç Savaşı’nın ve II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımları, melankoliyi, acıyı, erotizmi, yitik aşkı, belleğin gelgitlerini, yalnızlığı zengin bir metafor örgüsüyle yansıtıyor. Kitap 1925-1945 yılları arasında yazdığı şiirlerini bir araya getiriyor. Bağlaşma (Sonat) Ürkek sayılı gövdenle senin, apansız uzanmış yeryüzünü tanımlayan niceliklere, arkasında günlerin dalaşının, boşlukla ağarmış, yavaş ölümlerle soğuk, solgun uyarıcılarla, yanan kucağını duyarım senin, gezgin öpüşlerini körpe kırlangıçlar yaratan uykumda. Gün olur, çıkar yazgısı gözyaşlarının yaş gibi alnıma, orada çarpar, paramparça ölür dalgalar: ıslaktır devinimleri, çökkün, en son. (Çeviren: Erdal Alova) Pablo Neruda, ülkesindeki ve İspanya’daki faşizme karşı büyük bir siyasi duruş sergiler. Hayatı boyunca ülkesine birazcık olsun eşitlik gelsin diye fakirliğin kökünden kaldırılmasını başarmanın hayalini kurar ve bunun için savaşır. 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerle dayanışmasını yansıtan España En El Corazón (Yürekteki İspanya) adlı şiir kitabını Cumhuriyetçiler cephede iken yayımladı. Neruda’nın şiirleri, cephede elden ele dolaşıp, faşizme karşı ana yurt savunmasında güç verir direnişçilere. Dönüş Sevinci Vatanım, benim vatanım, Sana yönelttim, Akar kanımı. Ben, gözü yaşlı bebek, Anasına dil döken: Yalvarırım dur, Koru, Bu kör gitarayı, Bu yitik alnı. Sana yeryüzünde, Oğullar bulmak için, Çıktım; Ve başuçlarında Bekleyeyim diye: Ak pak adın uğruna, Yer düşenlerin. Körpe ağacından, Bir ev kurmak için, Çıktım; Ve yaralı yiğitlere, Yıldızını götüreyim diye. (Çeviren: Enver Gökçe) Pablo Neruda uzun süre Myanmar, Sri Lanka, Singapur, Arjantin ve İspanya’da konsolos olarak görev yaptı. Neruda’nın bir diplomat olarak hayatı, Michael Radford’un 1995’te çektiği film Il Postino’da (Postacı) işlenmiştir. Diplomat olarak bulunduğu Hindistan ve İspanya’da Federico García Lorca başta olmak üzere pek çok İspanyol şairle temas kurar. İspanya İç Savaşı ve García Lorca’nın öldürülmesi onu çok etkiler. Bu olaylar, önce İspanya sonra da Fransa’da Cumhuriyetçi harekete katılmasına neden olur. 1943’te Şili’ye dönen Neruda, 1945’te senatör seçilir ve Şili Komünist Partisi’ne katılır. Ülkesindeki ve İspanya’daki faşizme karşı büyük bir siyasi duruş sergiler. Neruda’nın ilk eşi Maria Antonieta Hagenaar, şairin hiçbir şiirini adamadığı kadın olarak bilinir. Maria’ya olan aşkı azaldığı sırada tanıştığı ikinci eşi Delia girer hayatına. 45 yaşına geldiğinde ise Neruda iki kadın arasında kalmıştır. İkinci eşi Delia del Carril ile aşk şiirlerinin çoğunu yazdığı şarkıcı Matilde Urrutia… Evli bir şairin gizli sevgilisi olmayı kabul eden Matilde ile ilişkisini Delia’yı yaralamak istemediği için gizli sürdürür Neruda. Delia’ya yakalandığında ise çok üzülür ve tüm şiirlerini yazdığı gibi beyaz kağıt üzerine yeşil mürekkeple yazar veda mektubunu. Neruda “Kaderimdi sevmek ve sonra elveda demek” der bir şiirinde. Şili’nin en büyük yüreği olarak tanınan Pablo Neruda yaşamının son yıllarını, bir balıkçı kasabası olan Isla Negra’da geçirir. Neruda dostlarını asla unutmazdı. Bir dostunu kaybettiğinde adını işte bu evin barındaki kirişlerin üzerine kazırdı. Neruda için yapılmış Isla Negra’daki evde Matilde, 1955’te Neruda eşinden ayrılıncaya kadar iki yıl tek başına kalır. Neruda, Matilde’nin saçlarından esinlenerek Dağınık adını vermiştir eve. Matilde’ye Sone Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman, çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat. Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın, ateş de pay alır kendine soğuktan. Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni, sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak bir yolculuğa yeniden başlamak için: bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni. Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları hem sevmiyorum, hem de sevmiyorum seni. Sevgimin iki canı var seni sevmeye. Bu yüzden sevmezken seviyorum seni ve bu yüzden severken seviyorum seni. (Çeviren: Cevat Çapan) Yüz Aşk Sonesi Sevmiyorum dememden bileceksin sevdiğimi, yaşamın iki yüzü olmasından gelir bu, söz bir kanattır sessizlikten gelen, soğuk değil midir ateşin bir yarısı… Seviyorum işte, başlasın diye seni sevmek, ersin diye nihayete, dahası hiç vazgeçmeyeyim diye: Henüz sevdim diyemem bu yüzden de. Elimde iki anahtar tutuyorum sanki: Biri sevmek seni, öbürü sevmemek, biri mutluluk, mutsuz bir yazgı ihtimali öbürü. İki ihtimali var aşkımın seni severken. Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek, bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek. (Çeviren: Adnan Özer) Matilde Urrutia, Pablo Neruda Nazım Hikmet, Pablo Neruda’nın çok değer verdiği arkadaşlarındandı ve Nazım’ın ölümünün ardından şu şiiri yazar Neruda: Nazım’a Bir Güz Çelengi Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız şimdi Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek miyiz bir daha? Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne yapacağız? Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun birleştiği Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu? Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana Denizden esen acı rüzgar katsaydı önüne onları Bulutlar gibi yaprak gibi uçarlar Düşerlerdi orada, uzakta, Yaşarken kendine seçtiğin Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa (Çeviren: Ataol Behramoğlu) Jorge Luis Borges’le neden anlaşamadığı sorulduğunda ise “Borges’le aramda olduğu söylenen çatışma temel bir çatışma değil; belki yaklaşımlarımızda düşünsel ve kültürel bir farklılık olduğu söylenebilir. Hiç kuşkusuz, hoşgörüyle tartışabiliriz. Benim düşmanlarım başka, yazarlar değil. Benim düşmanlarım emperyalizm, kapitalistler ve Vietnam’a napalm bombası atanlar. Borges değil.” der. Canto General, Türkçe adıyla Evrensel Türkü ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. Evrensel Türkü ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir. Zaten “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der. Doların Avukatları New York’tan geldiklerinde, o emperyalist keşif kolları, mühendisler, istatistikçiler, arazi ölçümcüsü, uzmanlar, ve değer biçtiklerinde fethedilmiş topraklara, kalaya, petrole, muza, güherçileye, bakıra, mangana, şekere, demire, kauçuğa, toprağa, o zaman sarı gülüşlü kasvetli bir cüceye benzer ve verir itaatkar öğüdünü (Çeviren: İsmail Aksoy) 1958’de yayımlanan Kuruntular Kitabı ise, şairin melankolik-ironik ruh yapısının aynası, şiirle düşünmenin olağanüstü bir örneğidir. Neruda “Kuruntular Kitabı’nın havası, ince bir alaycılıkla neşeli bir yaklaşım arasında geziniyor. Şiirimin genel havasından farklı. Kendi kendimi alaya almam da söz konusu burada. Hiç kuşkusuz mizah denen şeyi hedeflediğim yok, zaten beceremezdim. Ama mizahı her zaman düzyazının, romanların ve oyunların temel öğelerinden biri olarak görmüşümdür.” der. Sessizliği Arıyorum Şimdi rahat bırakabilirler. Artık alışabilirler bensizliğe. Kapatıyorum gözlerimi. Beş şey istiyorum yalnız, beş seçilmiş kök. Biri sonsuz aşk. Öbürü görmek güzü. Yaşayamam uçuşan toprağa düşen yapraklar olmadan. Üçüncüsü ağır kış, sevdiğim yağmur, okşayışı ateşin kaba soğukta. Dördüncüsü yaz, karpuz gibi yuvarlak. Ve beşincisi, gözlerin senin. Matildem benim, sevdiceğim, uyumak istemem gözlerin olmadan yaşamak istemem bana bakmazsan: sana ayarlıyorum baharı izlesin diye beni bakışlarınla. Bunlar, dostlarım, bütün istediğim. Hiçbir şeye yakın, her şeye yakın (Çeviren: Erdal Alova) En iyi direniş ve aşk siirlerinin şairi Pablo Neruda, ölümünden üç gün öncesine kadar yazdığı Yaşadığımı İtiraf Ediyorum adlı anılar kitabında, “Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır.” der. “Bir gece Temuco’da kaleme aldığım şiiri de yaşamakta olduğu Montevideo’ya yolladım ve onun etkisinin bu şiirde görülüp görülmediğini sordum. Hemen cevap verdi bana. Bu cevap bir gönül yüceliği örneği idi: “Bu kadar başarılı ve güzel şiire çok az rastladım. Fakat size şunu söylemek isterim ki, mısralarınızda Sabat Erscaty’den bir şeyler var” Bugün onun bu satırlarına minnettarım. Mektubunu, yırtılıp parçalanana kadar günlerce ceketimin cebinde taşıdım durdum. O gece ben boş yere yıldızların etkisi altında kalmış, duygularım bir fırtınayla sarhoş olmuştu. Yanılmıştım. Bunlardan vazgeçmeliydim. Mantık bana adım adım dar patikalarda yolumu bulmama yardım edecekti. Alçakgönüllü olmayı öğrenmeliydim. O geceki şiire benzeyen şiirlerimi bir kenara kaldırıp, attım. Aradan dokuz-on yıl geçtikten sonra yayınlanmışlardı.” 11 Eylül 1973 sabahı sonun başlangıcı olur. Neruda, dostu Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin darbede öldürülmesi üzerine büyük bir kedere kapılır. Neruda anı defterine şunları yazar: “Büyük yol arkadaşım Allende, Şili’nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi. Şili askerlerinin tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi.” Şili bir kez daha ihanete uğramıştı.. Şair üç yıldır zaten hastaydı, doktorlar kansere yakalandığını yalnızca eşine açıklamışlardı. Neruda, sürgüne gitmeden bir gün önce, Allende’nin ölüm haberinden sonra iyice ağırlaşır hastaneye kaldırılır. 23 Eylül 1973’te yaşama veda eder. Neruda’nın naaşı, onun son isteği olarak Isla Negra’ya getirilmiş ve son aşkı Matilde Urrutia’nın yanına defnedilmiştir. Ancak bu ölüm o zaman için bile oldukça şaibeli karşılanmıştı. Ünlü şairin ölümü üzerindeki şüpheler günümüze kadar devam eder ve hatta 2013’te naaşı incelenmek üzere mezarından çıkarılır. Şili dışında ABD, İspanya ve İsviçre’de yapılan incelemeler ve testler sonucunda herhangi bir zehirlenme belirtisine rastlanmaz. KAYNAK: İnternet

  • ÇERKEZ ETHEM TARTIŞMASI

    Zeki Sarıhan * Geçtiğimiz günlerde Bandırma’da Çerkez Ethem için bir anma töreni yapıldı. Ruhuna mevlit okutuldu ve doğduğu Emreköy ziyaret edildi. Ethem’im mezarı Türkiye’de değildir. Ürdün’ün başkenti Amman’da Kabartay mezarlığındadır. 1938’te çıkan af yasasıyla ülkeye dönebileceği bildirilmişse de “hangi yüzle gideceğim?” diyerek vatana dönmeyi reddettiği söylenmektedir. 150’likler listesinde bulunan kardeşleri ise Türkiye’ye dönmüşlerdir.  Suçlu olsun veya olmasın, suçlu ise bunun cezası ne olursa olsun bir insanı vatan toprakları kadar hiçbir yer dinlendiremez. Bu nedenle mezarı Şam’da bulunan Vahdettin’in mezarının da Türkiye’ye getirilmesinde hiçbir sakınca olmamalı. İsteyen onların vatana ve millete zararlarını yazmaya devam eder, isteyen mezarlarını (hatta ibret almak için) ziyaret eder. Bu olay bir süredir gündemden çıkmış olan “Ethem hain midir, değil midir?” tartışmasını yeniden başlattı. Yakın tarihimizde Ethem konusu 1980 öncesinde resmî tarihe karşı duyulan tepkiler arasında, onun bir hain değil, vatan için kahramanlıklar yapmış biri, hatta sosyalist olduğu ve Mustafa Kemal Paşa tarafından rakip görüldüğü için tasfiye edildiği gibi görüşler ortaya atılmıştı . Profesör Yalçın Küçük resmi tarihin savunduğu bütün görüşlerin tersini kanıtladığını ileri sürerken Ethem’in bir hain olduğu görüşünün de yanlış olduğunu ileri sürmüştü. Bu iddialara karşı 45 yıl önce Ağustos 1980 tarihli Türkiye Gerçeği dergisinde “Çerkez Ehem ve Günümüzün Çerkez Ethemcileri başlıklı bir araştırmam yayımlandı. Ekim 1984’te de “Çerkez Ethem’in İhaneti” kitabım yayımlandı ve beş baskı yaptı. (Kaynak Yayınları.) Daha sonraki yıllar Ethem’in Kurtuluş Savaşının başlarındaki yeri ve yurt dışındaki tutumunu anlatan kitaplar da yayımlandı. “Çerkez Ethem’in İhaneti” kitabım yayımlandıktan sonra onun ihanetini inkâr eden görüşlerin artık savunulamayacağını sanırdım. Belgeler karşısında bunu iddia etmek epeyce zorlaşmış bulunuyordu fakat ülkemizde tarih, nesnel gerçeklere göre değil, duygulara yaslanarak yazılmaya devam ediliyor. KABİLECİLİĞİN ETKİSİ Türkiye’de Çerkez asıllı geniş bir nüfus var. Bunların Türk bağımsızlık mücadelesine ve siyasi hayatına katkıları da büyüktür. Türkiye’de Çerkezler Kafkas Dernekleri Federasyonu altında örgütlenmişlerdir. Bu derneğin yöneticileri bir tarihte beni ziyaret ederek “”Çerkez Ethem” ve “ihanet” kavramlarının birlikte kullanılmasının bütün Çerkezleri töhmet altında bıraktığını ve incittiğini söylediler. Bu arkadaşlar, Ethem’in hain olmadığını savunmuyorlardı. Gene de bazı Çerkez milliyetçisi çevrelerde bu gerçeği inkâr edenler olduğunu biliyoruz. Emreköy’deki anma toplantısında gerçi Ethem’in hain olup olmadığı konusu geçmemiş, en azından böyle bir iddia basına yansımamıştır. Fakat bazı yayınlarda Ethem’in anılması garip karşılanmıştır. Bazı Çerkez toplulukları tarafından Ethem Bey’e gösterilen ilgi, insan yaşamında kan bağının ne büyük bir öneme sahip olduğunu gösteriyor. Aşiretten biri bir kabahat veya suç işlediğinde aşiretin veya ailenin  diğer bireyleri ve akrabaları onu savunmaya geçerler. Suçu kanıtlanmış da olsa onu korumaya devam ederler. Bu bir aile dayanışmasıdır. Bu yılki anma toplantısının böyle duygularla yapıldığını sanırım. Onların bu soy bağlılığından kaynaklanan tutumlarını doğal karşılamak gerekir. Hemşehrilik duygularıyla veya politik tutumlarından ötürü Topal Osman, Yahya Kâhya’yı, İskilipli Atıf Hoca’yı savunanlar eksik değildir. Dağda bir PKK’lı öldürüldüğü zaman ailesinin ve aşiretinin ne düşündüğü basına yansımaz ama onu bir de akrabalarına, köylülerine sorun. Ethem ve kardeşlerinin ihaneti Ethem ve kardeşlerine duygusal yakınlık duyulmasını anlamak mümkündür. Fakat bu durum yaptıklarının doğru olduğunu savunanlara cevap vermekten bizi alıkoymamalıdır. Değilse “vatana ihanet” işi boş bir kavram hâline gelir.  İstilacı bir düşmanla savaşırken, hangi nedenle olursa olsun, yurdu savunmayı bırakıp düşman tarafına geçmek ve onu desteklediğini ilan etmek vatana ihanettir. Ethem, kardeşleriyle birlikte tam da bu suçu işlemiştir. Onun başında bulunduğu Sayyar Kuvvetlerin düzenli orduya bağlanmasını reddetmesi, başkumandanla rekabete girişmesi, hatta onu devirmeye kalkması, mücadeleyi kaybedince de yurt dışına çıkması, çeşitli kavramlarla eleştirilebilirdi fakat “vatan ihaneti” olarak nitelenemezdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal Paşa’ya rekabet eden, onun emirlerine uymayı reddeden başka kişiler de olmuştur. Fakat bunların rekabeti düşmanla iş birliği derecesine ulaşmadığı için hiçbiri “hain” olarak nitelenmemiştir. Konumuza en yakın örnek Demirci Mehmet Efedir. Fakat Ethem Bey, Yunanlıların işgal bölgesine girdikten sonra onlarla bir anlaşma yapmış, İzmir’e götürülmüş ve orada İkinci İnönü savaşında Yunan uçaklarının siperlere attığı bildirilerle askerlerin Yunanlılara teslim olmasını, köylerine dönmelerini istemiştir. Kardeşlerinin da benzer demeçleri yayımlanmıştır.  Belgeler kesin bir ihaneti kanıtladığından Yalçın Küçük bu belgeleri görmezden  gelmekte ve Edhem’in Yunanlılardan yalnız geçiş istediğini ileri sürmektedir. Ethem bile anılarında Türk mevzileri üzerine atılan bildirileri imzaladığını inkâr etmiyor. Ethem’in İzmir’de Hollanda Hastanesinde yatarken Yunanlıların isteği üzerine imzaladığı ve Türk siperlerine atılan bildiri: “Ey Türk zabitanı ve efradı! Yunanılar kendilerine teslim olanlara ve ellerine düşenlere çok iyi bakıyorlar. Bunun en büyük delili bizim vaziyetimİzdir. Vatan için niyetleri temiz olmadığı aşikâr olan Ankara meşru hükümetinin şer aleti olmamak  vatan vazifesi ve insanlık şiarıdır.  Kuvayı Milliye Umum Kumandanı Ethem ” Ethem bildiriyi imzaladıktan sonra Yunan kumandanının bir zarf içinde gönderdiği birkaç bin Drahmiyi almakta sakınca görmemiştir! Ethem’in ağabeyi Reşit Bir Yunan gazetesine verdiği demeçte: “ Mustafa Kemal’in kuvvetleri, benim bildiğim veçhile gerek askerlik gerek adet itibariyle şayanı ehemmiyet değildir. Halk Kral Konstantin tarafından deruhte edilirse 20 gün, nihayet bir ay zarfında Ankara’yı işgal ederek sükutu takarrür ettirebilir. “ demiştir. Çerkez kardeşler, yurt dışına çıktıktan sonra da Türki’deki idare aleyhine çalışmalarına devam etmişlerdir. Fakat, ne olmuşsa, bunların hepsi tarihte kalmıştır ve bugün çeşitli kültürlerden gelip Türk milletiyle birlikte yaşayan herhangi bir topluluğu suçlama nedeni olmaz. Hepimiz ileriye bakmak ve demokratik, farklı kültürlere saygılı bir toplumu kurmakla görevli olmalıyız.

  • Fikret Kızılok

    Münir Fikret Kızılok AYCAN AYTORE * (10 Kasım 1946, İstanbul  - 22 Eylül 2001, İstanbul ), Türk rock müziği sanatçısıdır. Hafif Türk müziği için rock tınıları ve deneysel çalışmalarıyla yakın dönemin en önemli sanatçılarından biridir. Plak satışlarının en üst noktasındayken müzikten çekilmesini açıklarken söyledikleri dikkat çekiciydi: "Dünya halklarının yüzde 80'i bilinçsiz, sadece üretim için yaşıyor, Amerika da dahil. Gerçek entelektüel yüzde 5'i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80'le ilişki kurup meşhur oluyorsun. Böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey, ben utanırım. Değerli olmak önemli. Müziğim, sesim, şarkılarım tanınsın, ama ben tanınmayayım." diyerek kitle problemine değinmiştir. Öğrenim hayatına Galatasaray Lisesi'nin ilkokul kısmında başlayan Kızılok, müzikle de ilk tanışması burada gerçekleştirdi. İlk enstrümanı kendisine yaş gününde armağan edilen kırmızı bir akordeondu. İlk müzik derslerini sınıf arkadaşlarından birinin klarnetçi olan babasından aldı; ilk konserini de bir 23 Nisan kutlamasında Taksim Belediye Gazinosu’nda düzenlenen okul müsameresinde veren sanatçı Fikret Kızılok ve Orkestrası adlı küçük grubun elemanları, Kızılok’un sınıf arkadaşlarıdır ve çaldıkları halk türküleri ile alkış alıyorlardı. Bu dönemdeki en büyük hitleri "Tamzara" türküsünün yorumuydu. Ortaokul ve lise yıllarında bu konserler sürdü. Lise yıllarında akordeonu bırakan Kızılok, Elvis Presley 'den etkilenerek eline gitarı aldı. Kızılok'un o dönemdeki en büyük destekçileri ise üst sınıflarda okuyan Barış Manço ile Timur Selçuk 'tu. Kadıköy'de oturan Fikret Kızılok, 1964'te arkadaşı olan Cahit Oben ile birlikte yeni bir atılım içine girdi. Yeni bir grup kurarak profesyonel hayata geçmeye karar verdiler. Yanlarına bas gitarist Koray Oktay ve davulcu Erol Ulaştır'ı aldılar; böylece Cahit Oben 4 doğdu. Kendilerini "daha ziyade Beatles tipi müzik yapan bir grup" olarak tanımlayan Cahit Oben 4, İlham Gencer'in işlettiği Çatı Gece Kulübünde programlar yapmaya başladı; bir yandan da mahalle konserlerini sürdürdü. Bu arada kendi bütçeleriyle iki 45'lik plak doldurdular. Bunlardan ilkinde iki yabancı şarkıyı yorumladılar: The Rolling Stones'ın söylediği bir The Beatles şarkısı "I Wanna Be Your Man" ve "36 24 36". İkinci plaklarında daha "kendilerine" döndüler. Plağın ilk yüzünde Silifke’nin Yoğurdu vardı; diğer yüzü ise bir besteydi: 1965'te Kızılok, "Fikret Kızılok ve Üç Veliaht" adı altında ilk plağını yayınladı. Grup gitarda Harun Batıbaygil, basta Gökhan Targay, davulda Koral Tümay'dan oluşuyordu. "Belle Marie / Kız Ayşe" şarkılarından oluşan plağın iki şarkısı da Fikret Kızılok'a aitti. Fikret Kızılok, bu iki grupla çıkardığı plaklardan sonra Cahit Oben 4 ile çalışmalarını sürdürürken girdiği dişçilik yüksekokulundaki eğitimini sürdürdü. Bir süre sadece okuluyla ilgilendi. Müzikten kopamayacağını anladığında ilk solo plağını doldurdu. Bu dört şarkıdan oluşan bir EP'ydi. Folk adını verdiği bölümde "Ay Osman" ve "Colours" şarkıları yer almaktaydı. Beat adını verdiği ikinci plakta ise The Beatles'ın All My Loving şarkısının Türkçe aranjmanı olan "Sevgilim" ve "Baby" şarkıları yer aldı. Bu plak o yıllarda fazla ses getirmedi. Bunun üzerine Kızılok okulunu bitirmeye karar verdi. Yine de zaman zaman arkadaşlarının kurduğu Kaygısızlar 'la birlikte çalıştı; Barış Manço 'ya eşlik etti. "Ay Osman" şarkısının Barış Manço ve Kaygısızlar olarak yeni bir yorumunda kaydetti. Ancak Barış Manço'nun ilk eşi Marie Claude ile aşk yaşamaya başladığı için ikilinin yolları ayrıldı. İstanbul Diş Hekimliği Yüksekokulu'nun son sınıfında okurken mahalleden arkadaşı Arda Uskan ile bir yolculuğa çıktı; bu müzik hayatını tümüyle etkileyecek bir yolculuktu. Bu yolculukta Aşık Veysel ile tanıştı. Dönüşte gitarını eline alan Kızılok stüdyoya girdi ve 1969'da Aşık Veysel'in Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünü yeni bir düzenlemeyle kayda aldı. Bunu bir 45'lik olarak yayınladı. İkinci solo 45’liği Fikret Kızılok'un hayatında da önemli bir dönüm noktası oldu. Arka yüzünde sözlerini kendi yazdığı bir halk şarkısı, "Pınar Başından Bulanır" türküsünün bir bölümünü kullanan Benim Aşkım Beni Geçti yer aldı. O güne dek sürdürdüğü suskunluğu ve bunu bozmasının nedenini de plak kapağında şöyle açıkladı: "Piyasa, öylesine Türk benliğinden uzak melodilere kucak açmıştı ki, beni dinlemeyeceklerdi bile. Bugün ise durum büyük bir hızla değişiyor. Bu öz benliğimize dönüşte ben de üzerime düşen görevi yapmaya karar verdim..." Kasım 1969'da yine Aşık Veysel'in yanına Sivrialan'a gitti. Kar yolları kapayınca üç ay ustasının yanında kaldı. Dönüşte "Yumma Gözün Kör Gibi / Yağmur Olsam", Kızılok’un asıl çıkışını yaptığı plak oldu.1970 tarihli plaktaki iki şarkının da sözleri Aşık Veysel'e, besteleri Fikret Kızılok'undu. Plakta, gitar, tumba ve sazın yanında değişiklik olsun diye enstrüman olarak tahta ve taş kullandı. Şarkılar çok beğenildi, plak çok sattı ve sanatçı ilk altın plağını aldı. 1973'te Aşık Veysel hayatını kaybetti. Kızılok cenaze törenine de katıldı. Bu ölüm üzerine daha sonra Kızılok sazını kırdı, bir süreliğine müziği bıraktı ve kendini tümüyle diş hekimliğine verdi. Bu dönemde eşi Şeyda Kızılok ile evlendi. Kızılok son yıllarında kendini, "Ben Marksist’in daha ötesinde bir komünistim" diyerek tanımlamıştı. Aynı röportajda 28 Şubat Süreci'ni desteklediğini açıklamış, Süleyman Demirel'i "En büyük demagog", Bülent Ecevit'e "iyi şair ama siyasal hayatı zigzaglarla dolu", Devlet Bahçeli'ye "ılımlı ve dürüst", Necmettin Erbakan'a "Türkiye'yi dinamitleyen adam", Recep Tayyip Erdoğan için de "yenilikçi değil, o da oyunun bir parçası" yorumlarını yapmıştı. Satışlarının en üst noktasındayken müzikten çekilmesini açıklarken "Dünya halklarının yüzde 80'i bilinçsiz, sadece üretim için yaşıyor, Amerika da dahil. Gerçek entelektüel yüzde 5'i bile bulmaz. Demek ki cahil olan yüzde 80'le ilişki kurup meşhur oluyorsun. Böyle meşhur olmak aslında utanılacak bir şey, ben utanırım. Değerli olmak önemli. Müziğim, sesim, şarkılarım tanınsın, ama ben tanınmayayım. " diyerek kitle problemine değinmiştir. DERLEME DÜZENLEME: AYCAN AYTORE

  • ÇEŞM-İ CİHAN AMASRA

    -AMASRA resimlerini görmek isterseniz yukarıdaki SLAYTA tıklayınız- * ŞENOL YAZICI * AMASRA * * AMASRA'ya ilk ve son 98'de gitmiştim. Farklı bir yol denemek için Karasu'dan girmiş, sahil boyu çok kötü, bakımsız, virajlı yollardan Trabzon'a ancak üç günde ulaşabilmiştim. Bunda yolların kötülüğü kadar o güne değin hiç görmediğim Orta Karadeniz'in bu yöresinin şaşırtıcı doğal güzelliği de etkindi. El değmemiş, dev ağaçlarla kaplı sık ormanlar, yabancıya, hele turiste çok alışkın olmayan bu nedenle "tanrı misafiri" muamelesi yapan insanlar, çoğu ahşap yöresel evler, Gidoret gibi antik çağdan beri kullanılan Allah yapımı limanlar, derin vadilerin arasında yer alan küçük ama sevimli doğal plajlar... çok ilgimi çekmişti. Ne var ki çok yorucuydu. Daha Zonguldak'ı geride bırakmış, bitmek bilmeyen virajları, dağları, vadileri aşarak o zamanlar henüz ilçe olan Bartın'ı geçmiş Sinop'a ulaşmaya çalışıyordum ki yemek yiyecek, dinlenecek bir yer aramaya başlamıştım. Ama nerde? Yol boyunca pek de fazla olmayan benzinlikler dışında ormanların içinde kaybolan yollarda tek bir karın doyuracak yer bulamamıştım. Elimdeki haritaya göre Sinop yakındı ama git git yaklaşamıyordum. Karadeniz'de dağlar, birkaç sıra halinde denize paralel uzanır. Şimdi bir dağ sırasını tutturmuş giden yol, denize çok uzak kalmış olmalıydı ki daha önce arada bir yüzünü gösteren o sevimli maviliği de epeydir göremez olmuştum. Sonunda umutsuz bir durumda bir çeşmenin başında durmuş, belden yukarı soyunup güneşten pişmiş başımı ve bedenimi yıkarken çevre köylerden birinden eşekli bir adam çıkıp gelmişti. Ondan öğrendiğim kadarıyla Sinop'a varmam epey zaman alacaktı, ama Kurucaşile'de ya da Amasra'da yemek bulabilirdim. Söyleyişinden yakın gibi algıladığım Amasra bildiğim değildi. Yine de sordum: "Nerde bu Amasra, kaç saatte giderim?" Adam eliyle sık ağaçları işaret etti, çok yakınmış gibi, "Orda," dedi. "Az ilerden sola sap, orda..." Dediği gibi yaptım, birkaç kilometre sonra ayrılan yoldan Kuzey'e saptım, şaşırtıcı bir biçimde hemen, çok uzak olduğunu düşündüğüm denizi görür gibi oldum, sonra gene kaybettim. Giderek eğim yapmaya başlayan yoldan inerken önce levhayı, sonra da aşağıda adalar topluluğu gibi duran yerleşimi ve denizi gördüm. Amasra'yı bulmuştum. ...ve 1460'da Fatih'in herhalde bu tepede durarak " İşte Çeşm-i cihan" dediği Amasra beni çok şaşırtmıştı. Sanırım kör olmayan herkesi de çok şaşırtacak, bir zamanlar adlandırıldığı gibi "uyuyan prenses" denilmeyi hak edecek dende gizemli ve hoş bir yerleşimdi. Amasra, Karadeniz'de çok rastlanmayan Ayvalık'a benzer pek de küçük sayılmayacak girintili çıkıntılı bir yarımada ve adalar üzerine büyük bir maharetle kurulmuştu. O yarımada 3000 yıllık, çok farklı kültürlerin anıtsal yapılarını ve günümüzün konutlarını, her aradığınızı bulacağınız, sezonunda insan kaynayan çarşısını beceriyle bir arada hem de toplasan 5 km karelik bir alanda, salon salomenje gibi birbiri içinden geçilen avuçiçi bir yerleşimde üstün bir minyatür gibi saklamayı bilen bir şehirdi. Akdeniz'in en turistik kentinde bile bunu görmedim: İnsanlar sanki bin yıldır tanışıyormuşsunuz, hep yanyanaymışsınız gibi, genlerinde global kültürün tüm izleri ve kaynaşıklığı varmış gibi sıcak, yakın ve sevecendi. Eril kültürün egemen olduğu bu coğrafyada çoğu kez işlevsellik önemsenir, estetiğe bakılmaz, ne var ki Amasra başkaydı. Başka bir ince ve çarpıcı güzellikte hoş bir desene denk gelmek beni hayli şaşırtmış en çok bu yanını merak edip araştırmıştım ta o zaman: Varsayımımın doğruluğuna da ne çok sevinmiştim: Amasra'yı Amasra yapan bir kadındı. Persli Prenses Amatris. Belki de şehir olarak ilk kuran kadın... Sesamos adıyla bilinen kenti ilk olarak Hititler veya Gasgaslar'ın m.ö. 12. Yüzyılda kurdukları söyleniyor. Şimşir ağacı ihracatı yapan kent, Pers imparatorluğu etkisine girmiş. Persli prenses Amastris, kendi adına yeni bir şehir kurmuş, bağımsız kraliçelik yapmış. Daha sonraları kent Pontusların, Romalı ve Cenovalıların eline geçmiş. 1200'lerde kale ve kiliseleriyle ünlenmiş. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet Amasra'yı fethetmiş. Bir kiliseyi camiye çevirmiş. Osmanlılar döneminde kadılık merkezi olmuş. Kuş Kayası anıtı, muhtemelen Roma eyalet meclis sarayı olarak inşa edilen "bedesten", Roma imparatoru Claudius döneminde yapılan tek gözlü Roma köprüsü, bir kilisenin temelleri kalan Tavşan adası, 9. yüzyılda yapılan kale içindeki Fatih camisi, İç kale mescidi, hamam, tiyatro ve mağaralarıyla bugün de ilgi çekiyor. Elbette dünya değiştiği gibi Amasra da son gidişimden bu yana, 20 yılda çok değişmiş. Hala çok güzel, gizemli ve etkileyici... Yine de ana yapılar coğrafyası izin vermediğinden aynı kalsa da çarşı ve kentin o bakir 3000 yıllık izler taşıyan havası sanki azalmış. Küçük çarşısı, kale içi... adım atılamayacak gibi insan kaynıyor. Sahil kente göre değil de gelip para bırakacak insanlara göre yeniden kurgulanınca, uydurma çay bahçelerinden ya da lokantalardan aşıp da giremeyeceğiniz estetik yoksunu bir yaşanmazlığa ha vardı ha varacak. Kötümserim belki, ama yirmi yıl sonra burada bildiğimiz Amasra olmayacak. Gözüm kaleye gitmeyi kesmiyor. Yine de Sormagir mahallesiyle Boztepe mahallesini birbirine bağlayan Kemere köprüsünü görmek isteğiyle insan seline karışıp gidiyorum. İnsanlar zor geçerken başka bir olanak olmadığından araçlar da o dar yollardan geçmeye uğraşıyor. Sonunda kale kapısından içeri girmeyi başarıp yükseğe doğru kıvrılarak giden yoldan, çoğu eski, tarihi binaların arasından tepeye , Amasra'nın en yüksek yerine nefes nefese kalarak da olsa tırmanıyorum. Tepeye kafe tepesi dense yeri, her yer kafe dolu. Birine oturup çayınızı içerek kiralık dürbünlerle her yanı, limanı, ünlü tavşan adasını izlemek mümkün. İniş daha keyifli ve kolay. Şimdi küçük çarşıda bulabileceğiniz her tür lokantada balık ya da et yemeklerinden yiyebilir, isterseniz hemen lokantanın önünden duşu ve kabinleri de bulunan plajdan küçük bir göl gibi, dar bir boğazla denize açılan, bu nedenle ünlü Karadeniz dalgaları korkusu olmadan güneşin altında renkten renge giren suya da girebilirsiniz. İŞTE AMASRA ÖYLE GÜZEL Dünyanın her yerinde yerleşik ve kapalı toplumlar korunmak için dışarıdan kolayca anlaşılıp yorumlanamayacak kurallar geliştirir. Aileler gibi... Biz anlamasak da, başka türlü yorumlasak da bu bir kültürdür. Ege ve Akdeniz dışında gezginin özgür ve rahat olma istenci kaygıyı da yanında getirir, hele kadınsa... Ama AMASRA öyle değil. Nereden yakaladığı bilinmeyen bir rüzgarla Amasra aşkın bir kent... Bir Ege, Akdeniz yerleşimi gibi rahat, yaşamaya tutkun, konuk sever ve sıcak insanlarla özgün bir Karadenizli... Ayrıca para gelsin diyerek dünyaya teslim olmuş Ege ve Akdeniz gibi yiyeceğinden insanına henüz globalleşmemiş daha; samimiyet ve yerel tatlar da bulmak mümkün. Gidin diye demiyorum, kimseye ihtiyacı yok Amasra'nın... Sokaklar tıklım tıklım insan, oteller pansiyonlar yetmiyor, yer bulamazsınız. Ama mutlaka gidin! Yoksa gözünüz arkada kalır, şöyle böyle değil öyle güzel! Başında söyledik, Amasra bir avuç alana ustaca, daha doğrusu kadın eli inceliğiyle yerleştirilmiş, her şeyiyle eksiksiz minyatür bir şehir. Belki arabalar için otopark sıkıntısı çekebilirsiniz, bunun dışında her şeysi var. Sezonda fiyatları biraz tuzlu olsa da pansiyondan beş yıldızlısına kalacak çok yer var Amasra'da. Ama gezmeyi seviyorsanız Amasra bir günlük bir şehir. Ertesi gün gezmek için ancak merakınız varsa, hala ayı var mıdır bilmiyorum ama dağlara gezmeye gidebilirsiniz. Yine de üzülmeyin, Kurucaşile, Cide yakın, hele Safranbolu görmeye değer ve en çok 150 kilometre ya var ya yok... bir gece kalmalı turlarla gelmek en güzeli geliyor bana. Karadeniz, eğer karadan geliyorsanız hele de yabancıysanız sizi namahrem sayar, görmekte, ulaşmakta sıkıntı yaşarsınız. Denize paralel dağlar, sık ormanlar önünüzü keser. Bu nedenle de çok zaman bakir kaldı. Ne var ki kadın erkek herkesin çalıştığı, tabi iş bulursa çalıştığı ülkemizde artık salt zenginlerin değil herkesin olanaklarınca katıldığı turizm sayesinde ne bakir kaldı, ne saklanan. Amasra da bundan payını aldı. Yine de kurucusu prensesin ruhu hala onu koruyor olmalı ya da o rantı vadetmiyor ki henüz benzer çok yerde olduğu gibi o sit alanları birer gökdelene, temiz plajlar dev birkaç otelin tekelinde sıra insana yasak alanlara evrilmedi henüz. Fiyatlarsa Akdeniz'e göre bedava... Amasra hala güzel ve gizemli. Prenses Amastris, çok yaşlandı belki ama hala Amasra'da... O, YETTİNİZ ARTIK deyip gitmeden gidin, görün... *** MERAKLISINA GENİŞ TARİH Amasra yada tarihte bilinen ilk adıyla Sesamos şehri, M.Ö XII. Yüzyıla kadar uzanan bir tarihe sahiptir. Bu dönemde bölgede görülen Gasgas ve Hitit egemenliğinden sonra şehir, Fenikelilerce ticari amaçlara yönelik bir koloni olarak kullanılmıştır. Kısa süren Fenike hakimiyeti sonrasında İon kolonizasyon hareketleri ile şehir Miletli ve Megaralı denizcilerce ele geçirilmiş ve kısa zamanda tüm Batı Karadeniz sahilinin önemli bir ticari çekim merkezi haline gelmiştir. Özellikle bölgenin zengin orman ürünleri (başta şimşir, meşe palamudu, kestane olmak üzere) ticaretin gelişmesinde en önemli etkendir Bir dönem Lidya egemenliğine giren şehir, M.Ö IV. Yüzyılda Pers yönetimine geçmiştir. Makedonyalı Büyük İskender'in Anadolu'yu Pers istilasından kurtarmasından sonra Sesamos'un yönetiminin Persli bir prenses olan Amastris'e geçtiğini görüyoruz. Bu dönemde canlı bir ticari hayat ile şehir tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır. Amastris' ten sonra iki yüzyıl kadar Pontus Krallığı'na bağlı kalan şehir M.Ö 70 de Romalıların hakimiyetine girdi. Paflagonya eyaletinin merkezi olan şehir, Roma İmparatorluğunun 395'te ikiye ayrılması ile Doğu Roma sınırları içerisinde kalmıştır. Doğu Roma yönetiminde 'Amastedos' adı ile anılan şehir, ticari fonksiyonlarını giderek kaybetmiş, özellikle dinsel bir merkez haline gelmiştir. 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında, Kutalmışoğlu Süleyman Şah önderliğinde başlayan fetihler Amasra'ya kadar uzanmış, Türk komutanlarından Emir Kara Tigin tarafından kuşatılan şehir alınamamış, ancak buradaki Bizans Garnizonu vergiye bağlanmıştır. Bizans'taki taht kavgalarında zaman zaman bir üs merkezi olan şehir, Anadolu Selçukluları devrinde Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleyman'la dostane ilişkiler kurarak ticaretin yeniden canlanmasını sağlamıştır. XIII. Yüzyılda Cenevizli tüccarlar şehri ele geçirmişlerdir, Ekim 1460'ta Fatih Sultan Mehmet'in fethine kadar Ceneviz yönetiminde kalan şehirde canlı bir ticari hayatın yansıması olarak pek çok sanat eseri günümüze ulaşmıştır. Amasra'nın Osmanlılarca fethi öncesinde şehre tepeden bakan Fatih, hayranlığını şöyle dile getirir: ' Lala, Çeşm-i Cihan bu mudur ola?' Fetih sonrası şehirdeki iki kilise camiye çevrilir, bir kadı atanır ve Fatih'in emriyle Eflani Kalesi halkı Amasra'ya yerleştirilir. Osmanlı yönetimindeki şehir, Bolu Sancak Beyliği'ne bağlı bir merkez olarak varlığını sürdürmüş, bu dönemde şehri ziyaret eden Batılı gezginler büyük bir hayranlıkla bahsetmişlerdir. Mondros Mütarekesi sonrasında tüm yurtta olduğu gibi bölgede de direniş örgütleri kurulmuştur. Bartın Kuva-yi Milliye Teşkilatı oluşturulmuş, bu teşkilatın bir kolu Alemdarzade Nuri Efendi başkanlığında Amasra'da kurulmuştur. Nuri Efendi, Osmanlı hükümetine ve İstanbul' daki büyük devlet elçiliklerine çektiği telgrafta ' Amasra'nın Anadolu'nun kopmaz bir parçası olduğunu' bildirmiştir. Bu dönemde Zonguldak'ı işgal eden Fransızların Amasra'yı da işgal edecekleri haberleri karşısında, bu çıkarmayı önlemek için Kemal Bey (Samancıoğlu) komutasında Sahil Tasarrut Müfrezesi kurulmuştur. Kemal Bey önderliğinde Amasralı ve Kurucaşile'li gençlerden oluşan bu kuvvet bölgedeki eşkiyalık hareketlerine karşı başarılı mücadeleler yaptıktan sonra topluca cepheye giderek Kurtuluş Savaşı'nda görev alırlar. Yine bu dönemde Amasra maddi ve manevi yönden kurtuluş mücadelesine katkıda bulunmuş, özellikle İstanbul'dan Ankara'ya geçişlerde, Rusya'dan gelen yardımların aktarılması ve sahillerin güvenliğinin sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Cumhuriyetimizin ilanından sonra Nafia Vekaletince yarım kalan imarına devam edilen Büyük Liman Mendireği 1929 yılında bitirildi. Ancak aynı yıllar Amasra tarihinin en zor yılları oldu. 1920'lerin sonları ve 1930'lu yıllarda Amasra dünyadaki ekonomik buhrana paralel olarak kömür ocaklarının üretimi kısması, çekicilik ve gemiciliğin geçersiz hale gelmesi ile yoğun olarak dışarıya göç verdi. 1930 Belediyeler Kanunu ile 1901'de ilk belediye teşkilatı kurulan Amasra'nın nüfusu iki binden az olduğu için belediyesi kapatıldı. 1931 yılında Amasra'yı ziyaret eden Mareşal Fevzi ÇAKMAK ilk kez Amasra'nın turizm potansiyelini vurgulayan devlet adamı oldu. Aynı yıl meydana gelen büyük fırtınada korkunç dalgalar mendireği aşarak limandaki çok sayıdaki gemiyi batırdı. Liman uzun süre kullanılamadı. İsmet İNÖNÜ 1938 yılında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurt gezisinde Amasra'ya uğradı. Coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandı. 1940'lardan itibaren Amasra'da yeni bir canlılık kendini gösterir. Özellikle yaz aylarında çoğunluğunu büyük şehirlerde yaşayan bürokrat ve Karabük Demir Çelik Fabrikasının mühendislerinin oluşturduğu ilk turist kafileleri bu canlılığın temel nedenidir. 1950'li yıllarda Amasra artık adından söz ettiren bir sayfiye yeridir. 1951 yılında Üs Komutanlığının kurulması, ardından Büyük Liman Mendireğinin 650 metreye uzatılması ile Amasra askeri ve ekonomik bir değerde kazanmıştır. Bu hızlı gelişmeye paralel olarak 1955'de yeniden Belediye Teşkilatına kavuşmuştur. Selahattin EYİCE Amasra'nın seçilmiş ilk Belediye Başkanıdır. 7 Kasım 1960'da Amasra'yı ziyaret eden devlet başkanı Cemal GÜRSEL : ' En büyük kalkınma yolu turizm yoludur.' Diyerek bu noktada Amasra'nın ülke turizmindeki yerini de vurgular. Ertesi yıl 6 Ağustos 1961' de 500.Fetih Yıldönümü Amasra'da görkemli törenlerle kutlanır. Sonraki yıllarda bu kutlamalar geleneksel olarak devam ettirilir 3 Eylül 1968 Salı günü Amasra tarihinde kara bir gün olarak geçer. Saat 10 civarında meydana gelen 7 şiddetinde depremle bir çok bina tamamen ya da kısmen yıkılırken, 26 kişi hayatını kaybeder. Deprem sırasında önce 50 metre kadar gerileyen deniz sonrasında büyük dalgalarla Amasra'ya saldırır.. 1968 yılı sonlarında Amasra'yı ziyaret eden Cumhurbaşkanımız Cevdet SUNAY, ilkokulda şimdi emekli olan öğretmenimiz Mehmet DİNÇ'in sınıfında derse katılmıştır. Bu yıllarda Zeki MÜREN, İdil BİRET, Suna KAN gibi değerli sanatçılarımız başta olmak üzere çok sayıda turist çeken Amasra altın yıllarını yaşar. Yaz mevsiminde nar bahçelerinden yükselen enfes kokular ve görüntüler o yıllardan kalan hoş anılar olarak hala belleklerde yaşamaktadır. 1973 yılında Ereğli Kömür İşletmeleri (E.K.İ)'ne bağlı olarak Amasra Bölge Müdürlüğü(A.T.İ.) kuruldu. Bu tarihten sonra Amasra yönünü yavaş yavaş turizmden madenciliğe çevirdi. Bu gelişme ile Amasra dışarıdan göç almaya, sosyo - ekonomik yapısında yeni gelişmeler yaşamaya başlamıştır. 19 Haziran 1987'de T.B.M.M'nin aldığı kararla Amasra İlçe oldu. 28.08.1991 tarihinde Bartın'ın il olmasından sonra Zonguldak 'tan ayrılıp Bartın'a bağlandı. Halen benzersiz doğal güzellikleri, eşsiz koyları, deniz ürünleri, ağaç çekiciliği ve tarihi mekanları ile Batı Karadeniz 'in çekim merkezlerinden biri olan Amasra, turizmde yeniden görkemli günlerine dönme arzusundadır. Necdet Sakaoğlu'nun "Amasra'nın 3000 Yılı" kitabından alınmıştır. * 30.08.2019, maviADA

  • Ruhi SU

    Mehmet Ruhi Su * (1 Ocak 1912, Van - 20 Eylül 1985) İstanbul), Türk halk müziği ve opera sanatçısı, bağlama virtüözü. Hayatı Mehmet Ruhi Su, 1912 yılında Van'da doğdu. Anne ve babasının kim olduğunu Ruhi Su kendisi de bilmediği gibi haklarında hiçbir bilgi de yoktur. Oğlu Ilgın Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demiştir. Çocukluğunun büyük bir bölümünü evlatlık olarak verildiği yoksul bir ailede ve daha sonra da Adana Öksüzler Yurdu'nda (Darül Eytam) geçirdi. Bir ara İstanbul'da askerî okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na (Musiki Muallim Mektebi) girmeyi başardı. Adana Öğretmen Okulu'ndayken aşık olduğu ebe-hemşire olarak çalışan Münire Sevim adında bir kızla evlendi. 1934 yılında Balıkesir'de bir oğulları dünyaya geldi. Adını Güngör koydular.Güngör, altı yaşlarındayken Ruhi ile Sevim Hanım ayrıldılar. 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarını'nın Şan bölümünü bitirdi. Aynı yıllarda sırasıyla Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu'nda ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na seçildi, konservatuvarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı. Devlet Operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne, Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk İksiri, Rigoletto, Figaro'nun Düğünü, Maskeli Balo ve Konsolos gibi operalarda rol aldı. Türk Opera Sanatı'nın temelinde Ruhi Su'nun da katkısı büyüktür. Ankara Radyosu'nda on beş günde bir yayınlanan türkü programları (Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor) düzenledi; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde büyük bir koro oluşturdu. Aldığı klasik batı müziği eğitimi, ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum ve icrasına yaklaşımının kuramsal temelini oluşturdu. Ruhi Su, sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1952-1957 yılları arasında 1951 TKP tevkifatı dolayısı ile hapis yattı. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip arşivleme görevini üstlendi. Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yaptı. Bu programlardan birinde söylediği "Serdari Halimiz Böyle N'olacak? Kısa çöp uzundan hakkın alacak" türküsü nedeniyle "halkı sınıflara ayırmak yoluyla Komünizm propagandası yapmak" suçlamasıyla radyodaki işine son verildi. Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu'nu kurdu. 1978'den sonra çıkardığı kasetlerle halk müziğinin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Aydınlara türkü dinlemeyi öğreten kişi olarak da bilinir. Ruhi Su, Ahmet İsvan ve Necdet Uğur'un yoğun uğraşıları sonucu ilk kez 1977 yılında pasaport alabildi. Almanya, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa ve Avustralya'da konserler verdi. Pasaportunun süresi doldu. Yeni pasaport başvurusu yakalandığı prostat kanserinin tedavisi için yapıldı, ancak hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedildi. Su için altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı'na baş vurduğu öğrenildi. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günter Grass, Siegfried Lenz, Günter Wallraff imzalı mektupta, Kültür Bakanlığı'ndan Ruhi Su'nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu. Aynı sanatçılar Ruhi Su'ya da bir mektup göndermişlerdi. Bunlar sonucunda nihayet kapılar aralandı ve "tedavi amaçlı ve yalnız bir defaya mahsus olmak üzere" yurt dışına çıkışına izin verildi. Ama artık çok geçti. 20 Eylül 1985 Cuma günü sabaha karşı 04.00'te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Onkoloji Servisi'nde öldü. Doktoru Prof. Bülent Berkarda idi. 22 Eylül 1985 Pazar günü Şişli Camii'nde kılınan öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ruhi Su'nun cenaze töreni binlerce kişinin katılımıyla 12 Eylül darbesi sonrası dönemin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 160 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu. 1988 yılında kabri başında ikame edilen anıt, 2009 yılında kimliği belirsiz kişilerce silahlı saldırı ile kısmen tahrip edildi. SANATI Kendisi Alevi Deyişlerini okumuş, Pir Sultan'ın, Hatayi'nin ve diğer ozanların deyişlerini yorumlamıştır. Nazım Hikmet'in şiirlerini ilk besteleyenlerdendir. 1957'de Sansaryan Han'da hapisteyken daha sonra hayatını birleştirecek olduğu Sıdıka Umut için söylediği Mahsus Mahal adlı türküsüyle ünlendi. Ruhi Su'nun sesini korumadaki hassasiyeti hakkında pek çok anlatı vardır. Bunlara göre Ruhi Su, sesine zarar vermemek için kuruyemiş ve çamaşır suyundan uzak dururmuş. Sorulduğunda, sesini korumadaki bu hassasiyetinin sanata ve dinleyenlere saygısından kaynaklandığını ifade edermiş. Ruhi Su, ölümüne kadar 16 adet 45'lik plak, 11 adet de uzunçalar çıkardı. Vefatından sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Vakfın merkezi Beyoğlu, İstanbul'dadır. Sanatçı hakkında Ajans21 tarafından, Ezgili Yürek: Ruhi Su (1995) (24 dk) adında bir belgesel hazırlanmıştır. Bu belgesel Ruhi Su hakkında hazırlanan ilk belgeseldir. Bunun dışında Avustralya Belgeseli ve Ruhi Su Belgeseli (Hilmi Etikan) adlarında iki belgesel film de Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla gösterilmektedir. Ruhi Su'nun eşi Sıdıka Su 18 Ekim 2006 tarihinde ölmüş ve Zincirlikuyu Mezarlığı'nda eşi Ruhi Su'nun kabrinin yanına defnedilmiştir. Yön Radyo tarafından hazırlanan 'Yüreğinde Anadolu'nun Ezgisi, Sesinde Dağların Yankısı-Ruhi Su' belgeseli Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2015 Yılı Sedat Simavi En İyi Radyo Programı Ödülüne layık görülmüştür. Diskografi 1971: Seferberlik Türküleri ve Kuvayi Milliye Destanı 1972: Yunus Emre 1972: Karacaoğlan 1973: Pir Sultan Abdal 1974: Şiirler - Türküler 1975: Köroğlu 1976: El Kapıları (Sümeyra Çakır ve Ruhi Su Dostlar Korosu ile birlikte) 1977: Sabahın Sahibi Var (Ruhi Su Dostlar Korosu ile birlikte) 1978: Semahlar (Ruhi Su Dostlar Korosu ile birlikte) 1980: Çocuklar, Göçler, Balıklar 1981: Zeybekler 1986: Pir Sultan'dan Levni'ye 1986: Ezgili Yürek 1986: Ekin İdim Oldum Harman 1987: Kadıköy Tiyatrosu Konseri 1988: Beydağı'nın Başı 1988: Dadaloğlu ve Çevresi 1989: Huma Kuşu ve Taşlamalar 1990: Sultan Suyu "Pir Sultan Abdal'dan Deyişler" 1991: Dostlar Tiyatrosu Konseri (Sümeyra Çakır ile birlikte) 1992: Ankara'nın Taşına Bak 1993: Uyur İken Uyardılar "Sunuş Konuşması" "Atladım Girdim Bağa" "Nuh'un Gemisi" "Gam Çekme Divane Gönül" "Şu Yalan Dünyaya" "Dost" "Yiğidin Eksiği" "Dostum Beni" "Uyur İken Uyardılar" "Deniz Üstü Köpürür" "Niksar Türküsü" "Erzurum Dağları" "Çamdan Sakız Akıyor" "Bugün Ayın Işığı" "Ha Un Ele" "Bu Nasıl İstanbul" "Osman Paşa" 1994: Barabar 1995: Aman Of 2002: Seçmeler ve Hapishane Türküleri 2003: Beni Ağlatırsan Yoluna Ağlat Ödülleri 1985: Sanat Kurumu - Yılın Sanatçısı *

  • BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

    Şenol YAZICI * " Aslen Trabzon Maçkalıdır. Babasının görevi nedeniyle bulunduğu 1911 yılında Giresun'da doğar Bedri Rahmi. Modern sanatta iki disiplini; resim ve edebiyatı bir arada başarıyla yürüten ender isimlerden biri olacaktır EYÜBOĞLU. Eserleriyle yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda ödüle değer görülür. ŞİİR ve RESİM onu tanımlayan iki ayrı sanat koludur. Bu iki dalda da öyle güzel örnekler vermiştir ki şiirlerini okurken gözünüzün önüne bir resim gelirken, resimlerine baktığınızda ise dilinize bir şiir takılır. "Şiir, şekil bulmuş resim; resim, şekillenmiş şiir..." diye tanımlar kendisi de... 21 Eylül 1975'te İstanbul’da vefat eder. " SIKI TUTUNUN GÜNAHLARIM * Günahlarım bana ne getirdiniz? Ben sizi her zaman Pas tutmuş elma yapraklarına Karpuz kabuğu kokan bodrum katlarına saklayamam. Günahlarım bana ne getirdiniz? Topu topu tesbih böceği kadar haz Fakat ben sizleri Telgraf direkleri gibi Birbiri arkasından unutamam! Günahlarım! Ben ıstırap çekmenin şehvetine varamadım Karnım ağrıyor bilseniz ne kadar mes’udum diye Bar bar bağıramadım Sıkı tutunun günahlarım Allah izin verirse bir gün Büyük meydanların birinde Topunuzu azad edeceğim. * Bedri R. Eyüboğlu, Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi sonrası Maraş'tan Trabzon'a getirilip Maçka'ya yerleştirilen Eyüboğlu ailesindendir. Babası 1923'te milletvekili olacak, 1903 Mülkiye mezunu kaymakam Mehmet Rahmi Eyüboğlu, sonraları yazar çevirmen olacak Mehmet Sabahattin , şair -ressam Ali Bedrettin (Bedri Rahmi) , Nezahat, ressam Emine Muallâ ve Mustafa Kemalettin'in babasıdır. Babası Giresun Görele'de kaymakamken 1911'de doğar. Çocukluğu Anadolu'nun değişik yerlerinde geçer. Belki Anadolu motiflerine düşkünlüğü o günlerin bir mirasıdır. Asıl adı Ali Bedrettin iken zamanla Ali unutuldu ve ismi önce Bedir'e, sonra Bedri'ye dönüşür. Havza , Kütahya , Ankara , Artvin 'de bulunduktan sonra babasının TBMM II. döneminde Trabzon milletvekili seçilmesi üzerine ailesi 1925'te Trabzon'a yerleşir. Trabzon Lisesi 'nde öğrenim görür. Trabzon Lisesine 1927'de resim öğretmeni olarak atanan ve yedi ay görev yapan ünlü ressam Zeki Kocamemi , yeteneğini keşfetti ve onu teşvik etti. Bir öğrenim bursu ile Fransa 'ya gitmiş olan ağabeyi Sabahattin 'in gönderdiği resim kitapları, ilgisinin devamını sağladı. Edebiyata da ilgi duyan Bedri Rahmi, ilk şiirlerini de lise yıllarında iken yazacaktır. Lise bittikten sonra 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi 'ne girecek, Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı 'nın öğrencisi olacak, edebiyata ilgisini de sürdürecek Ahmet Haşim 'den estetik ve mitoloji dersleri alacaktır. 1931'de diplomasını almadan, kendisiyle bursunu paylaşan ağabeyi ile beraber Fransa 'ya gider. Dijon ve Lyon 'da Fransızcasını geliştirmek için çalıştı. Bu arada Gauguin ve El Greco gibi beğendiği ustaların resimlerini bulundukları müzelerden kopya etti. Van Gogh , Gauguin , Cezanne onu resme bağlayan ustalar olacaktır. 1932 yılında, Paris 'te bir ay kadar André Lhote Atölyesi'nde çalıştı; ileride yaşamını birleştireceği ve EREN adını alacak Ressam Ernestine Letoni ile tanıştı. Matisse , Brague ve Chagal 'ın resimlerini, Türk kilimlerini, minyatürlerini inceledi. 1933 yılında yaptığı o dönemin iki ünlü gemisi Yavuz, Gülcemal resimleri ses getirir. O yıl Londra 'y a gitti; yıl sonunda Türkiye'ye geri döndü. Bedri Rahmi, yurda döndükten sonra 1934 yılında, Yeni Adam dergisinde ressam olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlamıştı. Akademinin diploma yarışmasında “Yol İnşaatı” konulu resmi ile üçüncü olan Bedri Rahmi, bu sonuçtan memnun kalmayacak ve yeniden yarışmaya hazırlanmak için mezun olmayı geciktirecektir. 27 Aralık 1934 tarihinde 30 resim ile D Grubu Sergisi'ne katıldı. Bazı resimlerini de Ernestine'in resimleri ile beraber sergilenmeleri için Romanya'ya yollamıştı. Böylece ilk kişisel sergisi 1 Ocak 1935 tarihinde Bükreş 'te Hasefler Galerisi'nde kendi katılımı olmadan açıldı. Bir firmada çevirmenlik yapmak için geçici bir süre gittiği Çerkeş 'te çocukluğunun manzaralarını yeniden keşfetti. Tan gazetesinde yazmaya başladığı yazıları Çerkeş'ten döndükten sonra yoğunlaştırdı. Artık İstanbul'a yerleşen ve “Eren” adını alan Ernestine Letoni ile 16 Nisan 1936 tarihinde evlendi. Tekel Genel Müdürlüğü'nde işe girdi. Vitrin düzenleyici olarak göreve başladı ve Sipahi Ocağı sigarasının kapağındaki “Koşan Mızraklı Atlar” figürünü tasarladı. Güzel Sanatlar Akademisi'nin 1936 yılında diploma yarışmasında “Hamam” adlı çalışması ile birinci oldu ve diplomasını aldı. Cumhuriyet döneminin ilk yurt dışı sergisi olan Sovyetler Birliğine götürülen Türk Resim ve Heykel Sergisi'ne üç resim ile katıldı 1937 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü başkanı olan Fransız ressam Leopold Levy ’in kendisine asistan olarak seçtiği birkaç genç ressamdan biri Bedri Rahmi oldu. Böylece uzun yıllar sürecek akademik kariyeri başladı. Akademi Başkanı Burhan Toprak o yıllarda Türk ressamları hakkında kitaplar hazırlatıyordu. Bedri Rahmi, eski öğretmeni Nazmi Ziya Güran üzerine bir inceleme kitabı hazırlayıp kitap hâline getirdi. Ömrünce Güzel Sanatlar Akademisinde ders verecektir. Bedri Rahmi, CHP Yurt Gezisi programı kapsamında Eylül 1938'de Edirne'ye gitti. Dönemin en önemli sanat atılımlarından olan bu gezi programını çok benimser. Belki de bu kazanım 1950'li yıllarda Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Arza Erhatlı nın da katıldığı Mavi Yolculuk ların tiryakisi olmasına neden olacaktır. Edirne'de insan figürü olmayan doğa resimleri çizdi, yöresel motifleri resmetti. 1 Kasım 1938 tarihinde çıkan Ses dergisi yazarları arasında yer aldı. Resimlerini, desenlerini ve deneme yazılarını bu dergide yayımladı. 1939'da Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisinde “Figür” adlı yapıtı ile üçüncülüğü Arif Kaptan ile paylaştı. 9 Kasım 1939 tarihinde, askerlik görevini yapmak üzere yedek subay okuluna alındı. Aynı yıl oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu dünyaya geldi. 1941'de askerlik görevini tamamladıktan sonra ilk şiir kitabını " Yaradana Mektuplar " yayımlandı. Geleneksel halk sanatlarından seçtiği motifleri başarılı bir biçimde kullandığı gibi şiirlerinde de halk edebiyatının masal, deyiş gibi türlerine karşı duyduğu hayranlığı yansıttı. 1942'de CHP'nin ikinci gezi rogramına katılarak Çorum 'a ve oradan İskilip 'e gitti , İskilip'te iki hafta kaldı. Bu İskilip gezisi, onun resim anlayışını etkiledi ve değiştirdi. Resimlerinde yoğun olarak halay çekenler, han avluları, çocuk emziren kadınlar, saz çalan aşıklar temalarını işlemeye başladı. Özellikle el baskı yazmacılık, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında Batı'nın teknikleriyle birleştirerek kullandı. Şiirlerinde de halk kaynağından beslendi; masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. Zamanla duvar resimlerine yönelen sanatçı 1943 yılında, Ortaköy Lido Yüzme Havuzu için ilk duvar resimlerini gerçekleştirdi. Mimari ile diğer güzel sanatlar yapıtlarının bir arada kullanılmasının güzel sonuçlar doğuracağına, mimar-sanatçı işbirliğinin gerekliliğine inanıyordu ve hayatı boyunca bunu savundu. 1945-1947 yılları arasında “Mari'nin Portresi” , “Alis I” , “Alis II” gibi önemli portre dizisini oluşturdu. Portrelerini kâğıt, bazen de tahta üzerine yapıyordu. 1946 yılında, Ankara Büyük Tiyatro'nun (operanın) girişindeki kapıların üstüne ikinci duvar çalışmasını yaptı ( “Kız kaçırma” konulu bir fresk). 1946 yılı Kasım ayında UNESCO 'nun Paris'te düzenlediği uluslararası sergiye gönderilen resimleri ilgi çekti. Bedri Rahmi, asistan olarak akademik hayatına başladığı günlerden beri öğretmenlik görevini çok önemsemiş, usta-çırak ilişkisinin önemine inanmıştı. Bu düşünceyle 1947 yılında, genç sanatçılardan oluşan “10'lar Grub u”nun kurulmasına öncülük etti. Grubun üye sayısı bir yıl içinde otuzu geçti. Bedri Rahmi, kendisini tümüyle resme vermesi konusundaki telkinlere rağmen şiir yazmayı da hiç bırakmadı ve 1948 yılının Ağustos ayında ikinci şiir kitabı “Karadut” yayımlandı. Karadutum, çatal karam, çingenem Nar tanem, nur tanem, bir tanem Ağaç isem dalımsın salkım saçak Petek isem balımsın a gülüm Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan Yoluna bir can koyduğum Gökte ararken yerde bulduğum Karadutum, çatal karam, çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın. ... Karadut aynı zamanda partneri de olan Mari Gerekmezyan 'a yazılmıştı. Başörtüsü veya kilimin hem güzel, hem işe yarar olması gibi sanat eserlerinin bir iş görmesi gerektiği düşüncesi sanat anlayışını şekillendirdi. “Güzel yararlı olmalıdır” düşüncesinden hareketle “Yazmacılık” geleneğine yeni bir yorum getirdi. Eşi ile birlikte 1950'de yurda döndükten sonra İstanbul'da Maya Sanat Galerisi 'nde sergi açtı. Aynı yıl, Kariye Camii düzenlemesini yaptı ve Bizans mozaikleriyle ilgilenmeye başladı. 1951 yılında, “Küçük Sahne”yi süsledi. ve ilk “Yazma Sergisi”ni açtı. 1953 yılında Yazmaları ve özgün baskıları Philadelphia Print Club da sergilendi. 14 Eylül'de Time dergisi iki renkli sayfa ayırdı. 1954 yılında Bedri Rahmi “Türk Tepsisi” adlı motifi ile Steuben Glass adlı bir firmanın tertiplediği yarışmada ödül kazandı ve motif kristale oyularak teşhir edildi. Yazı yazma tutkusunu ise 1951'de Yeni Sabah gazetesindeki yazılarıyla sürdüren Bedri Rahmi, sonra Cumhuriyet gazetesine geçti ve 1952-1958 yıllarında düzenli olarak yazdı. 1953'te üçüncü şiir kitabı "Tuz" , 1956'da ilk düzyazı kitabı "Canım Anadolu" , 1957'de “Üçü birden” adlı kitabını yayınladı. 1953-1960 arasında resim alanına çalışmalarını büyük boyutlu mozaiklerle sürdürdü. 1954-1957 yılları arasında Hilton ve Divan otellerinde ve KLM İstanbul merkezindeki panoları yaptı. 1957 yılında Tokyo özgün baskı Bienaline katıldı. 1958 yılında 1958 Brüksel Expo’sundaki Türk Pavyonu için yaptığı 227 metrekarelik çalışmasıyla altın madalya aldı. 1959 yılında, Paris 'te Nato merkezine 50 metrekarelik bir pano hazırladı. Bedri Rahmi, 1961'de aldığı Rockfeller Bursu ile iki yıl için eşi ile birlikte ABD'ye giderek çalışmalarını yurt dışında sürdürme fırsatı buldu. Bu dönemde zengin renklerle soyut biçimlere yöneldi. Görülmedik, bilinmedik renkler bulabilmek için denemeler yaptı, plastik tutkal - plastik boyalar – kum – talaş ve buruşturulmuş Japon kağıdı kullandı. ‘Amerika Dönemi’nin sanatına başka bir boyut kazandırdığını ifade etti. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley 'de iki yıl misafir profesörlük yaptı. 1961 Ağustos'ta Unicef çocuklar yararına “Eşeğin Üzerinde Çocuklarını Taşıyan Anadolu Köylü Kadın” motifi Amerika'da kartpostal olarak basıldı. 1962 Aralık ayında New York Modern Sanat Müzesi “Zincir” adlı resmini satın aldı. ABD dönüşü soyut resim ve renk düzenlemelerini bırakıp yeniden eski konularına döndü; gecekonduları, kahvehaneleri, hanları resmetti. 1963-1964 yıllarında Vakko fabrikası, Karaköy tatlıcılar, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı panoları yanında çeşitli malzemeleri denedi. Son panosu Etap Oteli girişindeki “Güvercinler” dir. Kardeşi Sabahattin Eyüboğlu' nun 12 Mart sürecinde gözaltına alınması onu çok etkiledi. 1970 yılında, yeniden toplumsal içeriği ağır basan resimler yaptı. 1972 yılında, 33'üncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde birincilik ödülü aldı. 21 Eylül 1975 tarihinde İstanbul 'da pankreas kanserinden 64 yaşında hayatını kaybetti ve Küçükyalı Mezarlığına defnedildi. Atölyesinin girişindeki yemininden de anlaşılacağı üzere denemelerini, araştırmalarını tüm yaşamı boyunca sürdürdü, temel ilkelerine sadık kaldı ve özgünlüğünü korudu. “ Bugüne kadar resim sanatı alanında yapılagelmiş olanları inceleyeceğime, kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler arasında beni en çok saranlarını ayırarak, onlara kendi aramalarımı, denemelerimi katacağıma; alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop, klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma; elimden çıkan her çizgiye, her lekeye, her renge, her beneğe, kendi aklımı, kendi tecrübemi, kendi tasamı, kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma; aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak, gözüm, kulağım, burnum, elim, belim, dilim, derim üstüne yemin ederim. Yemini bozduğum gün buradan giderim ” dediği yeminini hiç bozmadı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evini anlatacak en güzel ifadelerse, dostu Fazıl Hüsnü’nün mısralarında... Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Evi * Fazıl Hüsnü Dağlarca * Çocuksu ipi çekip kapıdan girdin mi Yüreğin yemyeşil dallar altından ak çıkar Koptuğu ulu orman mutludur seninle Kütükler basamak basamak çıkar Yavaş yapılmıştır tek adım bile yorulmazsın ki Güvercin olmuş ayak çıkar Nice yaşamalarımız doluşur yukarı Sevmek belki de anlamak çıkar Yenilerden eskilere boyaları bezeklerin Özlemle aramalarına yanarak çıkar Çınlar azıcık... Duyarsınız beklersiniz gelecekleri Ne bileyim bu ev nerelere yakın Kardeş Eyüboğlu nerelere uzak çıkar 1975 Güzünde 21 Eylülde vefat eder Bedri Rahmi. Küçükyalı mezarlığındaki mezarı Şiirleri ve yazıları 1928'de Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe , Ses , Güney , İnsan , İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verildi. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlandı. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansıdı. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürdü. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. Onun Bursa Cezaevi'nde açlık grevi yapan arkadaşı Nâzım Hikmet için yazdığı Zindanı Taştan Oyarlar adlı şiiri sonraki süreçte Zülfü Livaneli tarafından bir kısmı bestelenince oldukça sükse yaparak kült hâline geldi. ... Ne bir haram yedin ne cana kıydın Ekmek gibi temiz su gibi aydın Hiç kimse duymadan hükümler giydin Döşek diken diken yastık batıyor Yiğidim aslanım aman burda yatıyor. . ... * ARAŞTIRMA, DERLEME Ş.Y

  • UPTON SİNCLAİR

    IRKÇI BİR ÜTOPYA ve KÖKTENSOSYALİST BİR YAZAR: * 1906’da yazar Upton Sinclair, New Jersey’de “aydınlanmış bireyler” için bir koloni kurdu: Helicon Home Colony. Amacı tamamen kendi kendine yetebilen, modern, özgürlükçü bir topluluk yaratmaktı. Sinclair bu fikri, Charlotte Perkins Gilman gibi dönemin “ilerici” figürlerinden etkilenerek şekillendirmişti. Ama ne yazık ki perde arkasında büyük bir çelişki vardı. Koloni sadece beyazları kabul ediyor, Siyah, Yahudi ve diğer etnik grupları dışlıyordu. Yani “özgürlükçü” dedikleri yapı, aslında ırkçıydı. Ve bu koloni de uzun ömürlü olmadı. Sadece birkaç ay sonra çıkan bir yangın binayı kül etti ve bir kişinin hayatına mal oldu. Sinclair o günleri hatırladığında şöyle dedi: “Gelecekte yaşadım ama sonra dönüp baktığımda her şey sıkıcı ve tatsız görünüyordu.” Upton Sinclair (20 Eylül 1878, Baltimore – 25 Kasım 1968, Bound Brook, New Jersey), Pulitzer Ödüllü Amerikalı yazar. 20. yüzyılın başlarında yazdığı eserlerle şöhrete kavuşmuş ve çok sayıda kitap yazmıştır. Özellikle 1906 yılında yazdığı ve dilimize Chicago Mezbahaları adıyla çevrilen The Jungle adlı eseri büyük yankı uyandırmış ve kamoyunun dikkatinin mezbahalardaki sağlıksız çalışma koşullarına çekmiştir. Eserin yayınlanmasından hemen sonra ABD'deki et sektöründe iyileştirme çalışmaları başlamış ve konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmıştır. Hayatı Gençliği Baltimore, Maryland'de dünyaya geldi. Babası Upton Beall Sinclair, annesi Priscilla Harden'dir. Babası bir içki satıcısıydı, annesiyse alkole karşı biriydi. Sinclair'in büyükbabası oldukça varlıklıydı, Sinclair çoğu zaman onlarda vakit geçirirdi. Sürekli olarak zenginlerin ve fakirlerin bulundukları ortamlarda olması onu etkileyecek ve ileride eserlerinin ilham kaynağı olacaktır. 1888 yılında ailesi New York şehrindeki Bronx bölgesine taşınınca, buradaki koleje gitmeye başlar. Okul masraflarını karşılamak için öykü ve makaleler yazmaya başlar. Yazarlığa adım atışı Sinclair 1900 yılında ilk eşi olan Meta Fuller ile evlenir. 1904 yılında yazmak için üzerinde çalıştığı kitabı için asıl kimliğini saklayarak Chicago’daki mezbaha ve et üretim kombina tesislerinde çalışır. The Jungle adlı eser 1906 yılında basılınca çok başarılı olur ve büyük bir ilgi görür. Bu eserden kazandığı parayla hayalindeki ütopyayı kurmak için New Jersey Englewood’a gider ve Helicon Hall adında bir sosyalist koloni kurmaya girişir. Sonrasında Kongre seçimlerinde milletvekili adayı olsa da seçilemez. Koloni bir yıl sonra yanacaktır, yangında Lester Briggs adlı marangoz hayatını kaybedecektir. Sonraki hayatı 1911 yılında Meta, eşini terk eder. Sinclair, önce Mary Craig Kimbrough ile daha sonra da Mary Elizabeth Willis ile evlenir. Sırasıyla Kaliforniya, Arizona ve New Jersey’e gider. 1968 yılında Washington’da ölür. Siyasi hayatı Sinclair 1920 yılında Temsilciler Meclisi ve 192 yılında Senato için sosyalist listeden aday olsa da seçilemez. Siyasete bir süre ara verir. 1934 yılında Kaliforniya valiliği için seçime katılır.[3][4] Seçimlerde Sinclair, Kaliforniya’da Yoksulluğa Son (İngilizce: End Poverty in California) adı verilen kampanyayla büyük destek kazanır. Ancak bu dönemde gerçekleşen büyük toz fırtınaları hasadı kötü etkileyecek ve kitlesel göçe yol açacaktır. Eyaletteki muhafazakârlar da Sinclair’i azılı bir komünist olarak gösterecek ve karşı propaganda yapacaklardır. Sinclair seçimleri kaybedince yazarlığa geri döner. Bu döneme dair yaptığı değerlendirmede ilginç görüşler ileri sürmüştür: “ Amerika halkı sosyalizmi seçecektir ama bu isimle değil. Bunu yoksulluğa son kampanyasında kanıtladım. Sosyalist listeden aday olduğumda 60 bin oy alırken, Kaliforniya’da Yoksulluğa Son! diyerek 879 bin oy aldım. Sanırım düşmanlarımızın hakkımızda öne sürdükleri büyük yalanlar başarılı oldu. Bu yalana cepheden saldırmaktansa etrafından dolaşmak tercih edilmelidir. „ — Upton Sinclair (1951) Eleştirileri Sinclair'in "Sosyalizm ve Savaş" adlı broşürünü eleştiren ünlü Bolşevik lider Lenin, Sinclari'in burjuva pasifizminden etkilendiğini saptarken, komünist örgüte vurgu yapmamasını eleştirir: “ Sinclair temel olarak doğru bir çağrı yapsa da naiftir, naiftir çünkü son elli yıl içinde kitleler arasında sosyalizmin kazandığı mevzileri görmezden gelmektedir, devrimci bir örgütün varlığı koşuluyla devrimci durumun objektif gelişimini görmezden gelmektedir. "Duygusal" yaklaşım bu eksiklikleri kapatmaz. Sosyalizm içi akımlar arasındaki, yani oportünizmle devrimci eğilimler arasındaki şiddetli kavga retorikle savuşturulamaz. „ — Lenin Sosyal duyarlılık Sinclair eserlerinde döneminin sosyal ve ekonomik özellikleri önemli bir yere oturur. Eserlerinde kapitalizmin adaletsizlikleri olarak gördüğü olayların esas olarak Büyük Bunalım yıllarındaki yıkıcı etkisini işler. The Jungle adlı eserinde Sinclair, denetimsiz kapitalizm yüzünden işçilerin karşı karşıya kaldığı insanlık dışı koşulları işler. Ancak eserde vurgulanan işçilerin karşılaştıkları zorluklar, uzun iş saatleri, göçmen işçilerin maruz kaldıkları baskı, iş garantisinin olmaması ve düşük maaşlar yerine eserde arka planda yer alan et sektörünün içinde bulunduğu sağlıksız durum daha çok dikkat çekecek ve ABD hükûmeti tarafından yasal düzenlemeler yapılacaktır. Sinclair bununla ilgili ilginç bir benzetme yapar: “ Ben toplumun kafasına hedef aldım, attığım yumruk midesine geldi! „ — Upton Sinclair Lanny Budd dizisi 1940 – 1953 yılları arasında Lanny Budd adıyla bilinen ve 11 dizi macera kitabından oluşan seriyi yazar. Kahramanı ünlü bir Amerikalı silah üreticisinin oğlu olan dizide I. Dünya Savaşından başlayarak döneme ait çelişkileri ve sol bakış açısını aktarır. Bu dizi basıldığı sırada çok popüler olacak ve 21 ülkede baskısı yapılacaktır. 1943 yılında basılan serideki Dragon’s Teeth adlı eserle Pulitzer Ödülü 'nü alır. Geleneği Sinclair'in Monrovia, Kaliforniya'daki evi müze olarak korunmaktadır. Ayrıca kendisine ait çok sayıda el yazması, fotoğraf ve ilk baskı kitaplar Indiana eyaletindeki Indiana Üniversitesi Lilly Kütüphanesinde sergilenmektedir. Sinemaya etkileri 1906 yılında basılan Chicago Mezbahaları adlı eser 1914 yılında filme çekilse de bu film kaybolmuştur ve hiçbir kopyası bulunmamaktadır. Ayrıca Sinclair, çok sayıda filmin senaryo çalışmasında yer almıştır. Bunların en bilineni Sergey Ayzenştayn ile birlikte yapımında yer aldığı ¡ Que viva México! filmidir. Bu dönemde Charlie Chaplin ile de ortak çalışmaları olmuştur. 1927 yılında yazdığı Oil! adlı eser ise 2007 yılında çekilen There Will be Blood adlı Oscar ödüllü filme esin kaynağı olmuştur. Türkçeye çevrilen bazı eserleri Altın Zincir, May Yayınları, İstanbul, 1966, Çeviren: Emin Türkeliçin (Asıl eser adı: Mammonart, Basım yılı: 1925) Şikago Mezbahaları, May Yayınları, İstanbul, 1968, Çeviren: Zeyyat San (Asıl eser adı: The Jungle, Basım yılı: 1906) Petrol, May Yayınları, İstanbul, 1968, Çeviren: Ş. Emrah (Asıl eser adı: Oil!, Basım yılı: 1927) Sanayi Kralı, Oda Yayınları, İstanbul, 1976, Çeviren: Zaven Biberyan (Asıl eser adı: King Coal, Basım yılı: 1917) Patron, Oda Yayınları, İstanbul, 1983, Çeviren: Zaven Biberyan (Asıl eser adı: Flivver King, Basım yılı: 1937) Jimmie Higgins, Birinci Dünya Savaşı'nda Amerikalı Bir Sosyalist İşçinin Romanı, Yar Yayınları, 2004, Çeviren: Nadire Y. Çobanoğlu, ISBN 975-7530-72-7 (Asıl eser adı: Jimmie Higgins, Basım yılı: 1919)

  • Ezgileri Susturulamayan Bir Yürek: RUHİ SU

    TAMER UYSAL * “Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi”… Çarpık düzen ve bununla birlikte halk kültürünün yozlaşmaya yüztuttuğu bir dönemde bütün zorlukları göze alarak geçmişin direncini taşıyan kültür mirasını sahiplenen ilk isimdir Ruhi Su. Halkıyla bütünleşmek, sanatçı yönüyle toplumsal sorunlara karşı bilinç uyandırmak adına çıktığı bu zorlu yolda kendisine ödetilen bedel baskı ve yıldırmalarla geçen koca bir yaşam olmasına rağmen çok iyi bildiği ve geliştirmeyi başardığı geçmişten aldığı direniş geleneği onurlu duruşundan hiç ödün vermemesini sağladı. Aramızdan ayrıldığı 20 Eylül 1985’ten bugüne tam 20 yıl geçti… Muhalif müziğin sesi 1960’larda yükselir. Köroğlu, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi ozanlara dayanan muhalif halk müziği geleneği o yıllarda yeniden etkinliğini Ruhi Su sayesinde sürdürür. Dünya müziği ve geleneksel halk müziği arasında bir köprü kurma misyonunu başarıyla yüklenen usta ozan sergilediği devrimci duruşuyla da tıpkı Pir Sultan gibi, Dadaloğlu ve Köroğlu gibi egemenlerin hedefi olur. 1951 yılında tutuklanıp aylarca işkenceler görür. Tam 5 yıl değişik hapishanelerde tutsak edilir. Sonra sürgün, gözaltı… Yurt dışına tedavi görmek için gitmesini bile engellerler. Bugün az sayıda devrimci sanatçının örnek aldığı Ruhi Su hala bu devrimci duruşun, direnişin en başta gelen sembollerinden birisidir. “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyordum” diyordu her şeye karşın Ruhi Su bir yazısında. Bir ülkenin suyu ve toprağı kadar değerli varlığı olan türkülerine baskı görenin yanında saf tutarak sahip çıkmıştır… Ruhi Su yaşamını da karşısına dikilen bütün güçlüklere ve engellemelere karşın bir sanat yapıtına dönüştürebilen bir insandı. Görkemli başarısında geçmişten bir başka halk sanatçısında övdüğü sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratma gücüne olduğu kadar halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmeyeceğine duyduğu inancın da payı büyüktür. 1912 yılında Van’da doğmuştu. Anasını, babasını hiç görmedi. Çocukluğu Adana’da, Çukurova’da, Toroslar’da geçti. Van’dan Adana’ya bir aileye geldiğinde çok küçüktü. Ailesi çok yoksuldu. Altı yaşına geldiğinde Adana’yı Fransız ve İngilizler işgal etmiştir. Bu yüzden Toroslara sığınırlar. Oradan oraya göçerler. Sonra tekrar Adana… Asıl adı Mehmet olan Ruhi Su 10 yaşındadır o zaman. Sonra bir öksüzler yurduna verilir. O günden sonra da hep yatılı okur. Müzik yaşamı da öksüzler yurdunda başlar. 1925 yılında Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştu. Türkiye’deki tüm öksüzler yurtlarına bir bildiri yollanır, “müziğe hevesli, istidatlı çocukları bize yollayın” denir. Bu sınavlara girip kazanır Ruhi Su. Ama Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir başka tamim daha gönderilir, “okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek” diyorlardı bu kez. Ruhi adı da Adana’dan ayrılmadan önce muayene sırasında doktorlar tarafından konmuştu Ruhi Su’ya. Askeri lisedeyken çalıp söylemeye, bir yandan da sevmediği askeri okuldan ayrılmanın yollarını aramaya başlamıştır. Okuldan kaçıp Ankara’ya gider. Cebinde sahte bir kimlik, yüreğinde sonsuz bir sevinç ve umutla gittiği yolun sonunda yanında iki inzibatla İstanbul’a döner. Kaçtığı için hapsedilmiştir. Daha sonra çürüğe çıktığından Halıcıoğlu Askeri Lisesi ile ilişkisi kesilir, Adana’ya, öksüzler yurduna geri gönderilir. Oradan da Adana Öğretmen Okulu’na… Müzik sevdası ağır basmıştır Usta’nın. Ankara’daki o tek müzik okuluna gitmeyi düşler. Adana’da o yıllar yaz geldiğinde öksüzler yurdunda kalan çocuklar evlerine gönderilirdi. Evi olmayanlar da Konya’ya aynı okula gönderilirdi. Orada Ruhi Su’nun sesini duyan okul öğrencileri “mutlaka Ankara’ya gelmeye bak” demişlerdi Ruhi Su’ya. Birisinden bir keman ödünç alıp bir otel odasında gece gündüz çalışır. Sınav günü gelip çatınca girdiği her dersin sınavını başarıyla verip sonunda Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na girer. Orta Eğitim Müdürü büyük eğitimci Hasan Ali Yücel’dir o yıllar. 1936’da Ankara’da Riyaseti Cumhur Orkestrası kurulmuştur. Ankara Müzik Öğretmen Okulu’nu bitiren Ruhi Su da girer konservatuvara, 1942 yılında opera bölümünden mezun olur. Radyolarda türkü söylemeye başlar. Radyodaki programları çok tutulur. Radyo programları tutulmasına tutulmuştur ama senin için şöyle şöyle diyorlar diyenler halk türkülerini söyleyen, seslendiren Ruhi Su’yu, 1952’de hem radyodan hem de operadan kopartmışlardı. 1952 yılında cezaevine girer, 5 yıl hapis yatar. Siyasal düşünceleri yüzünden girdiği cezaevinden 1957’de çıkar. 1960’ta İstanbul’da türkü söylemeye başlar. Bu sıralarda “Bitmeyen Yol” filminde söylediği türküdeki Serdari’nin “Halimiz ne olacak kısa çöp uzundan hakkını alacak” şeklindeki sözler hakkında kampanyalar açılmasına bile neden olacaktır. Sanat yaşamı boyunca 16 45’lik plak, 12 uzunçalar plak doldurdu. Kendi şiirlerinin yanısıra Nâzım Hikmet’ten, Türk halk ozanlarından ve diğer şairlerden çeşitli şiirleri besteledi. Şiir, yazı ve konuşmalarını 1975’te basılan “Ezgili Yürek” adlı kitabında topladı. Anısına hazırlanan “Ruhi Su’ya Saygı” kitabı da 1986’da yayınlandı. Ruhi Su “Halkımın desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım” diyordu. Genç yaşlardan başlayarak dünyaya bakış açısı sanatını, sanatçı duyarlılığı da dünyaya bakış açısını geliştirmiş, biçimlendirmiş ve güçlendirmişti. Yaşamı boyunca yılmadı. Sesi, sazı ve türkülerle yaşadı. 1985’te aramızdan ayrıldığında Türkiye halkına bağlılığını benzersiz bir eylemle, bu halkın müziğini evrenselliğe ulaştırarak kanıtlamıştı. Devrimci müzik nedir sorusuna karşılık “Halkın özlemleridir. Ekmekten aşka kadar halk neyin özlemini çekiyorsa odur” diyordu. Dadaloğlu’nda da, Köroğlu’nda da, Pir Sultan’da da bizim halkın özlemi, dertleri ve sorunları dile geliyor demişti. Ruhi Su da diğer bütün halk ozanları gibi halk kaynağından beslenmiş bir ozan. Ama bir farkla o bir yandan halk kültürünü araştırıyor, geçmişin şiirlerini, türkülerini ortaya çıkarıyordu. Bir yandan da bunları çağdaş bir yorumla halka sunmaya çalışıyordu. Ruhi Su’nun gür sesli yalın söyleyişi, türkülere bir canlılık, tazelik ve renklilik getirmiştir. Hem O’nun halka olan saygısını hem de halk kültürüne olan sevgisini ortaya koymuştur. Ruhi Su, 1960-1970’li yıllar arasındaki kuşağın bir kesiminin türkülere getirdiği yoz anlayışı kırmış, kan ağlayan ağıtlara, yiğitçe başkaldıran koçaklamalara, derin insancıllık yüklü nefeslere yeni bir soluk getirmişti. Çünkü Ruhi Su’nun sesi kabukları kırıp öze giden, özle sözü bir eden bir sesti. Halk türlü baskılardan türkülerde kurtulur, içini türkülerle döker. Ruhi Su’nun türkülere getirdiği katkı, yanıklığı uyanıklığa çeviren bir ses ve saza bile başını eğmeden, göğsünü gere gere bir söyleyişti. Yorumculuk yönüyle de öne çıktığı 1960’lı yıllardan sonra bir ekol haline gelmişti. 1940’larda başladığı müzik çalışmalarına da 1952-57 yılları arasında tutukluluk yüzünden ara verir. Türküleri bir konu çevresinde toplar ve toplumcu şairlerin yapıtlarını da besteleyip yorumlardı. 80 sonrası ortaya çıkan müzik gruplarında Ruhi Su’nun etkisi görülür. Ruhi Su’nun kendinden sonra gelenleri etkilemesinin nedeni türkülerdir. Diyar diyar gezip derlediği türküler… Ruhi Su’ya kadar türküler sadece o zamana kadar gelen, geleneklere bağlı kalan klasik bir yöntemle “derleme“ usulü ele alınıyorken Ruhi Su, müzikte çağdaşlaşma adına yorum ve derlemede farklı arayışlara girmiştir. O, ardından gelenlere halk türkülerinin alışıldık kalıpların dışında da sunulabileceğini kanıtlamayı bilmiştir. Türkülere kendinden bir şeyler katan Ruhi Su, birçok konuda türkülere titizlikle eğiliyor, tarihsel serüveni içinde köklerine inip bugüne taşıyordu. Her türküde koyduğu katkı geleneği gelecekle buluşturuyordu. Ruhi Su demek halk türkülerinin teorisini ve pratiğini birlikte ve en iyi haliyle işleyerek ortaya koymak demekti. Anadolu’nun geleneksel enstrümanı olan ince sazıyla bas-bariton bir ses bu kadar birlik ve beraberlik çağrıştırıp yakışabilirdi. Ruhi Su’ya göre ses müzikte en önemli ögeydi. Sözü söz eden meramı ifade de en başta gelendi. Bu nedenle çoksesli müzik arayışlarının başına “insan sesini” koymuştur. Onunki ne geleneksel olarak kısır bir halk seviciliği ne de körü körüne çağdaşlaşma adına batılı anlamda müzik anlayışı değildi. Anadolu’daki müzik kültürünün özüne sadık fakat halkın beğenisini yüceltecek bir eğilimdi. Müzikteki gelişme ve değişimi eğitime, bu alandaki zengin kültürel birikimin çağdaş kültüre dönüşmesine bağlıyordu. O’na göre bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda çoğalmış demekti. Türkülerden korkulması boşuna değildi. Halkı türkülere katmak, geçmiş kültürü çağın beğenisiyle ve diyalektik bir yöntemle yığınlara taşımak ve türkülerle tek ses olmaktı amaçladığı. Geçmişten yansıyanı bugünkü ile karıştırmak, günümüzde geçerli olan gerçek yaşamdan izlerle yaşatmak ve sonra haykırmak. Ruhi Su’dan yansıyan buydu işte. Bu yüzden sevilmişti Ruhi Su. Ve genç kuşakların belleklerinde bu nedenle yaşıyor. Ve bu nedenle ezgili yüreğinden taşan ses kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor. Ölümünden tam 20 yıl sonra bile… * Temel Kaynak: Ezgili Yürek, Ruhi Su, Adam Yayınları 1985.

  • Safranbolu

    AYCAN AYTORE * Adını ve Saltanatını Bir Çiçek, Bir Deli Padişah ve Bir Cinciye Borçlu Bozkır Güzeli: SAFRANBOLU * Safranbolu, Türkiye’nin Karabük ilinde bulunan, 2.000’den fazla geleneksel Osmanlı evi ve UNESCO Dünya Mirası ile ünlü tarihî bir ilçedir. Safranbolu ismini, yörede yetişen nadir safran bitkisinden alır. Bölge tarihi M.Ö. 3000’lere uzanır ve Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar, Romalılar ve Osmanlılar gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır Türklerin şehri kesin olarak 1196 yılında aldığı kayıtlarda yer almaktadır. Osmanlı döneminde, 17. yüzyılda İstanbul-Sinop yolu üzerindeki konaklama ve ticaret merkezi olarak önem kazanmıştır. 1994 yılında Safranbolu, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır Safranbolu’ya adını veren “Safran” çok eski çağlardan beri çiçek tepecikleri, baharat ve gıda boyası olarak kullanılan soğanlı bir bitkidir. Çiğdemle yakın akraba olan bu bitkinin (Crocos Savitus) anayurdunun Akdeniz ve İran olduğu sanılmaktadır.Ortalama 20-25 santime kadar boylanabilen safran bitkisi Ağustos Eylül aylarında soğan şeklinde ekildikten sonra Ekim ayında huni biçiminde mor çiçekler açar. Çiçeklerin tam ortasında üç parçalı, kırmızımsı turuncu tepecikler yer alır. SAFRAN çiçeği, 3000 yıldır, sağlık, kozmetik, boya, afrodizyak, yatıştırıcı hatta uyuşturucu olarak kullanılmış , şimdi de dünyanın en pahalı baharatı bilinen bir bitki. * SAFRANDAN SAFRANBOLU'ya Anadolu'nun aydınlanması oldu mu? Belki Cumhuriyet döneminde bir ölçüde, o da her yere ulaşamadı. Öyle ya koca Anadolu bu, kolay mı? 1600'lü yıllar Osmanlının yükselme dönemi olsa da herhalde bu toprakların en karanlık yıllarından biri... Ne var ki bazı bölgelerin gelişmeye başladığı görülür, kimi kentler bir küçük İstanbul olmuş. Oysa kabul edilebilir belirgin bir neden yok... Tanrı gülümsemiş işte. Oysa yaşam rastlantıyı ve talih oyunlarını hiç sevmez, mutlaka bir neden vardır. Dünün bedevisi Arabın bugün dünya siyasasında başrol oynatılmaya çalışmasındaki basit neden gibi: Ajda boşuna yapmadı o şarkıyı" Aman petrol, canım petrol..." diye... Eğer SAFRAN denen o çiçek ve onu çok iyi kullanmayı bilen CİNCİ HOCA adıyla bilinen Karabaşzade Hüseyin Efendi olmasaydı ne Safranbolu olurdu, ne de o muhteşem konaklar. Kuşkusuz ciddi depresyonik sorunları olan padişah Deli İbrahim'in saltanatı da epey zora girerdi... CAM TERAS SAFRANBOLU: CAM TERAS: 75 TON AĞIRLIĞA DAYANDIĞI SÖYLENEN CAM TERAS, ÜLKEMİZDE İLK ÖRNEK... GÖRMEYE DEĞER... Safranbolu’da bulunan ve Türkiye’de bir ilk olan cam seyir terası, UNESCO tarafından Japonlara yaptırıldı. 11 metre uzunluğunda olan kanyon üzerinde boşlukta yer alan cam seyir terası, yerden 80 metre yüksekte... * TARİH * Safranbolu‘da insan toplum yaşamının M.Ö. 3000 yıllarına kadar dayandığı tahmin edilmektedir. Bölge Paleolitik çağdan beri bir yerleşme alanıdır. Bölgede bilinen en eski uygarlık Gasgas’lardır. Daha sonra sırasıyla Hititler, Dorlar, Paphlagonlar, Kimerler, Lidyalılar, Persler, Kapadokyalılar, Elenler(Eski Yunanlılar), Pontlar, Galatyalılar, Bitinyalılar , Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar bu bölgede egemenlik kurmuşlardır. Homeros‘ta bu bölge Paphlagonya adıyla geçmektedir. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılması ile Safranbolu, Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenlik alanında kalmıştır. Yöreye Türklerin 10. Yüzyıldan önce gelerek yerleştiklerine ilişkin izler bulunmaktadır. Ancak bu yerleşimlerin gruplar halinde olduğu ve egemenlik iddiası taşımadığı sanılmaktadır. 1074 yılında Ankara-Kastamonu üzerinden İstanbul’a gitmekte olan bir Bizans ordusuna yolda göçebe Türkmenlerin saldırmış olması, Türklerin yörede giderek egemenliğe yöneldiklerinin işaretidir. Safranbolu tarih boyunca çeşitli uygarlıklar arasında el değiştirdiği gibi Türklerle Bizanslılar arasında ve hatta Türk Beylikleri ile Osmanlılar arasında da el değiştirmelere konu olmuştur. 1213-1280 yılları arasında Çobanoğlu Beyliğinin egemenliğinde kalan Safranbolu’nun siyasi tarihi bu tarihten itibaren yaklaşık elli yıllık bir süre için netliğini kaybetmektedir. Bir kısım yazarlar bu dönemde Safranbolu’da Umur Beyin bağımsız bir Türk beyliği kurduğu görüşündedirler ve bu görüş Bizans kaynaklarınca da desteklenmektedir. Bu dönemde Gerede ile Safranbolu arasında ilişkiler bulunduğu ve İbn Batuta’nın sözünü ettiği Gerede Beyliğinin merkezinin Safranbolu olduğu ileri sürülmektedir. Candaroğlu Süleyman Paşa Safranbolu’yu 1326 yılında kendi egemenlik sahasına katmıştır. 1332 yılında Safranbolu’yu ziyaret eden İbn Batuta şehrin o günkü durumu ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Demir-Çelik endüstrisinin burada kurulması ile Karabük hızlı bir gelişme göstermiş, 1995 yılında il statüsüne kavuşturulmuş ve Safranbolu Karabük iline bağlanmıştır. Çok eski dönemlere dayanan bir tarihi geçmişe sahip olması ve çeşitli uygarlıklar arasında el değiştirmiş olması nedeniyle Safranbolu’nun adı da sıklıkla değişmiştir. Türklerden önce şehrin “Flaviopolis” (safran kenti), Germia, Theodarapolis ve Dadybra adlarıyla anıldığı yönünde tezler bulunmaktadır. Ancak bu adlardan Dadybra’nın kesin olduğu ve M.Ö. 21. Yüzyıldan beri kullanıldığı kabul görmektedir. Türklerden sonra şehir Zalifre, Taraklı Borglu, Zagfiran Benderli, Zağfiranbolu adlarıyla anılmış olup 1940 yılından sonra şehrin adı Safranbolu olmuştur. Safranbolu’nun Türkler döneminde taşıdığı adların sonunda bulunan borglu ve borlu eklerinin Hint Avrupa dillerinde “kale” anlamına gelen “borg, burg” kelimelerinden türediği ve “kaleli şehir” anlamında kullanıldığı ve sonradan “bolu” şekline geldiği , tarih araştırmacısı Hulusi Yazıcıoğlu’na ait eserde ifade edilmektedir. Safranbolu çok eskilere dayanan tarihi geçmişi içerisinde, bilinen en üstün ekonomik ve kültürel düzeyine Osmanlı Döneminde varmıştır. 17. yy.’da İstanbul-Bolu-Amasya-Tokat-Sivas Kervanyolunu Sinop’a bağlayan yol, Gerede-Safranbolu-Kastamonu güzergahını izlemekteydi. Safranbolu’nun bu yol üzerinde önemli bir konaklama merkezi oluşu, bölgede ticaretin gelişimine imkan sağlayarak yöreyi hızla zenginleştirmiştir. Bugün Çarşı kesiminde aynen korunmakta olan Cinci Hanı’nın ihtişamı o günün hareketliliğinin göstergesidir. CİNCİ HOCA Yöre halkının İstanbul ile ve Osmanlı Sarayı ile yakın ilişkileri olmuş, Safranbolulu Cinci Hoca Anadolu Kazaskerliğine kadar yükselmiştir (1644). Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa bir dönem Safranbolu’da ikamete tabi tutulmuş, sonrasında bir cami yaptırmış ve bu cami 1661 yılında ibadete açılmıştır. Safranbolulu olup sadrazamlığa kadar yükselen İzzet Mehmet Paşa’da Çarşı kesiminde bir cami yaptırmıştır. Safranbolu bu dönemde İstanbul’la yoğun ilişkilerinin yanında Kastamonu ile de ilişki içindedir. Yöre insanları zamanla İstanbul’a ve Kastamonu’ya giderek buralarda iş edinmeye başlamışlar, nakliyecilik, fırıncılık ve benzeri iş alanlarında söz sahibi olmuşlardır. İstanbul ve Kastamonu ile yaşanan ilişkiler, ticarette ve üretimde edinilen deneyim ve Ekonomik güç zaman içinde Safranbolu’nun gelişimini biçimlendirmiştir. Çarşı’da ve Bağlar’da biri kışlık ve diğeri yazlık olmak üzere yüksek kültür düzeyinde iki yerleşim oluşmuştur. Bu kültürel birikimin ve zenginliğin sonucu olarak gerek kentleşmede, gerek konut kalitesinde ve gerekse insan ilişkilerinin düzenlenmesinde zirveye varılmıştır. Çarşı kesiminde dericilik, yemenicilik, demircilik, bakırcılık, manifaturacılık, semercilik, nalbantlık ve kereste ticareti son derece gelişmiştir. İş alanları lonca düzeni içinde ayrı çarşılar şeklinde organize olmuşlardır. Safranbolu, sahip olduğu ekonomik gücü ve insan kaynaklarını Kurtuluş Savaşı sırasında büyük özveriyle kullanmıştır. Bu savaşta ordunun ayakkabı ihtiyacı büyük ölçüde Safranbolu’dan karşılanmıştır. Orduya çok sayıda asker de gönderen Safranbolu en çok şehit veren yerler arasındadır. Safranbolu’nun eski tarihi ile ilgili olarak bugün halen mevcut olan eserler höyükler, kaya mezarları, kabartmalar ve Sipahiler Köyünde bulunan Roma Tapınağıdır. Yoğun kalıntıların bulunduğu Hacılarobası civarında henüz yeterli kazı ya da araştırma yapılmamıştır. Kıranköy kesiminde bulunan ve bugün cami (Ulucami) olarak kullanılmakta olan Hagios Stephanos Kilisesinin Theodora tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Bunların dışındaki eserler çoğunlukla Türklerin egemen olduğu dönemlere ve özellikle Osmanlı Dönemine aittir.. *** BENZER BİR YAZI : ÇEŞM İ CİHAN - AMASRA Şenol YAZICI

  • Burhaniye Dutluca ve Deliktaş

    Felekten Bir Gün Çaldık * Şenol YAZICI * Bu yaz gibi hiç olmamıştı Ayvalık; ne soğuğu soğuk, ne sıcağı sıcak ne de insanı bildiğim tat ve kıvamda... Haziranda gelmiş, karpuz kabuğu yalıları doldurmuş, ama bırak denize girmeyi soğuktan göz açamamıştım. Nerde o cıvıl cıvıl hal? Sokaklar insansız, fare düşse başı yarılır, esnafın yüzü sirke satıyor... Herhalde yanlış ayakla girdim, ondan deyip dönüp gitmiş, Temmuzda yeniden sağ ayağımla denerim demiştim, ne beklemişsem?.. Herhalde Tanrı, haşarı ve ayrıcalıklı çocuklarını; savaş hastası Amerika, İsrail, Rusya'yı ve öteki cümle işini gücünü bırakıp zıvanasını bozduğumuz dünyaya, Şenol kulu denize limonata gibi bir havada girsin diye yeni bir ayar çeker sanmışım demek ki. Temmuza doğru geldiğimde hava gene aynıydı, gazeteler Karadeniz yaylalarına yağacak kardan söz ediyordu. Görünen kışlıklarla geçirecektik bu yazı. Var mıydı öyle bir dua bilmiyorum ama güneş duasının tam zamanıydı, öyle... Bir sabah uyandık ki Tanrı duymuş, hatta restini çekmiş, fırının kapağını açık bırakmış; Temmuz ağır ağır değil, birden olanca sıcağıyla gibi üstümüze çökmüştü. Artık sabahın köründen akşamın ayazına değin nefes alınamayacak kadar buram buram sıcaktı. Eğer klimanız yoksa fırın gibi pişen evlerden, varsa bir anlamsız uğultunun, cehennemi gürültünün eşlik ettiği, ama binaların gölgelediği sokaklardan burnunuzu çıkarsanız sizi arapkızı yapacak astar isteyen bir sıcak... Gezmek ne mümkün. Dağ gibi büyüyordu gözünüzde sıcak. Sokağa çıktığınızda uzaktan elleri kolları istemsiz sallanan, sarsak sarsak yürüyen, abuk sabuk konuşan, Darvin'in evrim teorisini haklı çıkaran bir avuç insan görüyordunuz. Her şey tersine dönmüş, denize akşamları giriyorduk artık. Akşam derken öyle ikindi filan değil, son zamanlarda tersini duymaya başlamışsak da, iyi ki bu sularda moby dick cinsi balinalar, jaws türü köpek balıkları yokmuş dedirtecek kadar zifir zindan akşam yani... Beni ise sormayın. Anlamsız muhabbetler, bomboş insanlar yerine kitaplarımı ve yazılarımı yeğlerim diyen, belki günlerce bilgisayarın başından kalkmadan çalışan bende ise bir insan düşkünlüğü başladı ki sormayın. Okuduğumu anlamak ne mümkün, her defasında bir önceki sayfanın yitirdiğim anlamını bulmak için çevirdiğim ilk sayfa değil bu. Yazmaya gelince o daha beter; bırakın güzelliği, anlamlılığı, bu paragrafta baştan aldığım ve sonunda yanlışsız yazmayı başardığım kaçıncı cümle bu, hesaplayın. Bir kez, insan isterim demeye başlamayın, o acziyetin sonu gelmez derdi, padişahı tanımayan ama halayığı olmakla övünen büyük ninem. Bendeki o hal; engellendim ya görmek için aklımı atıyorum. Burnundan kıl aldırmayan büyük nineme şaşardım, sen ki kibir abidesisin, ataninenden bilmem kimin, yüzyıllar önce Yavuz'un Trabzon yöneticiliği sırasında oda hizmetçisi olduğuyla övünmek nasıl bir şey... Ben de Malkoçoğlu Cüneyt'in torunuyum desem mi? Oldu mu şimdi, biraz akıl, biraz ince zeka, üstünde çalış; akıncı beyi ünlü Malkoçoğlu tarihi bir gerçek, Cüneyt'se onu canlandıran artist... Güzel şans bu, güzel taktik de; ortama göre yeni bir tarih yazarak, şecereni oluşturup var olmak... Kime ne zararı var, sen kendini iyi hissedeceksin işte, karşındaki de sıradan bir kulla değil, Koç'un bir yakınıyla hasbıhal ettiği için mutlu olacak... Yazlıkçının var böyle bir şansı... Düşün senin gibi tiridi çıkmış birkaç insan bir araya gelmişsiniz, sonradan gelen biri, ortama geldiğinde "Akbank'tan geliyorum," diyor, öteki "Akbank'tan mı geliyorsunuz?" diye soruyor, gelen "Hayır, Akbank'tan geliyorum " diye yineliyor. Ne sakıncası var ki? Maksat güzellik olsun. Ayvalık'tan tanıdığım Uğur arkadaş, uyumsuzluk sergileyen , aklı hala, ona göre şatafatlı günlerinde kalan, uyumsuz yeni emekli arkadaşlarına "Etme eyleme, bir ortak yanımız yok emeklilikten başka..." derdi. Çok doğru, ama biraz eksikmiş o. Çünkü emeklinin soyunu sopunu bilen hep başkaları bulunur, ya yazlıkçının... Buradaki tek payda YAZLIKÇILIK, bu hiçbir şeye benzemeyen bambaşka bir payda. Belki eskiden de vardı; YAYLACILIK, TÜTÜN KAÇAKÇILIĞI... gibi uğraşılan işle ilgili geliştirilen yaşama biçimleri ve kültürleri, kendine göre de raconları... Derler ya kız isterken söylenen yalan meşrudur, çünkü yuva yapıyorsun; yazlıkta da olmadığın gibi görünmenin hiç sakıncası yoktur, çünkü muhabbet etlensin istiyorsun. Ben çok bilimsel konuyu, örneğin divan şiirini ya da atomun çekirdeğini parçalama işlevini ya da Marx'ın diyalektiğini... dört, beş saat kan ter içinde anlattığımız, tartıştığımız masadan kalktığımda en ateşli tartışmacı, benden daha güzel ve marka mayosu ve spor ayakkabıları olan masa arkadaşımın ilkokul diplomasını rüşvetle su tesisatçısı olarak işe girmek için aldığını duyacak, şaşıracaktım. "Sana işkence olmuştur," dediğimde de en samimi halinde "Beni değerli gördünüz ya, hevesiniz kırılmasın, " dediğinde çok şaşırmıştım. At martini Debreli Hasan dağlar inlesin... Öyle günler işte. Hiç huyum değil ama aklım fikrim insanda... Sanki aşığım var, öyle aranıyorum. Ama uğultunun, duvarlarda ve tavanda yansıyan sesin senin sesini aştığı Sarızeybek'te ya da fiyatlarda en azından Marmaris ya da Bodrum'u aşacak Kırlangıç'ta değil... Gözümde bir manzara; bir yeşillik, bir ırmak kıyısı, kaynayan bir semaver, burnumda taze çay kokusu, mangalda, çok değil ama, birkaç parça et... ama farklı insanların çeşni kattığı müthiş bir sohbet... Yani ben eski adamım halini basbas bağıran bir resim... İnceden alay ediyorum kendimle ama,"yeni adam" resmi nasıl olurdu acaba? HERHALDE İNSANSIZ BİR RESİM... Siz de bilirsiniz, sohbettir aklı cilalayan, daha işlek, kıvrak, güzel yapan... Ben de insanla onu yapacağım. Buna biraz kullanma deniyor, değil mi? O zaman da mazereti var; herkesin herkese yaptığıdır bu: İnsan insanın kurdudur, insan denilen zehrini alır... sözleri niye dersiniz? Artık bu yaşamın amentüsü, bilmemiz gerek: İnsan, karşı cinsi, cinsin devamı ilgisiyle evrensel bir yasayı uygulamaya koysun diye ararken, genelde insanı zehrimizi alsın diye ararız. Yani kovduğun ya da küçümsediğinde ötekine ördüğün kale aslında senin hapishanen, bir başka deyişle sen, kendine zarar veriyorsundur. Tanrının hikmeti... Orta bir yol bulup idare edeceksen, övündüğün o şanlı geçmişine, parana, makamına göre hak etmiş akılda bir adamsın demektir, yoksa itibarsız bir iddiacı, kazanımı olan hiçbir şeyi hak etmeyen bir hırsız ... Hem senin de büyük annen demez miydi; ötekininkini görmeyen kendininkini Musa'nın asası zanneder. İddia etmekle, şişinmeyle olsaydı kurbağa fil olurdu. İnsan yaşlandıkça son anları daha az, en eskileri en fazla anımsar hale gelir. 13 yaşımda girdiğim Trabzon öğretmen okulundan herkesi anımsıyorum, ordayken kalemimi kıran, saçımı çeken, benden daha çalışkan ya da güzel giyinen, ilk aşkımı elimden alan dahil, hiç sevmediklerimi bile... Rumlardan kalan, merdiven basamaklarındaki aşınan her bir taşını ezbere bildiğim, önündeki havuzda üç kırmızı koca balığın keyifle yüzdüğü binayı tüm ayrıntılarıyla anımsıyorum. İşin tuhafı bir zamanlar görmemek için üzerine şeddeli çizgi çektiğim sevmediklerim ne olduysa genel affa uğradı son zamanlarda... 14 Yaşımın ilk aşkını elimden alanı bile affettim. Yine de bazıları var ki onları asla unutmadım. Dar çevrelerde arkadaşlarınızı kendiniz seçemezsiniz, her şeyden önce bir ölçütünüz yoktur henüz elinizde, bir de yatılı bir okuldaysanız? Ne var ki Tirebolulu İhsan Çamur, Beşikdüzlü Emin Hasan Doğan benim belki de ömrümde kendi seçimim diyebileceklerim ilk küçük dostlarım oldular. Sonra yollarımız ayrıldı, ta Facebook icat olunana kadar. Elin gavurundan Allah razı olun, Facebook'tan birbirini bulduk. Ne var ki yüz yüze görüşmemiz 2013 baharına kadar kaldı. KADIKÖY Caddebostan'da Zuhal TEKKANAT ve Öner YAĞCI'yla bir programım vardı. Program bitişinde bir de baktım Emin Hasan, beni dinlemeye gelmiş. O günlerde öğrendim, İhsan Çamur erkeninden aramızdan ayrılmıştı. İşte böyle bir zamanda Hızır gibi yetişti. Telefonda uzun uzun anlatarak bir güne davet ediyordu. " Felekten bir gün çalalım, " diyordu. Körün istediği bir göz... Geçen yıl ziyarete gittiğimde görmüştüm EGE Kafede, AKÇAY'da yazlıktaydı . Hatta benle gelen İ. Gözaçan'la tanışmış, aynı ilçeden olduklarını öğrenince sonradan bizi bir yemeğe çağırmıştı, ben de sevinerek gelirim demiş, ama arkadaşımın isteksizliği nedeniyle gidememiştim. Sözünü kestim: Davetine çok sevindiğimi, zaten amaç ve motivasyon sıkıntısı çektiğimi, isterse ağaca bile çıkacağımı, yani geleceğimi, ama beni birileriyle ilişkilendirerek yapıyorsa bu daveti geçen yılki gibi duruma düşmemek için asla gelmeyeceğimi ona net biçimde belirttim. İstiyorsa buradaki onunla aynı ilçeden insanların numarasını ona verebileceğimi , dilerse davet etmesini ama beni aciz duruma düşürecek bir bağlantıyı kabul etmeyeceğimi ifade ettim. O da anladığını söyleyip numaraları istedi. 1 Ağustos günü yollardaydık. Daha önce iyi tanımadığı insanlar nedeniyle isteksizleşen GÖZAÇAN bu kez sabahın köründe sabırsızlanıp ne zaman yola çıkıyoruz diye sormaya başlamıştı. Ne güzel şeydir bu motivasyon ya da güdüleme... Nerdeyse anadan üryan gezindiğimizi unutmuş,  ayağımdaki şortu ve rengi kaçmış tişörtü atmış, şıpıdık terliklerimi çıkarmış, iki dirhem bir çekirdek, hem de çorap ve ayakkabı giyerek hazırlanmıştım. Benim arabayla çıktık. Önce Ören'e İskele'ye uğradık. Aslında arkadaşlarıma açmamıştım ama yazlığa yeni gelen Zeki Sarıhan'ı da almak, Öner Yağcı'yı arayıp onu da dahil etmek geldi aklıma, ama orda kimseyi tanımayacaklar, sıkılıp sorunlu hale gelecekler, bu kez benim yüküm artacaktı. Oysa çok isabetli bir şey yapmış olacakmışım, hiç haberim yoktu. Balık yemeye niyetimiz vardı ama kimsenin canı çekmedi. Daha önceden de defalarca geldiğim İskele ve Ören, birkaç yılda bu yeni başkanın becerikli ellerinde çok sevimli bir yere dönmüştü. Çok katlı olmayan yeşillik, aydınlık bir yerleşim... Eşkıyaya henüz teslim edilmemiş tertemiz sahiller... Evler de burda daha önce ucuzdu, sorunca o yargımızı çabuk değiştirdik, artık ev fiyatları Ayvalık'ı aratmıyordu. Dolaşırken bir öğretmen evi gördük sahilde, hemen kumsala ve denize açılıyordu. Hevesle daldık, ileriki zaman dilimlerinde belki bir işimize yarar, eşimize dostumuza tavsiye ederiz diyerek, ama o konuda da bütün sahillerdeki güzel öğretmen evleri gibi erkeninden işgal edildiğini anlamamız çok sürmeyecekti. Buluşma saati yaklaşmıştı, Burhaniye'nin içinden Dutluca'ya sapan yol aradık, çabuk da bulduk. Köy bu, ne olur ne olmaz diyerek benzin almak istedim. O anda telefon etti Emin Hasan, az ilerimizde CEMEVİ'nin orda bizi bekliyordu. Kolay bulduk, yol kenarında aracın yanındaydı. Camdan konuştuk, artık gidebilirdik. Ben önde Emin Hasan arkada Dutluca yazan levhaları takip ederek asfalt yoldan gidiyorduk. Emin Hasan'ın çocukluk arkadaşı bankacı Şefik, " Onun önde olması, bizim onu takip etmemiz, " gerekmez mi demesin mi? Siz siz olun sakın bir şekilde direksiyona oturmuş insana doğru bile olsa ani manevra gerektiren bir şey söylemeyin. Çünkü kusuru gidermek için hemen uymaya çalışan sürücü ciddi hatalar yapabilir. Allahtan arkaya baktım; Emin düzgün bir biçimde mesafe takip düzenine uyarak geliyordu, ama onun ardında bir minibüs, iyi göremiyordum ama devasa silüetiyle arkadaşımın aracını örter biçimde seyrediyordu, belli ki acelesi vardı. Hemen önümde bir sağa sapan yol vardı, sapacakmış gibi sinyal verdim, ama sapmadım, Emin işaretimi anlar ona göre de bizi geçer gider diye düşünmüştüm. Bir süre gittik, ne var ki arkamdaki araçlarda bir hareket yoktu, hiçbiri beni geçmiyordu. Bu kez önüme çıkan yeni bir sapağa saptım, çok içeri girmeden de durdum. O metalin metale çarpmasının yarattığı, niyeyse her seferinde dişlerimi sızlatan o meşum sesi ben duymadım. Ama Şefik heyecanla bağırınca durdum, o panikle de anladım ki korktuğum olmuş, takip mesafesini gözardı eden minibüscü Emin'e, Emin de herhalde bize çarpmıştı. Aynadan bakmaya cesaret edebildiğim zaman gördüm ki Emin'in araç en az 10 metre uzakta, minibüs de normal olmadığı besbelli bir pozisyonla tam onun arkasında dikiliyor, içlerindeki insanlar inmiş el kol hareketleriyle birbirine bir şeyler anlatıyordu. Görünen bize ulaşmadan olmuştu her şey. Yanlarına ulaştığımda minübüsün şöförü, seyirci, yeni olası tanıklar bulmanın şevkiyle telefonda konuştuğu birine anlattığını daha yüksek sesle tekrarlamayı sürdürdü. O arada konuşmayı kesip arkadaşlarımıza bir şey sordu, aldığı bilgiyle telefondaki kimse onu ya ikna ediyor ya da yatıştırıyordu: " Gel ağbi gel, İstanbulluymuş bunlar, öyle gel, " diyordu. Yani kolay lokma... Adapazarı'nda bir köyde tavuğun biri, önüme çıkmış, ben de kaçamamış, ezmiştim yeni şöförlük deneyimimde, nasıl paniklemiştim, dilimin tutulduğunu anımsarım ilk cinayetimden dolayı. Kahveden olayı görüp başıma toplanan, bana bir katil, bir düşman, gibi bakan insanlara bir edebiyat öğretmeni olduğum halde durumu anlatmayı başaramamış, soran birine bir umut kravatımı açıklamıştım; sevimli görünürüm umuduyla "öğretmenim ben," dediğimi anımsarım. Adamın nasıl sevinçle, kravatımı sallayarak "öğretmenmiş," deyişini unutmam. Tümenden bir asker ya da emniyetten bir polis olmadığıma böylesine üzüldüğümü de... Allahtan kan parasıyla kurtulmuş, bana bir küçük dana fiyatına mal olmuştu o tavuk. Dayanamadım: " Ne yani, İstanbullu olmamız yağlı börek mi gözüktü sana, takip mesafesi diye bir şey var, besbelli sen suçlusun ," dediğim şoför, nasıl bir ağız kalabalığına döndü anlatamam. Ses tonu da tehditkar bir hal aldı, benim yarı yaşımdaydı ama o anda çok da umurumda değildi. Hiç bir şey yapamasam ısırırdım onu, öyle öfkeliydim. Allahtan Emin beni kenara çekti: " Haklı olduğumu ben de biliyorum. Günü bozmayalım, sigortam var, sen arabana geç otur, bekle... " dedi. Emin'e de kızmıştım bu kadar alttan aldığı için. Arabaya geçerken içimden hala kavga ediyordum şoförle ya da onun temsil ettiği insan modelleriyle. Az sonra Emin yanımızdan gülerek geçince unuttum hepsini. " Ben işimi bilirim, doğru insanla arkadaş olmuşum, bak ne güzel yaptı, en azından günü kurtardı, " diyordum. İyi de hep bu namussuzlar mı kazanacak diyordu yine de içimden bir ses. Dutluca'ya eğimi giderek artan bir yoldan bir süre daha tırmandık. Köyün giriş yolunu biraz aradık ama sonunda bulduk. Dar sokaklardan geçerken bir şey için toplanmış kadınlar gördük, yanlarında durup ne yaptıklarını sordum. " Sünnet ," dedi yadırgamadan, " isterseniz buyrun, katılın ," demesi hoşuma gitti. En azından ehil bir köydü burası. Yeni zamanlarda özenle yapılmış bir yapının yer aldığı bir tepeye çıktık. Dutluca Kafe yazıyordu yanında. Bizi karşılayan arkadaşın anlattığına göre valiyle belediye başkanı birlikte açmışlar kafeyi. Sonra sebebi hikmetini çözdük. Dev bir kaya sunağı vardı hemen ardında. Milattan önceden beri kullanılan: DELİKKAYA . Delikli Kaya'da katılımcıların hepsiyle birlikte bir fotoğraf çektirdi ev sahibimiz ERHAN KARATAŞ. Ardından bizi birbirimizle tanışmamız için bırakıp kendisi çayı koymak için evine geçti. Madra Dağı eteğinde yüksekçe bir yere kurulu olan Dutluca Köyü, Delikli Taş'ı Burhaniye’nin doğusunda ve 8 kilometre uzaklıkta. Deliktaş, orta kesimi kemer biçiminde oyuk olan, geniş bir kaya kütlesinden oluşuyor. Halk arasında dişiliği ve üremeyi simgelediği inancı yaygın olduğu hemen dibindeki çalıya bağlanmış çaputlardan da anlaşılıyor, Deliktaş’ın yan taraflarında alev çukurları ve arınma havuzları var. Köyün körfezi panoramik olarak seyreden bu noktasına belediyenin yaptırdığı güzel bir kafe de var, ama çok istediğim halde grup bakmayınca ben de içini göremedim. Sonra Erhan KARATAŞ'ın evine yöneliyoruz. Yolda bizi Emin Hasan Doğan bilgilendiriyor: Erhan KARATAŞ, aslen Sivas Zara'lıymış. İstanbul'da mali müşavirmiş, oradan tanışıyorlarmış. Orda bir gazete de yazılar yazıyormuş. Bir ara yoğun olarak siyasetle uğraşmış, 2000'li yıllarda burayı satın almış, bir süre sonra da gelip yerleşmişler. GUGUK KUŞU diye bir kitabı varmış. Şimdi 12 dönümü burada evin altında olmak üzere 70 dönüm zeytinliği işleyen bir çitçi olmuş. Yükseltinin ucundaki eve yaklaştığımızda ilk göreceğim körfezin müthiş manzarası olacaktı. Önümüzde Burhaniye Ören ve Edremit sahilleri kuş uçusu 10 km uzakta yer alırken, arkada Çanakkale'ye doğru sıralanan KAZDAĞLARI puslu bir silüet olarak uzuyordu. Özenle ağaçlandırılmış bahçede dik bir eğimle başlayan bahçeye ve körfeze bakarken herhalde hepimizin aklında aynı şey vardı: Faust'un "Dur ey zaman, ne güzelsin," diyeceği bir yerdi burası. Ömrümüzü nerdeyse tamamlamış, belki ummadığımız kadar mal mülk sahibi de olmuş, ama böyle güzel bir yer sahibi olamamıştık. Böylesi bir yer için insan, şeytanla her türlü anlaşmayı yapardı geliyordu. Bir yandan da herkesin yapacağı değil diye düşünüyordum, bir günlük on günlük değil bu, bir ömür... Aynı dili konuştuğun tek bir insanın olmadan geçecek bir ömür... Ardından demir bir el arabasına koyulan mangalı yaktık, tedarikli gelen Emin Hasan ve arkadaşlarının aldığı et ve köfteleri pişirmeye başladık. Ev sahibine de zeytin ağacı getirmişlerdi. Böyle ince düşünen bir çocukluk arkadaşım olduğundan mutlu oldum. Ne planlandığını bilmeyişimizden, bir de nasılsa masrafa ortak olacağımızı düşünüp bir şey almamıştık. Gerçi sonradan Emin Hasan bize misafir olduğumuzu söyleyip katılımımızı kabul etmeyince üzülecektik ama yapacağımız bir şey yoktu. O arada KARATAŞ'ın eşi de ortaya çıktı, tanıştık. Afiyetle yedik. Araç kullanacaklar hariç, bazı arkadaşlarımız bir şeyler içti. Sonra da sohbete oturduk. Bize burayı nasıl aldığını ve nasıl yerleştiklerini anlatıyordu ev sahibimiz. O arada bir şeyi fark ettim, aslında her sahnesi iyi planlanmış bir oyunda gibiydik. Biz kendi bildiğimiz gibi davrandığımızı sansak da KARATAŞ, ipleri bırakmıyor, o sahneyi çok belli etmeden bize oynatıyordu. Aynı zamanda iyi bir tiyatro oyuncusuydu sanki, öyle tiyatral anlatıyordu ya da çokça yinelenen bu sahneye otomatikman iyi hazırlanmıştı. Başka türlü bu kadar insanın yaratacağı kargaşayı düşününce... Sordum kendisine de ... Tiyatroculuğu yoktu ama diksiyon dersleri almıştı. Yerleşme öyküsünün bittiğini " hadi birer torba alın incir toplayın, " demesinden anlamıştım, yokuşu kastederek " kendine güvenemeyenler gitmesin, kaç incir istediğini söylesin sadece. " Otomatiğe bağlamışım gibi elime tutuşturulan poşetle zeytinliklerin arasında hemen herkesin katıldığı bir grupla, hiç itiraz etmeden incir aranırken buldum kendimi. Demek hava hoşuma gitmiş, bozmaya cesaret edememiş ya da kıyamamıştım. Oysa kimsenin de bir tane almayacağı o incirler ve poşet başıma bela olacaktı ondan sonra, eve gelinceye kadar da bırakmayacaktım niyeyse. İncirler küçük, koyu mor, tatlı incirlerdi, herhalde susuzluğa dayanabilen bir tip, bildiğim Aydın inciri değildi. Aşırı olgunlaşıp susuzluktan yer yer yanmışlardı. Bu arada ilerleyen saatle birlikte körfezin rengi değişiyordu. Burası her dem güneşli bir tepeydi. Herhalde gece en son inen yerlerden biriydi. Sanıyorum akşam olmak üzereydi. Elimizden bırakamadığımız incirlerimiz, armağan zeytinlerimiz önümüzde, son fotoğraflarımızı da çektirdik. Şimdi fark ediyordum, yedi incir fidanı vardı, oysa onlar dört kişiydi, yani EMİN arkadaş, bizi de temsilen incir fidanları getirmişti. Yazıyı bitirdiğimde internetten okuyan KARATAŞ, beni telefonla aradı. Zeytin fidanlarıyla ilgili bir köşe gösterdiğini ama yazıda değinmediğimi soyledi. " Üç fidan," dedi. Her 6 Mayısta misafirler geliyor zeytin fidanları dikiyorlarmış. Bizim getirdiğimiz fidanları da plaketle dikecekmiş bu yıl, bizim adımızla. Ben teşekkür edecek, nasıl önemi yok diyeceğimi düşünürken, aksine bu beklenmedik ayar canımı sıkmadı değil, ama bozmadım, sakince açıkladım: "O zeytinleri yazıda yazdığım gibi ben getirmedim, Emin Hasan getirdi, bizden de para almadı. İyisi mi siz onun ve arkadaşlarının adını yazın, daha hakça olur. " KARATAŞ kolay pes edecek biri değildi. " "Bunu ben bilemem," dedi kararlı bir sesle. "6 Mayısta sizin plaketinizle bir zeytin ağacı daha olacak. " Artık pes ettim; "siz bilirsiniz ," dedim HOMEROS'un buralarda yaşanan binlerce yıl önceki TRUVA savaşını da anlattığı İLYADA ve ODESA'da geçen gül parmaklı şafaklar dağlara yapışmış, olağanüstü kıvamı arıyor, eşsiz güzellikteki renklerini takınmaya uğraşıyor, belki şafakla son gösterisini yapıp da ayrılacağı doruklara şimdiden yerleşmeye çalışıyordu. Her ne kadar güzelliğine doyamasak da konuk olduğumuz bir yerdeydik sonuçta. Yol bizi beklerdi. Birkaç kişi seslendirdi. Ne var ki görünen yönetmenin son bir sahnesi daha vardı, bırakmadı bizi. " Gelin, " dedi. Önümüze geçti, evin üst katına çıktık, bir nedenle elektriği kesik olan büyük salon kütüphane gibi döşenmişti. Gezdirdi, açıklamalar yaptı Erhan KARATAŞ. Sonra herhalde benim de bir rolüm olması gerektiğine karar vermiş gibi sahneye çıkmama karar verdi. Dedim ya iyi bir organizasyoncuydu ve KARATAŞ'ın aklında kırk tilki geziyordu, ama hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyordu. " Aramızda bir yazar Şenol... soyadı neydi? " dedi. Arkadaşlar sağolsun adımı ve soyadımı söylediler, o da tamamını yineleyip "Ona bir kitap imzalayıp verecektim ama gördüğünüz gibi elektrik yok," dedi. Ben de ışık altında olmaktan rahatsız, " Boşverin , almış kadar oldum ," ne kadar demişsem de işgüzar arkadaşlarım ellerindeki telefonlarla ortalığı gündüz gibi yaptılar, dahası o kitaba belli ki bir uzun bir sunuş yazıncaya değin beklediler. Sonra da ne olduğunu anlayamayan mahcup olan benim elimden tutup kitabını gösteren bir resmimi çektirdiler birlikte sağ olsunlar. Fotoğrafta arkada duran kitabı elinde tutan mahcup taze bendim. Allahtan burada kontrol ben de de o çirkin gülüşüm gözükmesin diye kestim fotoğrafı. O arada soruyorum Öner Yağcı'yla tanışıp tanışmadığını. Tanıştığını hatta onların sitesinin bir üyesi olduğunu, hasta olan orda oturan bir ortak tanıdıktan da bahsediyor, vahlanıyorum Öner'e söylemediğime. İlahi Erhan KARATAŞ, elin dert görmesin. Güzel bir kitap yazmışsın, onu tanıtan bir yazı da yazıp koymak boynumun borcu olsun. Değer. Bak bu sefer sen söylemedin, ben kendi inisiyatifimle ak'lettim , hatta yukarıdaki resmine ya da buraya tıklayarak o yazıya ulaşabilirsin. Dışarı çıktığımızda lacivert bir Ege gecesi patladı patlayacaktı. Minik, sarı bir ay gökyüzünde , o lacivertin içinde yüzmeye çalışıyordu, bir bebek ay... Vedalaştık. Emin Hasan'la bu kez her zamankinden farklı ayrıldık. Sizi bilmem ama zihnimin bir köşesini işgal eden güzel bir anıya, bırak o ANa dönmeyi, yeniden ziyaret etmeyi, ikinci kez açıp bakmaya, hatırlamaya bile korkarım; aynı güzellikte bulamam diye. O nedenle geçmişte bir güzellik yaşadığım yerlere gitmeye de korkarım, oysa kötü olaylar yaşadığım yerlerden başkasının aksine hiç çekinmem de... Çocukluk arkadaşlarım da öyledir. İnsanız sonuçta, ya onlar ya da biz bir adım fazla gelişmişsek birbirimizi rahatsız edeceğizdir , yani birbirimize batacağız da ondan. Oysa şimdi gördüm ki Emin Hasan benden daha da insan kalmış, güzel kalmış. Ama ben de dünya görmüş bir yaştayım, kıskanmadım, sevindim. Teşekkür ederim kardeşim. Sayende feleğe inat bir gün çaldık. Hem de çıkıp geldiğimiz kaynaklardan çok uzakta, gurbet ellerde... Keşke İhsan Çamur da olsaydı...

  • 2026 ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ YARIŞMASI

    Mehmet ŞAMİLOF * 2026 ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞVURU KOŞULLARI * 11 Nisan 1980’de öldürülen TRT İstanbul Radyosu Prodüktörü, Gazeteci Yazar Ümit Kaftancıoğlu adına bu yıl 22 incisi düzenlenen öykü yarışmasına başvurular 20/09/2025-31/12/2025 tarihleri arasında yapılacaktır. İki aşamalı bir değerlendirme sisteminin olacağı Öykü Yarışmasında: Seçici Kurul Adnan ÖZYALÇINER Zeynep ALİYE Mehmet GÜLER Öner YAĞCI Feyza AKBULUT ÖNER Eşref KARADAĞ Hakan CUCUNEL Armağan CAN Öztürk TATAR Yarışmaya katılım için son başvuru tarihi 31 Aralık 2025 olup diğer şartlar aşağıda sıralanmıştır. 1- Eser sahipleri yayımlanmamış ve ödül almamış tek öykü ile katılacaklardır. Konu sınırı yoktur. 2- Öyküler (bilgisayarda 12 punto ile yazılmış) en az 3 en çok 14 sayfa olacaktır. 3- Öykülerin yazılı olduğu dosyanın sağ üst köşesine büyük harflerle rumuz yazılacaktır. Kesinlikle gerçek ad ve soyadı belirtilmeyecektir. 4- Katılımcılar öykülerini 4 kopya olarak gönderecekler ve gönderinin içine ayrı bir dosyada kısa özyaşamı, adresi ve telefon bilgilerini belirteceklerdir. Aksi durumda öyküler değerlendirmeye alınmayacaktır 5- Değerlendirme 1., 2., ve 3. şeklinde olacak, ilk 10'a giren öyküler kitap olarak basımı yapılacaktır. Dereceye giren katılımcılar plaket ve kitap seti ile ödüllendirileceklerdir. 6- 31.12.2025 son katılım tarihidir. Gecikmelerden ve kaybolmalardan düzenleyen kurum sorumlu değildir. Öykü yarışması sonuçları 30.03.2026 tarihinde basın yolu ile açıklanacaktır. 7- 2026 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri Gecesi 11.04.2026 tarihinde yapılacaktır. 8- Yarışmaya katılacak olan tüm katılımcılar dereceye giren öykülerin kitap olarak basımını kabul etmiş sayılır. TESLİM VE GÖNDERİM ADRESİ ÖZTÜRK TATAR YÜZYIL MAH. BARBAROS CAD. No: 109A BAĞCILAR/İSTANBUL TEL: 0531 608 40 33 Ümit Kaftancıoğlu Kimdir? Ümit Kaftancıoğlu, 1935 yılında Ardahan'ın Hanak ilçesinin Koyunpınarı (Saskara) köyünde dünyaya geldi. Çocukluğu Dede Korkut boylarının zengin anlatım geleneği içerisinde, halk âşıklarının, söz sohbet bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü, efsane dinleyerek, okuyarak geçti. İlkokulu bitirdikten sonra köy çocuklarına açık tek kapı olan Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girdi. Kaftancıoğlu, Cılavuz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Mardin’in Derik ilçesinde ilkokul öğretmeni olarak görevine başladı. Daha sonra Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirip bir süre Rize’nin Pazar ilçesinde Türkçe öğretmenliği yaptı. Yedek Subay olarak görev yaptığı askerlik dönüşü, TRT'nin açtığı sınavı kazanarak, Köy Yayınları bölümünde göreve başladı. TRT İstanbul Radyosu'nda "Av Bizim Avlak Bizim", "Dilden Dile" ve “Yurdun Dört Bucağından” gibi programlarla halk kültürünü, halk âşıklarını, halkın eksiğini ve sıkıntılarını mikrofona taşıdı. “Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır.” der. Bu gözlemlerini doğrularcasına, Anadolu'yu gezerek derlemelerle halkın sözlü yazınını ve halk türkülerini yazıya döktü. Günümüzde bile sevilerek dinlenen “Evreşe Yolları Dar” ve “Yüksek Yüksek Tepeler Ev Kurmasınlar” türküleri Kaftancıoğlu'nun derlemeleri arasındadır. Radyo programcılığı yanında edebiyat dünyasında da adını duyuran Kaftancıoğlu, "Dönemeç"le (Öykü) TRT Büyük Ödülü birincilik (1970) ve "Hakullah"la (Röportaj) Milliyet Gazetesi Karacan Ödülü birinciliği (1972) aldı. 11 Nisan 1980 günü görev yaptığı TRT İstanbul Radyosu’na gitmek için çıktığı evinin önünde öldürüldü. Yapıtları * Dönemeç (Öykü) 1972 (Yeni Basım Yalın Ses Yayınları-2006) * Hakullah (Röportaj) 1972 * Yelatan (Roman) 1972 * Tek Atlı Tekin Olmaz (Halk Masalları) 1973 * Tüfekliler (Roman) 1974 (Yeni Basım Yalın Ses Yayınları-2006) * Köroğlu Kolları (Halk Destanları) 1974 * Çarpana (Öykü) 1975 * İstanbul Allak Bullak (Öykü) 1983 Çocuk Kitapları * Kekeme Tavşan (1974) (Yeni Basım Yalın Ses Yayınları-2006) * Çizmelerim Keçeden (1979) * Altın Ekin (1979) * Dört Boynuzlu Koç (1979) * Kan Kardeşim Doru Tay (1979) * Hızır Paşa (1980) * Çoban Geçmez (1980) (Yeni Basım Yalın Ses Yayınları-2006) * Şülgür Deresi (1981) * Salih Bey (1981) ekleyen: Mehmet Şamilof

  • BOZKIR

    Yusuf ERBAY * seherde bir çoban bozlağı yıkar kubbeyi… (elinde asa dilinde dua gönlünde sevi) kuşlukta bir yemen ağıtı düşer avluya (yokuş yolda yalın ayak vurulur mehmet) akşamla devran döner talihi dönmez çobanın (kısmeti zulüm gelin kadının ve kınalı kuzunun) -hiçbir kurşun sabır namlusunda patlayan öfkeden hızlı delip geçemez zulümle çekilen perdeyi….

  • Dursun Akçam

    YALAN SÖYLÜYORSUN Sabah soğuğu vardı, üşüyordum. Her sabah böyleydi,titrerdik boyunduruk üstünde. Güneşin doğmasını dört gözle beklerdik. Beklemekten öte kendimiz çağırırdık güneşi. “Yetim gömleği”di güneşin adı: “Güneş gel, çocukların ağlıyor /Yer, gök kara bağlıyor/Bir kaşık yağ, bir kaşık bal al da gel/ Bir gömlek, bir çift çorap al da gel...” Her sabah koro halinde söylerdik bu “norovel”li tüm hodaklar. Tam on bir gün, on bir geceyi bırakmıştık geride. Bir günlük ara için köye dönmemize daha dört gün vardı. Bu dört günü tüketmek dile kolaydı. Haziran ayı. Günler uzun mu uzun, sabahın götü açılmadan, akşamın götü kapanıncaya değin boyundurukta hep o bir günü beklerdik. Pantolonumun dizleri yırtılmıştı, kıçımdaki yama da kopmuştu. Donum yoktu. Açık yerlerden sinekler sokuyordu. Buluzumun(mintan) da delik yeryler vardı ama bereket versin gömleğim vardı altında, sinekten, böcekten gömlerğim korurdu beni. Ama başım gözüm Allah’a emanet!Güneş kızdıranda “Pızankal” dediğimiz bıyıklı,mavi gözlü sineklerin saldırısına uğrardık. Nasıl da acılı okları vardı. Çoğunu öldürürdüm şamarımla soktukları yerde. Pızankallardan ayrı kara sinekler yumağı döner dururdu üstümüzde, ağımıza, burnumuza, kulağıma girerlerdi. Bulutlu havalarda, bir de akşamın gölgesinde daha bir kudurgan olurlardı. Avuçlarım içinde yumak yumak kara sinek ezerdim. Alnımdan, şakağımdan sokanları öldürmek isterken, yumruğumla suratımı döverdim. Bir gün Çıhıstan Ormanında Yetim Cevri’nin tarlasını sürecektik. Akşam öküzü açtıktan sonra Kel Yusufla kuru odun toplamaya gittik. Ateş yakarak ısınacaktık. Yusuf elindeki keserle bulduğu kuru dalları kesiyor, ben kucaklıyordum. Topladığız dalları dalları, göğsümün üstünde kollarımla sıkıca kenetledim. Tam bu sırada “Kinkile” adı verilen o belalı kar sinek tam alnımın ortasına kondu. Ellerim boşta değildi, “Yetiş Yusuf!” dedim, imdada çağırdım. Yusuf keserin düğmesini alnıma bindirdi. Gözlerimden kıvılcım yağdı. Acıdan odunları attım kucağımdan. Alnımdan kan akıyordu. Sinek kaçmış, kurtulmuştu. Şollo Yusuf’a iki belalı şamar attı. Sonra da bir paçavra yakarak alnıma bastı. Köye alnım yaralı, dudaklarım güneşten yarılmış dönecektim! Kuşlar ötüyordu her biri bir yandan, renkleri çiçek rengi, boynu, karnı, nadı, her biri ayrı ayrı renklerle bezeli, gagası kırmızı kuşlar. Ben onları da sevmiyordum, boyunduruk üstünde çektiğim çilenin görüntüleriydi onlar. Çiçekler acem halısı gibi nakış nakış yere serilmişti. Ama ben o çiçekleri de sevmiyordum. Acının, ölmenin ve çaresizliğin bir parçası olmaktan öte neyi anlatırdı bana? Zor günlerin renkleriydi hepsi de o kadar. Bulutlardan da korkardım, kapkara bulutlardan daha çok korkardım. Onlar yağmur getirecek, başımıza dert açacaktı. Bomboz sis bulutları baş belasıydı! Otu, çiçeği çimeni ıslatırdı . O yüzden paçalarım dizlerime değin su içinde kalırdı, çarık, çorabım vıcık vıcık , ayaklarım üşürdü. Sabah yıldızı da baş belasıydı, yıldızlar da onun irili ufaklı yavruları. Öküzcülerin sesini getirirdi, sersem sepet boyunduruğa sıçramayı, soğukta titremeyi. Ben evime dönmek istiyordum. Döndüğüm zaman sabahtan akşama değin hep uyuyacaktım, hiç uyanmayacaktım. Evime bir dönebilseydim! Birden zincir kaydı ayaklarım altından, tepe üstü yuvarlandım öküzlerin önüne. Dünya bir kalbur içinde elendi,kalbur ters döndü. Öküzün bacaklarına tutunarak doğrulmaya çalıştım. Şollı’nun azarını işitmeden yenden binmeye çalışacaktım. Bir de baktım, öküz adımlanmıyor. Önde, arkada öküzlerin hepsi duruyordu. Hodaklar inmişti yere. Şolla durmuştu. Eli belinde başını sağa sola sallıyordu. Hodaklar da oraya gidiyordu birer, ikişer. Ne olmuştu? Yana çıktım. İlk haberi İso getirdi: “Duymadın mı? Kotanın dişi kırıldı!” “Essah mı?” “Anam avdım olsun yalanım varsa” Ekledi, “Git görürsün!” Kotanın en önemli parçasıydı,kotanın dişi. Pelitten yapılan dayanıklı bir ağaçtı. Başına çelikten ucu sivri bir demir takılıydı. En altta toprağı yararak giderdi. Koştum, gözlerimle gördüm. Kotanın dişi, Çeliğe monte edildiği yerden kırılmıştı. Şolla üzüntülü, günlük sahibi Musa, ah, tüh ederek dövünüyordu. Şollo onu teselli etti: “Senin bir kaybın yok, kotanın dişini yaptırdıktan sonra kaldığımız yerden başlarız senin tarlana!” dedi. Gök açıldı, üstümden kara bir bulut kalktı! Demek köye dönecektik!.. Ama bu sevincimi dışa vurmadım. Ben de üzgün görünmeye çalıştım. Şollo gibi, Musa gibi konuşuyordum: “Lanet kör şeytana,bin lanet! İşimiz yarım kaldı. Üç dört gün daha gayret etseydi, köye!..” Farkına varmadan çok tekrar etmiş olmalıyım ki, Şollo’nun şamarı patladı yanağımda: “Yalan söyleme ulan, biliyorum, sevinriyorsun!”, dedi, Musa’ya döndü, “Bu bacaksızlar şeytanın teki! Ötekiler de ayni numarayı yapıyor. Biliyorum, içlerinde zil takıp oynuyorlar. Köye döneceğiz çünkü. Umurlarına mı senin tkarlan yarım kalmış,umurlarına mı kotanı bitirme işi iki gün geriye sarkmış!” Gün öğle zamanı köyün yolunu tuttuk. Gel keyfim gel! DURSUN AKÇAM * (1930, Ardahan - 19 Eylül 2003, Ankara ), “On üç doğum yapıp altısını yaşatabilmiş” bir köylü ailesinin çocuğu olarak Ardahan ’ın Ölçek köyünde 1930 yılında doğdu. Köyde açılan geçici Halk Dershanesi'nde okuma yazma öğrendi. Bitirdiği ve edebiyatla tanıştığı Cilavuz Köy Enstitüsü, yaşamının dönüm noktası oldu. 1945'te girdiği enstitüyü 1950'de bitirdi. Önce Kars'ın Oluklu köyünde, bir yıl sonra kendi köyünde olmak üzere Kars yöresinde 1956'ya, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girinceye kadar öğretmenlik yaptı. 1958'de Ardahan Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atandı, orada bir yıl kaldı, askerliğini yedeksubay öğretmen olarak Kuleli Askeri Lisesi 'nde edebiyat öğretmeni olarak tamamladı. 1960-63 arasında Kırıkkale Lisesi ve Keskin Ortaokulunda öğretmenlik yaptı. “Analarımız” adlı röportajı ile Milliyet gazetesinin Ali Naci Karacan ödülüne, Haley isimli öyküsüyle 12. Antalya Festivali Sanat Ödülü'ne, Kanlı Derenin Kurtları adlı eseriyle 1976 TDK Roman Ödülü'ne layık görüldü. 12 Mart döneminde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesince tutuklandı ve TÖS davasında yargılandı. 8 yıl 10 ay hapse mahkûm edildiyse de Yargıtay sürecinde beraat etti ve bu süre içinde hep açığa alınmış durumda kaldı. Daha sonra Ankara Atatürk Lisesi'ne atandı ve oradan İncesu Ortaokuluna sürgün edildi. 12 Eylül'de yurtdışına çıkmak zorunda kaldı ama yazma azmi sürdü. 11 yıl ülkesine dönemedi. Daha sonra Kuşadası 'na yerleşti. Edebiyatçılar Derneği'nce Onur Ödülü'ne değer görüldü (2003). 19 Eylül 2003'te, iki aydır tedavi gördüğü akciğer kanserinden öldü. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı ( TİHAK ) kurucu üyesiydi. Yazar ve akademisyen Taner Akçam ve yazar Alper Akçam'ın babasıdır. Varlık, Yeni Ufuklar, Demet, Köy ve Eğitim, İmece, Pazar Postası, Son Havadis, Dünya, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam, Vatan, Yön, Devrim, Türk Dili, Forum, Milliyet Sanat, Yeni Toplum, Demokrat Dergi ve gazetelerinde yazıları ve öyküleri yayımlandı. Kırsal gerçekliklere ilişkin gözlemlerini edebi, mizahi bir üslupla anlattığı yapıtları: Ölü Ekmeği Sevdam Ürktü Doğunun Çilesi Kan Çiçekleri Taş Çorbası Kafkas Kızı Dağların Sultanı Kafdağı'nın Ardı Kanlıdere'nin Kurtları Maral Köyden İndim Şehire RÖPORTAJ Kan Çiçekleri Altta Kalanlar

  • Yeri Bilinmese de Osmanlı'da Bir Rasathanenin Açılışı ve Yıkılışı

    TAKİYÜDDİN'in RASATHANESİ * 19 Ağustos 1575' te Takiyüddin tarafından kurulan rasathane 1580 yılında topla yıkıldı. 1575-1580 yılları arasında hizmet veren rasathane Şeyhülislam Kadızade fetvası ve padişah ııı.Mu rat'ın emriyle denizden açılan top ateşiyle yıktırıldı. Takiyüddin 'in Rasathanesi (Dar-ü'r Rasad-ül Cedid), 1575 yılında Osmanlı bilgini Takiyüddin tarafından İstanbul 'da Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir . 1571 yılında Osmanlı Sarayı'na müneccimbaşı olarak atanan Takiyüddin'in, Padişah III. Murad 'a, astronom Uluğ Bey 'in Semerkant 'da hazırlattığì " Zic-i İlhânî " adlı astronomi gözlem ve hesaplarının eskidiğini belirten raporunu sunmasından sonra kurulmuştur. İstanbul Rasathanesinin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde herhangi bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış bile olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu belirlenm iştir. Rasathane 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade'nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle denizden topa tutularak yıkılmıştır. 1577'de İstanbul'da bir kuyruklu yıldız gözlemi Tarihçe Kuruluşu Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılda namaz vakitlerinin belirlenmesi, kıble yönünün tayin edilmesi ve takvimin hazırlanması için gökbilim kullanılmaktaydı ancak kurulan küçük çaplı rasathanaler gündelik hayata yönelik oldukları için uzun ömürlü olmamıştı. 1571'de Müneccimbaşı Mustafa Çelebi ölünce yerine Müneccimbaşılığa atanan Takiyüddin'i himayesi altına alana Vezir Sokullu Mehmet Paşa ve Hoca Sadettin Efendi , onun gözlemevi kurma isteği ile ilgilendiler ve onu desteklediler. Uluğ Bey, Zîci'nin gününü doldurduğunu, günün ihtiyaçlarına uygun olmadığını ve yeni gözlemler ışığı altında yeni tablolar oluşturulmasının gerekliliğini açıklayan bir layiha hazırlayıp padişah III. Murat'tın huzuruna çıkan Takiyüddin, Padişahın adıyla anılacak bir zîc hazırlamakla görevlendirilerek rasathanenin kurulması için izin, yer ve ödenek aldı; rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına nezaret etme görevi de kendisine verildi. Kaynaklara göre gözlemevinin kurulması için hükûmetin tahsis ettiği masraf on bin altındır; Bu tutar o dönemde büyük bir miktardır ancak Merâga ve Semerkand gözlemevlerinin masrafları göz önüne alındığında oldukça düşüktür. Yeri bilinmeyen gözlemevinin varlığını gösteren o semtteki evlerden birine konulmuş rubi tahtası Konumu Gözlemevinin yerleşim yeri için İstanbul'da Avrupa yakasında bulunan yüksek bir yer olan Tophane sırtlarındaki bir bölge seçilmiştir. Bu yer kimilerine göre " Galatasaray Mektebi 'nin bulunduğu mevki civarında"; kimi kaynaklara göre Galata Kulesi 'nde ve Galata Sarayı'da; kimilerine göre ise Galata Dağı'nın tepesindedir. Hüseyin Ayvansarayî 'nin 18. yüzyıl sonlarında yayımlanan Hadikatü'l Cevami adlı eserinde, bir rivayete göre Galata Kulesi'nin Takiyüddin tarafından bir gözlemevi olarak yaptırıldığından; ancak bu gözlemevinin Padişah III. Murad tarafından Ocak 1580'de yarısına kadar yıktırılsa da kulenin yıkılmadığından bahsedilir. Aynı eserin başka bir yerinde ise Tophane 'de yer alan kulenin, Şeyhülislam Hoca Sâdeddin Efendi 'nin " astronomiyle uğraşan devletlerin kısa sürede yıkılması" yönündeki ifadelerinden ötürü yıktırıldığı ifade edilir. Tayyarzâde Ahmed Atâ 'nın Tarih-i Atâ adlı eserinde, kulenin 1582 civarında Takiyüddin tarafından gözlemevi olarak kullanma amacıyla tamir ettirildiği belirtilir. Takiyüddin de Cedvel-i Esma-i Buldan adlı eserinde, Galata'daki bir kulede gözlemler yaptığından bahseder. Mehmed Süreyya , bu gözlemevinin Galata Kulesi'nde kurulduğunu belirtse de Johannes Heinrich Mordtmann , Mehmed Süreyya'nın Tarih-i Atâ 'da geçen "Tophane üstünde kulle-i cebelde" ("Tophane üstündeki tepenin zirvesinde") ifadesindeki "büyük bağ evi" anlamına gelen "kulle" sözcüğünün "kule" olarak yorumlanmasıyla birlikte "hatalı olarak" gözlemevinin Galata Kulesi'nde olduğu çıkarımında bulunduğunu ifade eder. Kulenin, Takiyüddin'in gözlemevi olduğu yönündeki iddialar günümüzde geçerliliğini korumamaktadır; ancak Takiyüddin, gözlemevinin inşası öncesinde Galata Kulesi'nde birtakım çalışmalar gerçekleştirmiştir. Yıkılışı İddiaya göre rasathanenin tamamlanmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra beliren bir kuyruklu yıldız nedeniyle Sultan III. Murad Takiyüddin 'den kehanette bulunmasını talep etmiş, o da bu yıldızın bir mutluluk ve saadet devrinin habercisi olduğu tahmininde bulunmuştu. Ancak bunun tam aksine o devirde ortaya çıkan bir salgın hastalığın getirdiği felaket nedeniyle rasathanenin muhaliflerinin sayısında bir hayli artış olmuştu. Takiyüddin gözlemlerine bir iki yıl daha devam edebilmişti. Bazı kaynaklar ise bilime muhalif bir tarikatın yıkım kararının alınmasında etkili olduğunu belirtmektedir. İlber Ortaylı 'ya göre İstanbul'daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, bunun üzerine III. Murat, denizden top atışı ile rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır. Kimi araştırmacılar rasathanenin yıkılmasının gerçek sebebinin bir siyasal çekişme olduğu iddia edilmiştir. Rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi'nin Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi ile farklı siyasi gruplarda yer alması ve bu gruplar arasındaki çekişmenin yıkıma sebep olduğu sanılmaktadır. Kullanılan aletler Takîyüddîn, bu gözlemevinde dokuz gözlem aleti yapmış ve kullanmıştır: Zât el-Halâk (Halkalı Araç), Zât el-Şubeteyn (Cetvelli Araç) Zât el-Sak- beteyn (İki Delikli Araç) Duvar Kadranı Zât el- Semt ve'l-irtifâ (Azimut Yarım Halkası) Rub-u Mıs­tara (Tahta Kadran) Müşebbehe bi'l-Monâtık Zât el-Evtar (Kirişli Araç) Saatler Hazırlanan tablolar İstanbul Gözlemevi'nde Güneş, Ay ve gezegen­lere ilişkin gözlemler yapılmış, bu gözlemler şu tablolarda verilmiştir: Sidret el-Müntehâ (1577/78-1580) Teshil Zîc el-Aşârîy- ye el-Şehinşâhiyye (Sultanın Onluk Sisteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu, 1580) Cerî- det el-Dürer ve Hâridet el-Fiker (İnciler Topluluğu ve Görüşlerin İncisi, 1584) A.A

bottom of page