Nedendir bilinmez, bilinir de ben denemeye öyle başlamak istedim. Bilinmez mi hiç, “yoksulluğu” yok ederek, tarihin çöplüğüne göndermezler, bilerek isteyerek!
Göndermezler, gönderemezler, çünkü bu siyasal düşünceler, yoksulluktan, cehaletten besleniyor. Aynen vampirin kandan beslenmesi gibi, aynen şeytanın gerilimden beslenmesi gibi…
Siyaset için kavga eden, onun neferi olanlar - görmek için bakın - yoksullardır. Aydınlıktan korkan bu siyasal düşünceler, bilerek, isteyerek yoksulluğun devam etmesine yönelik politikalar geliştirir. Yine bilerek, isteyerek kendilerine muhtaç insanları "ne oldururlar, ne güldürürler," az demez çok demez bir şeyler verir ki, kılıcını sallayacak insanlar hep olsun!
Devletten ekonomik yardım alan hane sayısı altı buçuk milyonun çok üstünde, yaklaşık yirmi beş milyon insan; bu sayı da ne yazık ki artarak devam ediyor, edecektir de…
Yoksulluk, geleceğin baş belasıdır. Yoksulluk ve yoksullar, ah ah! İşte çarpıcı bir örnek:
Uzak değil, tanıdığım, bildiğim biri, sigara içmekten sap sarı sararmış ve fırçalanmaya fırçalanmaya üstünde parmak gibi tortu oluşmuş dişler, üst baş desen perişan; dökülüyor, giysiler, konteynırlardan toplanmış gibi, kimi büyük, kimi küçük! Evi deseniz, yıkık dökük, hani kuvvetli bir rüzgâr esse depremsiz yıkılacak! Öte yandan oy verdiği parti için ölmeye, öldürmeye hazır!
Bilerek ve isteyerek, yoksulluğun sürmesinden yana ekonomik politikalar üreten siyasal anlayış, bir yandan da cehaleti kutsallaştırdığına tanık oluyoruz. Biraz sonra buna vereceğim örnekle bana hak vereceksiniz. Bunu evrensel dramatik bir örnekle somutlaştırayım:
Cengiz Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur, adlı yapıtında mankurtlukla ilgili yaptığı anlatım, insanın kanını donduruyor. Peki, nedir mankurtluk?
“Esaret altına alınacak kişinin önce saçları kesilerek kazınır, ardından başına ıslak bir deve derisi veya keçi dersi sarılır, elleri kolları bağlı bir şekilde güneş altına bırakılır. Deve derisi, keçi derisi kafada kurudukça gerilir. Gerilen deri, başı mengene gibi sıkar ve büyüyen tüyler, kafanın içine doğru büyür ve dayanılmaz acılar vererek o kişinin aklını yitirmesine neden olur. Artık bu kişi, aklını, düşünme yetisini tamamen kaybetmiş, bundan sonra kendinden istenen her şeyi sorgusuzca yapan bir köleye dönmüştür.”
Böyle kişiler, ona bir bardak su verenin kölesi olur, o derse onu yapar!
Ekonomik sistemler -klasik tabirdir - insanlara balık tutmayı öğretmeli, onların üretime katılmalarını sağlayacak uygulamalar yapmalı. Şimdi burada dünyadan değil de kendi tarihimizden bir örnek verelim. Kurtuluş Savaşı sonrası büyük bir kalkınma hamlesi başlatan genç cumhuriyet, modern tesisleri hayata geçirmiş, uçak fabrikası, Sümerbank ve Etibank'ı kurmuş, demiryollarını devletleştirilmiş, tarıma önem vererek üreticiyi desteklemiş. Hele “köy enstitülerinin” kurulması başlı başına bir devrimdir.
Çok ilginç, güler misin, ağlar mısın cinsinden bir başka örnek: Eğitim modeli için araştırmalar yapan bakanlık yetkilileri,
İsrail’e gider, İsrailli yetkilinin verdiği cevap, tarihi bir derstir. “Biz sizin köy enstitüsü modelinizi kendimize uyarladık, kaynak sizde,” demiştir.
Yoksulluk ve cehalet onurlu, tam bağımsız bir devlet olarak yaşamanın baş belasıdır. Süratle yoksulluğu sonlandırmak lazım, yoksulluğu bitirecek yatırımları süratle hayata geçirmek lazım. Ekonomik bağımsızlık, siyasal bağımsızlığın sigortasıdır. Fakat ne acı, yoksulluk tükeniyor, ne cehalet! Bakın, tarım tükendi, yatırımlar azaldı, yetişmiş beyinler bir bir yurt dışına gidiyor.
Almanya İkinci Dünya Savaşında ekonomik olarak çok büyük bir yara aldı, Japonya yerle bir oldu. Bugün bu devletler en kalkınmış ülkeler arasında değil mi, ya Güney Kore, yarattığı markalarla nerelere geldi? Şimdi bir parantez açalım: 1950 yılında TBMM de alınan karara istinaden beş bin kişilik bir tugayla sırf Nato’ya bizi alsınlar diye Güney ve Kuzey Kore arasındaki savaşta taraf olup Güney Kore’nin yanında savaşa katıldık. Bu savaşta yedi yüzün üstünde askerimiz şehit oldu, yüzlerce askerimiz, yaralandı, kayboldu, esir düştü, ne için?
Şimdi “şehitlik” nedir diye soralım, evet nedir şehitlik?
Devrin siyasal iktidarının siyasal menfaatleri için askerlerimiz şehit olmuş, siyasal konjoktör nedeniyle, “ne için, neden, ne adına...” soruları sorulup cevaplanamamış. Biz de bu soruları buraya koyup parantezi kapatalım.
Cehaletle ilgili can alıcı bir örnek vereceğimizi söyledik ya, verelim şimdi örneğimizi. Anlı şanlı bir profesör dedi ki, “ben cahillerin ferasetine güveniyorum.” Şimdi bu sayın profesör cehaleti yüceltmiş olmuyor mu? Ben bu sayın profesörün dediklerini kulağımla duydum, vallahi dedi. Bu profesör şimdi nerede biliyor muyuz?
Köy enstitüleri, cehaleti kökünden kazıyacak muhteşem birer eğitim kurumu iken, hangi akılla, hangi motivasyonla yok edildiğini anlatabildik mi? Yoksul köy çocuklarının çağdaş normlarda okutulması, aydınlatılması fevkalade bir şeyken, nasıl olur da yok edilir, bu nasıl bir kötü niyetliliktir?
Demiryollarının komünist işi olduğunu söyleyen kasaba siyaseti, köy enstitülerinin de komünist yuvasına döndüğü yalanıyla kapatırmıştır. Dünyada ne kadar komünist varsa o kadar taş düşsün kafanıza. Şimdi demeyelim yine bilerek, isteyerek yoksulluktan, cehaletten nemalanan siyaset her şeyi bilinçli yapıyor, yoksa ne diye bu güzelim kurumlar kapatılır, ne diye demiryolu taşımacılığı komünist işi deyip ülkeyi petrol milyarderlerine mahkum eder?
Altını çizmek için sorularımıza devam edelim İkinci Dünya Savaşından çıkan Almanya ve Japonya bugün nerede, ya Güney Kore? Bu soruların cevabını topu taca atmadan verelim.
Yazık, yazık, çok yazık, bu canım ülkenin güzellikleri bir bir kayıp gidiyor elimizden.
Muasır devletler düzeyine ulaşmanın yegâne yolu aklı özgür kılmak, tutsak beyinleri kurtarmaktır, mankurtluk yaygınlaşırsa derler ya, “aynı gemideyiz,” batıp gideceğiz…
コメント