
ŞENOL YAZICI
*
Hep idealimdi, yazar olacaktım.
O dönem öyleydi; arka mahalle çocukları için sınıf atlamanın birkaç meşru yolu vardı: Ya okur vali olurdun, ya da doktor... Elbette o da kafayla olurdu, artı emek, sabır, seni o kadar okutacak aile de isterdi... Feto henüz emekleme çağında olduğundan soruları çalacak kimse yoktu, o kafa da yoksa sende şansın varsa futbolcu, şarkıcı, artist... Biraz mürekkep yalamışsan, varsa yeteneğin yazar olmakta bir olasılık, ama zor, uzun yol...
En dertli, sıkıntılısı yazarlık; ama hapsi var, yasaklanması var, dünya emek ver tam ün kazan, kitapların peynir ekmek gibi satılsın, o zaman söylediğinde hikmet var sayıp dünyanı karartırlar, Nazım'ı yurdundan sürgün ettiler işte; ne var ki namın sen öldükten sonra da sürer, öyle güçlü...
Demek ki imkansızlıklarım çok, düşlerim ve hırsım gem tutmaz; hepsini deneyenlerdenim.
Erzurum Tıp Fakültesinin kapısından bir Anatomi Atlasının 1600 lira olduğunu duyunca geri dönmüştüm. 1600 lira deyip geçmeyin, bir öğretmenin maaşı 1.ooo L. olduğu dönem...
Valilikse, bak onu denemedim, bildiğim değildi ki. İnsan bildiğini hayal eder... Çevremde okuyan yok, bütün arkadaşlarım koltukçu, mobilyacı, yorgancı... Bir ağabeyim asker, bir ağabeyim eğitimci, babamınki nasıl akılsa, bir bizde okuyan çocuk, başka bildiğim örnek yok, kasabada yok...
Ne tuhaf herkes gider mersine, bizse tersine... Beğenmediğin o dönem bugünkü gibi değil; şimdi eğitim görenler işsizliğe ya da pazarlarda limonculuğa yazgılı ; o dönemse yeter ki aklın olsun, yeter ki oku, eğitim gör, ...
Babam yolda beni doktor yapma sözünden caydı, öldü. Kaldım mı bir başıma, aklım var ama bilgi ve görgüm yok... Bir süre kararsızlık yaşadıktan sonra, en son çıkar çıkmaz iş bulacağım Edebiyat öğretmenliğine karar vermiştim. Ne var ki bu özverili, alçak gönüllü mesleği biraz daha cilalayacak bir iş daha düşünmüş olmalıyım ki yazarlığı alacaktım sıraya.
Kalemimden kan damlayacak, haksızlığa isyan eden yazdıklarımla ortalığı birbirine katacaktım korkusuzca ve aynen Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi, Orhan Kemal gibi, Zola... gibi erkeninden hapse düşecektim.
Ya da Çetin Altan gibi T.B. Millet Meclisini tarumar edip bayrak asacak, elbette dayağımı yiyecek ama susmayacaktım.
Mahkeme görmeyen, hapse girmeyen, yazdıkları en az bir kez yasaklanmayan kimin ciddiye alınacak yazar olduğu görülmüştü ki?
O dönem yazarlık buydu: Bir tür süpermen...
Dönem o .
"Zararlı neşriyat" sayılan bir kitap, bir sayfalık yazı değil, iki dize şiir bile olsa üstünde bulunan, o bir ev yapımı nadide bir bomba, en azından Karadeniz yapması 7.65 bir tabanca, sen de "anarşist" muamelesi görürdün.
141, 142 ya da bilmem ne maddesi... diyerek yıllarca içerde yatılan zamandı.
İşin ilginç yanı, bizler 68 kuşağı ve ardılları, tıpkı asılan ya da bir sokak köşesinde kıstırılıp ya da hapishanede işkencede öldürülen ağabeylerimiz gibi tüm gençlik, yani ülkenin koca bir on yılı, ölüm dahil başımıza gelecek her şeye teşne, bir "türkü söyler" gibi büyük bir aşkla koşuyorduk.
Nasıl bir halse, bize zulmedecek olan bir devleti hayal ediyor, bir benzerlik bulunca da Yılmaz Güney filmindeymişiz gibi dayak yemiş, yüzü gözü şiş ama haklı, ama mağrur ama yenilmemiş mağduru oynuyorduk.
Kolay değil kendini kurtaramayan iki üç ergen çocuk ülke kurtarma niyetindeydi.
Denizlerin asıldığı yıl yani on küsür yaşımda yeni mezun ilkokul öğretmeniydim, aklım asılacak darağacı arıyordu ama iç güdülerim ; yaşasan da bir işe işe yarasan daha iyi olmaz mıydı derken, en büyük kahramanlığım olacak yazarlığı hayal ederek taksitle ödenmek koşuluyla bir Almancı yakınıma bir daktilo sipariş edip getirtmiştim.
17 yaşımda, yazık ki ideolojik bir nedenle değil de, şimdi utandığım avantür bir olaydan, "kaymakam dövmekten" hapse düşmüş, açığa alınmış, beş altı ay açıkta geçirmiş, maaş alamadığımdan ödeme yapamamış, daktiloyu Almancıya geri kaptırmış, yazarlık hayalimi ötelemek zorunda kalmıştım. Sonra da Yeni Ortam gazetesinde, yazar olacağımın ilk kanıtları herhalde, yaşadıklarımı yazdığım Mustafa Ekmekçi kanalıyla yayınlanacak ve yine onun kanalıyla gidip görüştüğüm Ecevit ve Mustafa Üstündağ tarafından göreve iade edilme onurunu yaşayacaktım.
Göreve iade edilmiştim ama hakkımda beni devlet memurluğundan attırmaya kararlı bir soruşturma başlatılmıştı. Ne yani kaymakamlarını dövdürmek gibi bir alışkanlığı mı vardı devletin, yanıma bırakmayacaklardı. Müfettişin biri geliyor biri gidiyor, hiç akla hayale gelmeyen suçlarla suçlanıyordum. Bir Allah'ın kulu da çıkıp sormuyordu; ne zorun vardı her aybaşı maaş almaya geldiğinde kafayı çektiğin kaymakamla?
O zamanlar kırsalda okullar Ekimde açılır, 19 Mayıs'la kapanırdı, yani o kadar iş günü yoktu bile ama ben içerdeyken ortadan kaybolan sınıf defterinin olmayışına dayandırarak, o kadar eğitim öğretim süresi yoktu ama 200 gün devamsızlık çıkarmışlardı.
Fark etmeyecekti; belli beni yiyeceklerdi.
Kim söylediyse, istifa edersen soruşturma düşer deyince, bırakıp üniversiteye gidecektim.
Tam yerine gitmiştim. Tanrı tek başıma ülkeyi kurtaramayacağımı anlamış olmalı ki beni benim gibi binlerce uzgörü yoksulu romantik gencin olduğu bir denize atmıştı.
Sonrası biliyorsunuz.. Derdim o günleri ya da becerilerimi ya da davamızın asaletini anlatmak değil, yazarlığa bakış açımı anlatmaktı..
İşte tam o günlerde duyacaktım adını SELİM İLERİ'nin. Harçlığımdan artırabildiğim bazen aldığım dergilerde ya da ender çıktığı TV'de siyah beyaz görüntülerinde benden birkaç yaş büyük bir küçük burjuva kökenli gibi duruyordu. Yüzünde ve anlatımında kapristen ve kompleksten arınık bir ifade, ama benim ilgi alanım; insanı ancak ve ancak onun kurtarabileceğine yemin edebileceğim emek ve proletarya ilişkisine hiç değinmeden kültür sanat ve edebiyatın soyut güzelliklerinden dem vuruyordu.
Sanki bu ülkede yaşamıyordu; sokaklarda kol gezen ölümü, yoksulluğu, adaletsizlikleri yaşamıyordu.
Sonradan öğrenecektim, küçük burjuva da neymiş, bizimle kıyaslarsan üretim araçlarını elinde tutan şanslı kesimden bir burjuvaydı Selim İleri. Yani tam bir kentliydi, hem de yedi kuşak...
Yani egemen yazar kitlesinin çoğunluğunun dayak yemiş, ezilmiş, hırpalanmış, alt sınıflardan kırsaldan, en çok kasabalılardan ve büyük şehrin varoşlarından çıktığını, çoğunun dar gelirli, sınırlı olanaklarla meslek sahibi olacak kadar okuduklarını düşününce bu Hukuk Fakültesini sadece daha rahat yazabilmek için bırakmış beyzadeyi anlamam ve kabul etmem, arkadaş saymam zor olacaktı doğal olarak.
30 Nisan 1949 doğumluydu; sorarsan 1947 doğumlu DENİZ GEZMİŞ'in çağdaşıydı.
Ne var ki onun yazılarında bu romantik idealistlerin esamisi okunmuyordu, elbette karşıtlarımızı da alkışlamıyor; her aklı olan esnaf gibi havayı kokluyor, kazanacak olanı bekliyor; o süreçte de bizim gibi köylülerin mücadelesini de küçümsemiyor; daha doğrusu görmezden geliyor, sağolsun hiç o konulara girmiyordu .
Bu kaleminden kan damlamayan , proletaryayı savunmayan, bildiğimiz söylemleri kullanmayan ama karşı da çıkmayan, aleyhinde de bulunmayan, az sonra başlatacağı devrimden söz etmeyen, o devrim adına kıllı, nasırlı yumruğunu masaya vurmayan bu yumuşak, fazla şehirli, çok efendi yazarı sevmemiştim.
Aman Tanrım, karıncanın bile gönlünü incitmeyen, sanki her akşam eve ekmek götürmemizi sağlayan edebiyatmış gibi anlatan, o efemine konuşma benim yazar idolüme yakışır üslup muydu hiç?
Sen ne diyorsun, Ecevit'in dağa taşa adını yazdığımız, sol anlayışın %49,5 oyla iktidarın kapısına dayandığı, "o kış işçi devrimin gelebileceğini" karşı ideolojinin, ne ideolojisi bildiğin uydurma ülkem particiliğinin bile kabul ettiği, ettikleri için ülkeyi günde elli kişiyi öldürerek kanla temizlemeye çalıştıkları günlerdi. Aslında olacaklar belliydi; halkın en geniş kesiminin, yani her yeniden gelenden medet uman toplumun en yoksul olan büyük kesimlerinin oylarını toplayarak seçilen ECEVİT'E huzurla bir gün başbakanlık yaptırmayacaklardı. Tencere tava...ne bulduysalar sokağa döküleceklerdi.
Şaşıyorum, nasıl oldu da ondan sonra aynı vaatleri kullanarak iktidar olan ANAP'a ve AKP'ye itiraz etmemişlerdi. Demek ilmi siyaset buydu; nabzı tutacak, halkı hazırlayacaktın, bak o zaman...
Yazarın hızla, haksızlık etmeyeyim emin adımlarla demek daha doğru, yükselişini süreç içinde gözledikçe, ülkeyi cehenneme çeviren o büyük depremden hiç etkilenmeyişini izledikçe de kayıtsızlığım giderek öfkeye dönüşmüş, bir tür unutmaya vurmuştum.
Artık benim için Selim İLERİ yoktu.
İşte bu en büyük yanılgım olacaktı.
Hele ardıllarından Orhan PAMUK'un benim esnaflık dediğim, başkalarının "Nobel Avcılığı" dediği yolda izlediği yöntemleri gördükçe bu temiz yüzlü, sözün dikensizini seven burjuva çocuğu, ben sokak kedisi, o ev kedisi paradoksu ortada olsa da giderek sevimli gözükmeye bile başlayacaktı.
8 Ocak 2025'te (75 yaşında)aramızdan ayrıldı.
*

Ali Selim İleri (30 Nisan 1949, İstanbul - 8 Ocak 2025, İstanbul), Türk yazar, senarist, eleştirmen.
Babası Kıbrıslı, Hasan Hilmi İleri, Lefkoşa’dan İstanbul’a gelerek öğrenim gördükten sonra devlet bursuyla gittiği İsviçre’den yüksek makine mühendisi olarak döndü. Ev hanımı olan annesi Süheyla İleri, Adapazarlı’dır. Selim İleri’nin, kendisinden dokuz yaş büyük ablası Meral İleri, Alman Filolojisi eğitimi aldı ve Almanca okutmanlığı yaptı.
İlk eğitim yıllarını Firuzağa İlkokulu’nda geçiren Selim İleri, lise hayatında edebiyat öğretmeni Rauf Mutluay ve Fransızca öğretmeni Vedat Günyol’un etkisiyle yazarlık dünyasına adım attı.
Selim İleri; 1990 sonrası yazdığı bazı romanlarında kimi edebî ürünleri romanına malzeme yapar. Osmanlı’nın son dönemlerinde-Cumhuriyet’in ilk yıllarında eser vermiş Türk edebiyatının belli başlı yazarları, yazarların dönemlerindeki sosyal ve siyasî ilişkiler, eserlerdeki itibarî dünya onun romanlarına malzeme olur. Selim İleri bunu geçip giden bir dönemi, kaybolan bir kültürü, nankörce yaklaşılan geçmiş edebiyatımızı yeniden yaşatma isteği ile yapar. Bunu yaparak bir bilinç oluşturmak ister. Selim İleri romanlarında edebiyatın romana malzeme yapılması roman türünün sınırlarını da zorlar.
Lise ikinci sınıftayken Peride Celal'in Dar Yol romanından esinlenerek yazdığı Unutulmak adlı romanının yayımlanması için yayınevlerini dolaştı fakat reddedildi. 1967'de "Savaş Çiçekleri" adında bir öyküsü Yeni Ufuklar adlı dergide yayımlandı. 1968'da Günyol'un da yardımıyla öykülerinin yer aldığı Cumartesi Yalnızlığı/Güz Notları kitabı yayımlandı ve merhum babasına ithaf etti. 1970'lerin başında tanıştığı Halit Refiğ'in etkisiyle senaryo yazmaya başladı. 1971'de Cennetin Kapısı adlı ilk senaryosunu yazdı. 1973'te Destan Gönüller adıyla ilk romanı yayımlandı. Dostlukların Son Günü adlı öykü kitabıyla 1975'te yayımlanmasının ardından 1976'da Sait Faik Öykü Ödülü'nü kazandı. 2025 yılına kadar çeşitli türlerde birçok eser verdi.
*

SELİM İLERİ
Nasıl Edebiyatçı Olduğunu anlatıyor:
"1970 sonrasında, Halit Refiğ'in önerisi üzerine senaryo yazmaya çalışıyordum. Aslında, sinema, senaryo tekniği konusunda hemen hiçbir şey bilmiyordum. Filmde Fikret Hakan, Sevda Ferdağ oynayacaklardı. Derken çekim başladı, gazetelerde haberler yayımlandı.
Bir akşam Mühürdar'da Haldun Bey'e rastladım.
"Senaryo yazıyormuşsunuz" dedi, "Yeşilçam'a."
"Evet" diye yanıtladım, uzak, korunmalı.
Ben henüz 21 yaşımdaydım. Otuz üç yaş büyük Haldun Taner, "Siz" demekte ısrarlıydı. Ayrılıncaya kadar, o akşam, sonra, her zaman "Siz" dedi..
"Seviyor musunuz sinemayı, senaryo yazmayı?"
"Seviyorum. Yeşilçam'ı da seviyorum." Kırılmış, gururlu, inatçıydım.
Sonra anlattı: Sinema sanatının çekiciliğinden, o renkli dünyada sabır işi edebiyatın göveremeyeceğinden, edebiyata yeteneği olan bir insanın usul usul oralarda yiteceği endişesinden uzun uzadıya konuştu.
Buz gibi, yabancı, kötücül, dinliyordum.
"Beni yanlış anlamıyorsunuz, değil mi?"
Onu hiç "anlamıyordum" ki!
Örnekler, hep soyut bir dünyanın örnekleri oluyor; Haldun Bey, somut kişileri anmamaya özen gösteriyordu.
Umurumda bile değildi. Hem, karşıma nerden çıkmıştı? Ne istiyordu benden? İçin için öfkeliydim.
Haldun Bey, sonunda, "Bir gün de" dedi, "insan ne yazsa beğenir. Ne yazsa beğenmeye başlar artık. Senaryo yazarlığı para kazandırır. Yavaş yavaş her istenileni yazmaya başlarsınız... Edebiyatın tek denek taşı özdenetimdir.."
Susuyordum.
Gün batmıştı. Gece mavisi deniz. Akşam laciverdi.
Haldun Bey bana ne anlatmak istemişti?
Mühürdar'ın o zamanki, daha yeşil, daha nefti ortamı bir sinema sahnesini andırıyordu.
İnatla susuyordum.
"... Emin misiniz senaryocu olmak istediğinizden?"
Kendi yollarımıza döndük. Elbette birbirimize "İyi akşamlar" dileyerek. İçimde kırıklık,
Haldun Bey'e yabancılık hissediyordum; birbirimize yalan yere gülümsüyorduk.
Bir erinçsizlik, bir bunaltı ardıma takılmıştı. İtiraf edeyim ki, Haldun Bey'in sözlerinden hoşnut kalmamıştım. Hele son anda söyledikleri! :
"Sanatçı yaptıklarını beğenmemeli. Her defasında yeni baştan yaratabilmenin olanaklarını aramalı. Senaryo yazarlığına gelince, kıyıcıdır. Farkında olmadan seri üretimin içinde bulursunuz kendinizi."
Senaryolar yazdım yazmasına. Haldun Taner'in uyarısı peşimi bırakmadı. Ucuz işlerden uzak durmaya çalıştım.
Mühürdar akşamından on küsur yıl sonra, Cahide Sonku'nun ölümü üzerine, çok etkileyici bir yazı dizisi kaleme aldı Haldun Bey. "Milliyet" gazetesinde yayımlanıyordu dizi. Bu kez, bizde az rastlanılır bir özeleştiriyle, okları kendine çekmişti.
Cahide Sonku, Haldun Taner'e.. genç, beğenilen hikayeci Haldun Taner'e senaryo yazmasını önermiş. Gerisini birlikte okuyalım: "Dedim ya, hışırdım. Ukala idim. Hikayeci olarak esamim okunmaya başlayalı benim Yeşilçam'a, vaktiyle iki üç film yazmış olmamı biraz ayıp sayıyordum."
Düşünüyorum da, yolun başındaki, çok genç bir hikayeciyi gönül kırmadan "edebiyat"a çağırmış ellisini aşkın usta yazar, bir on yıl sonra, söz Cahide Sonku'dan açıldığında kendini ufalamayı göze alabilmiş. Şimdi böyle düşündükçe, Haldun Taner'in gönül inceliğini, gönül adamlığını büsbütün kavrıyorum.
"Dostlukların Son Günü", 1976 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmıştı. Değerli öğretmenim Rauf Mutluay, o zaman, "Cumhuriyet"te bir yazı yayımlamış; bu armağanı "yıldızın parladığı bir anda" kazandığımı belirtmişti.
Seçici kurul başka adlar üzerinde uzun uzadıya durmuş. Rauf Mutluay öykülerimi erken emekler, daha olgunlaşmamış verimler sayıyordu. Bu yazıya çok üzüldüğümü bugün neden saklayayım ki..
Yıldızın parladığı an, meğer Haldun Bey'in telgrafıymış! Armağanı meğer Haldun Taner'in oyuyla kazanmışım. Üst üste birkaç yıl seçici kurul toplantılarına katılmayan, oy kullanmayan "Konçinalar" yazarı telgraf çekmiş, kesin ve tek adayının ben olduğumu haber vermiş. "Dostlukların Son Günü" bir oy farkla öne geçmiş.
Pera Palas'ta kokteyl verildi. 26 yaşındayım. O kadar heyecanlıydım ki, bacaklarım titriyor, adımlarım birbirine karışıyordu. Mutlu muydum?
Haldun Bey kokteyle katılmıştı.
Bir ara, elden ele bir telgraf dolaştı. Bu telgrafın uzunca metninden irin ve kötülük fışkırıyordu. Benim için yazılmış olanlar çoktan beri gönlümü hiç mi hiç incitmiyor, yormuyor. Ama kötülük, benzeş, bire bir sözlerle Sait Faik'e, ölmüş bir yazara da bulaşıyordu.
O zamanlar, handiyse 30 yıl önce, bu telgraf beni elbette yaralayacaktı. Öyle de olmuş, yaralanmıştım.
Fakat hiç yakınmamalıyım. Yanıma gelen Haldun Taner, hayatıma kılavuzluk edecek sözlerden birini söyledi:
"İyi bir okur yalnızca edebi metinleri okur. İyi bir yazar yalnızca edebi yazılar yazmalıdır. Siz yetenekli bir insansınız, böyle düzeysizliklerle uğraşmaya hakkınız yok. Yarın, daha çok güzel şeyler yazacaksınız.."
Zehir zemberek armağan töreninde tek can dayanağı bu sözlerdi..
(SELİM İLERİ, "Kar Yağıyor Hayatıma", EVEREST Yayınları, 2020 -İlk basım 2005-)
*
ALINTI
Comments