Şapkamı Çıkarmam
- Doğan Soydan
- 11 dakika önce
- 5 dakikada okunur

Doğan SOYDAN
*
ÖYKÜ
*
(Halkın kıyafetini modern dünya ile uyumlu hale getirmek için 25 Kasım 1925'te "Şapka İktisası Hakkındaki Kanun" kabul edilmişti. 1934'te çıkarılan bir kanunla da din görevlilerinin ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmıştı.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında yapılan her yenilik gibi, TÜRKİYE'yi muasır medeniyetler seviyesine yükselmek içindi.
Ne var ki aynı dönemde farklı bir kanunla resmi yerlerde şapka ve benzeri başlıklarla resmi dairelerde bulunulması yasaklanmıştı)
*
Komutanlığın çağrı yazısına göre en geç saat onda karakolda olunacaktı. Bunun için otuz kadar köy muhtarı kimi atlı kimi yaya geceden yola çıkmışlardı. Erken gelen muhtarlar karakolun boş bir odasında bekliyorlardı. Hepsinin başı açık ve şapkaları ellerindeydi. Günlük hayatlarında şapkasız hiç bir yerde göremeyeceğiniz köylüler, şapkalarını çıkarınca, acemice makasla kestikleri yol yol tıraşları ortaya çıkmıştı. Birbirine bakıp gülüyorlardı. Herkes ordaydı, yalnız Başkaya Köyü muhtarı Kazım Amca gelmemişti.
Muhtarların toplandığı odanın üst başında örtüsüz bir masa, eski bir koltuk bir de sandalye vardı ama koltuğa da sandalyeye de kimse oturmamıştı. Onların dikkatini en çok çeken ise duvardaki haritaydı; her biri bir yandan eğri büğrü uzanıp gelen köy yollarını ve bu yolların gelip düğümlendiği karakol binasını gösteren bir haritaydı bu. Her muhtar kendi köyünün yerini, yolunu bulmaya, kendi köyünün adını okumaya uğraşıyor, Başkaya köyü muhtarı Kazım Amca'yı bekliyorlardı; köylerin sorunlarını en iyi o bilir, komutanın karşısında en düzgün o konuşurdu.
Muhtar Kazım Amca, “Dede” soyluydu. Köyleri, mezraları dolaşır, cem ayinlerinde cura çalar, deyişler söylerdi. Yarınların daha güzel, insanların daha mutlu olacağından dem vurup pir vari öğütler verirdi. Bu yönüyle köylülerce ve öteki muhtarlarca aziz bilinir, kimse saygıda kusur etmezdi. Kendisi de bunu bildiği için saygınlığına leke konduracak durumlardan sakınırdı. Aslında o da öteki muhtarlar gibi akşamdan hazırlanmış, sabah erken kalkmıştı. Yola çıkacağı an, “Değirmenden gelenden baç umarlar” diye düşündü. Eli boş gitmek ayıp olurdu, askerlere bir şeyler götürmeliydi. Biraz taze peynir, tereyağı, yufka ekmek, bir bakraç yoğurt hazırlatıp heybeye yerleştirinceye değin epey zaman geçti. Yolda bostandan birkaç da karpuz kavun koparıp heybeyi dolduracaktı. Karpuz bostanı, yolunun üstündeydi zaten.
Hafif bir esintinin dört taraftan toplayıp getirdiği çiçek kokusu, ot kokusu ve yolunu kesen küçük dereler öyle etkiliyordu ki onu, sanki buraları ilk kez görüyormuş gibi karşı dağlara, düzlüklere, bacası tüten yayla evlerine bakıyor en çok da yabanıl çiçeklere dayanamıyordu. Beş on adımda bir önüne çıkan sarı, mavi, kırmızı, mor, pembe çiçekleri toplamadan geçemiyordu. “Şu da güzel şu daha güzel!” diye diye bir demet çiçek topladı. Çiçeklerin yalnızca kırmızı, yalnızca sarı, yalnızca mor, yalnızca yeşil, pembe olması durumunda bu denli güzel olamayacağını düşündü. Ona göre mavi sarıyı, sarı kırmızıyı, kırmızı moru, pembeyi tamamlıyor hepsi bir araya gelince de bu güzellik doğuyordu. Bu güzellik, farklı renklerin bir arada olmasındandı. İnsanlar da renk renk, boy boy değil miydi?
Yol boyunca neye, nereye baksa bir güzellik görüyor, böyle bir vatanda yaşamanın erincini duyumsuyordu. “Vatan dedikleri, hürriyet dedikleri bu ise eğer işte sana vatan işte sana hürriyet!” diye söylendi. Sonra Mustafa Kemal Paşa geldi aklına; Yedi düvele kafa tutan, bir avuç insanı toplayıp koca bir devlet yaratan Kemal Paşa… Bunları düşüne düşüne sürdürüyordu yolculuğunu.
Bostan bekçisi Kamber, Muhtar Kazım Amca'yı böyle giyinmiş kuşanmış, körüklü çizmesi boyanmış görünce şaşırdı. Bir eliyle atın kayışını kavrarken bir eliyle de üzengi demirini tutup attan indirdi.
—Yolun hayradır inşallah ağam, dedi.
—Yeni kumandan Bey tanışmak istemiş de…
Kamber bostandan karpuz, kavun toplayıp heybeyi doldurdu, atın terkisine yerleştirdi. Muhtar Kazım Amca elindeki kır çiçeklerini koklaya koklaya, gümüş saplı kırbacı sallaya sallaya yeniden yola koyuldu. Karakola gelince atı karakolun kapısına değin sürdü. Muhtarlardan biri heybeyi alıp içeri götürdü biri de atı karakolun dışındaki dut ağacına bağlayıp geldi. Kazım Amca 1.85 boyu ile eğilerek girdi kapıdan. Yürürken zift kokulu döşeme tahtası kırılacakmış gibi eğiliyor, bastığı yer sallanıyordu. Elindeki çiçek demetini odadaki örtüsüz masanın üstüne bıraktı. “Gününüz aydın ola erenler!” diyerek selâmladı muhtarları. Muhtarlar sesli yanıt vermek yerine oldukları yerde hafif eğilip kalktılar. Muhtar Kazım, odanın üst başına varıp sandalyeye oturdu, şapkası başındaydı. Sabahtan beri şapka elde, baş açık bekleyen muhtarlar bir anlam veremediler buna. Biraz sonra komutanın içeri gireceğinden, “Bu ne küstahlık bu ne saygısızlık!” diyerek onu azarlayacağından korkuyorlardı; yazık olacaktı Kazım Amca’ya! Muhtar Kazım da sezinlemiyor değildi onlardaki bu tedirginliği ama olan olmuştu bir kere… Eşeğe binmesi bir ayıp inmesi iki ayıptı!.. Komutanın bu tavrı karşısında yılgınlık gösterip sandalyeden kalkmak, şapka çıkarmak onun ne Dedeliğine ne de ağalığına yakışırdı. Hele de muhtarların karşısında olacak şey değildi bu... Kendi densizliği yüzünden onların böyle bir cendereye sıkışmasından da rahatsız olmuştu. “Şu şapkanın yaptığı işe bak!” dedi, belli belirsiz gülümsedi. Oysa daha on altı yaşında bir gençken başındaki fesin nasıl alındığını, ilk şapkayı nasıl giydiğini, köyün şapkalı ilk delikanlısı olarak o gün köye nasıl geldiğini iki gün önce bir kez daha anlatmıştı köy odasında ve demişti ki:
“Sene 1925’in Kasım sonlarıydı. Yeni bir kanun çıkmış, fes giymek yasaklanmış, köylüsü kentlisi, amelesi, memuru herkes şapka giyecekmiş. Çok geçmeden Kemal Paşa’nın bu buyruğu bizim köylere de ulaştı. İşte tam da o günlerde mahkemeden bana bir celp kâğıdı geldi; 'Acele mahkemeye gelmesi…' Eee! Emir demiri keser, gideceğim ama şapka korkusu uykumu kaçırdı. Kimsede şapka yok ki emanet alıp giyesin. Kirli fesimi giyip yola düştüm. Korka korka mahkemeye doğru gidiyordum baktım ki iki jandarma; ne kaçabildim ne göçebildim! Fesimi başımdan alıp kasaturayla parçaladılar, 'Bundan sonra şapka giyeceksiniz, Kemal Paşa’nın emri' dediler. Mahkemeye varmadan önce tüccar Mahir’den bir şapka alıp giydim. Böylece köyün ilk şapkalısı delikanlısı ben olmuştum. Köye geldim herkes şapkama bakıyor; ben de bir hava bir hava!..”
Muhtar Kazım amca o eski günleri düşünürken ansızın kendine geldi, şapka elde bekleyen muhtarlar tedirgindi. Onlara göre şimdi Komutan gelecek, Kazım Amcayı rezil rüsva edecekti! Bu tedirginliği sezinleyen Kazım Amca heykel gibi dikildi muhtarların karşısına:
—Erenler biraz yiğit olun biraz dik durun, hiçbiriniz benim yüzümden darağacına çekilmezsiniz korkmayın! Biraz sonra siz de komutanın karşısında şapkalı oturacaksınız, dedi ve sandalyeye yeniden oturdu.
Önce omuzu tüfekli iki jandarma girdi odaya, biri kapının sağına biri soluna durdular az sonra da Komutan geldi. Ayakta duran muhtarlar oldukları yerde şöyle bir kıpırdanıp hazır ola geçtiler. Muhtar Kazım Amca sandalyeden kalktı, şapkasını çıkardı, komutanı selâmladıktan sonra şapkasını giyip sandalyeye yeniden oturdu. Muhtarlar, “Şimdi kıyamet kopacak!” diye bekliyor ve Kazım Amcanın başına geleceklerden korkuyorlardı. İşte o an beklediklerinden de kötü bir durum oldu: Komutan, odada şöyle bir iki kez gidip geldikten sonra parmağıyla Kazım Amcayı göstererek jandarmalara: “Bu adamı nezarethaneye atın!” dedi. Jandarmalardan biri Muhtar Kazım Amca’nın sağ kolundan, öteki sol kolundan tutup götürüyorlardı ki Kazım Amca ansızın geriye dönüp gürledi:
—Komutan Bey emriniz başım gözüm üstüne ama beni nezarethaneye neden attıracaksın, suçum nedir, bilmek isterim, dedi.
Komutan:
—Sen şapkanı çıkarmadın, suçun bu… dedi.
Muhtar Kazım Amca:
—Kumandan Bey, Burada şapkalı oturulmaz, oturan olursa onu nezarethaneye hapset emrini size kim verdi?
Komutan, duvardaki çerçeveli Atatürk resmini parmağıyla göstererek,
—Atatürk, dedi.
Kazım Amca o an kimsenin aklına gelmeyen bir çıkış yolu bulmuştu:
—Kumandan Bey müsaade ederseniz Atatürk’üm ile bir de ben konuşayım, deyince, Komutan bıyık altından güldü. O iki askere, 'Serbest bırakın!' diye emir verdi, sonra da, 'geç, konuş bakalım Atatürk’ünle' dedi. Muhtar Kazım Amca duvardaki Atatürk resminin karşısında hazır ola geçti, elini şapkasına götürüp bir asker selâmı çakıp Atatürk’ü selâmladı.
—Atatürk’üm bak! Bu kumandan Bey şapka giydiğim için beni nezarethaneye attırıyor, bu emri de sizden aldığını söylüyor, bu doğru mu? dedi.
Duruşunu hiç bozmadan ve sesini kalınlaştırarak kendi sorusunu, Atatürk’ten duymak istediği biçimde kendisi yanıtladı:
—Evlâdım, başınızdan fesi, sarığı, kalpağı ben çıkarttım, şapkayı da sizlere ben giydirdim. Hiçbir Komutan şapka giydiğiniz için muhtarını nezarethaneye atmaz, bunda bir yanlışlık var. Sen şapkanı giy, sandalyene otur, komutanın sana bir çay ikram etsin, dedikten sonra bir an komutana baktı ve konuşmasını sürdürdü:
—Komutanın öteki muhtarlara da söylesin, onlar da giysinler şapkasını...
Muhtar Kazım amca şapkasını giydi, sandalyeye oturdu.
Komutanın az önceki gülümseme çizgisi yeniden belirdi yüzünde, hiçbir şey söylemedi. Hoşgörüyü hisseden muhtarlar hep birlikte şapkalarını giydiler.
Toplantı başlamak üzereydi.























































Yorumlar