Muzaffer Buyrukçu
- maviADA
- 25 Ağu
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 Ağu

HER ŞEY BİTTİĞİ YERDE BAŞLAR’dan
*
Arkadaş olmamız, birbirimizi sevmemiz oldukça güç, üç kişi sandala atladık. Ağır ağır açılıyoruz. Tüy hafiliğinde sıcak, tuz kokulu bir yel yüzlerimizi yalayıp geçiyor... Terlemeleri, gözlerimize kaçan kurumları trende bıraktık. Tünelleri de, ırmakları da, kel dağları da, ekilmiş tarlaları da, ansızın görünüp kaybolan eşekli köylüleri de... Şimdi şehrin denizindeyiz. Islığa, çalgılardan gelecek seslere benzer sesler var içimizde. Bir yerimde tel tel kıpırdamalar oluyor. Gülesim geliyor, bir yere koşarak varmam gerekiyormuş gibi ileriye atılıyorum. Sevinç mi acaba? Ama tel tel kıpırdamalara, kafamın içindeki evlerin, sokakların açılıp kapanmasına, uzamasına, lâmbaların durmadan yanmasına sevinç diyebilir miyim gerçekten? Bir ekmek bıçağının döşemeye saplandıktan sonra titremesi, bir kuş sürüsünün şöyle uçuşu gibi bir şey!.. Ötekilerin de yüzlerinde kendi içimi görüyorum... Gözlerimi çevremde gezdiriyorum: Mavnalar, vapurlar, koşuşan yolcular, kubbeler, minareler, düzlüklere, yokuşlara, çukurlara kurulmuş evler. Üç kişi daha geliyoruz size. Hadi bakalım, sokaklarınızda, evlerinizde üç kişilik yer ayırın!..
Biri montgomerisini son düğmesine kadar açtı, kıllı göğsünü şişirdi:
"Es be! Es ulan rüzgâr... Oh be, oh yahu, İstanbul gibi var mı? Bu deniz gibi bir deniz daha var mı?" dedi, kafasını kaşıdı, birden sustu, ileriye baktı, güldü. Patlak gözlü, sarı, süzgün yüzlü bir çingeneydi. "Karagümrük'te oturuyorum." demişti. Ceplerini karıştırdı, çoğunun yazıları silinmiş, kenarları kopmuş katlı bir sürür kâğıtları, zarfları çıkardı, güneşe tuttu. "Sevgili anacım bu ay bana ne yap yap bir ellilik yolla..." Kahkahayla güldü. "Ulan ne dümenler be! Kocakarıya ne kazıklar attık." Kâğıtları parçalayıp suya serpiştirdi. Karşısında oturan çekik gözlü, basık burunlu, dört köşe yüzlü, tüysüz tatara: "Sen kaçıncı tümendeydin?" dedi. Tatar burnunu karıştırıyordu. "Alaydaydım ben." dedi. "Tamirhanedeydim annadın mı?" dedi. Çingene bana, kayıkçıya baktı, "Ben paşanın postasıydım." dedi, denize tükürdü... Önce çingeneye bu gösterişçiliğinden ötürü kızdım, sonra, "Belki de övünecek başka bir şeyi yoktur." dedim, bir süre küreklerin suya batıp çıkışını, ıskarmoz kayışını germesini, ötelerden suları yararak geçen motorları seyrettim. Öteleri, mavisi az bir güneş tozu yağmuru kuşatmıştı. Suların yüzünden buharlar titreşe titreşe çıkıyordu. Ellerimi suya sokuyorum, sandala vuran mor dalgacıkların köpüklerini yakalamıya çalışıyorum. Tatar bir cigara yaktı. "Şimdilik her şey bitti ağa, annadın mı herşey." dedi, bolca bir dumanı çingenenin yüzüne doğru üfledi.
"Tezkereyi cebime yerleştirmiştim. Bütün kapılar açık artık memlekette annadın mı? Adam sırasına girdik. Karı da bize, iş de bize annadın mı? Askerliğimizi yapmışız annadın mı?.. Şimdilik kıyıya vardık mı hemen atlıycam Aksaray'dan bir tremvaya, biletçiyle bir kıyak dalgamı geçecem, ver elini arap Kenan'ın kahvesi... Arap şaşıracak Tatar Kemalettin'i karşısında görünce, "Tıraşı bırak lan, biz geldik annadın mı?" diyecem. Bir bakacak yüzüme, "Vay ulan Tatar, ulan eşşoğlueşşek, nerden çıktın sen lan namussuz?" diyecek, sarılıp sarmaşacaz annadın mı? Bir demli çay yaptıracam annadın mı? Ey siyah gözlü kadın gazelini çaldıracam annadın mı? Tak, oradan volta eve... Çıkaracam postallarımı, bir uzanacam yataa annadın mı?" Çingeneye, bizimle ilgilenmiyormuş gibi görünen, "Ben buna benzer ne sözler duydum, neler gördüm" gibi bir duruşu olan kayıkçıya, bana baktı. Dört köşeli yüzünü dokunsan elliyeceğin bir hüzün kapladı. Ağır ağır: "Helbet bi iş bulacam bi yandan annadın mı? Hele bi onbeş gün geçsin aradan bakalım. Zülfiye'yi göreyim, bir iki sinema postası yapalım annadın mı?" Başını yukarlara kaldırdı, bir elini havaya savurdu, "Ne olacak be, ne olur yani annadın mı? Demir gibiyim. Bir sakatlığım yok çok şükür. Bu eller varken bende annadın mı hangi iş olursa olsun arnımın akıyla kalkarım altından. Erkeğiz be annadın mı? Erkek adama..." O konuşurken ben de içimden durmadan, "Annadın mı, annadın mı?" diyordum... Bir akşam karavanayı yedikten sonra koğuşa çekilmiştik ağızlarımızda cigaralar, türkülerle. "İçtimaaa" dedi biri, koşuştuk. Mektuplar dağıtılıyordu. Yatak arkadaşıma mektup çıkmamıştı. Ona mektup gelmiyordu. Ama o her mektup dağıtılışta koşardı... Ortadaki büyük direğe yaslanmış "Ben de insanım annadın mı?" demişti.
Gidiyoruz. Sular hışırdıyor... Kayıkçı olanca gücüyle küreklere asılan alabrus saçlı, yanık yüzlü, uzun çarpık burunlu bir adamdı. Küreklere abandıkça adeleleri geriliyor kollarındaki, boynundaki damarlar şişiyor, alnının bir yerlerinden fışkıran ter damlaları düzlü, eğrili çizgilerin arasından çenesine doğru akıyordu. (…)
MUZAFFER BUYRUKÇU
(Korkunun Parmakları, 1959)

Muzaffer BUYRUKÇU
*
"Sanat hayatına, kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf'ta yayımlanan öyküleriyle başlayan Muzaffer Buyrukçu'nun hikâyeleri 1945 yılından itibaren Gece Postası, Son Telgraf, Yeditepe, Yenilik, Yeni Ufuklar, Varlık, Mavi, Seçilmiş Hikâyeler, Mülkiye, Türk Dili, Dönem, Yansıma, Türkiye Yazıları, Papirüs, Milliyet Sanat, Cumhuriyet Kitap, Gösteri, Soyut, Ataç, Tanin, Yeni Sabah, Akın, Hürses, Vatan, Akşam, Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet ve Aydınlık gibi dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş ve yayımlanmıştır.
Korkunun Parmakları (1958 Dost Dergisi Birincisi), Kuyularda (Otağ Dergisi 1962 birincisi), Bulanık Resimler'le 1962 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü, Kavga ile 1968 Sait Faik Armağanı'nı kazandı. Yüzün Yarısı Gece ile de Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Armağanı'nı aldı. Edebiyat dergilerine geçişi ise 1953 başlarındadır. Konularını İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli, çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu'nun yaşarken 21 öykü, 10 günlük ve 8 roman olmak üzere toplam 39 kitabı basıldı
"
Muzaffer Buyrukçu‘nun çocukluğu Manisa ve Yalova köylerinde geçti. Yoksullukla savaşmak, aç kalmamak için çeşitli işlere girip çıktı. Bu yüzden öğrenimini sürdüremedi, Pertevniyal Lisesi’nde okurken orta ikiden ayrıldı. Askerlik sonrası Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak girdi (1951), yirmi yılı aşkın bir süre çalıştı ve kendi isteğiyle de buradan 1971’de emekli oldu. Bundan sonraki yaşamını İstanbul, kısa sürelerle de Ankara’da yaşayarak ve öykü, roman, deneme ve anı türlerinde eserler ortaya koyarak geçirdi.
Uzun zaman akciğer yetmezliği çekti. 2005 şubatında astım krizi sonucu hastaneye kaldırıldı. İki üniversite hastanesi para istedi ve acil servise almadı. Bir hastanede kalbi durdu, yeniden çalıştırıldı. Özel İsviçre Hastanesi tarafından kabul edilerek, tedavisi yapıldı. Son bir yıldır da evinde yaşam destek ünitesine bağlı olarak tedavisini sürdüren Buyrukçu’nun ölümü, evinde eşi Misli Buyrukçu’nun da sağlık sorunları yüzünden uyuduğu sanılarak iki gün sonra anlaşılabildi. Ölüm nedeni için otopsi yapıldı. Cenazesi oğlu Ekrem Buyrukçu’nun da Almanya’dan gelişiyle 28 ağustos 2006 günü Teşvikiye Camisi’nde kılınan ikindi namazı sonrası Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi.
Muzaffer Buyrukçu’nun Edebî Kişiliği
Edebiyata şiirle başlayan Buyrukçu iki arkadaşıyla iki ortak kitap yayımladı. Ama öyküye geçti, ilk öyküsü 1945 yılında Son Telgraf gazetesinde yayımlandı. Ertesi yıl da Otağ dergisinden ödül aldı. Gece Postası, Yeni Sabah, Tanin, Akşam, Vatan gazetelerinde yazdıklarıyla çıraklık dönemini atlattı. 1953 ‘te Yeditepe dergisinde modern edebiyatla tanıştı, etkilendiği bu edebiyatı benimsedi.
1959’da yayımlanan Korkunun Parmakları kitabı, büyük yankılar uyandırdı. Türk öykücülüğüne getirdiği yenilikten, özgürlükten ve kazandırdığı boyutlardan söz edildi. Dost dergisinin bir soruşturmasında yılın en beğenilen öykücüsü seçildi Korkunun Parmakları’yla yaptığı atılımı her yapıtıyla güçlendirdi, sınırlarını genişletti, içeriğini zenginleştirdi.
Düş, öykü, roman, günlük türlerinde ürünler verdi. Kendine özgü bir öykü, benzersiz bir günlük ve düş türü yaratan Muzaffer Buyrukçu, toplumsal ve bireysel durumların olaylı, sorunlu gelgiti var olmak, güven kayalıklarına tutunmak, tabandaki düzlükten yükseklerdeki bir yere tırmanmak için boyuna savaşan insanı, onun yaşamını derinden kavramayı, çeşitli ilişkilerini değerlendirmeyi, ilişkilerin hem bütünündeki devinimleri hem de arkalarında saklanan çelişkileri irdelemeyi, tepkilerin patlama noktalarını kurcalamayı amaç edinen bir yazar oldu.
Ürünleri coşkun imgelerle, masalsı çağrışımlarla, şaşırtıcı saptamalarla; bir ucuyla gerçeklerde bir ucuyla kendi yapısında eşinen düşlerle, inandırıcı gözlemlerle, yaşamın damarlarından gürül gürül akan kanın sıcaklığını yüreklere ileten, tıkanan ve kuruyan iletişim kanallarını açan canlı öğelerle bezemeye çalıştı. Hiçbir şeyi saklamadan yazmayı amaçladı.
ÖLÜMÜ;
Son zamanlarında akciğer yetmezliği çeken Buyrukçu iki kez bu sebeple hastaneye kaldırıldı. 26 Ağustos 2006 günü evinden gelen kötü kokular nedeniyle komşularının ihbarı sonucu yapılan polis aramasında İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesi Bağlarbaşı mahallesi, Menekşe Sokak'taki evinde ölü bulundu. Birlikte yaşadığı eşi Misli Hanım'ın Alzheimer hastalığı nedeniyle Buyrukçu'nun ölümünün farkına varmadığı, uyuduğunu sandığı için üzerini battaniye ile örttüğü, ölümün iki gün önce gerçekleştiği anlaşıldı.
Vefatından sonra cenazesine kimsenin sahip çıkmaması üzerine kimsesizler mezarlığına defnedilmesi gündeme geldi. Ancak daha sonra eski arkadaşı yazar Melisa Gürpınar ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin girişimiyle Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrası Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedildi.
Ölümünün ardından Melisa Gürpınar, onu şöyle değerlendirdi:
“Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu’ya ‘Edebiyat Mareşali‘ adını takmıştı yıllarca önce. O da bir bakıma dostları arasında böyle anılmaktan sevinç ve gurur duyardı. Son yıllarını edebiyatın adsız bir neferi gibi köşesinde tarifsiz acılar içinde geçirirken, sanki kalemiyle kendine sağladığı bütün kıdem, her gün ondan biraz daha uzaklaşıyordu. Öykü, roman ve özellikle günlükleriyle unutulmaz bir yeri olması gerekirken, edebiyatın bugünkü ortamında, o ve onun gibi halkın içinden çıkmış nice üretken yazarlar silinmeye çalışıyordu sanki. Umarım bundan sonra yıldızı gene parlar.” (Cumhuriyet, 26 ağustos 2006, s. 17).
Sennur Sezer’e göre, “Buyrukçu, her kitabında, anlatımında atılımlar, değişimler denemiş bir yazardır.” (Radikal, 27 ağustos 2006)
Öyküleri yabancı dillere çevrilen Muzaffer Buyrukçu, ilk ödülünü 1946’da Tanin gazetesinin açtığı öykü yarışmasından aldı. Ardından Korkunun Parmakları’yla 1959 Dost dergisi birincisi seçildi. Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 TDK Öykü Ödülü’nü, Kuyularda’yla 1963 Otağ Dergisi En Beğenilen Öykücü Ödülü’nü, Kavga’yla 1968 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, Yüzün Yarısı Gece adlı kitabıyla 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Ayrıca yine 1994’te Aynalar adlı dosyasıyla da yayımlanmamış öykü dalında 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü Sulhi Dölek’le paylaştı.
Muzaffer Buyrukçu’nun Eserleri
Şiir:
İstikbalin Sesi (Ekrem Köprülügil ‘le 1945)
Kalplerin Feryadı (Suat Yalçın’la 1947)
Öykü:
Katran (1956),
Acı (1957)
Korkunun Parmakları (1959),
Bulanık Resimler (1961),
Kuyularda (1962),
Cehennem (1966),
Kavga (1967),
Mağara (1971),
Şarkılar Seni Söyler (1982),
Günlerden Bir Gün ( 1983),
Hüzünlü Kar Çiçekleri (1987),
Her Yer Karanlık (1989),
Bin Hüzün (1992),
Şarkı Gibi (1992),
Yüzün Yarısı Gece (1994),
Bir Aşk Daha (1996),
Telefon Konuşmaları (1997),
Dumanı Tüten Çay Gibi (1999),
Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (2001),
İpek Pijamalı Katiller (2004),
Ay Kokuyor (seçme öyküler, 2004).
Roman:
Gürültülü Birkaç Saat (1969),
Bir Olayın Başlangıcı (1969),
Dar Sokaklardaki Duman (1992),
Gece Bitmedi (1995),
Dışardaki Rüzgar (1998),
Ucu Güllü Kundura (1998),
Akan Sular Şarap Olsa (1998),
Eski Defterler (1999).
Günlük:
Arkası Yarın (1976),
Sıcak İlişkiler (1982),
Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984),
Dillerinde Dünya (1985),
Sayılı Günler (1986),
Anında Görüntü (1992),
Dünden Bugüne (1997),
İlişkiler Arasında Bir Gezinti (1998),
Yaşadığımız ve Yaşananlar (2000).
Yorumlar