top of page

İki Bahar


ree


Şenol YAZICI

*



İki bahar var.

Birinde can yeşerir, dallara su yürür , toprağa cemre düşer ... O mevsim yeşeren otu, patlayan tomurcuğu, uçmaya duran kelebeği kim bilmez? Hele o yaşama hevesi, o güzel heyecan... Kim sevmez?

İLKBAHAR çocuktur.


Öteki?

Mevsim sararan ve dökülen yaprak, kuruyan dal ve hüzünken, bir ihtiyarken zaman ve adı sonbaharken, önce çok ama çok yükseklerde, yaylalarda bir çiçek açar. Artık soğuk yüzlü, kar yüklü doruklardan esen rüzgar: "Yelime, fırtınama, karıma, yağmuruma dayanamazsın, VARGİT sılana, " der gibidir her bir vargit çiçeğinde.

Anlarsın, oyun zamanı değil, artık okul zamanıdır.


Ülkem çiçek keser, şehir köy demeden.


Sel gibi, nehir gibi, deniz gibi çiçek; çocuk doldurur sokakları, okullar açılır.

Her biri kendi geleceğinin mimarı olacak çocuklar akın akın geçerler.


Çocukluğumda duyduğum, belki benim ilgimi çektiğinden kulak verdiğim en büyük kahramanlık hikayesi, filan köyden falan feşmekânın oğlunun okuyup polis, astsubay, öğretmen, ender de olsa doktor avukat... olmasıydı. Kendini kuyunun en dibinde sayan bir çocuk için "okumuş" ne kadar yüce, dağlar kadar yüksek ve itibarlı bir makamdı siz tahmin edin. Eğitim uğraşların en zoru ama uğruna ölünebilinecek dende değerli bir ülke, elde edilmesi zor bir saygınlık, haklı olarak da en büyük kazanç kapısıydı.


Bu ulus ne olursa olsun alimi devlet kulu saymaz özel bir saygı gösterir. Atatürk'ün ülküsü bilimselliğin ve çağdaşlığın donattığı gençlik değil miydi? Bilimsellik ve çağdaşlık ancak eğitimle elde edilmez mi?


Bize öyle öğretildi. Akla yakın gibi de duruyor değil mi; hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bugünü öngörseydik, belki sorgulardık, ama nerde? Biz de tanrı buyruğu gibi aldık. Okuduk.


Çok değil, bundan otuz yıl önce kentlerden başka yerde ortadereceli okul yoktu. Üniversitelerse üç büyük şehirde toplanmıştı. Özel okulsa mumla arasan ancak... Git gidebilirsen...


Pazartesi sabahlarını anımsıyorum. Gün ışımadan yollara dökülen, dağlardan, tepelerden, yamaçlardan tıpkı su gibi akıp gelen kente ulaşmaya çalışan utandıkları yamalı giysilerinin içinde ezik insanları.. Tek başına itibar edilmesi gereken bir tapınak gibi duran şehri, çocuklarının on yıl sonra, on beş yıl sonra, o da belki, elde edecekleri diplomalar için ölçüsüz, orantısız bir güçle savaşarak fethetmeye giderlerdi. Üç kök mısır, birkaç ocak fındık ve çaydan başka hiçbir şeysi olmayan babalar, yolu yolağı olmayan dağları aşarak koltuklarının altında bir tekerlek mısır ekmeği, omuzunda bir torba urus patatesi şehir yerinde ev tutarak çocuk okutmaya çalışırdı.


Anneler o namusun ve erkek onurunun hep sandıkta durması gereken yüzü, çocuklar okusun diye kent kapılarında hizmetçi, dilenci oldu. Rumlardan kalma, kimsenin kullanmadığı yıkıntı evlerde haftasına varmadan küflenen mısır ekmeklerini adam boyu farelerle bölüşerek okumaya çalıştık çoğumuz. Alamancı bazılarımız bu durumdan azadeydi, durumları biraz daha halliceydi belki ama onlar da güvendikleri bir yer olmasından okumayacak, birkaç sene sonra yollarını ayıracaklar ya yorgancı ya koltuk, araba tamircisi olacaktı.


Devir oydu. Yoksulluk olağan, varsıllıksa sıradışıydı ve kentlerin karanlıklarına, varoşlarına, arka sokaklarına hiç uğramazdı. Aydınlık, ışıltılı caddeler çıkmak istiyorsak okumalıydık.

Bin yıl önce değil; yirmi, otuz yıl önceydi.


Şimdi devletin kasasına iyi kötü bir anahtar uydurmuşken; şehir merkezlerinde evlerimiz, aylık gelirlerimiz, altımızda arabamız ancak iki adım uzaktaki okula giden çocuklarımızın masraflarından yakındığımızı düşününce o insanların mücadelesi daha da akılalmaz gözüküyor. Hele kaloriferli evleri, bilgisayarları, tabletleri, kalori hesapları yapılan yemekleri, sıradan bir ailenin mutfak masrafına denk harçlıklarıyla kimi çocuklarımızın eğitilmemek için verdikleri uğraşı görünce…


Bugün, okul bu değil:

Önce erişilmez olmaktan çıktı; özeliyle devletiyle sayıları inanılmaz arttı. Dahası biraz da paran varsa olağanüstü bir zekaya da ihtiyacın yok, elli metreden iğne deliğinden iplik geçirmeye de. Otuz yıl önce evinden çıkıp ırmağı geçip yamacı aşıp gideceğin okul yolu kadar bile macera yaşamadan atla uçağa haritada adı sanı olmayan bir ülkede senin çapına, aklına, daha çok parana göre bir okul, mutlaka vardır, bul; bastır parayı, al diplomayı. Doktorluk mu istersin, avukatlık mı? Seç istediğini…


Nitelik mi? Bu bollukta kuşkusuz onda da bir bozulma olmaz mı?


Ekmek kapısından daha öte bir şey. Değişen koşullarda tükenmemek, fırsat eşitliği sağlamak ya da artı avantaj kazanmak, ya da ötekine fark atmak için dünyaya dayatılacak bir güç, giderek karmaşıklaşan yaşamın aşılabilmesi için beynimizde taşıdığımız sihirli anahtar.

Ne var ki değişmeyen eğitimin hala yerini dolduracak başka bir takviye yok.


Herkes en acımasız deneyleri yaşayıp, herkes dünyayı gezerek hayatı öğrenemez; buna ne ömür yeter ne de para. En son öğrenecek olduğumuzun ölümümüz olacağını düşünürsek yaşlansak da hep bir şeyler eksik kalacaktır. Ayrıca kendi başımıza öğrendiğimiz dar bir ufuk oluşturur; çoklu akıl, iyi bir öğretmen mucizeler yaratır.


Görünen okul, kuru bir bina, yalnız karatahta, tek başına bir öğretmen de olsa insan yetiştirmek için tek payda hala.


Öyleyse okul insana hayatta kalmayı öğretmeli önce. Sonra da kendine yollar aşmayı… Belki tablet, internet çağındayız, çok okulda akıllı tahtalar var ama kaynakları hala Atatürk zamanından ya da en iyisi 1950’lerden kalma programlarıyla okul bunu nasıl yapabilir bilmem ama iyi yetişmiş bir öğretmen bunu yapabilir, yapmalı. Kendini aşan öğrenciye yetişmeli, onun beklentilerine göre yaşamın gizlerini kavratmalı.


Çocuk okulda yaşamdan tat almayı öğrenmeli önce. Öğrendiğini hayata geçirme kaygısıyla ürpermemeli. Okul ona öyle şeyler vermeli ki karda fırtınada hep ayakta kalabilmeli. Öyle kapılar açmalı ki bin yıl yaşamış gibi görgülü, bilge, seçici olmalı…

Çağdaş bir genç olmalı.


Önce sevmeyi öğretmelisin öğretmenim. Çiçekleri sevmeyi, türkü söylemeyi, gönlümdeki güneşte ısınmayı öğretmelisin.


İnsanı sevmeyi öğret.


Öğret yüreğimle başkalarını da ısıtmayı. Bana en çok merak ettiğim aşkı öğret, ötekiyle en güzel birlikteliği nasıl yaşarım onu öğret, hayat arkadaşımı seçmeyi, onla aynı yolda düzgün yürümeyi öğret. Mutlu evliliklerin güzel çocukları olur, bana mutlu evlilik nasıl kurulur öğret…

Öğret insan olmayı, öğret öğretmenim.


Kurbağanın sindirim sistemi önemli tabi ya da Jamaika’nın yıllık geliri ya da Sezar’ı kim öldürdü önemli… Ama sen bana önce insan olmayı öğret. Yeni uçuşları denemeyi, kanatlarımı, salt görünenleri değil, beynimdeki üçüncü kanadı da dünya kadar açmayı öğretmelisin.


A’yı bilmek önemli kuşkusuz, ondan başlar aydınlık, ama neden kavgalıyım kendimle, neden çevremdeki insanlarla anlaşamıyorum, neden hep bir şeyleri sürekli yanlış yapıyorum söylesene?

Bana hayatı öğretmelisin öğretmenim.


Bu her öğrencinin hakkı.

Önce vergisini vererek okullar yaptıran, milyonlarca çalışanıyla eğitim sistemini ayakta tutan ailelerin hakkı. Okula zaman para, zaman, emek harcayan her öğrencinin ve onun okuldan kazanacağı üçüncü kanatla düşlerine ulaşacağını uman anne babaların hakkı. Ülkemin hakkı ve beklentisi…


Eğitimin temel işlevi iyi yurttaş yetiştirmek… Oysa bu iyi yurttaş görece bir değer değil mi; her devlete, ülkeye, her zamana göre, dahası her hükümete göre değişen bir anlayış… O yüzden eğitim yöntem ve uygulamaları sürekli değişiyor ama o istenen yurttaşı henüz ortada göremedik hala.


Sen bana iyi insan olmayı öğret. Ancak iyi insanlar iyi yurttaşlar olur.


Bunların yanıtını sen biliyor musun öğretmenim? Sorunlarını aşmış, çağın getirdiği donanımla donanmış, okuyan araştıran, siyasi baskıdan arınmış, düşüncelerini özgürce ifade edebilen, tek işi öğretmek olan öğretmen nerde?

Sen de zordasın biliyorum. Çalışman yetmiyor. Ekmek kavgasında, pahalılıkla boğuşmakta, işini güvencede saklamak için bir iktidar yetkilisi bulup da ona sığınma derdindesin…


Gene de öğretmenler, bütün yeteneği ve bilgi birikimiyle en önemlisi yüreğiyle yanınızda. İki bahar yanyana, sen bahar, o sonbahar. Sonbaharın çok anlatacağı olmalı.


Hadi kolay gelsin; yarınlar elinizde…

Yapay zekayla ürettiğim ilk fotoğraf
Yapay zekayla ürettiğim ilk fotoğraf


bottom of page