top of page

Cumhuriyetin Akademisyen Öğretmeni: MİNA URGAN


HASAN GÜLERYÜZ

*

Bir Dinozorun Anıları kitabını iki binlerde aldım, çeyrek asır sonra güncelliğini geciktirerek okudum. Kitabı elime aldım, beni döve döve okuttu. Hem okuyor, hem de ben neredeyim, benim yücelttiğim adları yaşam dünyasından kesitler öğreniyor, karşılaştırmalar yapıyorum. Ortak yanımız onun arkadaşları, bizim yazarlarımız, aydınlarımızdı.  Ortak olmayan yanımız o bir kent soylu, küçük burjuvaydı, bizse köy kökenli olmanın ve köylü kalmamanın avantajına sahiptik.

Urgan’ın kitabı bir dönemin tanığı olması, döneme, kendine ilişkin eleştiri ve öz eleştiri yapmasını önemli buluyorum. Araştırmacıların, yazarların ve meraklı okurları sevindireceğini düşünüyorum. Klinik vaka bir okur olarak kitabı kısa sürede okudum. Okurken hem güldüm, hem düşündüm ve hem de üzüldüm. Yetmedi bir de oturup, kitabı gözden geçirerek birçok ilginç konuyu uzun olur diye atlayarak yazdım.       

 

Kitap, Yaşlılık ve Ölüm, Çocukluk, Gençlik, Gençliğimde Tanıdığım Kişiler, Siyasal Tutumum ve ilişkilerim ve Mina Urganın albümünde olmak üzere altı bölümden oluşuyor .


Mina Urgan (1915-2000) yılları arası 85 yıl yaşamış bir Cumhuriyetin akademisyen öğretmeni. Elbette Urgan’ın çocukluğu çok açıklamasa da sıkıntılar içinde geçtiği anlaşılıyor. Aykırı, yaramaz, kabına sığmaz  bir çocuk olarak var oldu. On yedisine kadar erkek bir çocuktu Mina. Bu yanını hep sevdim. Kendisi keşke adımı Mina değil, Mine koysalardı diyor. Kimse adımı söyleyemiyor, bazen bana dönme, kripto, maranos, yabancı muamelesi yapıyorlardı!  Urgan soyadını kendim aldım.

 

Yaşlılık ve ölüm bölümünü anlatırken hem gülüyor hem de kendi yaşınızı, yaşamını düşünüyorsunuz. Yaşamından onca yaşına rağmen ödün vermiyor. Öte dünya beri dünya hesapları yapıyor. Kendi yaşamıyla, kendisiyle gırgır geçiyor. Anılarını seksen iki yaşlarında yazmaya başlamış. Birkaç yıl içinde büyük baskılar yapan kitabı üzerine “Ah ne olacak!” diyordu. Bu yaşta üne de paraya da ihtiyacım yok, yaşamımın hesabını verdim. Siz de yaşamınızın hesabını yazarak, saklamadan, çekinmeden yazın diyor. Aile tarihi yazıya geçirilmiş bir ulus değiliz. Bir yığın alt üst oluşumuz var!  Evet, biz de anılarımızı korkmadan, yazalım…

 

Urgan, erken yaşta babasını kaybediyor. Önemli bir arkadaş çevresi vardı. Urgan, babasını ciddi bir şair saymıyor ve “Babam üçüncü derecede manzume yazan biriydi.” Diyor!  Annesi Şefika Çerkez bir kadın ve  erken zamanda Falih Rıfkı Atay’la evleniyor. Urgan, “Atay’ı baba gibi çok seviyor. Bana baba sevgisi gösteriyor ve yardım ediyordu. Annem benim için Atay’la evlenmiş ve yaşamı kabus olmuştu,” ifadesini de kullanıyor!

Urgan daha sonra Robert koleji olan özel okula gidiyor. Çok özel arkadaşı ve sırdaşı ünlü arkeolog Halet Çambel’di (1916-2014). Bir milletvekili kızıydı. İzini sürdüğüm bir arkeolog. Necip Fazıl bizim eve girer girer çıkardı. Kabına sığmaz bir delikanlıydı. Annemin bir arkadaşına aşık olduğu için evimizden çıkmazdı. Dinle hiç ilişkisi yoktu, sonradan dindar değil, “dinci” oldu!  Ağzı eğriydi, tiki vardı. Bir tarikat şeyhine gitti, ağzına tükürdü ve tiki gitti. Ve sağaltımdan sonra ona bağlandı! Onunla selamı sabahı kestik. Ayrı bir dünyanın adamı olmuştu.


Arnavutköy Kız Lisesini bitirdikten sonra olgunluk sınavını verdim. Romonoloji denilen Fransız Filolojisi bölümüne gitmeye karar verdim. Orası roman okunan yer değil, Fransız, İspanyol, İtalyan edebiyatının öğretildiği yerdi. O yıllarda Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Orhan Veli’yle Küllük Kahvesinde buluşurduk. Hele sömürdüğümüz, gırgıra aldığımız Nusret Hızır, üç dil bilirdi. Çok değişik alanlarda bilgi sahibi ve kültürlü biriydi. Üniversite yıllarımda Almanya’dan bize sığınan ünlü Yahudi profesörlerin öğretmenimiz olması bizim  şansımızdı. Sonra biz onları elimizde tutamadık,  Amerika onları bizden teker teker kaptı! 

           

Prof. Leo Spitzer’in bana öğretmenlik konusunda: “Kürsüye çıkmak, sahneye çıkmak gibidir. Sınıf bir sanat sahnesidir. İyi bir oyuncu ve inandırıcı olacaksın, seni benimseyecek ya da kabul etmeyecekler. Karşılıklı sevgi ve güven oluşturamazsan, orada sen de bir şey öğretemezsin, karşındaki de öğrenemez. Mutsuz olursun,” derdi. O sınıfta tam bir aktördü. Onun bu öğüdünü tuttum ve çok mutlu bir öğretmenlik yaptım. Sınıf içinde tam bir sanatçı olmak, öğrencilerin yaptığı işin de bir sanatçıyı izlemek, sanatına ortak olmaktı. Bu iklim oluşunca sınıf kanatlanıyordu.

            

Urgan, Cumhuriyet kurulduğunda sekiz yaşındaymış. Bir tür Cumhuriyet’in kara kutusu. Annesi, üvey babası Ankara’dayken Ankara Palas’a gitmişler. Beni götürmek istemediler, Ruşen Eşref beni götürdü. Annem Atatürk’le konuşuyordu. Annem, beni görünce bozuldu. görmezden geldi. Atatürk fark etti, “Hanımefendi, bu çocuk kim?” diye sordu. Annem, “Kızım!” demek zorunda kaldı! Atatürk elini uzattı. Ben elini öpeceğime, ellini sağa sola salladım. Annem “öp” dedi. Atatürk, “Hanım efendi, o benim arkadaşım. Elimi niye öpsün?” Sonra bana “Beni yiyecek gibi niye bakıyorsun?” diye sordu.  “Efendim, “Sizi hiç görmedim de ondan,” dedim. “O senin kabahatin. Çankaya’daki evim  bilmiyor musun? Canın ne zaman istersen gel.” Okulumla, okuduğum kitaplarla, ne olmak istediğimle ilgili sorular sordu. O arada orkestra çalmaya başladı. “Gel senine dans edelim,” dedi.  “Ben dans bilmem,” dedim. “Ben sana öğretirim,” dedi. Zorlandım, oradan benim yaşıma uygun birini bulup dans etmemizi sağladı. Otelden ayrılırken, bana el sallayarak, “Çankaya’ya bekliyorum,” dedi.  Mustafa Kemal’e ilişkin anlattıklar bir çocuk kitabı olacak niteliktedir diyebilirim. Urgan, “Mustafa Kemal olmasaydı, biz, “biz” olamazdık!” diyor. 


Ayrıca Leon Troçki’yi (12 Şubat 1929 – 17 Temmuz 1933 tarihleri arasında dört buçuk yıl İstanbul'da yaşadı.)  İstanbul Adalarda görmüş, gözlemiş. Sandalına binmek istemiş, o da soğuk soğuk bakmış. Yoğun bir koruma altındaydı. Beni sandala almadılar, o da “Bırakın şu kızı gelsin, bakalım ne diyor?” demedi! Troçki, sosyalistlerden kaçan bir sosyalistti. Ve sonunda sosyalistlerce öldürülmüştü! Devrim çocuklarını yiyordu.


Urgan, “Bu anılarımı yazarken öğretmenliğimin devam ettiğini düşünüyorum,” diyor. Öğretmenliğin sönmeyen bir ocak olduğunu söylüyor. Anlatımındaki korkusuzluğuyla yazıyı zenginleştiriyor, bir şölene dönüştürüyor. Siz daldan dala konar kalkarken, büyük bir fırtınaya kapılıyorsunuz!  Sahici anlatımı var, kendine inandırıyor sizi. İstanbul’daki sanatçı, akademisyen ve edebiyatçılarla hep ilişkileri olmuş bir öğretmen. Tanıdığı, Tanpınar’ın deyimiyle o sahnenin dışındakilerden değil, sahnenin içindekiler, sahnedekilerin izleyicilerinden. Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden 1939’da mezun oluyor. Kazandığı Fransız bursuyla Paris’e gidiyor. Mehmet Ali Aybar, Cahit Sıtkı, Oktay Rıfat oradaydı. Ve Aybar solcu değildi. Solcu olduğum için bana  kızıyor ve “Reçete Kız” diyordu! Aybar, Nazım Hikmet’le teyze çocuklarıydı. Aristokrat ailelerin çocuklarıydı.   


Gelelim dönemin ünlülerine. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölümü 1940’da kuruldu. İsmet Paşa, Mustafa Kemal döneminde yurt dışında yaşayan Halide Edip Adıvar’ı (1884-1964) çağırdı, bölümün başına Prof. unvanıyla yerleştirildi. Adıvar 1950’de DP milletvekili olana kadar on yıl onunla boğuştum. Hem boğuşurdum, o da beni korurdu. Halide Hanım, etkilemeyeceği erkek yoktu. Mustafa Kemal’i sevmez, onu yakışıklı bulmazdı. Çünkü onu etki altına alamıyordu… Cepheye gittiğinde Amerikan istihbaratçısı olduğunu yazmıyor elbette! Kenan Çobanları ve Küdüs’te İbrani okul müdürlüğünü de... Türkün Ateşle İmtihanı, Sinekli Bakkal, Mor Salkımlı Ev gibi romanlarıyla, işgal günlerinde Sultan Ahmet  Meydanındaki konuşması coşkulu ve korkusuzdu, o zenginliğimizdir.  

 

Ahmet Haşim onun gözünde büyük şair. Yakışıklı değil, yanağında Halep çıbanının izi vardı. Geçimsizdi. Mektebi Sultani’den (Galatasaray’dan) mezun olduğu için Fransızcası çok iyiydi. Haşim, Yahya Kemal gibi Mustafa Kemal Paşa’ya yalvar yakar millet vekilliği, büyük elçilik istemedi.  Yahya Kemal Nazım Hikmet’in annesiyle uzun süren aşk yaşamıştı. Bu gizli aşk ilişkilerini sınırlayarak da olsa yer veriyor. Ona göre Yahya Kemal “estetiği olmayan bir obur, şişko” ve hızını alamıyor dahası  “şair değildi,” diyor. Bu konuda şair Hayati Baki de aynı görüştedir.  

 

Ve Behice Boran (1910-1987), Ankara Üniversitesinde Sosyoloji  doçentiyken görevine 1948’de son verildi. Yurt dışından istendi, gitmedi. “Herkesin aşk acıları vardır, benim de arkadaşlık acılarım,” derdi. Samsun Eğitim Enstitüsü yıllarımda, Nurettin Topçu’nun Anadolu sosyalizmine sempati duydum, bir dönem  Sovyetlerin işgalciğine karşı çıkan Aybar’ın Sosyalist Devrim Partisi taraftarı olmuştum. Sınıf tartışmalarında bu çizgide düşünceler ileri sürüyordum. Marksist analizler yapabilir miydim? Hayır! Bu çizgiden çok uzaktım! Dinlediğimiz Marksistler de çizili sayfalardan imamın ayeti önce Arapça, sonra Türkçe okuyor ve güncele ilişkin yorum yapar gibi, onlar da aynısını yapıyorlardı.

 

Ekonomi, madde bilgisi, doğanın diyalektiği, düşüncenin maddi ve ekonomik temellerini, sınıfsal yapılar, bilim, çözümleme ve bireşim yapma düzeyine ulaşmanız gerekiyor ki, Marksist çözümleme yapabilesiniz!  Marksizm’i, maddeyi temele alan düşünce metodolojisini önemli buluyorum. Düşüncenizin maddi temeli, felsefi dayanağı varsa, “sol papağanlıktan” kurtuluyorsunuz.  

 

Uğur Mumcu’nun, Behice Boran’la yaptığı Bir Uzun Yürüyüş adlı söyleşide Aybar’la olan uyuşmazlığını anlattı. Söyleşide Mumcu’yla da birçok konuda anlaşamadığı sorulan soru verilen karşılıktan anlaşılıyordu. Çok sevdiğim Mumcu’yu aşıyordu. Bu cesur Tatar kızını çok tutarlı buldum ve sevdim. Yazı kurulu üyesi olduğum bir dergide onunla ilgili taziye ilanı verilmesinde çekimser kaldığıma şimdi çok üzülüyorum. Bu da düşünsel ve siyasal yanımın bir göstergesi!   


Urgan, “Aziz Nesin Türk aydının onuru ve şansıydı. Hepimizin düşündüğünü korkmadan o söylerdi. Aziz Nesin büyümüş ve sonra çocuk olmuş biriydi. Onun o halini çok seviyordum. Tombiş yanaklarından makas almak, saçlarını karıştırmak isterdim. Eşinden ayrıldıktan sonra Ali ile  Ahmet’e nasıl annelik yaptığına tanık oldum.”


Urgan, “Çok iyi arkadaşım olan Abidin Dino şaşırtıcı bir insandı. Yakışıklı değil, çok zekiydi. Ortaokul diploması bile yoktu, üç dört yabancı dil bilirdi, her alanda çok bilgili, yetenekli, çok yönlüydü. Neyzenle Tevfik’le karşılaşır karşılaşmaz, Neyzen’in yüz çizgilerini çizerdi.” diyor. Dino’nun zenginliği, servetinin kaynağına ilişkin hiç bilgi vermedi! Bu bilgileri biliyor ve saklıyor olmalıydı! Bu saklama kanımca aydın olamama halidir! Biraz bilgi verme bize düştü: “Abidin Dino, Şakir Paşanın torunuydu. Paşa Preveze’de doğmuş, Selanik, Ankara ve Adana valiliklerinde bulundu. Çok zengin ve Adana’da büyük mülkler edinmiş bir mütegallibe (Hak etmeden galip gelen, zorla ele geçiren, zorba!). Dede Abidin Paşa, torun Abidin Dino ve kardeşlerine bitmez servetler bıraktı. Dino dışarılarda okudu ve yaşadı.” ( Küçük, 2016:38) 

“Bu konuda Yaşar Kemal’e de suskundu! Dino, Yaşar Kemal’in elinden tutan adamdı. İnceme Memet Destanında Abdi Ağa’dan söz etti, Şakir Paşadan hiç söz etmedi! Bir başkaldırıcıyı (Aslında  Toroslar’da yaşayan Gizik Duran’ı) anlattı. Bana bu Gizik Duran’ı anlatan 95 yaşındaki adama, Feke’nin orman köylerinde bir kahvede tanıştım. Fotoğraf çektirdim, çay içtim.   

 

Neyzen Tevfik, Yavrunun Çayhanesine takılırdı. Onunla söyleşmek için oraya giderdim. Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla yazar çizer takımına benzemezdi. Okuduğu, yazdığını kimseyle paylaşmaz, koltuğunun altında kitap taşımazdı. Ömrünü avarelik içinde Burgaz’da ve Beyoğlu’nda  dolanmakla geçirirdi. Geçim derdi yoktu. Annesinin verdiği parayla idare ederdi.,


Sabahattin Eyuboğlu (1908-1973), bizim bölüme doçent olarak atandı ve  hocam oldu. Fransa Dijon, Lyon ve Paris’te devlet bursuyla okuduğunu duymuştuk. Onu taşralı diye küçümsemiştik. Derimize girdikten sonra hiç de öyle olmadığını anladık! Ondan sadece Fransız edebiyatını değil, Türkçenin ayrıntılarını ve Anadolu’yu öğrendik. Biz  Anadolu’yu bilmezdik ve Anadolu bizi ilgilendirmezdi. Bizim dünyamız bize yeterdi! Anadolu kilimini onun evinde gördüm, folklora ilişkin türküleri ondan dinledim. Dönemin aydınları evinde toplanır, akademik, sanatsal çalışmalar yapılırdı. Evi bir akademi ve o çok etkileyici bir filozoftu.  12 Mart döneminde komünist parti üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. Oysa o bırakın komünist olmayı sosyalist bile değildi. İsmet Paşa ne kadar solcuysa o da o kadar solcuydu. Türkiye İşçi Partisine girdiğime çok kızmıştı. On iki Mart’ta hapishane onu çok yıpratmış ve çok erken onu kaybettik. Nazım Hikmet ve Oğuz Atay’yı çok az gördüm.

 

Mina Urgan, “Ben kendimi solcu, bir Türk olarak kendini tanımlıyor, ateist ve komünist olduğunu söylüyordu. Ancak aktif değil, taraftarım diyordu. Sosyolojik çözümlemelerinde Marksist bir dil kullanmıyor ve olaylara bu temelden bakmıyordu. O dönemin solcuları, sosyalistleri Beyaz Türkler dediğimiz okumuş zengin çocuklarının çekim alanıydı. O da Kent soylu, zengin bir ailenin kızı olarak bu çekim alanına katılanlardandı. İşçiyi, köylüyü, Anadolu’yu bilmeyenlerdendi. Babam ölünce mal varlıklarını annesinin sattığını ve tam da bu sırada yardımına çok ihtiyacımız olacak adam Falih Rıfkı Atay’dan annem boşanıyor! Ta ki, ben ekmeğimi kazanana kadar çok acı çektik, diyor.

 

Anılarının son bölümü, Türkiye’nin DP, AP ve ANAP dönemlerini anlatıyor. Özellikle, “27 Mayısı destekledik ve duygularımızı saklayamamış ağlamıştık. TİP’e girdim ama mutlu olmadım. Biz kitle partisi değil, aydın partisiydik.” Bu bana göre de önemli bir saptama. Bu gün de Türk sosyalistleri, komünistleri büyük kentlerin mahfillerinde yaşıyor. Halka inemiyor! Devamla Urgan “Gecekondu bölgelerinde bizim partiye oy çıkmaz, zengin semtlerden oy alırdık. Köylerde, varoşlarda yoktuk ki!  


“En şanlı yılımız 1965 yılıydı. “Milli Bakiye” sistemiyle on beş millet vekili çıkarmıştık. Üniversiteden izin aldım, Mecliste gurup toplantısına katıldım. Boran’la yan yana oturdum. O büyük bir önderdi. Ve çok mutluydum. Aydınlar Dilekçesine 1984’te imza verdim. Beni gelip evden alırlar diye bekledim, almadılar. Siyasal faaliyetim hapisteki arkadaşlarımı her hafta yoklamak, davalarını izlemekten öteye gitmedi solculuğum.” Ben ilkokulu bitirdiğim yılın 10 Ekim 1965’de seçim olmuştu. İnek bekliyordum. Babam, ormanda arkadaşıyla hızar kesiyordu. Oyunu kullanıp gelmişti. Akşama doğru beni okulun yanına gönderdi, sonuçları öğren gel dedi. AP Partisi çok almıştı. Bizde o zamanlar radyo vardı. Akşam haberleri dinlerken “Türkiye İşçi Partisi on beş millet vekili çıkardı.” Köylüler bundan çok rahatsızdı.


Son sözleri olarak: Gençlikte edindiğiniz alışkanlıklarınızı bırakmayın, geliştirin. Sigarayı, içki içmeyi ve kitap okumayı hiç bırakmadım. Sigara konusundaki tutumumu onaylamıyorum. Bilgisayar kullananlara imreniyorum; ama, öğrenemedim. Eski usul not alarak çalışırım, sonra onları düzenler, bir daha yazarım. En sonunda da daktilo ederim. Remingtong daktiloyu öteye geçemedim. Anılarımı 1997’de yazarken sigara alıp içmek için ayağa kalktım, ayağım halıya takıldı düştüm ve kaburgalarım kırıldı. İnleye inleye anılarımı hem yeniden tazeledim hem de yazdım. Bir dinozor olarak anlatmak istediğim başka konular da var. “Ömrü vefa ederse ve fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse onları da yazar günün birinde” şeklinde yazarak 321 sayfalık anılarını bitiriyor. En sonunda da Mina Urgan’ın albümünden annesi, babası, kendisi ve diğer arkadaş ve dostlarıyla ilgili otuz beş fotoğrafa yer veriyor.

 

Kaynak:

1.Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, 36. Basım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

2. Yalçın Küçük, Tenkit, Tekin yayınları, 2016, İstanbul.           

 

Comments


1/386
1/5
bottom of page