CİNCİ HOCA
- Niyazi UYAR

- 2 saat önce
- 6 dakikada okunur

Niyazi UYAR
*
Şükriye enine boyuna sınıfın en kuvvetli öğrencisiydi. Ablası ebeydi. “Ebe Hanım!” Yeni atanmıştı köye, bir de babaları vardı: Muhittin Hoca!
Muhittin Hoca, az konuşan biriydi. Köy halkının yabancılara olan sempatisinden dolayı kafasına uygun, konuşup anlaşabileceği birilerini bulmuştu. Defineciliğe meraklıydı. Köye dair topladığı bilgilerden köye beş kilometre mesafede Lidyalılara ait tarihi bir mekânın olduğunu öğrenince, çok sevinmişti. Yağmurdan sonra köylü, ellerine aldıkları sopalarla dere kenarlarında, suyun akıntı ile erozyon oluşturduğu yerlerde sikke, tarihi eşya arardı…
Ders başlamıştı, Cafer amcam okula gelip İsmail öğretmenden iki arkadaşıma daha izin aldı: Cemil, Şükriye.
Amcamın neden izin aldığını bilmiyordum, sorduğumda, “öğrenirsin, merak etme,” demişti.
Cemillerin evine doğru gidiyorduk. Cemillerin evi, diğer köy evleri gibi ahşaptı. Evin her yerinde kızılçam kerestesi kullanılmıştı. Merdiveni bile üç basamak taştan sonra, ahşaptı. Çardak denilen yere döşenen, apteslik dedikleri, bulaşık yıkama yerine, sineklik adını verdikleri banyoya, tavanlara, korkuluklara, evin çatısına… her bir yeri ahşaptı. Fakat öyle gösterişli, işlemeli değil, gelişigüzel çakılan, gelişigüzel döşenen tahtalar.
Kış günlerinin karasal ikliminden dolayı evleri ısıtmak imkânsızdır. Isınmak için kullanılan sobalar bile kendini zor ısıtmakta, anamın ifadesiyle, “önün nohut kavurur, arkan harman savurur!”
İçeri girdik. Muittin Hoca, babam, bir de Cemil’in babası, oturmuş bizi bekliyor.
“Gelin gelin, hoş geldiniz,” dedi Muhittin Hoca!
Biz de duyulur, duyulmaz “hoş bulduk,” dedik!
Utana sıkıla yerimize oturduk. Mahcubiyetimiz büyüklerin yanında öyle rahat rahat oturmaya alışkın olmadığımızdandır. Köy çocukları utangaç olur ya ona sebep de olabilir belki de.
“Karnınız aç mı çocuklar,” dedi Muhittin Hoca?
Hiçbirimiz “açız,” diyemedik!”
Amcam, “açtırlar, ne varsa elgerin, azcık bir şey yesinle,” dedi.
Cemil’in babası, az sonra birer dilim ekmeğe tereyağı, üstüne de salça sürmüş, getirdi.
“Hang” yin,” dedi.
Acıkmışız. Dakikada yaladık yuttuk.
“Doydunuz mu?” dedi Muhittin Hoca!
“Doyduk,” dedik.
“Doymadılar, dedi amcam elgerin bire dilim daha yesinle,” dedi.
Birer dilim daha yedik, Az öncenin durgunluğunu atmış, yavaş yavaş sorulara daha anlaşılır cevaplar vermeye başladık.
Ortaya bir kap getirdi Cemil’in babası, kabın üstü örtülüydü. Muhittin Hoca anlamadığımız bir lisanda bir şeyler okumaya başladı. Sonra gözlerinizi kapatın, ben açın demeyince de açmayın,” dedi.
“Tamam,” dedik.
Bir zaman öyle durduk, sonra “yavaşça açın gözlerinizi” dedi. Açtık gözlerimizi, tabağın üstündeki örtüyü kaldırdı. “Beni dinleyin çocuklar dedi. Ortam ciddileşmiş, kimse konuşmuyor, Muhittin Hoca’nın talimatları duyuluyordu yalnızca.
“Benden başka kim ne sorarsa sorsun cevap vermeyeceksiniz, ben ne dersem onu yapacaksınız, tamam mı dedi. “Tamam,” dedik. “Şimdi dikkatlice suyun içine bakın bakalım, ne görüyorsunuz söyleyin,” dedi.
“Aaaa dedi Cemil, Muzaffer aga’yı gördüm, Aaaa Alirıza aga’yı gördüm, Hasan Aga’yı da gördüm.
“Anlatın ne yapıyorlar dedi Muhittin Hoca.
“Okulda örtmen tahtaya kaldırmış, bir şeyler yazıyola.
“Sen de görüyor musun dedi Şükriye’ye, "ben de görüyorum, ama ben kim olduklarını bilmiyorum.”
“Aferin,” dedi Muhittin Hoca, ben “gördüm görmedim” hiçbir şey demedim. Hiçbir şey görmemiştim çünkü…
Muhittin Hoca bende ki tereddüdü görmüş olacak ki durdu. Gözlerini bana çevirdi. Sakince, sözcükler tane tane çıkıyordu ağzından. “Sen ne gördün evladım?” dedi.
Kıpkırmızı kızardım, arkadaşlarım heyecanlı heyacanlı anlatıyordu gördüklerini. Muzaffer, Ali Rıza, Hasan şehirde okumaktaydı. Demirci’ye gitmek için köyden Haconkule’ye yürümüşler, oradan otobüse binip Demirci’ye gitmişler. Bu mevsimde Kocadere’de su çok oluduğundan, zorlukla geçmişler, geçerken de üstleri başları ıslanmış. Sonra yolun yakınında bir yere palamut meşesinin altına ocak yakıp kurulanmışlar. O nedenle sabah postasına değil de öğleden sonraki, postaya binip gitmişler…
Ben hiçbir şey görmemiştim, onlar her şeyi o kadar güzel anlatmışlardı ki… Kızıyordum kendime, ben neden göremiyorum diye.
“Ben bir şey göremedim,” dedim.
“Niye göremedin” dedi Muhittin Hoca! “Sen neden göremiyon,” dedi babam.
Çatlayacak gibi oldum, benim neyim eksikti, neden göremiyorum, bilmiyorum! Elime bir kâğıt tutuşturdular. “Şimdi göreceksin dediler, suyun içine iyi bak,” dediler. Suyun içine daha bir dikkatli, gözlerimi yırtarcasına baktım. Yine tabağın dibinde siyah bir nokta, başka da bir şey yoktu.
“Şimdi ne gördün?” dedi Muhittin Hoca.
“Hiçbir şey göremedim yine” dedim. Kendime daha çok kızmaya başladım. Babam da kızıyordur herhalde, onlar görüyor onun oğlu göremiyordu. Göremedim işte, neden göremedim ben de bilmiyorum. Sonra Muhittin Hoca seni köpek ısırdı mı hiç?” dedi.
“Isırdı, dedim, aha bak bacağımda izi var,” deyip gösterdim.
“Tamam dedi sen ondan göremedin,” dedi.
Bundan sonra benimle ilgilenmediler, ben suyun içine bakmaya devam ettim, fakat hiçbir şey göremedim. Arkadaşlarım anlattıkça anlattı. Muhittin Hoca onları, adeta uçan bir halıya bindirmiş, oradan oraya gezdiriyor, onlar da gördüklerini ballandıra ballandıra o kadar güzel anlatmaktalar ki… Birden ikisi de durdu.
“Ne oldu? Dedi Muhittin Hoca.
“Biri bir şeyler yazmaya başladı biri tahtanın üstüne, durmadan yazıyor.”
“Ne yazıyor, yazdıklarını okuyun?” dedi.
“Okunmuyor, yazdıklarından hiçbir şey anlaşılmıyor,” dedi arkadaşlarım.
“Benim dediklerimi hiç kaçırmadan aynen tekrar edin,” dedi.
“Tamam,” dedik. Ben de tamam dedim.
“Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!”
Tekrar ettik.
“Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!”
Okudu arkadaşlarım. Burası Nalıntepe dediler. Burada bir mezar varmış, mezar palamut ağacının altında, yanında da bir yemiş ağacı. Ancak bir şey var mezarı gök bir keçi bekliyormuş.
Muhittin Hoca, “gök keçi varsa oraya yaklaşamayız! Orayı şeytan bekliyor anlamındadır,” dedi.
Arkadaşlarım yolculuklarına devam ettiler.
“Burada bir saray yıkıntısı var!”
“İyi bakın” dedi Muhittin Hoca.
“Burada kocaman kocaman düzgünce kesilmiş taşlar var!”
“Başka neler görüyorsunuz dedi Muhittin Hoca?”
Daha dikkatli bakmaya başladık, ben hiçbir şey göremiyordum; yine de dikkatli bir şekilde bakıyordum.
“Hiçbir şey göremiyoruz dedi arkadaşlarım... “Dur dur, dedi Cemil, bir sandık görüyorum!” Odada bulunan herkes hareketlendi. Muhittin Hoca kendinden geçti, aşkla, daha bir coşkuyla okumaya başladı tekrar.
“Tekrar bakın, dikkatli bakın dedi yalvaran bir sesle!” Böyle derken sesi titriyor, heyecan kasırgasına tutulmuşa dönüyordu adeta.
“Nevuttun’a soralım dedi anlaşılır, anlaşılmaz bir sesle. Okumaya başladı, heyecanı sürüyordu hala, sesi titrerken yalvarıyordu Nevuttun’a!
Arkadaşlarım “yine tahtaya bir şeyler yazmaya başladı, ama okunmuyor,” dediler.
Dediklerimi tekrar edin dedi yine Muhittin Hoca.
“Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!”
Tekrar ettik, ben de tekrar ettim.
“Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!”
Yazılanları okudu arkadaşlarım.
“Bu sandığa kırk senede ulaşamazsınız, içindekiler size ait değil!”
…
O gün kendilerine uygun bir şeyler bulamamışlardı. Bir müddet sonra oradan ayrıldık. O günden sonra Muhittin Hoca’nın adı “Cinci Hoca’ya çıktı. Muhittin Hoca başkalarına da suya baktırıp define aramış.
Muhittin Hoca’nın namı komşu köylere kadar ulaşmış. Ebe Hanım’a iğne yaptırmaya gelenlerle birlikte Cinci Hoca’ya yıldızlama güttürmek, muska yazdırmak için gelenlerle dolup taşmış. Dediklerine göre Muhittin Hoca’nın eşi yokmuş. Beş yıl önce ölmüş. Köyde ona dair anlatılanlar efsanedir. Hoca’yı kıskanan cinlerin dişileri eşini boğduğunu söylerken, birileri ince hastalıktan öldüğünü, başkaları da Muhittin Hoca’ya aşık dişi bir cin Hoca’nın karsını kıskandığı için zehirlemiş…
Muhittin Hoca’nın kapısı dertlilerle dolup taşmış, her gruptan, kadını, erkeği… Gelenlerden biri de evlenmeyen adı Firdevs olan bir kadındır. Firdevs her gün Muhittin Hoca’nın evine gider, onun seveceği bir şeyler götürürmüş. Günler aylar böyle akıp giderken Ebe Hanım, babasının durumundan rahatsız olup ilçe sağlığa gider, acil olarak tayininin yapılamasını ister.
Bir haftaya varmaz, Ebe Hanım’ın tayini yapılır. Ebe Hanım, meyil bilmem ne hakkı kullanmadan aniden köyden ayrılır.
Firdevs’in evlenmemesini, abisinin yanında bir sığıntı gibi yaşamasını fırsata çevirmek ister Muhittin Hoca:
“Seni seviyorum, senden hoşlanıyorum, seni kraliçe yaparım, ta göbeğine kadar sarı lira yaparım, renk renk güzel güzel elbiseler alırım. Sen benim hayatıma zenginlik getirdin, yaşama umudumu çoğalttın!”
“Ben de seni, fakat agamın ırzasını almadan bu iş olmaz!”
“Abin tamam demez, isterim istemesine de…”
“İste o zaman, neye bekliyon?”
“Vermez, çünkü senin gibi bedava bir işçi bulmuş!”
“Orası öle de başka türlü de nasıl olcak ki?”
Kararını vermişti Muhittin Hoca, kaçıracaktı Firdevs’i, nasıl yapacağına dair de kafa yormaya başlamış. Tayini çıkan Ebe Hanım, kardeşi Şükriye ile köyden ayrılmıştır. Muhittin hoca’nın daha işi bitmemiş, köyden, çevre köylerden gidip gelenler akın akın gelmeye devam etmektedir. Gelirken de evlerinde ne var yok bir şeyler getirmekteler. Muhittin Hoca’nın aş ekmek derdi olmaz.
Bir akşam Firdevs akşam yemeği için, Muhittin Hoca’ya yemek getirir. O da” gel gel iki laflarız, ben yiyim, sonra tabakları götürüsün!” Tamam diyerek içeri girer Firdevs!
Plan tıkır tıkır işlemeye başlamıştır.
…
Güneş çoktan batmış, akşam ezanı okunmuş, ahali, akşam yemeği için sofranın başına geçmiştir. Sokaklar boştur. Elektrik henüz daha köylere kadar ulaşmamış, gaz lambaları ile aydınlanmaya çalışırken köylü, öte yandan yoksulluğu, yokluğu en derininden yaşamaktadır. Gaz lambalarının küçük numaralı olanları tercih edilir genel olarak. 14 numaralı lambalar, durumu biraz daha iyi olan aileler içindir, 5 ve 7 numaralı lambalar az gazyağı tükettiği için hemen herkesin evinde bu lambalar vardır.
Cipçi Kasım, kısık bir düdük sesi ile geldiğini haber verir. Muhittin Hoca işini bitirmiş, Firdevs’i uyutmuş, hazır beklemektedir. Kapıyı açar, Kasım, koşup gelir, Firdevs’i birlikte taşırlar arabaya. Birkaç dakika içinde Land Rover marka cip köyün girişindeki okulun yanından bayır aşağı uçarcasına gitmiştir.
Muhittin Hoca, Firdevs’i Güneydoğu illerinden birine bağlı bir köye alıp götürür. O günden sonra kimse Firdevs’in nerede olduğuna dair en küçük bir haber alınamaz…













































Yorumlar