Bodrum'a Sürgün
- Cevat Şakir Kabaağaçlı
- 16 Mar
- 3 dakikada okunur

CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI
*
-Babasını öldürmek suçundan 15 yıl hapse mahkum olan Kabaağaçlı ya da öteki adıyla Halikarnas Balıkçısı, hapisten çıktıktan bir süre sonra asker kaçaklarıyla ilgili yazdığı bir yazıda onları övdüğü suçlamasıyla İstiklal mahkemesinde yargılanır bu kez BODRUM'a üç yıllığına sürgün edilir.
Mahkeme sonrası, Ankara-Bodrum arası yolculuğunu Mavi Sürgün adlı kitabında şöyle anlatır:-
Günün birinde artık ertesi günü Bodrum'a doğru yola çıkarılacağım bildirildi. Beni bir sevinçtir aldı. Oraya nasıl gidildiğini sorup soruşturmuştum. Bir buçuk günde trenle İzmir'e gidilecekti. Haftada bir kere Bodrum'a vapur varmış. Koyunuz ki İzmir'e vardığımız zaman vapura altı gün kalmış olsun, etti mi yedi buçuk gün, iki gün de İzmir'den Bodrum'a etti dokuz buçuk gün. Ha bilemedin en uzunu on iki gün. Ama evde yapılan hesapların çarşıya nasıl uymadığını bir görün ki, Ankara'dan Bodrum'a ulaşmam üç buçuk ay sürdü. Bu itibarla Zekeriya (Sertel) daha talihliydi, birkaç gün içinde Sinop'a varmıştı.
Neyse, ertesi sabah beni çağırdılar, paltomu, çantamı ve küçük şiltemi aldım. Çıkarken kapıdan döndüm ve avlu ile oradaki gezenlere, "Merhaba! Ben gidiyorum!" diye seslendim. Avluda gezmekte olan on beş yirmi mahpus, bir ağızdan bana öyle bir "Merhaba!" gürlettiler ki, sormayın gitsin.
Duvarın üstündeki nöbetçi bile aşka geldi, güldü; o da "Merhaba!" dedi. Böylece Hacı Mehmet, Haymana ovasında yolculuğa çıktı. Yolculuğu başka türlü anlatamayacağım.
Şu Cebeci hapishanesinden çıkınca, oradan kurtuldum diye derin bir soluk aldım. Neyse şu Hazreti Yusuf makamından selametle çıkıyorduk. Yanımda iki jandarma vardı. Yüzlerine bakınca meymenetli insanlar olduklarını anladım. Kelepçe takıp takmamak konusunda aralarında kısa bir tartışma oldu. Ben ses çıkarmadım. Nihayet yüzüme baktılar. Birisi, "Kaçmazsın ağam, değil mi?" dedi. Güldüm. "Hayır kaçmam!" dedim, kelepçe takmadılar böylece. Tin tin Ankara garına gittik. Garda İstiklal Mahkemesi'nde savcılık yapmış olan Necip Ali Bey'e rasgeldim. Bana saygıyla selam verdi. Bakışından, bana ne kadar acıdığı anlaşılıyordu.
Trene girdik. Tabii üçüncü mevki idi. Ben manzarayı seyretmek üzere pencerenin yanına oturdum. Bir jandarma yanımda, bir jandarma da karşımdaydı.
Kompartımanın geri kalan yerlerine köylüler oturdular, koridorlar heybe, çuval ve çıkınlarla doluydu. Çoğu köylü candan insandır, biri sigara sarmak üzere fakfon tütün tabakasını çıkardı mıydı, mutlaka yanı başlarındakine de sunarlar. Beriki ekmek peyniri dizinin üzerine açtığı mendiline koyunca yol arkadaşlarıyla birlikte yemelerini önerirlerdi. Asıl tuhafı benim niçin tutuklu gitmekte olduğumu bilmedikleri halde, her şeyi ilk önce bana ikram ediyorlardı. Bir de, niçin tutuklandığımı hiç sormuyorlardı. Öyle ya, belki hırsızdım da hırsızlıktan tevkif edildiğimi itiraf etmek istemezdim. Beni güç bir duruma sokmak istemiyorlardı. Hele Ankara'dan birkaç istasyon sonra binip, karşımdaki jandarmanın yanında boşalan yere oturan bir adamı hiç unutamayacağım. Adamın yanakları on beş günlük tıraşla örtülmüştü. Kırçıl sakallı, bir gözü kısık -belki de kördü-. Külahının içinden çıkardığı soğanı kırdı. Bir parça soğanı biraz ekmekle, utana sıkıla bana bir sunuşu vardı ki, demeyin gitsin.
Aradan çok geçmeden yolda bana, zamanla bozulmuş bazı siperler gösterdiler. Onlar Sakarya Savaşında bizimkilerin savundukları siperlerdi. İçimden; hey gidi günler dedim. Buraları hep bozkırımsı yerlerdi. Vaktiyle ormanları yakmışlar, yağmur da bütün toprakları alıp götürmüş. Bütünü güneşle kavrulmuş, eti sıyrılmış, kuru kemik kalmış bir yer. Oysa 140 yaşını geçerek öldüğü söylenen Zaro Ağa, gençliğinde süvari olarak Eskişehir'den Ankara'ya giderken hep ormanlık bölgesinde yol aldıklarını söylermiş.
İstasyonun birinde durduk, birkaç köylü vagonlardaki yolculara bir şeyler satmak üzere geldiler. Birisi pencereme yanaştı. Ona, buraya niye ağaç dikmediklerini sordum. Bana, "Mal ağaca dayanır kaşınır da ağaç sallanır, tutmaz" diye cevap verdi. "Mal" dediği sığır, sıpa idi.
İşte kimi köylü bana soğan ikram eden gibi oluyordu; kimi de, -ama enderdi- sığır, sıpa sallar diye ağaç dikmeyen gibi oluyordu.
(CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI, "Mavi Sürgün", Bilgi Yayınevi, 1990)
*
ALINTI












































Yorumlar