Çok da keyifli olmayan geçen onca doğum gününün ardından, hüzün treni rötar yaptığı eski istasyondan yol almış, güz yelleri, kalın dişli tarağını saçlarında, usul usul gezdirmeye başlamıştı ki; geciken ilk cemre düştü!
İlk gördüğünde biliyordu. Çok sevdiği bir caneriğini eline geçirmiş, aklı gidiyor ama öyle durmak, ısırmadan durmak zorunda gibi bir hisse kapılmıştı.
Oysa ne az konuşmuşlardı.
Ilık bir Mart öğlesi, ait olduğunu hiçbir zaman kabullenmediği evine gitmek içinden gelmiyor, sıkıntısından patlayacak gibi daralıyordu. Ece, kaç yaşından sonra tiryakisi olduğu sigaranın, yavaş yavaş dağılan halkalanmış dumanının seyrinde; tutunacak sıkı bir dal, ağlayacak omuz düşlerken O'nun sesiyle irkildi.
Kafasını kapıya doğru çevirip, o'nun iki yeşil pınar gibi çağlayan gözlerinin, gürül gürül akıp yüreğini serinleteceğini ve kanatlarına alıp, başka dünyalara uçuracağını, dünyalar kadar istese de, olacağını nereden bilecekti. Yüreği, incecik dudaklarında zayıf bir kelebek gibi kanat çırpan gülücük olmuş, kim bilir ne kadar acemi, öyle bakmıştı.
O ise, gözleri, masanın üstündeki camın altına dizili resimlerde, hep en güzellerini seçerek kordu oraya, dolandı durdu, ardından köşedeki Atatürk çiçeğinin en ucundaki erguvanlaşan yaprağı kopardı, büyük odayı bir kaç saniye de dolaşıp çıkacaktı ki, sanki hiç önemsiz bir şey den söz eder gibi dedi:
Hiç bir şey demeden gidecek diye ödü kopmuştu, sorduğuna bak?
-Tabi, derken sesi inanılmaz güzellikte bir türkü söylüyordu.
-Köşede... On dakika sonra!
Yalnızlığını , ne kadar daraldığını, kimsesizliğini, gidecek bir evi olmadığını hissetmiş miydi ne?
Şehri geride bıraktıklarında, dağ bayır tırmanırken Ece, yıllardır oturduğu bu şehirde, böylesi güzelliklerin varlığından habersiz yaşadığına hayıflanıyordu. Şehrin dört bir yanını, efil efil esen doruktan seyrederken, uzun uzun iç geçirdi.
Can, Ece’nin elinden tutup çekerek, Karun’un hazinelerinden birini bulmuş gibi heyecanlı; hiç kimsenin cesaret edip gidemeyeceği kadar yüksekte, uçurumun kenarında baş vermiş, iki beyaz kardeleni göstererek;
-Gördün mü, nasıl tutunmuşlar? Seninle paylaşmak istedim.
Gün kararıncaya kadar, karış karış dağları keşfedip, bahara uyanan börtü böceğin serenatlarını dinlediler.
Karanlığı yırta yırta muhteşem görüntüsüyle Ay büyüyordu… Bir çift kardelen büyüyordu… Sevda büyüyordu…
Gün doğumunu el ele karşıladılar.
Hani dar günde Hızır gibi yetişen, ona sihirli değneği ile dokunup, her şeyi güzelleştiren, filizlendirip katmerli güller açtıran, kanatlandıran bir şeydi bu, ilahi şey!
Ece, bu ilahi şeyi, hiç aramadan, kendiliğinden bulmanın şaşkın garip tavrı içindeydi. Sıcağından, ışığından gözleri kamaştı. Ateşinin elini yakmasına aldırmadan sıkı sıkı tutmaya çalıştığı; kimselere göstermeye kıyamayıp sakındığı o ateş topunu, elinde tutmanın gizli erincini yaşıyordu sadece.
Çiçeklenmiş ilkyaz eriğiydi korumasız bedeni. Taze günün, kızıl aydınlığını içine çekerek, O'na, dokunabilmek için çıldırıyordu ya… Bir göçmen kuşa sevdalı serçe kuşunun ürkek kanatlarıydı; geçe kalmış sevda kanatları. Ne kadar dayanabilirdi ki, uzun yol göçmenlerinin okyanus yolculuklarına?
Sevdalar hep böyle mi yaşanırdı? Göçmen kuşların, o sonsuz mavi yolculuklarına özenip, takılarak güçlü kanatların peşine serçe kanadıyla; ölümüne yarışmak… Ölümüne uçmak… Dört bir yanın yara ve kırılıp dökülürken bile, ellerinin bedeninde tabi ki en gizemli yerlerinde ruhunun dolaştığını duyumsamak ve ürpererek... O can eriğini ağzına bir karış mesafede tutup... Belki dişlerini kırmak ama aynı hazzı almak gene...
Ve ölsen bile, pişman olmamak; belki de sevmek oydu…
2010 Olimpos Dergisi Bahar Sayısı
Comments