Bir önyargım var: Sevimsiz anıların olan sevgili, memleket... terk ettiğin neyse işte ona, bir daha dönmeyeceksin diye;
o gün haklıysan hep haklısındır, kurcalama...
Ayrıca bir saplantım da var; hatalı olsa da o geçmiş senin doğrularının da temel taşıdır; o zaman ebediyete değin nikahlındır, saklamalısın..
Bu kaygım vardı, ısrarla davet ettiklerinde de anlatmıştım açık yürekle: "Orda incitildim ben, gelmeyeyim. Ben beni bilirim, içimde saklar, tepkisiz de dururum ama, o hazmettiğimden değil, en şık tepkiyi hala bulamayışımdandır. Belli ki anlamaya çalışmışımdır otuz küsur yıl; Acaba benim hatam neydi? Zor anlıyormuşum işte. Şimdi anlayıp da kendimi aklarsam savunmam şiddetli olabilir, hava da bozulur. " diye...
Yanıt beylikti: Geçmişi kurcalamanın kime ne yararı var?
Gel de bana anlat... Ya da dayağı yiyene...
Bilmediklerim çok ama kendimi bilmem mi?
Şimdi üç yıl sonra bu yazı hala gündeme geliyorsa demek ki kesin ve evrensel bir yargıya dönüşmüş.
Suçlu olan birileri var ama ben değilim.
Öyle de gel de uygula: Terk ettiğin yere bir daha dönme...
Dünyanı her adımda genişletmek ne kadar mümkün, güç, zaman...sorunu. O zaman bir süre sonra yumurta kabuğu kadar bir şeye dönünce dünyan, çift sarılı olsa ne yazar, yinelemeler de kaçınılmaz olur.
Olsun onun da güzel yanı var: Kıyaslama şansın oluyor. Yaşadıklarında eksi ve artıları görebiliyorsun.
Yok yok, siz siz olun; dün niye öyleydi diye asla bir yere dönmeyin... Çünkü bulacağın gerçek seni üzebilir, daha da ötesi bir anlamı kalmadığından ben bunu niye yaptım der olursun ki, onun adı "keşke"dir. Ruhun en büyük kanseri de o keşkelerdir, yakalanmayın.
ADAPAZARI benim yaşamımda hiç de sevimli anıları olmayan bir yerdir. Ötesi ciddi bir kırılma noktamdır.
*
ATMED yani ADAPAZARI TİCARET LİSESİ MEZUNLARI her yıl öğretmen ve öğrencileri buluşturdukları bir gece düzenliyor. Dile kolay, tam kırk beş yıldır...
Herhalde daha önce yaşım tutmuyordu, son beş yıldır davet ediliyorum, ama nedense içim git demiyordu hiç...
Asıl sakıncam bir yana tarzım değil, kimsenin birbirini anlamadan konuştuğu, gürültünün şenlendirdiği eğlenceler... Kuşkusuz davetleri onur vericiydi, ama keşke bir amaç yükleseler, kültür sanat, siyaset...her neyse güncele dair bir konu...ekleseler de yararlı olacağımı sanacağım bir etkinliğe filan çağırsalardı, koşarak giderdim, ama şimdi...
Öyle ya otuz yıl olmuş ayrılalı, ne yapacaktım ki işlevi olmayan bir eğlencede? Aramda birkaç yaş fark olan, şimdi elbette benim gibi ışığı solmaya başlamış öğrencimle ya da meslektaşlarımla yitip gitmiş anıların arasından değerli bir şeyler bulup çıkarmaya çalışmak bana pek sevimli gözükmüyordu.
Ki o değerli olan da o gün değerliydi, bugün ne ederdi kimbilir?
Ne var ki bu kez telefondaki davete iyi halimde yakalandım, hayır diyemedim. "Biliyorum ayıp ediyorum," döküldü ağzımdan. "Ama bu kez geleceğim..."
Belki biraz da öteki gözle bakmak istedim.
*
Otuz yıl önce bir şiir gibiydi ADAPAZARI. Ama kahırlı...
Ülkenin en büyük nehirlerinden biri ondan akardı; taşıdığı alüvyonlarla dünyanın en bereketli vadisine çevirdiği ovada adam diksen yeşerirdi.
Karadeniz'e cephe, Marmara'ya su kadar yakındı; irili ufaklı gölleri, balta girmemiş ormanlarıyla, sık sık yoklayan depremlerinden de belli sıcak su, kaplıca kaynaklarıyla; Manavından, 93 harbi göçmenlerine, Kafkas halklarına, kendine yetemeyen Doğu'dan, binbir felaketle atayurduna savrulmuş Balkan insanlarına...
Onca ırkın rengini, ışığını taşıyan zengin bir mozaik kültürle donanmıştı.
Orta Anadolu'dan gelenlerin yanında başkentle ülkenin en büyük şehrini birbirine bağlayan, Avrupa'ya değin uzanan tren, otoyollar ondan geçerdi.
Oysa "Yalnızlık Sonatı"ndaki
"...
Bir gece vakti, kimliksiz bir köy kıyısında,
Dağ çocuklarının gözleri gibi karanlıkken ömrün…"
dizelerini dedirtecek gibiydi...
Hadi kendi özkaynaklarını kullanmıyor, içinden geçen o lüks arabalardan, mavisine kadar rengarenk trenlerden, her birinden bir sözcük, bir icat, bir yenilik kapsa dünya zengini olacak , çağını aşacak bir yer olması mümkünken, ülke ortalamasının aşağılarında bir yerde, arkaik bir kültür ve sosyal yanı olmayan bir yaşam girdabında, saldırgan bir gericiliğinin yanında yapıştırma bir çağdaşlığı, ham bir ilericiliği nasıl becerirse bir arada yaşatırdı; ülkenin çoğu gibi...
Helvaya hiç eksik yoktu ama, helva da yoktu...
...
İçinden trenler geçer, düdük düdüğe,
İstanbul geçer, Vivaldi geçer,
“Ay Işığı” çalar kemanında;
Hiç bilmediğin…
Bir kılıç gibi yarar sonsuz geceni,
Işık ışığa ülkeler geçer;
Döşer raylarını yüreğinin tam ortasına,
Yıkar toprak damlı evini başına,
Geçer trenler;
Hiç binmediğin…"
türden yani...
Öyle kasvetli öyle karanlıktı. Belki bir bendeki his oydu, röportaj yapmadım hoş, bilemem...
12 Eylül'ün eli bana da değince bozkırda olsa da Ege kokan Uşak'tan denizin hemen kıyısında, Marmara'nın göbeğinde, gölü, ormanı içinde, ağaç değil insan diksen yeşerir geniş, verimli topraklarına karşın anlaşılmaz bir gizemle kavruk kalmış Adapazarı'nda öğretmen bulmuştum kendimi. Önemliyse boykota katılırken düşünseydin, hem dünyanın en kötüsü değildi sonuçta... Müdür, öğretmenler... derler ya elektrik iyiydi, sevdim okulu.
Sanırım öğrencilerim de beni sevdi, güzel şeyler yaptık onlarla... Bir meslek lisesinden beklenmeyecek çapta etkinliklere imza attık birlikte. Hele Atatürk devrimlerini simgeleyen bir gösterimiz vardı; çarşaftan çağdaşlığa geçen kadın... Hele Öztürk'çe kullanmaktaki titizliğim... Çok konuşuldu, beğenildi...
Oysa fermanımı künyeme yazmışım o gün, ne bileyim.
Bilmezsen anlamaz, hatta acı çekmezsin...
Özetle burası asıl sakınca özetimdir. Adapazarı en ciddi dayağımı yediğim yerlerden biridir.
Okul, kitaplar, yeni yeni yazıyorum, onların çalışmaları yetiyor bana... Bir de sinema; bolca sinemaya gidiyorum.
Yoksa o yıllar ADA büyük bir ıssızlık, sosyal yönden... Sokağa hakim egemen bakış çağdışı, hatta o günlerde bütün ülkeye ihraç yapacak dende gelişkin: Bir Cuma günü bir iş adamının bürosunda otururken çarşaflı, tanımadığımız bir kadının gelip de " Utanmıyor musunuz Cuma saati burda oturmaya," diye çıkışması hala aklımda... Yıl 80'ler...
Şeker, Vagon fabrikalarına, askeri birliğine, ta padişah zamanında 'Çark Mesiresi'ne gelen yolcularıyla dolu "meserret" trenleriyle ünlü garına karşın, sık sık yoklayan deprem nedeniyle nasılsa yıkılacak denilerek öylece yapılmış ve bırakılmış derme çatma evleriyle büyük boy bir köy gibi görünen kabuğunu bir türlü kıramayan, kırmayı aklına bile getirmeyen bir yerleşimdi seksenli yılların ADAPAZARI.
Oysa onca farklı kültürün donatıp yolladığı insanının yanında, köklü bir köy enstitüsü geçmişi, dönemine göre hayli fazla fabrikalarında çalışan çok da işçisi vardı. Hani aydınlığın ve o parlak geleceğin öncüleri olacağı varsayılan bilinçli proleterleri...
Çanak gibi bir düzlükte yer almasından olsa gerek güneş tabana inmekte zorlandı.
Belki sadece ben öyle hissediyordum. O kadar ki, buradan bakınca bir damlacık, büyük boy bir kasaba Uşak bana çok modern, çekirdek çitleyerek dolaştığımız tek caddesi, alçakgönüllü bir Paris Şanzelize... geliyor, nasıl özlüyordum.
Galiba bir yerin ne olduğu önemli değil, sizde bıraktığı algı önemli.
Sonuçta burada 'Öztürkçe' kullanıyorum diye kendi siyasi anlayışını ülkenin sahibi, beni de parya sayan birilerince sürüldüm, meslektaşlarımın bir kısmı da arkamdan teneke çaldılar, kolayca aşabildiğim bir travma dersem siz de inanmazsanız.
Aşamadım. Önce hastalandım, bir fakültede bana ölümcül bir rahatsızlık teşhisi koydular. Binbir güçlükle aldığım evimi sattım, okuluma, herhangi bir kişiye allahaısmarladık bile demeden ADAPAZARI'ndan ayrıldım. Yıllarca da bana rehber olmamı söyleyen ve başımı o belaya sokan müdür dışında kimseye de merhaba demedim ADA'dan...
Hastalığım mı? O bir yerli film, İstanbul'daki tıp fakültesi bana yanlış teşhis koymuşmuş...
Bir yazımda anlattım bile, belki de okumuşsunuzdur da; Attila İlhan'la ilgili bir yazımda...
Hayat bu, ne çok takmışsın...diyenler vardır. Arızalı mıyım? Ben başka bir şeyim demedim ki? İnsanın arızasızı neye yarar?
Depremde evim yıkıldıktan sonra gittiğim İzmir'de yaşamaya çalışırken, tek arkadaşım olan bir yakınımın, yıkılan evimi hiç konu bile etmeden, o günlerde çalınan benden daha yaşlı arabasını her fırsatta anlatması sinirlerimi bozardı.
Demek ateş düştüğü yeri yakarmış. Seni de tehdit etmedikçe...
Peki hırsızın hiç mi günahı yoktu?
Askeri yönetim, kim ne derse desin bence doğru zamanda müdahale etmiş, on yıldır önüne geçilemeyen, çoğu direk meclisten beslenen anarşiye dur demişler, ülkeye, o kan denizine bir sükunet gelmişti ama ardındaki dört general bana öyle geliyor ki ülkeyi kışla sanıyorlar, başka türlüsüne de hazırlıkları olmadığından öyle de yönetiyorlardı... 1938'den sonra her iktidara gelen gibi de II. Atatürk olmak örtülü güdüsüyle onlara göre muhteşem, aslında ön hazırlığı, birikimi, yetişkin elamanı olmayan, kulaktan duyma projelerle ortaya çıkıyorlardı. Elbette de çoğu hiçbir şey bile olamadan tarihin çöplüğüne atılıyordu.
Okullara buyurdukları rehberlik teşkilatı da bunlardan biriydi.
Bana, sen bunu yaparsın diyen müdür de bilerek demiyordu ya, bilir gibi yapıyordu, işgüzarlığı had safhada, bir güvercin uçurmakla kendini peygamber sanan ben de... Ne kaynak, ne kitap, ne bilen... Bir oda verdiler, bir ay kadar geceli gündüzlü çalıştım, ilgili arkadaşlardan, ordan burdan kaynaklar buldum ve belki de ülkenin ilk Rehberlik Örgüt'ünü tüzüğüyle, programıyla kurdum.
Resmen olmasa da fahri uzman rehber oldum.
İş öğretmenler kurulunda onaya kalmıştı. Orada da adının "Rehberlik Örgütü" değil, "teşkilatı" olması gerektiği tartışmaları nedeniyle kıyamet koptu. Her ne kadar bakanlığın önerdiği projede isim bu desem de beni epey hırpaladı, iktidar olamamış, ama günümüzde bile başkaları üstünden hep iktidarda olmuş bir siyasi partinin okul ayağı.
Oylama yapıldı ve ezici bir çoğunlukla projem ve "uzmanlığım" onaylandı.
Ne var ki çok zoruma gitti, o haksız eleştiriler ve nankörlük...
Hazmedemedim, bütün emeğimi bırakıp rehberlikten de ayrıldım. O yıl müdür de siyasi baskılarla görevini bıraktı ve yeni müdür okula atandı.
Görünen yeni müdür benim projeyi eleştirenlerin iyi adamıydı...ve hakkımda bir güzel bilgi sahibi yapıldı. Kısa süre sonra beni çağırdı ve "Güzel şeyler yapmışsınız, bir de şöyle bir program yapsak..." diyerek daha önce ülkü ocaklarının bilmem nere şubesinin yaptığı ŞÖLEN başlıklı davetiyeyi elime tutuşturdu.
Onun siyaseti vardı da benim olmaz mı?
Nasıl da tapumuzdu, Cumhuriyet değerlerine bağlılık?
Öfkemi güçlükle bastırarak davetiyeyi masaya atmıştım: " Benim yapabileceğim bir şey değil..." demiştim.
Ve ertesi yıl, sözlü olarak Öztürkçe kullandığımdan, yazılı olarak bir gerekçe gösterilmeden beni başka bir okula, İmam Hatip'e sürdüler.
Bu kadardı. Ne var ki bu yollarda değişti: O güne değin demokrat, çağdaş, Atatürkçü bir öğretmendim, meslektaşlarımın kimileri komünistliğimi böylece keşfettiler.
Beni her yönüyle onaylamasalar da yıllarca teftiş puanlarım takdirle geliyordu, ikinci kez süreci tamamlarsam maaşla ödüllendirilecektim. Çok önemli değildi ama bekliyordum da... Sonradan öğrenecektim, o senesi, benim ödülü de öldürmüşlerdi; belli ki o yılın puanı zayıfa düşmemiş, ama takdirden de iyiye düşmüştü.
Ertesi yıl görevime dönmeyi başarsam da bu yasadışı, keyfi uygulamayı hazmedemedim.
Kısa süre sonra o müdür, dayattığı partisel kimliğiyle büyük başarılara imza atmış olmalı ki, bakanlık müfettişliğine sıçramış, bense yaşadığım kırılmayla kendi kendimi sürgün ederek, başka kente tayin istemiştim.
Şimdi o geceye giderken içimdeki endişe haksız mı? Arkamdan teneke çalanlarla karşılaşırsam kendimi kaybeder miyim acaba. Buna ihtiyacım olduğunu da biliyorum, ama mantıklı bir yan da bulamıyorum. Kimsenin anlayamayacağı bir hikayeyle kendimi küçük düşüreceğim diye kaygılanıyorum.
Otuz yıl sonra ilgiyle adım adım dolaşıyorum kenti. Keşke ayrılmasaydım dedirtecek bir şey arıyorum.
Her yer gibi Adapazarı da günün getirdiği yeniliklerden payını almış, yeni yollar açılmış, güzel parklar yapılmış. Deprem sonrası kurulan yeni kent çağdaş bir görünüm sergiliyor. Çark deresi ıslah edilmiş, çok öncelerindeki anlatılan güzelliğine dönmüş.
Son dönem yapılmış gösterişli binalar arasından, artık hiçbir 'meserret treninin' uğramadığı garın önünden yürüyorum... Bir zamanların parlak gezinti yeri olan, şimdi zevksiz bir patikaya dönmüş İstasyon önünden, trafiğe kapatılmış, kalabalık Çark Caddesi'nden geçiyorum.
Arka mahallelere girsem de aynı yargıya varırdım geliyor bana... Deprem bile bu kentin kaderini değiştiremedi.
ADAPAZARI bana hala güneş almıyor geliyor.
Keşkem yok...
ATMED bu sisin içinde güzel bir geleneğe imza atmış. Keşke bütün okullar bunu örnek alsa dedirtecek bir gelenek...
Kırk beş yıldır, yılda bir kez de olsa unutamadıkları okullarına gülümsetecek bir jest yapıyorlar. Şimdi Adapazarı'nda her biri iş adamı, rol sahibi olmuş mezunlar, her yıl Mayıs ayında bir eğlence düzenliyor. Katılımcıların seçtikleri öğretmenlere de çağrı yapıyorlar. İl dışından gelecek konukların kalacak yerleri hazır, bir gecelik giderlerini de karşılıyorlar. Her kültürden, her anlayıştan mezun var. Yemekte isteyen içki de alabiliyor, sadece siyaset yasak...
Nasıl da uyumlu, öğretmenlerine saygılı ve özenliler...
Değişik yaşlardan, kimileri seksenine merdiven dayamış öğretmenlerin gözlerinden taşan mutluluğu görmek gerek...
Hiç üzerinde düşünmemiştim ama farkına varıyorum, okul sadece hemşerilik gibi aidiyeti doyuran bir kaynak değil, müthiş bir sosyalizasyon çekirdeğiymiş aslında.
Korktuğum başıma geliyor. Geçmişte benim sürgüne gönderilmemden mutlu olanlarla da karşılaşıyorum. Sorun arıyormuş gibi inadına merhaba diyorum, tanışlık veriyorum. Ne garip, dost gibiler, hatta pişman gibi, sanki aynı siyasi anlayışa gelmişiz, ülkenin geleceğinden aynı kaygıları duyuyormuşuz gibi konuşuyorlar.
Belki ben öyle sanmak istiyorum.
Affettim mi?
Affetmek önce beni onaracak biliyorum, ama hayır, sadece anlıyorum. Mantığım olmaz böyle şey diyor.
Onları başka bir siyasi anlayışa sahip oldukları için kınamıyorum, bu her bireyin en doğal hakkı, senin olduğu kadar. Seni sevmek zorunda değillerdi, seni alkışlamak zorunda hiç... Ama onlar, kendi güçleriyle de değil bir partinin gücünü arkalarına alarak kendilerine hiçbir kötülüğü dokunmayan bir insanın, hayatıyla gizlice oynayabilecek ve gerçekleşince alay edebilecek dende zalim olabildiler.
Ben bunu kimseye yapamadım, eleştirdim, tartıştım, ama arkasından onun ekmeğiyle, canıyla oynayacak hiçbir eylemde, yeni deyişle kumpasta yer almadım. Uşak'ta olayların en yoğun zamanında sol örgütler sınıfımdan öğrencileri almak istediklerinde her şeyi göze alarak vermediğimi anımsıyorum.
Şükret o zaman Şenol, diyor içim. Birilerini farklı düşünüyor diye öldürdüler de seni sadece sürdüler. Hatta geçmişte salt bireyler değil, bizzat devlet de yaptı bunu.
Neyi anlatır, neyin işareti ki bu, diye düşünüyorum.
Bir süre dikkatle izliyorum onları. O farkı görmeye çalışıyorum.
Yalan söyleyecek değilim. Bir şey göremiyorum, sen ben gibiler. Hepimiz her zaman her rolü oynayabiliriz gibi...
Sonunda bu bir insanlık, kişilik, ahlak sorunu diyorum, belki kendimi avutmak için. Güçsüz insanın emanet aldığı, hatta kullandığı devlet gücünde benim de hakkım olduğunu düşünürsen çalıntı güçlerle mahalleye dayılanması gibi... Sana onu reva görenler kimbilir yaşamlarında daha ne kadar benzeri eyleme imza atmışlardır ve şimdi nasıl vicdanlarıyla boğuşuyorlardır.
Hiç sanmam, o, o zamandı, şimdi bu zaman... Bir şeyler bizi aynı çizgiye getiriyor, geçmişi de bir güzel silip unutuyoruz.
Sen de anla ve unut.
Gelmem iyi olmuş; iyi olmuş, o saniye unutuyorum.
Geceye dönüyorum.
Bu kadar yaşlıyı ve anıyı bir araya toplarsan ne olur? Elli yılın anılarıyla sohbet ettik, o yılların popüler tüm şarkılarıyla dans ettik, İzmir Marşı'nı hep birlikte söyledik...
İnsanların nedenleri başka başka olsa da gülmeye, unutmaya ihtiyaçları var.
Ne kadar bakındıysam tek bir eski öğrencimi göremedim. Çoğu başörtülü, artık benim gibi yaşlanmaya dönmüş eski öğrenciler arasında onları görsem de tanımazdım, yine de arandım. En azından seçip önerdikleri ve konuk edilmem için katkıda bulundukları için teşekkür etmek isterdim, ama o şansım olmadı.
Sormayı düşünmedim değil, ama aynı masada oturduğumuz, birlikte çalıştığımız zamanlarda iyi tanıştığım, gösterişli güzel bir kadın olan ama şimdi ancak arkadaşlardan sorup öğrenince güçlükle tanıyabildiğim, benden hayli yaşlı bir öğretmen hanım, bana "Siz hangi dönemde okumuştunuz bu okulda," diye sorunca daha genç sanılmaktan gururlansam da sorma hevesim söndü.
Anılar güzeldir, ama galiba yerindeyken...
Yine de ertesi gün kahvaltıda o güzel insanlarla vedalaşıp ayrılırken "Keşke hayat yolunda denk geldiğimiz bazı insanları da yanımızda götürebilsek, ömrün sonunda ne zengin olurduk ," diye düşünmeden edemiyorum.
Olsun, sonuçta yaşadığın her yer dört duvar, bir sokak, baktığın da tavan ya da gökyüzü... Asıl yaşadığınsa beyninde, insan gittiği her yere kendini; yani anılarını da, şehirlerini de, insanlarını da... sırtlayıp götürüyor, nerede olduğun, oldukları ne fark eder?
Belki kuş olsam hava sahamı değiştirip geçmezdim bu şehirden, ölsem ölüm cesedini sırtlayıp başka mekan arardı, ama şimdi olabilir diyecek kadar iyiyim.
Sağol ATMED, SEN ÇOK YAŞA...
Yine de hüzün duyuyorum; hava aynı hava, ADAPAZARI'nda her şey olsa da o helva hiç kavrulmayacak biliyorum...
Olsun, diyorum, sonuçta sen arandın. Hani terk ettiğin yere dönmeyecektin. Şimdi bulduğunla yetin.
Comments