37 YILIN İSTANBUL'U VE BAY İSAK
top of page

37 YILIN İSTANBUL'U VE BAY İSAK


Serde edebiyat öğretmenliği olunca tiyatroya gitmek yalnız sevgi değil, aynı zamanda görev oluyor. Bu saptamaya her edebiyat öğretmeni, dil öğretmeni katılmayabilir, “yok canım der, ben sanatı severim,” der, kendi açısından haklıdır da...


Fırsat buldukça, devlet tiyatrolarına, şehir tiyatrolarına gitmeye can atardım. İstanbul sanatın edebiyatın başkentidir ya yetişemezdim bile.


Tiyatroya giderken yedi yaşındaki kızım yoldaşımdı. Oyunun, düzeyine uygun mu değil mi, çok irdelemeden birlikte giderdik. O yıllarda çok fazla çocuk oyunu yoktu, diye hatırlıyorum.


Sanat, insanın içini açar, tiyatro da evreni alıp önünüze koyuverir. O, dünyanın güzelliklerini gösterirken “aha bak,” bilgi sahibi ol, erdem sahibi ol derken; öte yandan bunlar da hokkabazlar, şarlatanlar deyip çirkin insan tiplemelerine örneklemeler sunar. Bakarken sadece bakma, içine gir, güzelliği yaşa, yaşayabildiğin kadar, insanı, tabiatı, sev sevebildiğin kadar. Bak dinle, izle kıssalar vardır oyunlarda, iyi dinle hisseler çıkar, der...


Kızım, ilk göz ağrım, tiyatro yoldaşım, demiştim ya elinden tutup o tiyatro senin, bu tiyatro benim koştururduk. Antik Yunan Tiyatrosundan esinlenerek yazılan Theope’yi izlemeye gitmiştik. Oyunda uzun tiratlar, ağır sahneler vardı… Oyunun ikinci devresi başladığında kızım: “Offf” daha bitmedi mi, deyince oyunun ağırlığıyla seyirciler yorulmuş olmalı ki sesli sesli gülmüşlerdi. Çok tabi ki oyuncular da etkilenmişti bundan. Oyunları ön sıralarda izlemeyi tercih ederim. Önde oturmak güzeldir, güzel olmasına; fakat ön sıradaki seyircilerin çok dikkatli olması gerekir. Çünkü oyuncular, seyircinin her bir hareketini takip eder, bu da onların motivasyonunu artırır veya eksiltir…

Severek görev yaptığım B.Ö.M.L.'inde güzel insanlar tanıdım: Ömer Şahin, müdürüm Ali Bağdatlıoğlu, Serpil ablam, Müdür yardımcısı Hulusi Akdoğan, Rıfkı Birol, Serap İpekçi, Şerife Demirbilek, İsmet Terzi… Aşkla görev yapmanın, “öğretmen işte böyle olur’un” örneklerini sunarlardı.


Veliler ile çok sıkı fıkı olduğumuzu söyleyemem, aramızda hep bir mesafe vardı, ancak bunu derken birkaç veli hariç demezsem, haksızlık etmiş olurum. Mesela, Aile Birliği Başkanı Eti Hanım, sonra okul fotoğraflarımızın tab edilmesine katkı veren Sara Hanım, sık sık birlikte tiyatrolara gittiğimiz Bay isak Ferera…


Bay İsak Ferera, ince, zarif bir insandı, karşısındaki insanı üzerim diye kelimeleri özenle seçer, kırarım diye aklı giderdi: Tam bir İstanbul Beyefendisi. Ben tiyatroya kızımla giderken o da kızı Beki’yle...


Bay İsak’ın çabuk ilerleyen, bir kanser türü sonucunda vefat ettiğini Beki’den öğrendiğimde çok üzüldüm... Anam derdi ki “Tanrı sevdiklerini erken alıp gider,” öyle midir, değil midir, emin değilim; fakat Bay İsak’ın erken vefatı anamın savını doğruluyor. Mekânın cennet olsun Bay İsak! Hangi dinden olursa olsun, bütün dinlerin güzel insanları senin ruhuna dualarını gönderirdi seni tanısaydı.


İnancım odur ki İnsanları inançlarına, mezheplerine, milliyetlerine göre tasnif etmek, geleceğe, insanlığa yapılabilecek tamiri imkânsız kötülüklerden biridir!


B.Ö.M.L.’inde hafta sonu düzenlediğimiz yetiştirme kurslarında Beki’yle birlikte okula gelirdi Bay İsak. Odada yalnızsam, kapıyı yavaşça tıklatır, rahatsız etmekten çekinerek “merhaba,” derdi. “Buyurun, buyurun,” derdim. “İşiniz varsa rahatsız etmeyeyim,” derdi çekinik çekinik! “Yok yok” derdim, işim olsa bile var der miyim hiç, böyle naif bir insanın gönlü kırılır mı, yerimden kalkıp ayakta karşılardım. Öteden beri büyük küçük herkesi ayakta karşılar, buyur ederim! “Kâbe’m insandır,” diyen bir öğretiye gönül vermiş kültürden geliyorum. Şayet olmuşsa bir hatam, kusura bakmasın, bağışlasın büyük küçük herkes!


Bay İsak, fazlasıyla hak ediyor bu nezaketi, onun beyefendiliği de eğitir, karşısındakileri, kimse kıramaz böyle insanları. Bay İsaklar, Tanrı'nın özenle yaratıp naiflik timsali olarak gönderdiği insanlardır dünyaya!


“Taksim Sahnesine dört bilet aldım, demişti Bay İsak: Beki tiyatroyu çok seviyor, kitap okuyun, tiyatroya gidin diyormuşsunuz, o da durmadan okumak istiyor, tiyatroya gitmek istiyor; ben de eşim de böyle olmalı diyoruz… Hafta sonlarını dört gözle bekliyorum, sizinle bir iki kelime konuşmayı seviyorum!”


İşte bu, bir öğretmenin ödülleri böyle güzelliklerdir. En iyi öğretmeni, en çalışkan öğretmeni, öğrencileri seçer. Gün içinde okulda yaşanılan, sınıfta olan her şey, evde değerlendirilerek, bu büyük jüri tarafından oylanır.


Ben derim ki öğretmenin vicdanı, her daim akıldan yana olmalı, insani olmalıdır; çünkü onun vicdanı, içinde taşıdığı tanrıdır. Hiçbir meslek insan hayatını, toplumun geleceğini öğretmenler kadar etkileyemez. Bir daha dünyaya gelsem hiç tereddüt etmeden yine öğretmenliği seçer; fakat bu sefer, çok daha ideal bir öğretmen olurum kesinlikle...


Bay İsak'la arkadaş olmuştuk, hafta sonu sohbetleri... Birçok konuda fikir sahibiydi, fakat bildiğini, o kadar yumuşak anlatırdı ki “hani şöyle olsa daha güzel olmaz mı” mesela. Hemen her alanda sohbet ediyorduk, hiç unutmam bir gün balık pişirme konusunu konuşuyorduk!


“Hocam bir de şöyle deneyin, seveceğinize inanıyorum, deyip tarif etti: Ben dedi, Norveç uskumrusunu, ızgarada pişirmeyi daha doğru bulurum. Balığı ızgaraya koymadan ızgaranın kızmış olmasına, yağlanmasına dikkat etmek lazım. Balıkları unlayıp yağlamalı, ızgaranın üstüne dizmeli, her iki tarafının da aynı oranda pişmesine dikkat etmeli, siz bakın o zaman nefasete!”


Öğretmenliğimin, yöneticiliğimin en güzel günlerini geçirdiğim bu okulda ilklerim oldu. Yöneticiliğe de bu okulda başladım. Yazma denemelerine bu okulda başladım, epik, lirik, didaktik kürsü konuşmalarımı bu okulda yaptım...


Fakat nazar mı, değdi ne, bir gün, Denizler Şahı, adı deniz olanların kıymetlilerinden ağlamaklı odaya girdi:

“Sizi almışlar bizim okuldan, eski okulunuza vermişler,” deyip yazıyı önüme koydu, hakikaten öyle!

Almışlar…

Şaşırdım…


Eski okulumu, Piri Reis Ortaokulunu arayıp Müdür yardımcısı Celal Yılmaz’la görüştüm. Çok sevinçliydi, “aramıza tekrar hoş geldin,” diyordu. Nasıl oldu, neler oluyor dediğimde, anlattı.

Geçen yıl dersine girdiğim öğrencilerden yirmi ikisi, il milli eğitim müdürlüğüne gidip “biz öğretmenimizi istiyoruz,” demişler. Milli eğitimde adının Salim olduğunu öğrendiğim atama şube müdürü, “size Ziya öğretmeni gönderdim, haftaya gelecek,” demiş. Öğrenci grubunun lideri Ecevit “biz öğretmenimizden başkasını istemeyiz, illa öğretmenimizi,” isteriz, deyip ısrarcı olunca, “tamam,” demiş Salim Bey’de!


Bu ilginçlik Salim Bey’in de dikkatini çekmiş, Piri Reis Ortaokulu’nu arayıp bilgilerinin olup olmadığını sormuş; sonra da şunları söylemiş: “Bu zamana kadar böyle kalabalık bir öğrenci grubu milli eğitime gelip öğretmenleri için hak aramadı. Bu ilk oldu, böyle bir şeyi nasıl yaptı bu çocuklar anlamadım,” demiş! Bu davranış Salim Bey’i çok etkilediği için öğrencilere “tamam,” demiş!


Bir haftadır B.Ö.M.L.’inde bakanlık müfettişleri genel denetim yapıyordu. Bakanlık müfettişi Ayhan Bey, pazartesi günü dersimi dinleyeceğini söyledi. “Buyurun dedim, ancak ben pazartesi günü Piri Reis Ortaokuluna döneceğim,” dedim. “Yok öyle dedi, dersini dinleyeceğim, ben uygun görürsem bu okulda kalacaksın, yoksa gideceksin,” dedi.


İşte aynen böyle oldu. Dersimi dinleyen Ayhan Bey, geri dönüşüme onay vermedi. Bundan sonra Bay İsak Ferera ve güzel kızı Beki ve dünyalar güzeli ilk Sultanımla tiyatrolara gitmeye devam ettik!


Otuz yedi yıl görev yaptım Türk Milli Eğitiminde.

Otuz yedi yıl insan üretme işi olan eğitimciliği layıkıyla yapmaya çalıştım.

Otuz yedi yılım kutsal bir ayin gibi geçti.

Otuz yedi yılım Sabahat Akkiraz’la birlikte deyişler söylemek gibiydi.

Otuz yedi yılım, Deniz Gezmiş’le tam bağımsız Türkiye, diye haykırarak, Samsun’dan Ankara’ya yürümek gibiydi. Otuz yedi yıl, çağdaş Türkiye'yi oluşturma yolunda, adam olmanın, birey olmanın güzelliğine sahip olsun insanımız, diye gayret ettim. Bu uğurda bir damla katkım olmuşsa ne mutlu bana!

10 Temmuz 2021 Salihli

147 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

UNUTTUK

1/3
bottom of page