1861 sonbaharında bir gece, bir adam. Batı Virginia’daki bir ormanın göbeğinde tek başına oturuyordu. O bölge, kıtadaki en balta girmemiş ormanlardan biriydi -Cheat Dağı bölgesi. Gerçi civarda insan kıtlığı yoktu; adamın oturduğu yerin bir buçuk kilometre ötesinde bütün bir Federal tugayın, şimdi sessizliğe boğulmuş kampı duruyordu. Yakınlarda bir yerde de, belki daha da yakında, sayıları bilinmeyen düşman güçleri vardı. İşte, bu sayılarıyla konumlarına dair şüphelerdi adamın o ıssız noktadaki varlığının sebebi. Federal bir piyade alayında genç bir subaydı ve görevi, kampta uyuyan silah arkadaşlarını olabilecek herhangi bir sürprize karşı kollamaktı. İleri karakol muhafızlığı yapan bir müfrezenin komutasındaydı.
Adamlarını, tam gece çökerken, şimdi oturduğu yerin birkaç yüz metre ilerisine, zeminin şekline göre düzensiz bir hat boyunca konumlandırmıştı. Bu hat, kayalar ve defne öbekleri arasından geçip orman boyunca ilerliyor, askerler on beş yirmi arşınlık aralıklarla gizleniyor ve mutlak bir sessizlik içinde ihtiyatı elden hiç bırakmamaları komutuna uyuyorlardı. Dört saat içinde bir şey olmazsa, görevlerini sol arkalarında, biraz geride, yüzbaşının sorumluluğunda dinlenen yeni bir müfrezeye devredeceklerdi. Bizim söz ettiğimiz genç subay, eğer kendisine bir şey sorulması gerekirse ya da varlığına ön cephede ihtiyaç duyulursa nerede bulunabileceğini, adamlarını konumlandırmadan önce her iki çavuşuna birden söylemişti.
Oldukça sessiz bir noktaydı burası; çavuşların, hattın birkaç adım gerisinde, loş ayışığının altında, sinsice ileriye doğru uzanan iki koluna konumlandıkları eski bir orman yolunun çatallandığı nokta. Eğer ani bir düşman saldırısına maruz kalırlarsa, silahlarını ateşledikten sonra siper değiştirmeleri beklenen askerler bu yollara çıkacak ve yolları doğal olarak, kesişme noktalarına kadar takip ederken birleşip düzene girebileceklerdi. Bu konumlandırma düzenini yapan kişi kendi çapında bir stratejisttir; eğer Napolyon, Waterloo’da bu kadar zekîce planlar yapmış olsaydı, o ünlü savaşı kazanır ve iktidardan o ünlü savaşı kazandıktan sonra indirilirdi.
Teğmen Brainerd Byring, genç ve hemcinslerini öldürmekte nispeten deneyimsiz olmasına rağmen cesur ve becerikli bir subaydı. Savaşın ilk günlerinde orduya asker olarak yazılmış, askeri hiçbir bilgisi olmamasına rağmen, eğitimi ve umut vaat eden davranışlarından dolayı bölüğünün birinci çavuşu yapılmış ve yüzbaşısını bir Konfederasyon kurşunuyla kaybetme talihini yaşamıştı; bu olayın ardından yapılan terfilerde yeni bir görev almıştı. Birçok çatışmada bulunmuş, Philippi’de, Rich Dağı’nda, Carrick Kalesi’nde ve Greenbrier’de üstlerinin dikkatini çeken bir yiğitlikle çarpışmıştı. Savaşın kıran kıranalığı bir sorun değildi onun için. Ancak gayrıtabi bir şekilde büzülmediklerinde gayrıtabi bir şekilde şişen kaskatı vücutları, boş gözleri ve kilden suratlarıyla cesetler, tahammül edilmez derecede kanına dokunuyordu. Onlara karşı, hepimizin hissettiği fiziksel ve ruhsal tiksintiden de öte, nedensiz bir antipati besliyordu. Duyduğu bu antipatinin son derece keskin olan duyarlılığından, bu iğrenç şeylerin hakaret niteliği taşıdıktan güçlü estetik duygusundan kaynaklandığına hiç şüphe yok…
Sebebi ne olursa olsun, ölü bir bedene, içinde içerlemeyi de barındıran bir kinle bakmadan edemiyordu. Başkalarının ölümün getirdiği şeref diye saygı duydukları şey onun için bir anlam taşımıyordu; aklına bile getirmek istemiyordu bunu. Ölüm, nefret edilesi bir şeydi. Ölüm, pitoresk bir şey değildi, müşfik ya da hüzün verici bir yanı yoktu; kendini her dışa vuruşu ya da ortaya koyuşu iğrenç olan kasvetli bir şeydi. Aslında Teğmen Byring, herkesin sandığından çok daha cesur bir adamdı, çünkü hiç kimse, teğmenin yüzleşmeye her daim hazır olduğu şeye karşı duyduğu korkuyu bilmiyordu.
Adamlarını yerleştirip çavuşlarına gerekli talimatları verdikten ve görev noktasına gittikten sonra bir kütüğün üstüne oturup, bütün duyuları tetikte nöbetini tutmaya başladı. Daha rahat etmek için kılıcını astığı kemeri gevşetti ve ağır revolverini kılıfından çıkarıp arkasındaki kütüğün üzerine yerleştirdi. İleriden gelebilecek tehditkâr sesleri; bir çığlık, bir silah sesi ya da önemli bir haber vermeye gelen bir çavuşunun ayak seslerini duyabilmek için kulaklarını çevredeki seslere dikkat kesmekten, bu konu üzerinde düşünmeye fırsat bulamamıştı, ama aslına bakılırsa kendini çok rahat hissediyordu. Tepeden ay ışığı, kesişen dallara çarpıp toprağa damlayarak defne öbeklerinin arasında beyaz göletler oluşturan ince kırık bir dere gibi, engin ve görünmez okyanusundan, oraya buraya akıyordu. Ama bu akıntılar sayıca azdılar ve tek yapabildikleri, hayal gücünün tehditkâr ve tekinsiz ya da sadece grotesk acayip biçimlerle kolaylıkla doldurduğu karanlığı daha da vurgulamaktı.
Gecenin ve ıssızlığın uğursuz komploları ile engin ormanın kalbindeki sessizliğe aşina olan insana, en sıradan ve tanıdık nesnelerin bile nasıl farklı karakterlere büründüklerini, bunun nasıl apayrı bir dünya olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Ağaçlar başka türlü toplaşırlar ve sanki korku içindeymişçesine birbirlerine sokulurlar. Sessizlik bile gündüzden farklıdır. Zar zor duyulan fısıltılarla doludur -insanı afallatan fısıltılar, uzun zaman önce ölmüş hayaletlerin fısıltıları. Başka koşullar altında asla duyamayacağınız canlı sesleri de vardır: Tuhaf gece kuşlarının müzikleri, sinsi düşmanlarıyla ani karşılaşan ya da rüyalarında yaşadıklarını gören küçük hayvanların haykırışları, bir orman faresinin sıçraması mı yoksa bir panterin ayak sesi mi olduğu belli olmayan yaprak hışırtıları. O dalı kıran neydi öyle? Ya da bir sürü dolusu kuşu panik içinde cıvıldatan? Geceleri, adı konulamayan sesler duyulur, içeriksiz formlar, kıpırdadıkları görülmeyen nesnelerin yerlerindeki değişimler, hiçbir şeyin yer değiştirdiğinin görülemediği hareketler görülür. Ah, ah; gün ışığıyla, havagazı ışıklarının aydınlattığı dünyanın çocukları, içinde yaşadığınız dünyayla ilgili o kadar az şey biliyorsunuz ki!
Yakın çevresinde, gözlerini dört açmış silahlı arkadaşlarıyla sarılı Byring, kendini yapayalnız hissetti. Zaman ve mekânın hüzünlü ve gizemli ruhuna teslim olup, gecenin görüp duyulabilen taraflarıyla arasındaki bağın doğasını unutmuştu. Orman sınırsızdı; insanlar ve onların yerleşim alanları yoktu etrafta. Evren biçimsiz ve boş, tam bir tarih öncesi karanlıkların gizemine sahipti, kendisi de evrenin ebedi sırrını sorgulayan yegâne ahmaktı. Bu ruh halinin doğurduğu düşüncelere dalmışken, zaman, azap içinde, farkına varmadan geçip gitti. O sırada ağaç gövdelerinin aralarına ender de olsa vuran beyaz ışık benekleri, şekil ve yer değiştirmişlerdi. Yakınlarda bir yerde, yolun hemen oradaki bir benekte daha önce hiç fark etmediği bir nesneye takıldı gözü. Tam önündeydi; daha önce orada, olmadığına yemin edebilirdi. Kısmen gölgelerle kaplı da olsa, bunun bir insan silueti olduğunu görebiliyordu. İçgüdüsel olarak, kılıcının asılı olduğu kemerin tokasını düzeltip, tabancasını eline aldı, savaş dünyasına geri dönüş yapmıştı, mesleği öldürmekti.
Siluet hareket etmedi. Byring, silahını eline alıp ayağa kalkarak ona yaklaştı. Siluet, üst kısmı gölgelerin arasında sırtüstü yatıyordu, ama teğmen tepesinde dikilip, onun yüzüne baktığında, bir ceset olduğunu gördü. Ürpererek, mide bulantısı ve tiksinti içinde oradan uzaklaşıp kütüğün üstündeki yerine döndü ve askeri sağduyuya boş vererek bir kibrit çakıp sigarasını yaktı. Alevin sönmesini izleyen ani karanlıkta gevşediğini hissetti; midesini kaldıran o şeyi artık göremiyordu. Yine de, o siluet, artan bir açık seçildikle tekrar ortaya çıkana dek gözlerini o yönden ayırmadı. Ceset sanki bir parça daha yakına gelmişti.
“Lanet olsun!” diye mırıldandı, “istediği ne?”
Bu cesedin bir ruhtan başka bir isteği, ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.
Byring, gözlerini başka yöne çevirip bir şarkı tutturdu, ama bir notanın ortasında şarkıyı kesip ölü bedene baktı. Bundan daha sessiz bir komşu bulunması mümkün değilse de, rahatsız oluyordu. İlk defa hissettiği belirsiz, tarif edilmesi mümkün olmayan bir duygunun da farkındaydı. Korku değildi bu, daha çok doğaüstü bir şeylere dair bir histi; hiç inanmazdı öyle şeylere.
“Bu kalıtımsal bir şey,” dedi kendi kendine. “Herhalde bin yıl, belki on bin yıl gerekecek insanlığın bu duygudan kurtulması için. Nerede, ne zaman ortaya çıktı? Büyük ihtimalle çok önceleri, insan ırkının beşiği dediğimiz Orta Asya’nın bozkırlarında. Bize, batıl inanç olarak miras kalan şey, barbar atalarımız için mantıklı bir inanç olmalıydı.
Ölü bir bedeni, bazı garip, kötü güçlerle dolu olan ve herhalde bu güçleri kullanmak için irade ve amaca sahip tehdit dolu bir şey olarak düşünürken, kendilerini, tahmin bile edemeyeceğimiz türden gerçeklerle haklı çıkarıyorlardı kuşkusuz. Sanırım, bizim dinimiz nasıl ruhun ölümsüzlüğünü öğretiyorsa, onların keşişlerinin de temel doktrinlerden biri olarak bunu sebatla öğrettikleri berbat bir dinleri vardı. Ari ırk, yavaş yavaş Kafkasların geçitlerine varıp geçerek bütün Avrupa’ya yayıldığında, yeni yaşam koşulları, yeni dinlerin formüle edilmesiyle sonuçlanmış olmalıydı. Ölü bedenlerin art niyetli olduğuna ilişkin eski inanç, artık bir amentü olmaktan çıkmış ve hatta gelenek ve göreneklerin arasından bile silinmişti, ama arkasında kuşaktan kuşağa geçen, en az kanımızla kemiklerimiz kadar parçamız olan, kalıtımsal bir korku bırakmıştı.”
Byring, birbirlerini izleyen düşüncelerini takip ederken, onlara sebep olan şeyi unutmuştu. Gözleri yeniden cesede takıldı. Gölge artık üzerinden tamamen çekilmişti. Ay ışığının altında keskin hatlı profili, havaya kalkık çeneyi, kısacası betinin benzinin atmış olduğunu gördü. Kıyafeti griydi; bir Konfederasyon askerinin üniforması gibiydi. Ceketiyle yeleğinin düğmeleri açılıp iki yanına düşerek beyaz gömleğini gözler önüne sermişti. Göğsü anormal bir biçimde çıkıktı ancak karnı içeri göçmüş ve alt kaburgaların bittiği yerde keskin bir çıkıntı oluşturmuştu. Kolları boylu boyunca uzanmış, sol dizi yukarıya kalkmıştı. Bütün bu duruşu, Byring’i dehşet verici şeylere dair bir ders niteliğiyle etkiledi.
“Hadi oradan!” diye haykırdı; “sivilken aktörmüş belli ki, nasıl öleceğini biliyordu işte.”
Gözlerini kaçırıp, cepheye çıkan yollardan birine azimle dikti ve felsefî beyin fırtınasına kaldığı yerden devam etti.
“Belki de Orta Asyalı atalarımızın, ölenleri gömme alışkanlıkları yoktu. Eğer öyleyse, bir tehdit unsuru olan ve kötülük saçan ölülere karşı duydukları korkuyu anlamak kolay. Veba kaynağıydılar çünkü. Çocuklara, onların bulundukları yerlerin yakınına gitmemeleri, eğer yanlışlıkla bir cesedin yanına giderlerse hemen kaçmaları öğretiliyordu. Aslında, sanırım ben de bu adamdan uzaklaşsam iyi ederim.”
Tam öyle yapmak için ayağa kalkmak üzereydi ki, cephedeki adamlarıyla nöbeti devralacak olan gerideki subaya, her daim o noktada bulunabileceğini söylediğini hatırladı. Bu bir gurur meselesiydi aynı zamanda. Eğer görev yerini terk etseydi, herkes cesetten korktuğunu düşünecekti. O, bir korkak değildi ve kimsenin alaylarına katlanmak istemiyordu. Bu yüzden tekrar yerine oturdu ve cesaretini kanıtlamak için cesede korkusuzca baktı. Daha önce fark ettiği, cesedin defne öbeğinin dibinde yatan elini zar zor da olsa görebildi. Elinin konumunda bir değişiklik olmaması, neden olduğunu dillendiremese de ona belli bir huzur veren bir gerçekti. Gözlerini başka yöne çevirmedi; çünkü görmek istemediğimiz şeyler merak uyandırırlar, hatta bazen karşı konulmazdırlar. Gözlerini elleriyle kapayıp parmaklarının arasından bakan kadınlara akıl fikir dilemek gerekir.
Byring, aniden sağ elinde bir acı hissetti. Gözlerini, düşmanın üzerinden çekip eline baktı. Çekmiş olduğu kılıcının kabzasını o kadar sert kavramıştı ki canı yanıyordu. Ayrıca, kaslarını kasıp ileri doğru eğilmiş olduğunu da gördü; hasmının gırtlağına atılmaya hazır bir gladyatör gibi çömelmişti. Dişleri sıkılmıştı, nefes alış verişleri kesik kesikti. Bu mesele de kısa sürede çözüldü ve kasları gevşeyip derin bir nefes alırken olayın gülünçlüğünü ta içinde, derinlerde hissetti. Bu, onu kahkahalara boğdu. Yüce Tanrım! Bu ses de neydi böyle? İnsani bir neşeyi alaya alırcasına çıkartılan şeytani kıkırdama hangi tedbirsiz iblise aitti? Ayağa fırlayıp, bunun aslında kendi kahkahası olduğunun farkına varmaksızın çevresine bakındı.
Artık, bir korkak olduğuna dair korkunç gerçeği kendinden daha fazla saklayamayacaktı; iliklerine kadar korkuyordu! O noktadan hemen kaçardı ya, bacakları verilen emri reddediyordu; dizlerinin bağı çözülünce, şiddetle titreyerek tekrar kütüğün üzerine oturdu. Suratı sırılsıklamdı, bütün vücudu soğuk terlerle ıslanıyordu. Yardım çığlığı atabilecek halde bile değildi. Arkasında, sanki vahşi bir hayvana ait bir ayağın sinsice yere basışını açık ve net duydu, ama omzundan arkaya doğru bakmaya cesaret edemedi. Ruhu olmayan bir canlı, ruhu olmayan bu ölü adamla güç birliği mi yapmıştı yoksa? Bu bir hayvan mıydı? Ah, bundan bir emin olabilseydi! Ama iradesinin hiçbir çabası artık gözlerini ölü adamın suratından ayırmasını sağlayamazdı.
Tekrar etmek isterim ki. Teğmen Byring cesur ve zeki bir adamdı, ama bundan ne çıkar? Bir insan, tek başına, gecenin ıssızlığının, sessizliğin ve ölülerin yaptıklarıyla, bu kadar korkunç büyüklükte bir ittifakla başa çıkabilir mi; özellikle de beynini istila eden sayısız atası, ruhunun kulağına korkakça tavsiyelerini bağırıp, yüreğinde hüzünlü ağıtlar yakarak kanını dondurup onu savunmasız bir halde bırakırken. Şansı çok azdı; cesaret, bu kadar zorlu sınavlardan geçirilmek için yaratılmamıştır.
Bu adamı hükmü altına alan tek bir inanç vardı; ceset kıpırdamıştı. Işık demetinin ucuna daha yakın duruyordu şimdi, buna şüphe yoktu. Kollarını da hareket ettirmiş olmalıydı, çünkü şimdi kollarının ikisi birden gölgedeydi! Soğuk bir hava dalgası Byring’in yüzüne tokat gibi çarptı; tepesindeki ağaçların dalları sallanıp inlediler. Koyu bir gölge, ölünün suratından çekilerek ışığın vurmasına izin verdi ve sonra geri dönüp, onu tekrar kısmen karanlığa gömdü. Bu korkunç şeyin hareket ettiği açıktı! Tam o sırada tek bir çığlık ileri karakol hattı boyunca çınladı; ölümlü bir insanın kulağının duyup duyabileceğinden daha yalnız, daha yüksek, ancak daha uzaktan gelen bir çığlık! O çığlık, efsunlanmış adamın üzerindeki büyüyü kaldırdı; sessizlikle ıssızlığı yarıp elini kolunu bağlayan Orta Asyalı istilacıları dağıtarak, adamın içindeki modern erkekliği ortaya çıkardı.
Avının üstüne çöken kocaman bir kuşunkine benzeyen bir haykırışla, savaşmaya hazır yüreğiyle ileri atıldı! Artık cepheden arka arkaya silah sesleri geliyordu. Haykırışlar ve kargaşa, toynak vuruşları ve rastgele bağrışmalar vardı. Arkalarında kalan kamptan, borazan sesleriyle davulların homurtuları duyuluyordu. Kaçarlarken arkalarına rastgele ateş açan Federallerin ileri karakol muhafızları, yolun her iki yanından, çalılıkları iterek birden dışarı çıktılar. Yollardan kendilerine söylendiği gibi geri dönmekte olan grup; elli atlı yanlarından kılıçlarını vahşice savurarak geçince, kendilerini çalılıklara zor attılar. Tam sürat ilerleyen bu kudurmuş atlılar, Byring’in oturduğu yeri ezip geçtiler ve yolun bir köşesini dönüp haykırarak, silahlarını ateşleyerek ortadan kayboldular. Bir an sonra, tek tük silah seslerinin izlediği düzinelerce tüfek gümbürdemesi duyuldu; yedek muhafız hattıyla karşılaşmışlardı; eyerlerin kimisi boş, çoğunun atı deliye dönmüş, kurşun isabet almış, acıyla burnundan soluyup ileri geri atılır bir halde, tam bir kargaşa içinde gerisin geri döndüler. Her şey sonlanmıştı artık; “bir ileri karakol vakası.”
Hat, dinlenmiş askerlerle yeniden kuruldu, yoklama yapıldı, etrafa dağılanlar toplandı. Federallerin komutanı, personelinin bir kısmına darmadağınık kıyafetiyle boy gösterip, son derece bilge ve uykulu bir halde birkaç soru sordu. Bir saat boyunca silah başı yaptıktan sonra tugay kampı “bir iki dua edip” yatmaya gitti.
Ertesi sabah, erkenden, başlarında bir yüzbaşı ile bir cerrah eşliğinde bir bitkinler takımı, ölülerle yaralıları bulmak için bölgeyi araştırdılar. Yolun çatallaştığı yerin bir tarafında yan yana yatan iki ceset buldular; biri Federal bir subayın, diğeriyse bir Konfederasyon erine aitti. Subay, kalbine saplanan bir kılıç darbesiyle ölmüştü, ama belli ki düşmanında da beş ölümcül yara açmadan ölmemişti. Ölü subay, kendisini öldüren silah hâlâ göğsüne saplı, bir kan gölünün ortasında yüzükoyun yatıyordu. Adamı sırtüstü yatırdılar ve cerrah silahı vücudundan çıkardı.
“Tanrım!” dedi yüzbaşı, “bu Byring!” Sonra diğerine bakıp ekledi: “Zorlu bir çatışma olmuş.”
Cerrah kılıcı inceliyordu. Bu, tıpkı yüzbaşınınki gibi Federalist piyade alayının mensubu olmuş ve ön cephede görevlendirilen subayların taşıdığı bir kılıçtı. Aslında bu, Byring’in kendi kılıcıydı. Keşfedilen tek diğer silah, ölü subayın kemerine takılı olan dolu tabancaydı.
Cerrah, kılıcı yere bırakıp diğer cesedin yanına gitti. Dehşet verici derecede yaralanıp bıçaklanmıştı, ama ortalıkta kan yoktu. Sol ayağı eline alıp bacağı düzleştirmeye çalıştı. Bu çaba neticesinde ceset yerinden oynadı. Ölüler kımıldatılmaktan hoşlanmazlar, kesif, mide bulandırıcı bir kokuyla itiraz etti kımıldatılmaya. Yattığı yerde, budalaca bir hareketlilik içinde birkaç larva bulunuyordu.
Cerrah yüzbaşıya, yüzbaşı cerraha bakakaldı.