top of page
1/2

Venedikte Kaybolmak

Güncelleme tarihi: 27 Şub 2021


VENEDİK / maviADA /Gezi yazıları

Venedik’te kaybolmak…


Sabah kalktığımızda neredeyiz, bir gece vakti nereye getirildik diye merakla Pistoia’de etrafı geziyoruz. Programda olmasa da buraya da gelmek varmış. Gördük mü? Gittik, diyecek kadar.


Gezinin en heyecanlı günündeyiz. Çünkü bugün romantik şehir Venedik gezilecek. Müze gezmek, tarihi eserleri incelemek bilgi ve ilgi gerektirse de romantizm insanın doğasında var. Herkes Venedik’i çok merak ediyor. İtiraf etmeliyim ki ben de. Romantizmin kanı kıpırdamaya başlıyor. Her zaman olduğu gibi kadınlar romantizmin başkahramanı. Sabah giyilen kıyafetler bir sırrı ele verir gibi. Herkes daha bir özenli, daha bir şık, daha bir güzel. Hele ki otobüsün neşe kaynağı Fatma hanımın siyah elbisesi… Arkasındaki melek kanatları ile pek hoş.


Yasemin ve Ayşe hanımın doğum günleri imiş ve otobüste kutluyoruz. Hiç beklemiyorlardı, çok mutlu oluyorlar.


Venedik’e doğru yola çıktığımızda yol boyu katırtırnaklarına rastlıyoruz. Mavi gökyüzünün altında sarı bulutlar gibiler. Adı, güzelliğine ve o mis gibi kokusuna hiç yakışmıyor bu bitkinin. Bizim oralarda porut derler ona. Hiç bu kadar çok porutu yan yana görmemiştim. Pek çok çam ağacı ve ara ara kestaneler de var. 260 km’lik yol etrafı seyrederek keyifli bir şekilde bitiyor. Venedik birbirinden kanallarla ayrılmış yüzden fazla adadan oluşuyor. Limana vardığımızda tecrübeli şoför Ümit Bey, sokakların birbirine çok benzediğini söylüyor ve kendi diliyle “ kaybelmeyin “ diyerek ayrıca tembihliyor.


Yolcu taşıyan teknelere “vapuretto” deniyor. Kişi başı gidiş - dönüş on beş Euro ödeyerek vapurettoya biniyoruz. Yolculuk çok keyifli, çok rahat. Vapurettoda bizden başka iki grup daha var. Bu gruplardan birinin de Çanakkale’den geldiğini öğreniyoruz. Nereye gitsek Türklerle karşılaşıyoruz. Bu kadar kalabalık turist nüfusunda Türk oranı nedir gerçekten merak ediyorum. Bizim mahalleye dönmüş İtalya!

Büyük kanalda ilerledikçe sağlı sollu pek çok tarihi bina ile karşılaşıyoruz. Manzara ayrı güzel.


Bolca fotoğraf çekiyoruz. Geziye başladığımızdan bu yana tahminimin üstünde fotoğraf çekmiş olmalıyım ki fotoğraf makinesinin hafıza kartı doluyor. Yedeği de bavulda bırakmışım. Ben de etrafı seyretmeye koyuluyorum. İnerken aklımda yeni bir hafıza kartı almak var. Akşam sekizde bizi indiğimiz iskeleden alacak kaptan. Serbest dolaşacağız. Tur rehberlerimizden Serkan bey gecikmememiz için tembihliyor. Bu araç gezi otobüsüne benzemez kimseyi beklemez, diyor. Kaçıranın vay haline…


Nereye gitsek tura meydanlardan başlıyoruz. Bu kez uğrak yerimiz San Marko Meydanı. Meydana adım atar atmaz gelinlik ve damatlık giysileri içinde bir çiftle birlikte bir gruba rastlıyoruz. Bizim düğün ezgilerimizle yürüdüklerini görünce yanlarına gidiyoruz. Merhaba ve hoşbeşten sonra onlarla tanışıyoruz. Bandırmalıymışlar. Venedik’te evlenmek gelin hanımın hayaliymiş. Ne hayal ama. Kendisi on sekiz yaşına geldiğinde birlikte Venedik’e gelip gondola binme hayali kurduğumuz kardeşimin kulaklarını çınlatıyorum. Sanki on dokuzunda ya da on yedisindeyken gelsek olmazdı. Düğüncülerin yanlarındaki çalgıların eşliğinde birlikte şarkı söyleyip, oynuyoruz. Yabancı bir yerde tanıdıkla karşılaşınca bir hoş oluyor insan. Hem farklılıklar görmeye gel, hem tanıdık bulunca fazlaca sevin. Bir garip duygu. Bu duygu ve düşünce içindeyken geldiğimiz meydana çok da dikkat ettiğimiz söylenemez. Zaten ilk hedefte gondol gezisi var. Topluca en yakın iskeleye gidiyoruz. Pazarlık etmeye kalkınca taksi ücreti gibi tarifelerini olduğunu söylüyor ve listeyi gösteriyorlar. Gondolun yirmi dakikası seksen Euro. Gondol sefası müzikle renklendirilebiliyor. En fazla altı kişi alıyor.


Gondollara tarihi bir hava verilmiş. Birbirlerinin aynı olmasa da temelde birbirlerine benziyorlar. Ahşaptan yapılmışlar ve siyah boyanmışlar. Altın yaldızdan antik süslemeleri var. Gondolcular siyah pantolon üzerine lacivert - beyaz ya da kırmızı beyaz çizgili kısa kollu denizci yakalı tişört giyiyorlar. Bizim gondolcumuzun kırmızı beyaz tişörtünün üzerinde beyaz kısa kollu; cep, yaka ve kol kenarlarında kırmızı ince biyeler olan gömleği var. Başındaki gondolcu şapkasının kenarlarındaki biyeler de kırmızı kurdeleden. Güneş yanığı yüzü hep gülüyor. Bize çok içten adeta tanıdıkmışız gibi davranıyor. İlerledikçe kıvrak İngilizcesiyle bilgiler veriyor. Buna şaşırmakla birlikte özel seçilip eğitildiklerini öğreniyoruz. Aşka gelince arya söylüyorlar!


Kanalda gondol sefası hoş olmasına hoş, güzel olmasına güzel de kesif bir rutubet kokusu ciğerlerinize işliyor. Kanalın iki kenarında yapılanmış binaların arasında çok nem var. Nefes almakta zorlanıyor insan. Ayrıca gondol trafiği öyle yoğun ki romantizm zorlama bir eylem olarak ortada duruyor. Belki de güzel kokmayan bir ortamda romantik olunamıyor.


Bindiği gondoldan inen dört bir tarafa dağılıyor. Eşimle ben de gördüğümüz ilk çarşıya giriyoruz. Hafıza kartı almak için girdiğim yerler nerdeyse ederinin dört katı fahiş fiyat söylüyor. İki katı olsa alacağım. Sonunda bir marketten beş Euro’ya alıyorum. Bu tür ihtiyaçlar için marketlere bakmakta fayda var. Gezerken sıklıkla operada, balede kullanılan cinsten maskeler ve cam işçiliği ile yapılmış objeler satan dükkânlarla karşılaşıyoruz.

Sokakları tanımaya çalışıyoruz. Kanalların kenarındaki evlerin inanılmaz fiyata satıldığını ve buralarda pek çok ünlünün özellikle modacıların yaşadığını öğreniyoruz. Bir durakta gondolcularla pazarlık eden turistleri izliyoruz. Herkes pazarlık niyetiyle gelip tarifeyle karşılaşıyor. Hamile bir kadınla eşinin gondola biniş anlarına şahit oluyoruz. Eşi kadına eşsiz ve kırılgan bir mücevher gibi davranıyor. İngiliz olduklarını düşündüğüm bir aile geliyor. Birbirine yakın yaşta (5-6-7 gibi) sarışın, mavi gözlü, şirin mi şirin iki erkek bir kız üç çocukları var. Anne baba tarifeyi yüksek bulunca gondola binmek ten vaz geçiyor. En küçükleri olan kız çocuğu iki elini birleştirip dua eder gibi gondolcudan indirim talep ediyor. Tarifeyi tekrarlıyor gondolcu. Anne olmaz, diyor. Baba da onu onaylıyor. Çocuklar anne - babayı ikna edemeyince gondolla dolaşanları izlemek zorunda kalıyorlar. Birlikte kanala ayaklarımızı sarkıtıp serinliyoruz. Gülümsemenin ve neşenin ulusu yok.


Sokaklar büyük kanala dik yapılanmış durumda. Her sokakta benzer kafe ve lokantalarla karşılaşıyoruz. Lokantalar pahalı değil ve şarap da içilen bu mekânlardan çokça var. Birine oturup seçtiğimiz balığın yanında kırmızı şarap içiyoruz. Gezdiğimiz yerlerde gördüklerimizi gözden geçiriyoruz. Lokantadan çıktıktan sonra da sokaklarda dolaşıyoruz. Zaman ilerliyor. Rialto köprüsü yakınına geldiğimizde bir grup arkadaşla karşılaşıyoruz ve karşıya geçmek istediğimizi söyleyince verilen zamanın azaldığını oraya gidersek buluşma noktasına geç kalabileceğimiz uyarısında bulunuyorlar. Nasıl geç kalabiliriz ki bir karış yer diye geçiyor aklımdan.


Köprünün karşı tarafında gençler güneşin batışını sefaya çevirmiş durumda. Biraz dolaşıyoruz. Sokak gösterisi yapan pek çok sokak sanatçısı ve şarkıcı var. Otantik giysili bir kadın elinde tuttuğu ucu büyük bir halka olan cismi içinde sabunlu su dolu olduğunu düşündüğüm leğene daldırıyor. Çıkarıp üflediğinde oluşan sabun baloncukları büyüyerek birbirini koşturuyor. İzleyenler alkışlıyor ve önündeki kutuya para atıyorlar. Uzun zamandır orada olmalı ki kutuda epeyce bozuk para var. Ben de bir sokak gösterisi ayarlayıp burada uzun kalabilir miydim, diye sesli düşünüyorum. Gülüyoruz. Çok durmadan geldiğimiz köprüden geçip geri dönüyoruz.


2A dışında bir adı olup olup olmadığını bilmediğimiz iskeleye yakın olduğunu düşünüp tekrar bir lokantaya oturuyoruz. İskeleyi sorduğumuzda az ilerde olduğunu söylüyor garsonlar. Başımızı çeviriyoruz işte orada. Birkaç atıştırmalıkla şarabımızı yudumluyoruz. Zaman geçiyor ve iskele yakınına bizimkilerden gelen giden yok. Kalkıp iskeleye gidiyoruz. Rehberi arayıp sorduğumuzda bizi beklediklerini söylüyor. Nasıl yani? Herkes burada bir siz yoksunuz, diyor. Bulunduğumuz yeri tarif edince de çok uzakta olduğumuzu söylüyor. Onlara yetişemeyeceğiz. Örneğin ; elin üstü meydan olsun, parmaklarımız da büyük kanala açılan sokaklar diyelim biz sokak sokak gezerken geldiğimiz iskeleden çok uzaklaşmışız. Aksi gibi iskelelerin olduğu noktalar birbirine çok benziyor. Aynı isimde mekanlar var. İşaret olsun diye aklımda tuttuğum eski tuğla örülü binadan burada da var ve balkonundaki kırmızı sardunyalara kadar aynı. Yere nerdeyse paralel bayrak direğinde de İtalyan bayrağı asılı. Sanırım iskeleye ait resmi bir yer. Biz dönüp dolaşıp araçtan indiğimiz iskeleye geldiğimizi sanırken aslında uzaklaşıyormuşuz. Olayı elimiz üzerinden anlatmak gerekirse bizimkiler küçük parmağın olduğu yerde toplanırken biz ise baş parmakta sefadayız. Koşsak bile yetişemeyiz. Meğer her biri başka parmak başı olmak kaydıyla pek çok iskele varmış. Yanlış yerde olmak kaybolmaksa hiç kendimden ummazdım, kaybolduk.


Önce panikliyoruz. Çünkü pasaportlarımız yanımızda değil, rehberlere teslim etmiştik. Grup rehberle birlikte vapurettoya binmiş Tranketto’ ya doğru hareket ediyor olmalı. Biz arkalarından nasıl yetişeceğimizi bilmiyoruz. Başka bir vapurettoya mı bineceğiz ya da oraya giden başka bir araç var mı? Her yerde rastladığımız vatandaşlarımız ortalarda görünmüyor. Israrla ülkemizi değil de dinimizi öğrenmeye çalışan ve durmadan “ Müslim? Müslim?” diyen meraklı adama danışıyoruz. Son seferini yapmak üzere olan bir deniz otobüsü varmış. Gişedeki görevliye “ Two tickets to Tranketto please!” ( Tranketto’ ya iki bilet lütfen.) diye tekrar etmekten ağzım kuruyor. Biletleri vermek yerine yüzüme şaşkın şaşkın bakıyor kadın, dediğimi mi anlamıyor yoksa yaşadığım paniği mi bilemiyorum. Hava çoktan karardı. Kara gözleriyle gülümsüyor gece. Bir ara “ Help, help! ” diye bağırmışım. Bileti alana kadar bana sorsanız yıl geçiyor.


Deniz otobüsü belediye otobüsü gibi her durağa yani iskeleye uğruyor. İyi de onca insan gideceğimiz yerde bizi bekliyor. Eşim gayet rahat, sanki evine gidiyor. Yanımda oturan genç kız elindeki alışveriş poşetleriyle işten sonra evine gitmekte olduğu izlenimi veriyor. İnce yapılı, beyaz tenli, kıvırcık saçlı bu kız gözlerini yüzümden ayırmaksızın bana gülümsüyor. Benim de saçlarım kıvırcık ya ondan herhalde, diye düşünüyorum. İyi de yolculukta rahat edeyim diye nerdeyse üç numara kestirmedim miydi saçlarımı? Kıvırcıklığım hiç belli değil ki. Yüzümde nasıl bir endişe ve acı varsa yanımda dikilen erkeğin o endişe, o acıya ortak olmayışına gülüyor olmalı. Ona göre de bence bir endişe bu. Belki deniz otobüsüyle seyahat korkum var, diye düşünüyordur. Belki de bana ait başka bir endişe. İlgisinden aldığım cesaretle yolu soruyorum. Bir anne şefkati ile Tranketto’ya on bir durak kaldığını, merak etmemem gerektiğini söylüyor. On bir durak mı? Her biri bir dakika olsa on bir dakika eder bu. Daha çok endişeleniyorum. Yaklaştıkça durakların adı anons ediliyor son beş durağa kadar Tranketto adı hiç geçmiyor. Genç kız her durakta kucağındaki ellerini kaldırıp parmaklarıyla kalan durak sayısını gösteriyor ve gözlerini yumup açarak endişe etmemem gerektiğini anlatmaya çalışıyor.


Deniz otobüsünden iniyoruz. Burası vapurettoya bindiğimiz yer değil. Sorun şu ki her araç farklı bir noktadan işliyor. Deniz taksileri bir yerden, deniz tekneleri yani vapurettolar başka yerden, deniz otobüsleri başka yerden işliyor. Otobüsün park yeri görünürde yok, bizimkiler de.


Bindiğimiz iskele numarasını hatırlıyoruz ama o iskele nerde? Gece ilerliyor. Kırık dökük de olsa İngilizce bilmek işe yarıyor, o başka. Önce Japon öğrencilerle karşılaşıyoruz. Grup halinde eğleniyorlar. Yardım istiyoruz. Eğlencelerini bırakıp bizi numarasını söylediğimiz iskeleye götürmek istemiyorlar. Yanımızdaki karanlığı işaret edip “straight ahead” diyorlar. He canım , dosdoğru ileri de görünen yalnızca karanlık. Japonlar’ı dost canlsıı bilirdim. Sonra Yunanlı bir kamyon şoförü ile karşılaşıyoruz. O da kamyonumu bırakıp gelemem, diyor. Bir zaman İstanbul’da kimyagerlik yaptığını öğrendiğimiz Maria arkamızdan yetişiyor imdadımıza. Söylediğine göre bilet gişesinden bu yana izliyormuş bizi. Evine gideceği yolu uzatmak pahasına bizimle en az on dakika yürüyerek numarasını verdiğimiz iskeleye götürüyor. Arkadaşlarımıza kavuşuyoruz.


Beklemeyi sevmediğim kadar bekletmeyi de hiç sevmem. En büyük endişem onca insanın bizim yüzümüzden en az iki saat bir yerlerde oyalanmak zorunda olduğuydu. Kaybolmanın utancı bir yana başkalarını mağdur etmenin üzüntüsünü taşıyorum.


Sağlık sorunu yaşadığımız düşüncesine kapılmışlar. Hatta Venedik ’ ten ayrılırken ambulans sesleri duymuşlar ve başımıza bir şey geldi de söylemeye fırsatımız mı olmadı, diye kurmuşlar. Bizi görünce aşırı seviniyorlar. Sıkıntıyla sitem edeceklerini düşünürken neşe içinde kucaklıyorlar. Bazı grup üyelerinin halay çektiklerini görüyoruz. Yokluğumuzda karşılaştıkları Türkiye’den gelen bir folklor grubuyla dostluk kurmuş, hem çalmış hem oynamışlar. Bizi de halaya davet ediyorlar. Bir daha kaybelmeyin, diye şaka yapıyorlar üstelik.


Son zamanların moda damat halayını oynamak çok keyifli. Halaya katılmak hiç bu kadar mutluluk vermemişti!

6 Ağustos

19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/669
bottom of page