Son günlerde kendimi sorgulamaktan, didiklemekten başka bir şey yaptığımı söyleyemem: Yanlış yapmaktan korkmak, birilerinin damarına basmak… Doğruluktan, aydınlıktan yana olanların ürkeceği, korkacağı şey midir? Ürken nedir, köyümün damlarında uçup konan serçeciktir.
Peki ürkmek, korkmak neyin nesi?
Oysa yarım asırdan fazla yaşamım boyunca, üç kağıtçının, hırsız oğlu hırsızın, ihanetin, zevzekliğin karşısında oldum hep. Bugüne kadar çiğ yemedim ki, karnım ağrısın!
Olacak şey mi canım benim ki insan kusursuz olur mu, benim hata yapma hakkım yok mu? Hata yapmanın hakkı hukuku olur mu? Anayasanın bile bir seferlik delinmesiyle bir şey olmayacağını söyleyen anlı şanlı yöneticiler görmedik mi? Hata yapmaktan korktuğum için üretkenliğimi yitiriyorum. Olacak şey mi canım!
Aziz Nesin usta, Türk aydınlarının yüzde on’una ihanet yapma hakkı tanımış ya. Ruhun şad olsun sevgili usta, bu oran artık çok yukarılara çekildi. Bugünleri görseydin kahrından ölürdün. İyi ki görmedin, belki içlerinden bazılarını kim bilir ne kadar çok sevmişsindir! Ne acı değil mi sevgili usta, artık eti yenmeyen kuş kalmadı! Hani derler ya “her kuşun eti yenmez.”Ah usta ah, insan eti yiyorlar artık, kör kuşun eti hak getire... Mezatlıkta, yolda belde, her yerde artık her şey ihaleye çıkarılıp haraç mezat satılıyor. Her santimi şehit kanları ile sulanan Anadolu toprağının ilikleri kurudu. Anayurt Anadolu utancından kızıla kesti…
Hal böyle olunca, benim de kendime bir çıkış yolu bulmam kolaylaşıyor, pek tabi ki! Küçük hatalarımı affetmeyen ben, ihanet içindeki aydınları(!) görünce, “Fatma ananın eteğini tutmadan, Server Muhammet’e göz gönül katmadan,” kendimi aklayıp paklayabilirim, çok şükür. Dün adlarını yan yana gördüğümde gözlerim kamaşan bu aydıncıklar, şimdi birer utanç abidesi olarak ortalıkta salınıp dolanıyor...
Ne benim, ne ailemin boğazından bugüne kadar haram lokma geçmedi. Çeyrek asrı geçen öğretmenlik yaşamımda, “kabeme” hep insanı oturtarak, haktan hukuktan yana olmaya çalıştım.
“Nice adamlar gördüm, üstlerinde esvap yok,
Nice esvaplar gördüm içlerinde adam yok!”
Sözünü kendi kendime söyledim durdum. Aptal kutularında sabah akşam fetva verenleri görünce:
“Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verilecek cevabım vardır,
Bir lafa bakarım, laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye…”
Dönerim bir de kendime bakarım, sonra döner bir kez daha bakarım. Yürüdüğüm yollar, inandığım düşünceler, adını bile kendime söyleyemediğim tek gamzeli erenler şahım…
Uçmak, alabildiğine uçmak, yıldızlar diyarına kanat açmak, yârin yanağından gayrı her şeyin dostlar sofrasında olduğu, yıldız yüklü güneşin ülkesine sefer etmek…
Sefere çıkmalı, kiminle çıkmalı, ama nasıl çıkmalı? Sefere çıkacak dostlardan yoksunsam, güneşin çocukları(!) bir gecede karanlıklarında boğmazlar mı? Bilmediğim diyarların ateş yüklü bulutları ışığında kül edip yakmaz mı beni? Yolu yolum, huyu huyum dostlarımdan yoksunsam nasıl sefer ederim?
Ben al yanaklımı bile yanıma yoldaş edememişsem! Ben nasıl sefer ederim o güzel insanların memleketine?
“Sen git beş taş oyna, istersen çelik çomak oyna. Eteklerinin ağırlığından kurtul da gel. Senin önüne set oluyorlar, arabana taş koyuyorlar. Sen daha kendini aşamamışsın! Bari kalabalık etme, sayıya girip hak erenlerin yanlış hesap yapmalarına neden olma!”
“Hiç olur mu, tek gamzeli, Osman Beyi'in at sürdüğü diyarın güzeller şahının dostu? Sen eteklerinin yükünden bile arınamamışsın. Sen kendini anlatamamışsın en yakınına, yoldaşlarına, çok yazık!
Oğlum Kerem, sen git başka diyarlarda kışla. Yüreklerini yüreklerine katanlara engel olma. Sen git başka diyarlarda kışla. Senin diyarın baharı hiçbir zaman gelmez, gelmeyecek de! Sen Hüseyin Amca’nın yüreğini taşımıyorsun, var git, işine bak sen! Senin elin yoğurdu hiçbir zaman mayalanmaz…
İstersen çelik çomak oyna…