En yüksek dağa çıkıp, İsrafil’in borusu gibi bir sesle; “ben sizden değilim,” diye haykırası geliyor insanın. “Bunun için miydi kavga,” diyesi...
Nesnelerin, paranın, naylon ilişkilerin sarıp sarmaladığı bir hayat. Posta kutunuzu açtığınızda insan sesi taşıyan mektuplar yok artık. Tüketime çağrının yapmacık sesi ya da faturalar dökülüyor önümüze. Plastik gülüşlerle selamlıyoruz birbirimizi. Küçük küçük çıkar kapılarını göğsümüze iğnelediğimiz rozetlerle açmaya çalışıyoruz, kurnazca. Onun için sevda tutmuyor, delik deşik yüreğimiz.
Günler bir devenin hörgücünde yağmursuz ve çiçeksiz sapsarı akıp giderken, şair;
"Cam bilyeleriyle oynayıp duran çocuklar gibi
yaratmaya çalışıyor: "Yumuşak, sevecen, geniş..." Bir serap onunkisi. Kaktüsün parlak, ama kısa ömürlü çiçeği gibi gelip geçici.
"İbresi çarşılarda pervane" olan "ezik heves, görgüsüz para, özenti ve şımarıklığın biçimlendirdiği" kimliksiz mihrapsız halk, şairin iyilik ipeğinden dokuduğu dünyayı fark etmeden, başkalarının kendilerine biçtiği hayatı yaşıyor kabaca. Fark edilmeme hüzünlendiriyor şairi.
Sonra Erbaş'ın gücenik sesi:
"Gözleri yüreğinin dalında bir çift günebakan
Ayrılık sularıyla beslenen bir çocuktan başka
Kimseler gelişimi fark etmedi."
Kullandığı imgelerle yürekleri hafif hafif ırgalayan Şükrü Erbaş'ın meltemsi şiiri, "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? " de ansızın poyraza döner. …Ve yitip gider şiirin büyüsü, ipek yırtılır. Hayatın kaba topukları, çirkin yüzü görünür.
Artık şairin karşısında onlar vardır. Yeniliklere kapalı, duyarsız, yalancı, kaba, çıkarcı, pis... Onlar;
"Aptal, kaba ve kurnazdırlar
İnanarak ve kolayca yalan söylerler,
Dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar
Otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Kibardırlar lokantada yemek yemeği bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler
Yaz gecelerinde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur"
Şükrü Erbaş, kararlıdır bu şiirinde kimi şair ve politikacılar gibi halk dalkavukluğu yapmamaya... Kentte yaşasa da, modern yapılarda otursa da, kibar kibar konuşsa da aslında ruhunda kocaman bir köy gezdiren toplumumuzu tuttuğu aynaya döndürmektir amacı. Dizelerinde gerçeği dolaştırır.
Şiirin tamamında "onlar" vardır. Eylemler çoğunlukla üçüncü çoğul sahsa göre çekimlenir. Her bölümün başında tekrarlanan Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Dizesinin aksine, şiirin sonunda "Köylüleri Söyleyin Nasıl Kurtaralım?" dizesi bir kez söylenir. Bu dizenin büyük harflerle yazılması kurtarmanın, öldürmekten daha önemli olduğunu vurgular gibidir. Şükrü Erbaş, burada hep yargılayan, eleştiren, ama bir şeyleri değiştirme konusunda çaba göstermeyen aydını da alaysılar.
Durbaş’ın bu şiiri, TC Edebiyatı yaşadıkça yaşayacak, onda kendi isyanını, kendi sitemini bulan birisi mutlaka olacak, bak bu ne güzel anlatmış meramımı diyecekler de… Tıpkı Yakup Kadri’nin Yaban’ı gibi, Tıpkı Gorki’nin Ana’sı gibi doğru yere, doğru zamanda dikilmiş bir ağaç o, bin yıllara uzanan. Ama sonuca yönelik bir saptama olduğu görmezlikten gelinecek. Köylüyü öyle yapan utansın, diyen de çıkmayacak.
Öfkesi ve gerçekleri dile getirme çabası Erbaş'ın şiirini, şiirsel büyü yönünden sakatlar. Toplumu kurtarmanın köylülük zihniyetini öldürmekten geçeceğine inanan şair ,"...gece sokaklarına sabahın resmini çizen..." çarşılar ortasında "... bir güz kederiyle iplik iplik ağlayan çocuğun mezarını da kazar bir bakıma.
Bu şiirin altına, insandan yana her uğradığım düş kırıklığında imzamı atsam da, siyaset sanatı zorluyor, diye düşünmeden edemedim…
Kimse / SİZ dergisi, 2002 Kasım