Şenol YAZICI ve AŞKARAYAN*
Şenol YAZICI / Öykü / Ekim 2006, 128 Sayfa, ADA kitap/İstanbul
Duraksız bir öyküdür yaşam: soluğunuza saklanan acı, yürümeyi öğretir size. Geriye dönme şansınız yoktur. Ya yaşarsınız ya da ölürsünüz. Aşk, öyküneceğiniz tek şeydir yol boyu. Düş kırgını olsanız da bitmez sesinizdeki arayış. Kanayan her yarayı seversiniz, kabuk bağlamış olanlarını da kanatarak. Çünkü bu dünyada yaşamak, bir yokluğu anlamaktır.
Şenol YAZICI’nın AŞKARAYAN yapıtı, “yokluğun bilinci” olarak çıkıyor karşımıza. Söz konusu olan, bir öykücünün aşkla kanattığı üç öykü değil sadece. Yokluğa düşülmüş cesur ve ayık bir ses. Şimdi bu sesi arşınlayacaksanız, bir yokluğun kanatılacağını bilin. Sonunda tüm varsıllığınızın bir hiç olduğunu anlayıp ölebilirsiniz.
Öznel olarak kısaca tanımlamaya çalıştığım AŞKARAYAN, “Ses”, “Benim Kimsem Olsana” ve “Aşkarayan” adlı üç öyküden oluşmuş içsel bir yolculuk. Üç öykünün de temelinde aşk var. Her şeyin birbirine benzediği yerde başlıyor üçü de. Ve benzeşen her şey, ölüyor son söz söylendiğinde.
Öykücülerin, nesneleri ve insanları tanımlamak uğruna, sıfat çöplüğüne çevirdikleri yapıtlarını düşününce, Aşkarayan’ın gücünü de anlamaya başlıyorsunuz. Eylemlerin tanımlanmadığı yerde, varlığa dair ne söyleseniz boştur. Yazar, bu gerçekliğin yansımasıdır ki, çoğu öykücünün akıl edemediği şeyi yapıyor. Tümce içerisinde zarf kullanımını yoğunlaştırarak anlatıma derinlik ve akıcılık katıyor. Ancak bunu yaparken de gürültücü çoğunluktan ayrışıyor. Psikanaliz adına bir şey bilmedikleri halde, iki kitaptan sonra Freud’laşan tatlı su balıklarından alabildiğine uzaklaşıyor. “Yeryüzünde söylenmedik söz yok tur”un savunucularını utandırmak için mi bilinmez, “ben de hep bunu söylemek istemiştim” dedirtiyor insana. Türkçeyi kullanmadaki ustalığı, tümüyle yalın satırlardaki gizemli müzikle sezdiriyor kendini. Örneksiz ve ilk olma saplantısından o kadar uzak ki, ne yöresel söylemlerle dolduruyor satırları, ne de zincirleme kargaşa tamlamalarıyla. Sözcükleri sahiplendikçe, ince bir yağmur işliyor içinize. Yazarın edebiyat eğitimi almış olması, öykülerin yüzüne de yansıyor. Söylemek istediğini söylüyor yalnızca: Ne fazla, ne eksik; ne ağdalı, ne basit…
Öykülerinde hakim anlatıcıyı tercih eden yazar, gözlem gücünü tiplerin anlatımında gösteriyor. “Ses” öyküsünde tanıştığımız muhtar ve karakol komutanının bize çok tanıdık gelmesi bundandır. “Aşkarayan”ın Hüseyin’i de güneş yanığı toy bir delikanlıdır, binlercesi gibi. Yazarın karakter yaratmadaki inanılmaz yeteneğine gelirsek… Okuduğum kitaplar içinde, beni en çok sarsan iki karakter var: Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u ve Ş.YAZICI’nın Ses öyküsündeki Köse. Yazar karakter yaratmakta çok başarılı. Köse, insan ruhunun ulaşabileceği bütün karmaşayı içselleştirip özetleyen biri, ölmeden mezara girenlerden. Dışı Quasimodo, içi Kuyucaklı Yusuf. Ama hepsinden öte, o, Köse; sonsuza değin sesini arayan dilsiz bir neyzen... Şimdi öykünün özetlenmesini bekliyorsanız, bunun öykülere haksızlık olacağını belirtmek gerekir. Ancak sıra dışı bir filmin yaratımı için şunu söyleyebiliriz: Köse’nin “Ses”ine kulak verin.
Öyküdeki diğer kişilere gelince… Aşkarayan’da kısa süreli de olsa bize merhaba diyen Yargo, tipin sınırlarını zorlayan bir köylü. Portakal bahçelerinin ince ruhlu işçisi, karakteristik özellikleriyle belleğimizde yer etmeyi başarıyor. “Benim Kimsem Olsana”nın Yıldız’ıysa, öykünün kimsesiz ve buyurgan yüzünü tek başına çiziyor. Tutunduğu yerde ters yüz ediyor dünyayı. Biliyorsunuz ki o, zamanın kendisidir. Araya yıllar ve söylenmemiş sözler girmiş olsa da aşka kimse olunmalıdır. İnsanların isimlerinin, onların insanlıklarına etki ettiğini söylerdi bir dostum. Şimdi ben de diyorum ki, öykülerin isimleri, onların öykülüklerine etki eder. Benim Kimsem Olsana, kimsesi olmayan bir umudu emanet ediyor bize. Belki bu yüzden, her sayfada daha yalnız hissediyorum kendimi. Keşke benim olsaydı diyorum. Bir öykü kıskanılır mı? Kıskanıyorum. Ama biliyorum ki Yıldız’dan başkası değil bana böyle hissettiren. Belki de yaşamım boyunca olmak istediğim insan olduğundandır. Her şeyi silip yeniden başlayabildiğinden. Sadece aşk için.
Öykülerinde genellikle dış mekânı kullanan Ş. Yazıcı, bu yolla eylem temelli akıcı bir olay örgüsü oluşturuyor. Anlık aktarımlarda ve ruh çözümlemelerinde başvurduğu iç mekân kullanımı ise, betimlemelerindeki zenginlikle kimlik kazanıyor. “Aslan yattığı yerden belli olur” misali, tüm kahramanları yaşadıkları yerlerle özetliyor aslında. Bu bağlamda görsel zekası gelişkin bir yazar olmanın avantajlarını çok iyi kullanıyor. “Ses” ve “Aşkarayan”da bire bir köy atmosferi yaratan yazar, “Benim Kimsem Olsana”da çizdiği kent ve kentli görüntüsüyle, dikkat çekiyor. Mekân tasarımında iğreti olan tek bir unsurun olmadığını görmek, gerçekçi yazın olgusunun varlığını da kanıtlıyor.
Zaman kullanımında, anlatının tüm olanaklarını kullanan Ş. Yazıcı, Aşkarayan’da evrenin bütününü sezdiren bir yolu seçmiş. Bireyin yaşamından yola çıkıp türün anlatıcısı rolünü de üstleniyor. Bu rol sayesinde de ”dün”, “an” ve “gelecek” kavramlarıyla varsıllaşan bir bütünlük yaratıyor. Zaman, bu kitapta yaşam sürecinin farklı noktalarını ifade etmiyor sadece, türe ait her şeyin faklı dönemlerdeki durağanlığını ve evrimini de içeriyor; aşk olgusunun zamanla değişen ve değişmeyen her yönünü bütünlüyor. Felsefe, Edebiyat ve toplumbilimlerin potasında aşkın doğası ve metafiziği üzerine bir sorgu odası yapılandırıyor, yaratılış dinamiğini irdeliyor. Bu sorgulayış, Aşkarayan’ın kahramanı Gülbeyaz’da başka bir boyut kazanır: O bedenini ve ruhunu anlamaya çalışır. İçine sinecek yanıtı bulmadan da, evet demez… Öykülerin derininde, özellikle de kahramanların Saklıkentlerinde, yani yüreklerinde, kozmik bir zaman gizi yatıyor. Köse’nin, Yıldız’ın, Su’yun, Gülbeyaz’’ın ve Hüseyin’in aşk karşısında sergilediği her eylem, evrenin farklı boyutlarında ve zamanlarında yaşamış, yaşayacak türlerin ortak tavrı ve yazgısıdır. Bazen ölümdür aşk, bazen yeniden doğuş, bazense kaçış…
Prof. Dr. Şerif Aktaş’ın yapıt incelemelerinde özellikle üzerinde durduğu bir kavram var: Zihniyet. Her yapıtın, yazıldığı dönemin izlerini taşıdığı gerçeğinden hareket eden Aktaş, dönemsel yapı taşları saptanmadıkça, hiçbir yapıtın özüne ulaşılamayacağını savlıyor. Bu konu bizim için de büyük bir öneme sahip olduğundan, şimdi bu gerçeklik üzerine konuşmak istiyorum. Evet, Ş. Yazıcı’nın “Aşkarayan” yapıtını anlayabilmeniz için, bu toplumun 1900’lü yılların başından itibaren geçirdiği süreci çok iyi bilmeniz ve dönemi içselleştirmeniz gerekiyor. Aksi durumda ne Ermeni ve Rus öykü kahramanlarını, ne toprağa bağımlı feodal köy yaşantısını, ne de seksenli yılların düş kırgını bıçkın yüreklerini anlayabilirsiniz. Sonuç itibariyle her insan, türün yaşatıcısıdır ve öncesizlik yalnız yaratıcı sese aittir.
Öykülerin yapısal kurgusundaki en temel unsurlardan biri de olay örgüsündeki geçişlerdir. Serim, düğüm ve çözüm bölümleri olarak da bildiğimiz bağlantı noktaları, sağlıklı bir öykünün vazgeçilmezidir. Ş. Yazıcı, üç öyküde de bu bağlamda çok sağlam bir yapı sunuyor bize. “Ses” öyküsünde derede bulunan bir kadın cesediyle başlayan merak ve gerilim, Köse’nin öyküye girmesiyle yavaş yavaş artıp şiirsel bir sona varıyor. “Benim Kimsem Olsana’da, küllenmeye durmuş bir acının, umulmadık bir mektupla kora dönüşünü ve aslında hiç ayrılmamış iki insanın aşka kaçışını izliyoruz şarkı şarkı. Ve nihayet “Aşkarayan”, Gülbeyaz’ın onlarca kez öldürüp tekrar dirilttiği bir umudu saklıyor kuşkularımıza. Kördüğüm oluyor aşk. Bir yandan kanatıp bir yandan sağaltıyor yaralarımızı.
Son olarak Ş. Yazıcı’nın yapıtındaki can alıcı imgeleri seslendirmek istiyorum. İmgenin yalnızca şiire özgü olmadığı bir gerçek. Nitekim Aşkarayan, söylemedikleriyle de var ediyor kendini.
Köse’nin özlem duyduğu gücü, insanlardan görmek istediği saygıyı, dünyayı yerinden sarsma tutkusunu o kadar güzel anlatıyor ki bir “tüfek”. Yaşama değgin tek umudunu da onunla gömüyor sesler mezarlığına. Tüfeğin sustuğu yerde, yitiriyor sesini aşk.
Gülbeyaz’ın koynuna sakladığı “portakal çiçekleri”, bir kadın feryadı oluyor göğe karışan kokusuyla. O an seziyorsunuz, sahiplenilmenin insanın tek sığınağı olduğunu. Ve sahipsizliğin kirlettiğini masumiyeti. Aşkarayan oluyorsunuz çiçekten çiçeğe ölen.
Sonra bir mektup kalıyor avucunuzda. Buruşturdukça yok olacağını sanıyorsunuz. Yıllarca susturduğunuz sesi uyandırıyor. Kendinize dönüyorsunuz istemsiz. Var olduğunu sandığınız her şey, yoksullaşıyor ansızın. Yaşam, bedenini sese vermiş bir kâğıt parçasının izinde değersizleşiyor. Bir kimse arıyorsunuz yokluğunuza yüz olacak.
Şimdi aynaya baktığınız her an, bir yokluğu anlatıyor en çok. Kapamayın gözlerinizi. Kulaklarınızdaki uğultu hiç dinmeyecek. Yürüyün artık… Korkmadan…
Şu ana kadar yazmış olduklarımız, ne kadar tanımlayabildi “Aşkarayan”ı bilmiyorum. Sonuçta hiç kimse kendinden öte bir yere varamaz. Her söz kendinde bulur karşılığını ilk. İyisi mi kendi sözcüklerinizle dinleyin Şenol Yazıcı’nın sesini. Bakarsınız yolda buluruz birbirimizi. Bir yokluğu anlayacak kadar cesaretiniz varsa.
maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN