top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Umuda Kırık Bir Yelken: TOMMASO CAMPANELLA ve Güneş Ülkesi

    ŞENOL YAZICI * / GÜNEŞ ÜLKESİ / Tommaso Campanella / Yanlış atlara oynamak o zaman da vardı... O zaman da zeki insanların işiydi. Tommaso Campanella da çok zekiydi. Şimdi, zekayla ne alaka, dediğinizi duyar gibiyim. Elbette sıkı alaka. Büyük ikramiye ancak kimsenin kazanacağına ihtimal vermediği, beklenmeyen ama umut da görülen ata oynamaktan geçer. Bu da zeka işidir. İtalya dağılan Roma İmparatorluğundan sonra yüzyıllarca birlik oluşturamadı. Beri yandan iki dünyayı da idare etmek gibi karşı konulmaz bir karizma kuşanmış ve bunda duygusal menfaatler de gören ortaçağ papalığının devasa gölgesi büyüdükçe büyüdü. Böyle bir ortamda kalkıp da, kitabında iyi yurttaşa dinsel eğitim önerse de, düzenlediği köylü isyanına bugünküne çok benzer komünist bir düzen oturtmaya çalışmak zeka işidir elbet, ama yanlış ata da oynamaktır. Hele İspanyol egemenliğindeki Kalabriya'ya özgürlük demek, Alman-Germen, kardeşi Ferdinand eliyle Avusturya Macaristan ve kuşkusuz İspanya'nın da imparatoru Şarlken dururken, onun can düşmanını kast ederek"... bizim arzu ettiğimiz düzeni doğudaki büyük Sultan kurdu... " demek delilik değil de nedir? Hele o büyük sultan öleli otuz yıl olmuşsa... ( Bakınız 1500'lü yıllar Avrupa tarihi) Üstüne üstlük, öncüsü Thomas More gibi sonradan da olsa aristokrat ve devlet deneyimi yokken bir de... Hem şişman hem de dersine çalışmamış... Ama zekası bellidir: Bir ara dergimize esin kaynağı, kitabıyla ad olmasından değil, Elebaşılık yaptığı, hatta -sanırım- hatıraları uyandırıp, bir koyup beş alacaksınız diye Türkleri de kattığı isyan, FETO kalkışmasına dönüp başarısız olunca deliliğe vurup ölümden kurtulan ve 27 yıllık hapiste ütopyaları bir yana atıp dönemin en romantik şiirlerini de yazmasından bellidir. Campanella, 1568’de Stilo’da dünyaya gelir. 1583’te 15 yaşında Dominiken tarikatına girerek Tommaso adını aldı. 1589’da Napoli’ye giderek, orada Philosophia sensibus demostrata'yı (1591; Duyularla Açıklanan Felsefe) yayımlar. Padova’da Galileo Galilei ile tanıştı; yıllar sonra yazdığı Apologia pro Galilaeo (1616; Galilei’nin Savunması) adlı eserinde Galileo’yu savunacaktır. Campanella 1593’te cinsel sapıklıkla suçlanır ve tutuklanır, ama beraat eder, 1596’da heretiklik suçlamalarına karşı kendini savunur. *Heretik düşünce, geleneksel normlara meydan okuyan ve sıradanın dışına çıkan bir zihinsel duruşu ifade eder. Tommaso Campanella'nin yazılarında özlenen düzeni uygulayıp mutlu ve rahat yaşadığını iddia ettiği doğudaki ülke Osmanlı, sözünü ettiği "büyük sultan"da Kanuni'dir. Tomasso Campanella, Kalabriya'yı İspanyol egemenliğinden kurtarmak ve hayalindeki düzeni kurabilmek için 1599 yılında bir ayaklanma planı hazırlamıştı. Bu plana Kalabriya'nın ileri gelenleri ve de zamanın bütün kıtalarının en güçlü devleti yani Osmanlı'da dahil olmuştu. İlginç olan bu deney Osmanlının bugünkü Amerika gibi başka ulusların içişlerine burnunu soktuğu bir eylemdir; ayaklanmaya otuz çektiriyle Türk denizcilerin de katıldığı bilinir. Dahası bugünkü Cağaloğlu'na adını verecek olan aslen Kalibriyalı Osmanlı paşası gerekirse isyancıları kurtarmak için açıkta gemiyle bekler. Ancak isyan hazırlığının ihbar edilmesi üzerine geniş bir tutuklama başlatıldı ve bu kapsamda Campanella da tutuklandı. Ayaklanmanın başarısız olması durumunda isyancıları kurtarmak için Kalabriya açıklarında bir Osmanlı gemisi beklemekteydi. Aslen Kalabriyalı olan Cigaloğlu Paşa ki, Cağaloğlu ismi buradan gelir, Campananella ile sürekli irtibattaydı. Ancak ayaklanmanın henüz başlatılmadan bastırılması üzerine Cigaloğlu Paşa da Osmanlı topraklarına yelken açmak zorunda kalacaktı. Bir düşünsenize, Fatih'in OTRONTO seferinden bu yana gözümüz üstünde olan İtalya'da yandaş bir hükümdar ve Akdeniz'İ olimpik havuz yapmış bir Osmanlı....Bugün yeşil pasaport ile bile gidemediğimiz Portofino'ya elimizi kolumuzu sallayarak pikniğe gidecektik. Hazır Amerika'da yok ... Otranto Seferi, 1480 yılının yazında, İtalya'da bir şehri daha ileri seferler için bir üs olarak kullanmayı düşünen Fatih Sultan Mehmet Otranto'yu 11 Ağustosta ele geçirir. Fatih'in ölmesiyle 1481 yılında bitirilen sefer, Osmanlıların İtalya’daki ilk toprak kazanımı olur. Korumak için 8000 askerin bırakıldığı şehri, Hristiyan ordusunun düzenlediği kuşatma sonucunda Osmanlı garnizonu tarafından geri teslim edilir. 120 yıl sonra CAMPANELLA'nın düzenlediği isyanda yer alan gemicilerin garnizondaki Osmanlıların soyundan olduğu da iddia edilir. Neyse ki, bu emperyalist hevesimiz kursağımızda kalacak Campanella ayaklanma planının açığa çıkarılmasıyla tutuklanıp Napoli’ye götürülecekti Gördüğü işkence sonucunda isyanda yer aldığını itiraf edecek, ancak deli rolü yaparak ölüm cezasından kurtulacak ve ömür boyu hapse mahkûm edilecekti. 1626’da serbest bırakıldı. Ne var ki 1634’te Napoli’de İspanyollara karşı bir komplonun içinde yer aldığı belirlenince, Fransa’ya kaçtı. Campanella, 1639’da Paris’te öldü. Güneş Ülkesi * Campanella, hapisteyken Güneş Ülkesi’ni yazar. Yüzyıl önce yaşamış Thomas More gibi, Campanella da yapıtında Platon’un Politea’sını (Devlet ) örnek alır. Güneş Ülkesi’nin yöneticileri aydın kişilerdir. Ülkenin en yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her birey, topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir. Özel mülkiyet yasak olup, her şey ortaktır. Bu yapıtta şiddetten, baskıdan, düzensizlik ve akıl dışılıklardan arınmış, eşitlik ve sosyal adalet ilkelerini gerçekleştirmiş, doğa ile uyum içinde olan ideal bir toplum düzeni betimlenir. Bu toplum düzeni, Tanrının aşkın sanatçılığı ve bilgeliğini yansıtmaktadır. Yapıt, Colomb’un keşif gezilerine katılmış Cenovalı bir kaptanla Ospitalario adlı kişi arasında geçen şiirsel bir konuşmadır. Güneş ülkesini konumu da bellidir. Seylan’a bağlı Topraban adasındadır. İklim bakımından insan sağlığına uygun olan bir coğrafyada kurulmuştur ve iç içe sıralanmış daire biçimindedir. Sayıca yedi olan dairesel duvarlar arasında çeşitli yerleşim alanları oluşturulmuştur. Bu ütopik devlet, komünizm benzeri bir yapı sergiler: Özel mülkiyet yani mal mülk ve kazanç ayrımı yoktur. Tüm kazanımlar herkesindir ve bu bağlamda devletindir. Ülkenin dünya görüşünde bilim ve felsefe egemendir; yaşama biçiminin ve devlet yönetiminin temelinde bilgi ve bilimsel aydınlanma yatar; doğayla uyumlu bir bilimsel gelişme öngörülür. İnsanlar arasındaki biricik ayrım bilgi bakımındandır; bilgi üstünlüğüne göre çeşitli görevlere getirilirler. Görevlerini en iyi yapanlar toplum katında daha itibarlı duruma gelirler. Devleti yönetenler kuramsal bilgileri bakımından da pratik bakımdan da iyi yetişmiş kimselerdir. Güneş Devletinin başında hem filozof hem de rahip kimliği olan bir hükümdar bulunur. Ülkenin en bilge insanıdır ve görevini ölünceye dek sürdürebilir ama kendisinden daha bilge biri çıkarsa yerini ona bırakmak zorundadır. Felsefeci ve din adamı kimliğine uygun olarak Metafizikçi ya da Başrahip adlarıyla anılan bu en üst yönetici, güç, bilgelik ve sevgi edimlerini kişiliğinde birleştirmiştir. Üç yardımcısı da Güç, Akıl ve Sevgi adlarını taşırlar. Güç, savaş barış ve askerlik ile ilişkili işleri yönetir. Bilim dalları, bu bilim dallarında çalışan araştırmacılar, tüm meslekler ve mesleki işler, Aklın görev alanı içinde yer alırlar. Bilimlerin başındaki uzmanlar onun buyruğu altındadır. Bütün bilimler Bilgi adı verilen tek bir kitapta şaşırtıcı bir açıklıkla özetlenmiştir. Sevgi ise ülkede sağlıklı kuşaklar yetiştirilmesi görevini üstlenmiştir. Eğitim öğretim işlerinin düzenlenmesi de onun sorumluluğundadır. Bu ülkede More’un yaklaşımına karşıt olarak aile ve evlilik kurumları yoktur. Sağlıklı ve birbirine uygun bireyler devlet izniyle birlikte olup sağlıklı çocuklar dünyaya getirirler. Sevgi, tüm sağlık konularını titizlikle izler ve düzenler. Yaşam da dâhil her şey ortaklaşadır. Tüm çocuklar devletindir ve devlet tarafından büyütüp eğitilirler. Kamuya ait evlerde yaşarlar, kadınlara ve erkeklere ayrılmış kısımlarda hemcinsler olarak yatarlar. Söz konusu evlerde uzun masaların çevresine oturarak hep birlikte karınlarını doyururlar. Kitapta temel tez; kimsenin hiçbir şeyi olmamasıdır. Çünkü bir şeylere sahip olmak bencilliği körükleyecek insanda her şeyden önce bulunması gereken yurt sevgisini azaltacaktır. More, Ütopya’sında daha çok toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenmekteydi. Campanella ise adı gibi aydınlık olan ülkeyi bilgi ve bilimin aydınlatmasını istemiştir. Bu nedenle eğitime büyük bir önem verilir. Bu istem Francis Bacon’un Yeni Atlantis’inde doruk noktasına ulaşacaktır. Matematik ve doğal bilimler temeli üzerine oturtulmuş olan eğitim-öğretim her aşamada zorunlu tutulmuştur. Öğrenciler yeteneklerine bağlı olarak özel eğitim alırlar ve herkes yeteneklerine göre bir işe yerleştirilir. Hiçbir konu rastlantıya bırakılmaz. Spor eğitimi açık havada gerçekleştirilir. Çocukların ve yetişkinlerin eğitim almasının en ilginç yolu, kent duvarlarına çizilmiş olan resim ve şekillerin sürekli önlerinden geçildikçe izlenmeleri ve algılanmaları yoluyla olur. Duvarlarda sanatsal resimlerin yanı sıra, temel ansiklopedilerin içerdiği tüm bilgilerin resmedilmiş biçimleri bulunur. En iç duvardan en dış duvara doğru ve küçükten büyüğe doğru her bir duvara bir gezegen resmi çizilerek, bunların tanınmaları ve öğrenilmeleri sağlanmaktadır. Duvarlar ayrıca bir tiyatro sahnesi görevi de görmektedir. Küçük çocuklar alfabeyi, okuma yazmayı ve daha başka pek çok bilgiyi bu duvarlar üzerindeki çizimlerden salt bir oyun oynar gibi öğrenirler. Eğitim süreçlerinde çeşitli aletlerden de yararlanılır ve oldukça ileri eğitim yöntem ve teknikleri kullanılır. Ülkede çarşı-pazar alışverişi ve para bulunmaz. Lüks tüketim de dâhil her şey devlet tarafından karşılanır ve kişilere doğal bir hak olarak dağıtılır. Yine de yabancılardan bazı şeyler almak için ülkenin belli bir parası vardır. Günlük çalışma 4 saatle sınırlıdır. Bu süre ütopyalarda, örneğin Platon’da 8, More’da 6 saatti. Ülkede insanlar çok çalışkan ve verimli oldukları için 4 saatlik bir çalışma yeterlidir. Tembellik en büyük etik değersizliktir ve cezalandırılır. Çalışma dışındaki vakitler bireysel gelişimi amaçlayan etkinliklere ayrılmıştır. Ülkede herkes gereksinmesini ve hak ettiğini elde eder. Kimse başkasının durumuna ya da konumuna göz dikmez. Her konuda temel ölçüt toplumun iyiliğidir. Bu şekilde hem birey hem de toplum mutlu olur. Campanella yasal eşitlik ilkesi üzerine sınıfsız bir toplum modeli önerse de devletin başında görev ve yetkileri mutlak bir monark bulunur. Biraz da o zamanın tartışılmaz gücü olan kiliseyi onore etmeye çalıştığı düşünülebilir. Kimilerince bu aynı zamanda bir tür evrensel papalık monarşisi olarak yorumlanmıştır. Çünkü bu ideal toplumun dinsel tercihi Hristiyanlıktır ve bireylerin içtenlikli ve saf bir dinsel eğitim almaları önemsenmektedir. Yurttaşlar, her şeyin ortaklığını savunan havarilerin yaşamlarını örnek alırlar. Yine de bu toplumda bilimsel aydınlanma ve bilgiye verilen yüksek değer, More’un Ütopyasına göre daha dikkat çekicidir. Adeta bir bilgi toplumu yaratılmak istenmiştir. Campanella’nın More’dan bir yüzyıl sonra yazmış olması ileri Rönesans yüzyıllarında bilgiye ve bilimsel ilerlemeye verilen değerin bir yansımasıdır. Gerçek adı Giovanni Domenico Campanella olan yazar, hayal ettiği bu ütopya devletin yerini Hint Okyanusu'ndaki Taprobana adası olarak belirlemiş. Çevirmen, bu adayla ilgili şu notu düşmüş kitaba: “Taprobana ya da Taprobane : Ekvator'un altında, Hint Okyanusu'nda yer alan ve günümüzde Seylan ya da Sri Lanka olarak bilinen ada .” Lirik şiirlerini bir araya getirdiği Scelta (1622; Seçmeler), Metafisica (1638; Metafizik) ve Theologia (1613-1614; İlahiyat) Campanella’nın öteki eserlerinden bazılarıdır. / *Bu muhteşem kitabı okumak isteseniz aşağıya tıklayın .

  • BOCCACİO ve Dekameron'un Aşk Hikayeleri

    Aycan AYTORE * Kitaplar ve yazarlar vardır, salt o mevsimliktir. Kitaplar ve yazarlar vardır, insanlık yaşadıkça yaşarlar. Sanatın ölümsüzlüğü de bu olsa gerek . Dekameron'un Aşk Hikayeleri böyle uzun ömürlü bir kitap; tam 700 yıllık; dünyanın en eski, bilinen ilk hikayeleri. Adını belki de duyduğunuz, ama çok az kişinin okuduğu ya da fikir sahibi olduğu görkemli bir İtalyan klasiği bu kitabımız. YAZARI 1300'lü yıllarda yaşamış Giovanni BOCCACİO . Küresel aydınlanmanın fitilini yakanlardan... Bildiğiniz gibi Avrupa'da ulusal birliği en geç sağlayan yerlerden biridir İtalya(1866). Engizisyonuyla korkutucu bir güce dönüşen, öteki dünyadan daha çok bu dünya nimetlerine yönelen, artık uluslarüstü bir güç olduğunu iddia eden KİLİSENİN etkisiyle de kimliği silikleşen İtalya'da Dante ilk çıkışı yapar: İLAHİ KOMEDYA. Dünya durdukça yeri doldurulamayacak bu humanist dev şiir, Beatrice'nin peşinden Araf'ı, Cennet ve Cehennemi dolaşan Dante ile meslektaşı Virgilius'un gördüklerini anlatır ve Tanrı kavramını pekiştirir. Baccacio, Latince yerine İtalyanca'yı, halkın dilini kullanır. Tanrı düşüncesine karşı değildir, ama hikayelerinde Tanrı varsa bile izleyicidir, insanların işine karışmaz. Tanrıyı değil insanı önceler. Dante'nin kitabına "İlahi Komedya" adını veren yazarın bu kitabına da ardılları, "İnsani Komedya" diyecektir. Böylece Rönesans'ın o büyük üçlemesi ortaya çıkmış: Dante- Petrarca. ve Baccacio... Baccacio çağdaşı Petrarca'yla hep iyi arkadaş olmuştur. * Kitaptan Bir Öykü: Genç ve güzel bir kadın kentin ileri gelen yargıçlarından biriyle evlendirilir. Hayli yaşlı yargıç gerdek gecesi gereken performansı sergileyemez. Giderek bir külfete, hatta zulme dönen yatak fasıllarından kurtulabilmek için karısına akla yakın bir açıklama yapar, sonuçta o bir yargıç, aklı olmasa yaparlar mıydı: Anlattığına göre kimi günler cinsel perhiz ve tatil günleridir. Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı o anlamda tatildir. Çarşamba ve Perşembe de bazen… Aksi hareket edenler büyük günaha girerler… diye anlatır karısına. Yargıç bilmeyecek de kim bilecek, kadın da inanır. Gel zaman git zaman bir yolculuk sırasında kadın korsanların eline esir düşer, korsanların reisi de kadını kendine eş yapar. Yana yakıla karısını arayan yargıç sonunda onu bulur. Korsanın karşısına dikilip, o benim karım, geri ver der. Korsan da anlayışla yaklaşır. Ben bunu bilemem der, seni kadınla karşılaştıracağım ve seni tanırsa vereceğim. Karşılaşma gerçekleştiğinde kadın yargıcı tanımazlıktan gelir. Sonunda başbaşa konuşma şansını bulduklarında kadın kendinden umulmayan bir tavır sergiler: Bu gemide hiç tatil yok. O benim kocam, seninse metresin oldum bir ara, der... ve gitmez yargıçla. Nasıl bakarsan bak, ama İNSANLIK KOMEDYASI deyişini hak etmiyor mu kitap? Tabi cinsellik ve sorunları hayatımızda yüzde kaçlık yer tutar diyenlerdenseniz o ayrı. Ne var ki kişisel bilgi ve görgümle rahatlıkla insanların en az yüzde sekseninin ömürlerinde en az birkaç kez öyküdeki yargıcın aklı bende olsaydı dediklerini düşünüyorum. Öyle vurucu bir öykü bu, öyle de erotik... Sakıncalı ne var bu öyküde diye düşünülebilir. Bırak Bukovski'yi ya da fırça darbelerinin efsane kitaplarını, İnternette ya da evlendirme programlarında çok daha fazlası var... İyi de dönem Ortaçağ karanlığı, YIL 1348-50... Engizisyonun en azgın dönemi, ahlaki kurallar, kadınının hakkı, hukuku Osmanlı'nın o döneminden bile geri... ya da benzer. O devirde Haydar Dümen yok, mesir macunu da... Öykülerin çoğunda, dini çıkarlarına göre kullanan, ahlaki yönden zayıf papazlar, başkalarının malında, karısında, erkeğinde gözü olan insanlar, kendini keşfetmeye, kuşkusuz o çağın olanaklarıyla alanlarında – ki o dönem bir kadının kendini geliştirebileceği tek alan herhalde sahip olduğu bedeni ve cinselliğidir- özgürleşmeye çalışan ama bunu yine de toplumsal kuralları ıskalamadan, erdemle yapmaya çalışan kadınlar önemli bir yer tutar. Kuşkusuz karşıtları da... iyi ya da kötü insanlarıyla gerçek bir insanlık komedyası. Kadınlar cinsellikte özgür olmaya çalışacak hem de erdemli olacak, bu bir paradoks gibi duruyor. O zaman baştaki öykü özetine yeniden bakın...İnsanın oldurduğu yasalar ve ahlak kurallarıyla insan doğası hep çatışmaz mı? Bu çatışma insanın vazgeçilmezi değil midir? Onu komedileştiren de bu tezatlar... Baccacio'nun kadınlardan yana, feminist bir yaklaşımı olduğunu söylemek de mümkün. Kitabını kadınlar için yazdığını söyler zaten. Başrölüne de sevgilisini koymuştur. O zamanlar moda demek ki, Dante de cehenneme sevgili Beatrice'nin peşinden gitmez mi? Baccacio doğrunun peşindedir, belki o da değil, insanlık halini dert edinmiştir, insanı anlamadan bir çerçeveye oturmaya çalışan toplumsal kurallara ya da tumturaklı yasalara fon gibi bakar. Bunu yaparken de gülümser yazar, taraf olmaz, savunma yapmaz... Belki bu tavır nedeniyle siz de okurken olur mu böyle şey demezsiniz, siz de gülümsersiniz, ama sanırım çoğu erkek evdeki tatil günlerini yeniden ayarlamayı düşünür... Rönesansın hazırlayıcılarından Dante, Baccacio ve Petrarca ...üçlemesinin önemli bir adıdır Baccacio. Babasının Fransız bir kadından evlilik dışı çocuğu olarak 16 Haziran 1313 de Fransa'da doğdu. Daha 1340 yılında babası Bokaccio'yu Floransa'ya tüccar ya da hukukçu yapmak için çağırdı. Ne var ki genç Baccacio edebiyatla ilgilenmek istiyor, şiirler yazıyordu. Denemeler olumsuz sonlandı. Babası 1348 yılında vebadan öldü. Dekameron'u da o tarihte yazmaya başladı. Daha bir çok kitap yazmışsa da onlar Dekameron'un yanında silik kalmışlardır. Bazen parlak bazen sönük geçen hayatı boyunca birçok seyahatlar yaptı, pek çok yer tanıdı. Bokaccio 21 aralık 1375'te Celtaldaki köyünde öldü. Çevirilere bakmayın, Dante İlahi Komedya'yı Latince, nazımla yazmıştır, yani bir uzun şiirdir aslında. Dekameron Öyküleri ise İtalyanca ilk düzyazı örneklerindendir, onlara dünyanın ilk öyküleri unvanı da verilir. Kuşkusuz bugünkü öykü çeşitlemesinden herhangi birine benzemez, dahası hikayelerin özeti gibidir. Bu yönüyle bakınca aslında bu öykülerin, Binbir Gece Masalları gibi halk arasında anlatılan anonim öyküler olduğu, Baccacio’nun onları derlediği, hoş görünen bir kurguyla sunduğu - ve yazı dili olan Latince’yle değil de halkın konuştuğu İtalyanca'yla yazdığı için de kısa sürede büyük ilgi gördüğü düşünülebilir. Hikayeler kaynağını hayattan alır. Halk, saray, kadınlar, asilzadeler, askerler, papalar, tüccarlar, kutsallar, çiftçiler ve haydutlar kahramanlardır. Bunlar üstün özellikli, yüceltilmiş değildir. Yaşayan insanlardır, iyi veya fena olan ihtiraslarıdır. Dante Beatrice'yi aşkın insan olarak yüceltir, Bassacio ise sevgilisini sıradanlaştırır, gerçek insan olarak görmeyi yeğler. İngiltere, Fransa, Akdeniz adaları, Floransa...o devir yaşayan ve Akdeniz'e kapısı olan her ulus fondur. Ne din ne de ahlak bu eserde baş rolü oynar. Günah ve sevap sadece birer olaydır. Sunuş, kurgu ve çıkarılacak tema üzerinde iddialıdır. Olaylar, her öykünün başında özetlenen temaya uygun ve titizlikle düşünülüp işlenir. Kitaba değinirsek; 1348'de Avrupa' da, özellikle İtalya da bir kara veba salgını başlıyor. Salgın yayılıyor ve binlerce insanın ölümüne neden oluyor. Baccacio bu büyük salgından sağ kurtuluyor ama babası dahil milyonlarca insan ölüyor Avrupa'da. Kitap da bu yıllarda yazılıyor. Vebadan kaçan ya da çaresizce saklandıkları yerde bekleyen 7 kadının yanlarına aldıkları 3 erkekle birlikte anlattıkları öyküler üzerine kurulu. 10 kişi kara vebadan kaçmak için kent dışında bir villaya iki hafta boyunca sığınırlar. cuma ve cumartesi günlerini dini ritüellere ayırırlar ve geri kalan günleri de şarkılar ve hikayelerle geçirmeye karar verirler: Her gün, seçtikleri bir kraliçe tema seçer ve 10 kişi de o tema çerçevesinde bir hikaye anlatır, her günü de 10 hikayeyle sonlarlar, böylece iki hafta boyunca 100 hikaye paylaşmış olurlar. Dekameron'un anlamı da 10 demektir. Baccacio'nun bir yanı da rakamlarla ilgili takıntısı... Aşk, her insanın vazgeçilmezidir belki yaratılış gayesi, bu nedenle onun Dekameron Öykülerinde sıkça gündeme gelmesi şaşılacak bir şey değil herhalde. Aşkı, kadın erkek ilişkisini ele almadan bir kitabın yazılması ve o kitabın başarılı olmasını bile düşünmek mümkün mü? Dekameron’da toplumca giydirilmiş kılıkta değil, sahici, mutlu aşk hikâyeleri, aşkın doğasında yer alan kavuşma istenci, cinsellik yer alır. Öykülerin büyük bölümünde kilise, papazlar, kötü alışkanlıkları, sapkınlıkları irdelenir, tiye alınır, papazları çekiştirir. O nedenle Boccacio, kilisenin düşmanı denmiştir. Oysa onun papazlardan da dostları vardır. Engizisyonun ve akıldışı vahşetlerinin dorukta olduğu o dönemde ruhbanları eleştirmek büyük bir cesarettir. Kabul etmeli ki böylesi yürekli aydınlar çağının insanını ablukaya alan kiliseye geri adımlar attıracaktır. Öykülerin anlatıcıları kadınlar olduğu gibi baskın karakterlerdir, insan doğasına uygun davranırlar. İnsan doğasına uygunluk çok sık toplumsal kurallarla çatışır. Belki bunu sezdirmeye çalışır Baccacio okura; bir şeyin evrensel doğru olması onun her koşulda yöresel doğru olmasına yetmediği gibi, etik ve yasalarla çatışmayacağı anlamına gelmez. Belki bu nedenle esere sık sık ahlaka aykırı damgası vurulmuştur. Yine de yazıldıktan sonra sık sık çoğaltılmış 1470'de ilk defa olarak basılmış ve baskılar birbirini takip etmiştir. Kimi dini çevrelerin itirazlarına papazların iddialarına rağmen papalık kitap hakkında olumsuz bir tavır sergilememiştir. Gerçi Tirient toplantısında eseri aforoz etmişlerse de bazı prens ve kontların eserin güzelliğinden bahsetmeleri üzerine aforoz karan kaldırılmıştır. Yine de kitap defalarca sansürler ve kısaltmalar geçirmiştir. Tek başına o dönemin insan ve toplum yaşamını ayrıntılarına kadar resmeden bu muhteşem kitap aynı zamanda başka bir evrensel kuralı da anımsatıyor bize: İnsan değişmiyor. Okuduğunuzda göreceksiniz, 700 yıl öncesinin insanıyla bugünkü arasında hiçbir fark yok, İtalyanla Türk arasında olmadığı gibi...... Çoğu kısaltılmış, sansürlenmiş örneklerden alınma çevirilerin çok eski bir dili var. En son yapılan çeviri, bu anlamda aslına daha yakın bir örnek olsa da fiyatı oldukça yüksek. Biz o çeviriden yararlanmadık bu çalışmayı hazırlarken. Eski bir çeviri kullandık ve dilini Aycan Aytöre günümüz diline uyarladı. Kitabın hepsini buradan size vermemiz, hepsini günümüz diline uyarlamamız elbette olanaksız. Amacımız ilgili okura fikir vermek, kitaba yöneltmek... O nedenle seçeceğimiz birkaç örnekle yetineceğiz. İyi okumalar dileriz. ...ve isterseniz aşağıdaki filmini de izleyebilirsiniz. -AŞAĞIDAKİ FİLME küçükler için YASAK getirildiğinden ancak direk YouTube'da ya da bir film kanalında izlenebiliniyor.- Pasolini'nin Ortaçağ ya da Yaşam Üçlemesi adını verdiği filmlerin ilki Boccaccio'nun DEKAMERON adlı yapıtı. Bir filme 100 öykünün sığdırılamayacağını düşünürsek birkaç öyküyle yetinmiş. Erotizmi fazlaca vurgulasa da kitabı yansıtmayı başarmış. Ana konu din, cinsellik, Hristiyan öğretisi, insan ve özündeki riyakarlık... Pasolini'nin yaratılışında vardı, insanın iyi tarafını değil kötü tarafını ele aldı çalışmalarında. Bunu yaparken insana dair bir kapı aralamak istiyordu. İyi ve kötünün çatışmasını ve aslında iyinin kaybedişinin sonucunu biraz da eğlenceli olarak anlatıyor. Pasolini’nin, üçlemenin ilki olan Il Decameron, (diğerleri 1972 yılında çektiği Canterbury Hikayeleri ile 1974 tarihli 1001 Gece Masalları) Boccaccio’nun dokuz öyküsünden oluşuyor. On dört farklı geçiş yapılsa da, aslında Boccaccio’nun anlattığı dokuz öyküden biri ikiye, diğeri de beş parçaya bölünmüş ve bunda altıncı günün beşinci hikayesi olan ressam Giotto öyküsü, Pasolini’nin hayal dünyasıyla birleştirilerek anlatılıyor. Diğer öyküler, neredeyse Boccaccio’nun anlattığı tarzda ilerlerken, bu kısım eklemelerle zenginleştiriliyor ve nihayetinde harika bir sonla bağlanarak, etkileyici bir filme dönüştürülüyor. Böylece Pasolini, arka arkaya anlatılacak bir öyküler silsilesinden ziyade, Decameron’u farklı bir kurguyla resmederek keyifli bir film ortaya koyuyor. Hatta bu bölümlerde bizzat kendisi rol alıyor ve ressam Giotto’yu canlandırıyor. Filmi izlemek isterseniz yukarıdaki videoya tıklayınız.

  • PKK’NIN YAKILAN SİLAHLARI

    Zeki Sarıhan * Herkes önemli olaylara tanıklık ettiği kanısında. Hükümet ise nerdeyse ulusal bayram ilan edecek! Devletin MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin seslendirdiği, Abdullah Öcalan’la mutabakatı, birkaç heyet gidip gelmesinden sonra meyvesini verdi. Kuzey Irak’ın Kürt Özerk Bölgesinde kurulan temsili bir oyun sahnesinde, bir kısım seyircinin de gözü önünde PKK’nın 15’i kadın, 15’ı erkek 30 kişilik yönetici grubu, Kandil’den getirdikleri silahları bir kazana bırakarak yaktılar. Bunu daha çok liderleri Öcalan’a ters düşmemek için yaptıkları sanki yüzlerinden okunuyordu. KÜRTLER NE KAZANACAK? Sürecin bir parçası oldukları için basının önüne artık “meşru” olarak daha sık çıkmakta olan DEM Parti sözcülerinin, sanki kendilerinin de tam inanmadıklarını belli edercesine dile getirdikleri beklentileri vardı. Bir kere siyaset yapma hakları tescil edilmiş olacak, ikide bir kapatılma davalarıyla uğraşamayacaklardı. Sonra seçtikleri belediye başkanlarına bir kulp takılıp yerlerine kayyım atanmayacaktı. Kısmi veya genel bir af çıkarılarak şiddet kullanmaktan, örgüt üyesi olmaktan hüküm giymiş olanlar bırakılacak ve yeni tutuklamalar olmayacak, belki anadilleri için okullarda bir ders açılacaktı. PKK kurulduğundan beri dünyada ve Türkiye’de köprülerin altından çok sular akmış bulunuyordu. PKK artık sosyalist bir Kürt devleti kurma isteğinde ısrar edemezdi. Hedeflerini küçültmeliydi. Öyle ki Öcalan, federasyondan ve kültürel özerklikten bile vazgeçmişti. Bir de 1984 Eruh baskınından beri, PKK’nın güvenlik güçlerine yaptığı saldırılarda ve askerin, polisin, korucunun buna verdiği cevaplarda çok insan ölmüş, yaralanmış, bundan zarar görmüştü. PKK “Attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değer mi” diye düşünmüş olabilir. 40 yılı aşkın süren bu boğuşmanın kazancı “Kürtler bizim öz kardeşimizdir. Kürtsüz Türk, Türksüz Kürt olmaz” gibi Kürtlerin hoşuna gidecek bazı söylemler, TRT’nin Kürtçe kanalı gibi kazançlardır ama Selahattin Demirtaş hâlâ hapistedir! Silahların ateşe verilmesinin ertesi, 12 Temmuz Cumartesi günü Kızılcahamam “Sınırları Aşan Liderlik” temalı kampta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, birkaç gündür “çok önemli” olarak duyurulan uzun bir konuşma yaptı. İSLAM İMPARATORLUĞU HAYALİ Bu konuşma, teferruatını atarak özünü yakalayabilenler için ne ifade ediyor? Avrupa karşısında Selçuklu Dönemi ve Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devrinde olduğu gibi güçlü bir Türkiye. İslamcı AKP’nin bu hayali, Üç Hilalli Milliyetçi Hareket Partisinin özlemleriyle de uyum hâlindedir. MHP’nin AKP ile Cumhur İttifakı’nda birleşmesi birçoğumuza garip gelmişti. Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir siyasi kadro ile Türk milliyetçiliğine gönül vermiş bir kadro nasıl olmuş da güçlerini birleştirmişlerdi? Erdoğan’ın son konuşmasıyla bunun sırrı tamamıyla açıklığa kavuşmuş olmalı. İki taraf “Cihan hâkimiyeti” peşindedir. Bunu Türkler, Kürtler ve Araplar birlikte yapacaklardır. (Bu birlikteliğin içinde Farslar yoktur. Çünkü mezhepçidir.) Bu bir Sünni İslam ittifakı olmakla birlikte bütün İslam dünyasını içine almak gibi bir hayalin peşinde değildir. Günümüzde Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya bir İslam imparatorluğunun imkânsız olduğunu herkes görüyor olmalıdır. Cumhur İttifakı’nın bundan sonra daha açık ortaya koyması beklenen yeni oluşumda Türkiye Türkleri, Ortadoğu’daki bütün Kürt nüfus ve Irak Arapları vardır. Enver Paşa’nın hayali peşinde koşarken canını verdiği Orta Asya Türk İmparatorluğu da yeni stratejinin dışında kalıyor. “Gardaş” Azerbaycan dâhil. KURTULUŞ SAVAŞI ÖRNEĞİ NEDEN VERİLDİ? Tayyip Erdoğan’ın, bu projesini anlatırken Kurtuluş Savaşı yıllarını örnek göstermesi ilginçtir. Gerçekten de ara sıra yazılarımda anlattığım, gibi Kurtuluş Savaşı bir Türk milliyetçiliğinden çok, Türk ve Kürtlerden oluşan bir “İslam Milleti” vurgusu yapmış, bunu 1921’de içinde “Türk” sözcüğü geçmeyen anayasasına da yazmıştı. Kürtlerin farklı bir millet olmaktan doğan haklarının tescilini ise savaştan sonraya bırakmıştı, Daha çok Sovyet sisteminden ilham alan bu sisteme göre vilayetler bir çeşit özerklik taşıyacaklardı. Bu hakların Cumhuriyet döneminde, daha doğrusu Büyük Zafer’in ardından anılmaz oluşu, Kürt çevrelerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve Kürtlerde Türk devletinin sözüne güvenilemeyeceği gibi bir inanç doğurmuştur. Genelkurmay’a göre, son PKK ayaklanması hariç Türkiye’de 16 Kürt ayaklanması yaşanmıştır. “Terörsüz Türkiye” programında Cumhur İttifakı ile birlikte rol alan DEM çevreleri ve onlara bu ilhamı veren Abdullah Öcalan, Devletin el altından sözünü verdiği ve kamuoyuna açıklanmayan reformlara güvenmekte midir? Bundan şüphe duymak gerekir. Ancak PKK, geçmişte üstlendiği devlete baskı yapma misyonunu artık siyasi örgütün yapacağına inanmış olmalıdır. Kendisi de zaten gerilla savaşı vermesine rağmen devletin üstün silahlarına ve eğitilmiş askerî gücüne yenilmiş ve silahlarını Türkiye’den çekmiş bulunuyor. Hükümet Kürtlerden oluşan ve komşu ülkelerde yaşayan siyasi oluşumlara da müdahale etmek niyetindeydi. Ancak şimdilik, Suriye’deki PKK uzantılarının varlığı Suriye Hükümeti ve ABD ile görüşmelerin sonucuna ertelenmiş görünüyor. “Terörsüz Türkiye” programının uzak hedefi zaten bütün Kürtleri, hatta Ortadoğu Araplarını Türkiye ile bütünleştirmektir. Ancak bu koşullarda bir Türk imparatorluğunda Türk nüfusun azınlığa düşme ihtimali vardır ve bu da başlı başına bir sorun oluşturur. MODERNİZM VE LAİKLİK YOK Türk-İslam sentezine dayanan ve Türk, Kürt, Arap unsurlarından meydana gelen bir “Cihan İmparatorluğu”nun modernizm ve laiklik gibi bir derdi yoktur. O ülkede yaşayan insanların “insan hakları”ndan kaynaklanan bir hakları olmayacaktır. Bir hak olacaksa bu, farklı bir din ve milletten olma yani “millet” denilen din-mezhep hakkıdır. Amerikan Büyükelçisi de bunu önermektedir. Bu devlet, sosyal adalet, sosyalizm gibi kavramlarla da ilgili değildir. Sanki zaman, İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan demokrasi, Sovyet devriminin ateşlediği sosyalizm ve hatta Fransız İhtilali öncesi bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme döneminde donmuştur. Bu nedenle Türkiye’deki siyasi İslamcıların Tanzimat ve Meşruiyet gibi Cumhuriyet dönemiyle, hele sosyalizmle de araları bozuktur. Ülkeyi tek bir adamla yönetme isteği ve fakat şimdilik göstermelik bir meclise tahammül ediyor görünmeleri de bu hayallerinden kaynaklanıyor. Bu nedenledir ki, ülkede hemen bütün çevreler “terörsüz bir Türkiye” istemelerine rağmen, Cumhur İttifakı ve PKK’nın bu ortak girişimine iki koldan itiraz var. Bunlardan biri, Devletin PKK’yı muhatap almasına fena hâlde sinirleniyor. (İYİ Parti ve Zafer Partisi) Diğer kol ise ise Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği ve modernizmi esas alan Cumhuriyet projesine aykırı gördüğü için projeye karşıdır. (CHP’lilerin bir kısmı, ADD Vb. ) Sonuçta kamuoyu yoklamaları halkın çoğunluğunun silah bırakma sürecini olumladığını gösteriyor. Hepsi bu kadar. Yerine başka bir silahlı örgüt çıkmayacaksa (ki bunun koşulları görünmüyor) PKK’nın silah bırakması, Devlet görevlileri ile Türk ve Kürt sivil halktan kimsenin bu nedenle ölmemesi ve yaralanamaması bakımından büyük bir kazanç olacaktır. Türkiye, PKK gibi silahlı örgütleri yok etmek için harcayacağı milyarlarca liralık bütçeyi, istediği gibi kullanabilecektir. (Refah için mi, savaş sanayii için mi? Borç ödemek için mi?) Hepsi bu kadar! “Barışma programı” nihayet Türk-Kürt barışıdır. Sermaye ile emeğin değil. AKP ile CHP’nin de değil. Siyasi İslamcılıkla laikliğin hiç değil. Bu bakımdan DEM’i zorlu günler bekliyor. DEM ile Cumhur İttifakı ilişkilerinin çok geçmeden bozulacağını varsayabiliriz. Çünkü DEM Partinin temsil ettiği kitle, AKP’nin siyasi İslamcılığına da MHP’nin Üç Hilal’li milliyetçiliğine de yabancıdır. 1960 sonrası yükselen sosyalist akımların etkisini taşımaktadır. Bu kitle eninde sonunda laik bir halk iktidarı için mücadele eden sosyalistlerle birleşecektir. Kürtlerin siyasi olarak önlerinin açılması, onlarla ittifakın örneklerini “Kent Uzlaşısı” olarak uygulayan CHP’nin de önünü açmak anlamına gelecektir. (12 Temmuz 2025)

  • Rüzgar Bizi Götürecek

    Modern İran şiirinin öncülerinden Furuğ Ferruhzad “ağaçların soyundanım ben” diyordu: “ben çıplağım, çıplağım, çıplak / sevgi sözleri arasındaki sessizlikler gibi çıplak / ve bütün yaralarım aşktandır / aşktan, aşktan, aşktan...” “Rüzgâr Bizi Götürecek” şiiri aynı zamanda, İranlı ünlü yönetmen Abbas Kiarostami’nin bir filmine adını vermiş ve esin kaynağı olmuştu: “kulak ver / duyuyor musun esişini karanlığın / ben yapayalnız, bu mutluluğu seyrediyorum” Ferruhzad Trajik bir trafik kazasıyla dünyadan ayrıldığında henüz otuz iki yaşındaydı. Füruğ Ferruhzad * Benim küçük gecemde Rüzgar ağaçların yaprağına son kez süre tanıyor Benim küçük gecemde viran olmanın korkusu var Kulak ver Karanlığın esintisini duyuyor musun? Ben garipçe şu talihime bakıyorum, ümitsizliğe alıştım Kulak ver, karanlığın esintisini duyuyor musun? Gecede, şu an bir şey geçiyor Ay kızıl ve karmaşık Ve her an düşme korkusu yaşanan bu damda Bulutlar yaslı kalabalıklar gibi Sanki yağmurun yağacağı anı bekliyor Bir tek an Ondan sonra hiç Bu pencerenin arkasında gece titriyor Ve yeryüzü geri kalıyor dönüşünden Bu pencerenin arkasında bir bilinmeyen Beni ve seni bekliyor Ey baştan ayağa yeşil olan sen Ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim aşık ellerime bırak Ve dudaklarını, sıcak bir his gibi Bana doğru uzat... Rüzgar bizi götürecek Rüzgar bizi götürecek

  • JEAN PAUL SARTRE; Nobel'i Reddeden Yazar

    Şenol YAZICI * Jean-Paul Charles Aymard Sartre * J.P. Sartre, 1964 yılının 22 Ekiminde kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bu sayede Nobel Ödülü'nü ilk reddeden kişi oldu. “Nobel Ödülü’nün, ödülü alacak kişinin fikrine danışılmadan verildiğinden haberim yoktu o zaman ve bunun gerçekleşmesini engelleyecek zamanımın olduğuna inanıyordum. " Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştü. "İmzamı Jean-Paul Sartre olarak atmam, imzamı Jean-Paul Sartre, Nobel Ödülü sahibi olarak atmam ile aynı şey değil." Nobel Ödülüne Gözatalım mı? Nobel Ödülü , 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm 'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel Ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. Nobel Ödülleri her yıl Alfred Nobel'in ölüm yıl dönümü olan 10 Aralık'ta verilir. Nobel Ödülü, Nobel Vakfı'nın insanlığa örnek teşkil ettiğini düşündüğü bilimsel araştırma, yazı ve eylemleri onurlandırmaktadır. Nobel Ödülü bir diploma, madalya ve nakit ödül ile birlikte gelir. Her yıl Nobel Vakfı, her Nobel ödülü sahibine verilen nakit ödülü kararlaştırır. Nakit ödül 8 milyon SEK (yaklaşık 1,1 milyon ABD Doları veya 1,16 milyon Avro). Bazen bu tek bir kişiye gider veya ödül iki veya üç alıcı arasında bölünebilir. Bugünkü ederle yaklaşık 45,000.000.00 TL . Bir Nobel madalyasının tam ağırlığı değişir, anc ak her madalya, ortalama ağırlığı yaklaşık 175 gram olan 24 ayar (saf) altınla kaplanmış 18 ayar yeşil altındır. 2012 yılında 175 gram altın 9.975 dolar değerindeydi. Modern Nobel Ödülü madalyasının değeri 10.000 doları aşıyor! Nobel Ödülü madalyası, açık artırmaya çıkarsa, altın ağırlığından bile daha değerli olabilir. 2015 yılında Nobel ödüllü Leon Max Lederman'ın Nobel ödülü müzayedede 765.000 dolara satıldı. Lederman'ın ailesi, parayı bilim adamının bunama ile mücadelesiyle ilgili tıbbi faturaları ödemek için kullandı. Nobel Ödülü, ödül sahibine bağlı üniversite veya kurum için değere dönüşen prestij kazanır. Okullar ve şirketler hibeler için daha rekabetçi, bağış toplama konusunda daha donanımlı ve öğrencileri ve parlak araştırmacıları cezbediyor. İnsan ömrüne bile etkisi oluyor: Journal of Health Economics'te yayınlanan 2008 tarihli bir araştırma, Nobel Ödülü sahiplerinin yaşıtlarından bir ila iki yıl daha uzun yaşadığını bile gösteriyor. İşte Satre'nin, aday olmadığı halde ayağına gelen Nobel Ödülü bu... Bir de bu ödülü alabilmek için her tür kıvraklığı sergileyen çapsız muhterisleri düşünün... * Şenol YAZICI Jean-Paul Charles Aymard Sartre * (d. 21 Haziran 1905, Paris - ö. 15 Nisan 1980, Paris ), Fransız yazar ve düşünür . Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da dünya çapında iyi bir örneği olacaktır. Hayatı -Jean-Paul Sartre (ortada) ve Simone de Beauvoir (solda), Che Guevara (sağda) ile Küba 'da görüştüler. (1960)- Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis-le-Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure ' de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir' la tanıştı. 1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı şekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943). 1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir. "Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi 'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. " Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi 'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi 'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eğer biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır. Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bu sayede Nobel Ödülü'nü ilk reddeden kişi olmuştur. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. " 121'ler Manifestosu " olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi 'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler' in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation ' u kurmuştur. 1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu. Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlüğün Yolları, Bulantı , Gizli Oturum , Kirli Eller, Sözcükler , Duvar olarak belirtilebilir. Sartre'ın varoluşçuluğu Varoluşçuluk , esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20. yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir. Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal 'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur. Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa , modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche , Martin Heidegger , Albert Camus , Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir. VAROLUŞÇULUĞUN ÖZGÜN ÖRNEĞİ Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Sartre'ye göre; kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkûm edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır. Bulantı Bulantı , Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sartre'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (" kendinde şey "), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, " kendi-için-şey "dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir. Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin 'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir. Varoluşçu Marksizm Sartre'a göre Marksizm esas itibarıyla varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre. Diyalektik Aklın Eleştirisi 'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır". Sartre ve aydın tavrı Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülmesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüde ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir. Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır. Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır. Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevsk i ' nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır. * "...Politika ile aramda bağ olduğu için, burjuva kurumu benim “geçmiş hatalarımın” üstünü örtmek istedi. Artık bir kabul var! İşte bunun için bana Nobel Ödülü’nü verdiler. Benden “özür dilediler” ve hak ettiğimi söylediler. Bu çok çirkindi!" J.P. Sartre HAZIRLAYIP EKLEYEN: Şenol YAZICI * 22.10.2023

  • YÜZİKİNCİ YILINDA LOZAN

    Niyazi UYAR* Lozan, Türk halkının ittifak senedi, nikah akdidir. Bu ittifak, öyle bir ittifaktır ki, yaşamak için, var olmak için zorunlu bir ittifaktır. Bu bir nikah akdidir. “İyilikte, hastalıkta, iyi günde, kötü günde…” diye devam eden nikah memurunun temennisi gibi aynen Anadolu’da evlerin baş köşelerine asılan kutsal kitabın asılması gibi çerçeve içinde asılı duracak kutsal bir akittir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir diye tanımlanan muhteşem bir adlandırmanın adıdır Lozan. Bu söz öbeği laf olsun diye söylenen sözden çok öte devlet olarak var olmanın gereğidir. Millî Mücadelenin (1919-1922) zaferle sonuçlanmasının ardından İsviçre’nin Lozan şehrinde çok uzun görüşmeler, tartışmalardan sonra 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tescillenmesinin adıdır Lozan! Yurdumuzu işgal eden batı emperyalimizin şımarık çocuğu Yunanistan’ın işgal ettiği Anadolu topraklarından sürülüp çıkarılmasının tescilinin adıdır Lozan! Bizi yurtsuz koymak, yok etmek isteyen, bizi bölmeye çalışan emperyalist devletlere karşı elde ettiğimiz zaferin adıdır Lozan! Din, iman diye diye ülkenin geri kalmasının ve halkın yoksulluğunun baş sorumlusu din sömürücülerine karşı elde edilen zaferin adıdır Lozan! Fransa’ya, batı devletlerine tanınan imtiyazlarla gelişimin önünü tıkayan, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi sömürmenin dik alası olan kapitülasyonların yırtılıp atılmasının adıdır Lozan!     Ulusal bir devlet olmanın olmazsa olmazı, saltanatın kaldırılmasının adıdır Lozan! Barış görüşmelerinde, mücadeleci, kıvrak zekalı Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı Türk tarihine, yarınlarımıza armağan eden antlaşmanın adıdır Lozan! İşgale boyun eğmenin, teslimiyetin, topraklarımızın batı devletleri arasında pay edilmesi olan ihanet belgesi, sözüm ona Sevr antlaşmasının çöpe atılmasının adıdır Lozan. (Bugün Sevr’i kutsayıp Lozan'ı bir ihanet belgesi olarak gören aymazların olması, akıl alacak gibi değil, bunlar uluslararası teşkilatların piyonudur diye düşünmeden edemiyor insan. Lozan’a hezimettir demek, insanın akli melekelerini kaybetmesi demektir. Evet On İki Ada, Patrikhane’nin statüsü, Kerkük Musul ve Osmanlı’nın borçlarının ödenmesi … konuları halledilememiş, doğru! Peki üç kıtaya hükmeden Osmanlı’nın kaybettiği toprakları, Yeni Türkiye Devleti mi kaybetti, On İki Ada, 1912 de Balkan Savaşı sonrasında İtalyanlara bırakılmadı mı? Peki Kurtuluş Savaşı yıllarında donanmamız var mıydı? Peki On İki Ada için deniz savaşı nasıl olacaktı?  Kerkük-Musul sorunu Lozan’da çözülemedi, bu sorun da aynen Hatay sorunu gibi milli bir mesele olduğunu söylemedi mi Mustafa Kemal?  Kerkük -Musul sorunu tam çözecekken, İngiltere’nin desteği ile ayaklanan Şeyh Sait ve avaneleri Kerkük ve Musul’un elden gitmesine sebep olduğunu neden bilmezden gelir bu aymazlar? Lozan ile ilgili sayfalar tutan bir araştırma yazısı yazılabilir, ancak yeni tip okur, uzun yazılardan ürküyor, o açıdan “deneme tarzında kısa bir metin olsun istedim. Bu yazıyı kaleme almamdaki temel maksadım, Lozan’ın yüz yıl sonra geçerliğini yitireceğini ve madenlerimizin çıkarılması konusundaki “gizli maddeleri,” olduğunu söyleyen sahtekarlara bir cevap olsun diyedir. Bugün 24 Temmuz 2024. Aradan yüz bir yıl geçmiş. Bu yalan 1924’ten beri dahili ve harici bedhahlar tarafından söylene gelmektedir. Milleti yalanlarıyla oyalayan bu bedhahlar özür diler mi, Türk halkından merak ediyorum? Soruyu kendim sordum kendim yanıtlayayım. Bu cenahın sabah akşam söylediği o kadar çok yalanına şahit olduk ki, hiçbir zaman özür dilemedikleri gibi, yalan üstüne yalan söylemeye devam ediyorlar. Bağımsızlığın, özgürlüğün adıdır Lozan, yüz birinci yılında, yüz bir pare top atışları ile kutlanacak bayramın adırdır Lozan; kutlu olsun! Atatürk'le, Cumhuriyet'le, Lozan’la nice yüz yıllara…

  • maviADA Atölye-1

    Sayfa Yapımı; Program Geliştirme Teknikleri, Yazım Yayın * YETKİLİ YAZARLAR İÇİN YAZI ODASI * Günümüzde medya ve internet bir ilgiden daha çok mecburiyete döndü. Telefondan bilgisayara, basit alışverişlerden akıllı ev teknolojilerine kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Hele yazan çizen bir insansanız gelin bu konudan uzak kalın. Pandemi üstüne kapak oldu. İnternet ilginç bir deneyim. Öğrenilmesi gereken çok yönü var. Bildiğimiz hiçbir eğitim metodu işe yaramıyor. Somutlaştıramıyor, akılda kalıcı bir deneyime döndüremiyorsunuz. Bir zaman üstünde çalışıp artık bunu öğrendim dediğiniz en basit deneyimler, kısa süre uzak kaldığınızda yabancılaştığınız bir olguya dönüyor. Farklı bir zeka istiyor sanki. Dahası zekam buna yetmiyor, diyecek hala geliyorsunuz. Aslında bunun basit bir açıklaması var. Bisikleti nasıl öğrendik diye düşünün. Her yanımız yara bere içinde kalmasına aldırmadan günlerce emek verdik. Önce ara sokaklarda, ıssız yerlerde denedik, sonra da ana caddelere çıktık. Ama hiç bırakmadık. Böylece bilgi pekişip unutulmazlar arasına girdi. Tonla para ödeyip aldığımız her yeni telefon bir bilgisayar aslında . Birkaç gün yabancı kaldığınız telefonunuza şimdi cambazlık yaptırıyorsunuz. Oysa bir çok yönünü hala çözemediğiniz de olur. Kullanmaya mecbur olduğunuzu emek verip hızla öğrenirsiniz. maviADA WEB sayfaları da öyle bir şey. Yıllardır maviADAlı olup da kusursuz bir yazı sayfası eklemeyi bilmeyenlerimiz var. Çünkü yaşamsal vazgeçılmeziniz görmüyoruz sayfayı. Öğrensem ne olur öğrenmesem ne olur, yarın dergi başka bir sayfa alır, öğrendiğim ne işe yarayacak diyorsunuz. Bu yönlü haklı olabilirsiniz, her yeni web sayfası kendine özgü bir dizilimle ve teknikleriyle bir çözülmezdir. Ne var ki insanın bir özelliği vardır; yaptığını, mümkünse kusursuz, ebediyen kalacak gibi yapmak ister. Yoksa onca emek verip en çok yarım saatte tüketeceğimiz yemekleri neden hazırlayalım. İşte bu yönünüze güveniyorum, yoksa boşa emek. Ki yazılar, resimler, sanat ve düşün yapıtları tüketilecek bir şey de değildir. Yazılarınız yardım almadan, yaratıcılığınızla bu dünyada sadece sizin ürettiğiniz yapıtlardır. İnternette yer alan hiçbir şeyin yok olmayacağını bilirseniz, onları sonsuza değin saklayan , bir sergi olacağını bilirsiniz. Pandemi izin vermedi, yoksa yetkili yazarlarımızla salt bu konu üzerine çalışmalar yapmak isterdik. Atölyeler oluşturmak, üniversitelerde ders olarak okutulan Program Geliştirme Tekniklerini , hatta yazmayı ders haline getirmek isterdik. Kısmet... Şimdilik bu yolu seçtik. BU BÖLÜMDE; WEB SAYFALARIMIZA YAZI ve RESİM EKLEME, PROGRAMLAMA, TASLAĞA KAYDETME, YAYINLAMA... YAZI AYARLARI, ETİKETLER... GİBİ BÖLÜMLERİ ANLATIYORUZ. Lütfen inatla denemekten çekinmeyin, kısa sürede ne kadar geliştiğinizi göreceksiniz. Yazı Ekleme: Derginin WEB SAYFASINA size davet gönderilen mail adresiyle girdiğinizde, yani dergi sizi tanıdığında, 'SİZE GÖRE' sağ üst köşede sizi karşılayan YENİ YAZI OLUŞTUR butonuna tıklayın. Açılan sayfada yazınızı yazın ya da kopyala yapıştırla yapıştırın. Uygun bir resim/resimler ekleyin. Son olarak dikkatlice edebi, poetik ve yasal yönden gözden geçirin. "Yayınla" butonunun yanında yer alan "Önizle" butonuyla yazınızın yayınlandığında nasıl görüneceğini görün. İstediğiniz gibiyse "Kaydet" butonuna basarak kaydediniz. Yazınız BLOGta "TASLAKLAR" bölümünde dilediğinizde görmeniz için sizi bekliyor olacak. Artık yazınız hazır. Dergi yönetimi dışında başka kimsenin göremeyeceği yazınız dilediğiniz kadar bekleyebilir. En az bir gün bekletin. Yazının İnce Ayarları: Yazının ayarları yazının internette görünecek ayarları, yazarı, tanıtılan yazı olup olmayacağı, SEOsu; başlığı, açıklaması, yani internet adresi, yazının kategorisi, etiketlerini içerir, bir kaç dakika ayırıp TASLAK halindeki yazınızı mükemmel hale getirin. Bunların hepsini sol yandaki bölümde görüyorsunuz. Sırasıyla bölümlere tıklayalım ve neler yapabileceğimizi görelim. Ayarlar AYARLAR menüsü tıklandığında karşınıza böyle bir görüntü çıkacak. Önce bakacağınız YAZAR bölümünde sizin adınız yazmalı. Sonra üstteki Kapak resmini görüntüle kutucuğunu açın. Aşağıya inin Tanıtılan yazı olarak belirle k utucuğunu da açın. Her iki kutu da mavi olacaktır. Bu kutuları açmazsanız ne yazının kapak resmi ne de yazınız listelerde görünmez. Siz de aradığınızda bulamazsınız. SEO: Buraya tıkladığınızda aşağıdaki menü açılacaktır. Silinmedikçe internet ölümsüzlüğünü elde edecek yazınızın kimliği sayılabilecek bu bölümde gerekli her şeyi bulacaksınız. Daha önceden taslaklara kaydettiğiniz yazınızın kimlik bilgileri menüde otomatik görünür. GEOGLE ÖNİZLEMESİNDE yazının internet URL adresi , internette görünecek yazı başlığı ve tanıtıcı özet bir bölüm yer alır. Dikkat etmeniz gereken URL adresinde Türkçe karakter kullanılmaması, kullanılmışsa yeniden yazmanız. Bir örnekle bunu anlatalım. Söz gelimi URL adresiniz ki o da yazı başlığınızdır, " Üzüm Bağlarının Çiçeklerle Şenlenmesi" olsun. Türkçe karekterler "ü", "ğ", küçük harf olarak "ı", "ç", "ş". Bu karakterleri kullanmadan nasıl yazabiliriz. Tabi ki u, g, i, c, s kullanarak. "uzum-baglarinin-ciceklerle-senlenmesi" Aralarına da tire koymayı ve bitişik düzen yazmayı unutmayın. Yazınızın başlığını gözden geçirin META TANIM: En altta yer alan kutucuk yazınızdan alınma bir özet bulunur. Aynı kalsın diyebileceğiniz gibi, yazıdan dilediğiniz 500 karakterlik başka bir bölüm seçim yapabilirsiniz. Ya da paylaşımlarda yazının başlığı altında adım da gözüksün derseniz, meta yanım kutucuğunun içinde yer alan özeti silin, AD ve SOYADınızı yazın. Kategoriler: Şu anda dokuz kategoride yazımız listeleniyor. Yazınızın konu, tema ve türüne göre var olan katogorilerden en yakın olanı/olanları seçin. " edebiyat" kategorisinde seçtiğiniz bir yazıyı "sanat", "hayat" kategorisinde işaretlemeyin. Ya da yardım isteyin, ya da benzer örneklere bakın. Sınırlı kategoriye ve etikete hakkımız var. Yeni kategori aramayın, yetkiniz varsa bile yeni bir kategori oluşturmayın. Yazınız WEB sayfasında işaretlediğiniz o kategoride listelenecek, görünecektir. Etiketler: Etiketler de sınırlı sayıdadır. Eğer gelişi güzel etiketleme yapar kotayı aşarsak diğer etiketler gözükmemeye başlar. Bu nedenle etiketlerde var olanlar arasından gerekli olanı kullanalım. Önce adımızı yazalım, bunun için derginin yazış şeklini bulalım onu yazalım. Yetkili yazarsanız sizi öne alabilmek için adınızın başına "-" tire konulmuştur. "-Aycan Aytore" gibi... Yazmaya başladığınızda ortaya çıkacak etiketi işaretleyin, kesinlikle yeniden yazmayın. Bu kez yazdığınız yazıyı aradığınız da adınızın olduğu sayfada bulamazsınız. Genellikle yazı türü de etiketlenir. TÜRANLATI gibi, ÖYKÜ gibi...TÜRANLATI ; makale, eleştiri, inceleme... gibi kolay kategorize olmayan yazılar için bulunan genel bir addır. Kategorileri yeniden etiketlerde yazmak yanlış olacaktır. Yazı Planlamak ya da Yayınlamak: Yazınızı dilediğiniz bir güne ve saate programlayabilir , sonradan o planlamayı değiştirebilir, başka bir güne ya da saate alabilirsiniz. Bunun için taslaklarda yer alan yazınızı açın , gözden geçirin ve sağ üstteki YAYINLA butonunun hemen yanında yer alan minik oka tıklayın. Açılan menüde size iki seçenek sunulacaktır. 1. Taslak olarak kaydet 2. Yazıyı planla Taslak olarak kaydet seçerseniz yazınız tekrar taslaklara geri döner. Yazıyı planla' yı seçin. Açılan menüden günü ve saati seçin, onaylayın. Şimdi yazınız BLOG'da PLANLANANLAR ya da PROGRAMLANANLAR başlığı altında yer alacaktır. Dilediğinizde saati günü değiştirebilir, yazınıza yeniden bakabilirsiniz. Günü saati geldiğinde de kendiliğinden yayınlanacaktır. Yazı Yayınlamak: En kolayı herhalde yazı yayınlamak. Sağ üst köşede mavi fonlu YAYINLA butona tıkladığınızda yazınız yayınlanır. Kolay gibi durmasına karşın aslında en zorudur da... Çünkü siz o butona bastığınızda yazınız beşyüze yakın dergi üyesine ve binlerce okur adayına ve de belki de en önemlisi yazınızı dört göz bekleyen trollere anında gönderilecektir. Yani yapacağınız bir pardonsuz hata size ve bize de epey pahalıya mal olabilir. O nedenle gerek estetik, gerek yasal, gerek toplumsal, gerekse poetik açıdan yazınıza dikkatle bakın. Yine de böyle bir durum oluşursa telaşa kapılmayın, yayınlanmış yazınızı açın, düzeltin ya da istediğiniz değişiklikleri yapın, tekrar yayınlayın, Bilmem anlatabildik mi? İyisi siz sık antrenman yapın. Yayınlamak dışında ne isterseniz deneyimleyebilirsiniz. Yayınlamak geri alınamaz bir eylemdir. Yine de sonuç amacınız da odur; kusursuz hale geldiğinde çekinmeden, hatta gururla YAYINLAyın. * Şenol YAZICI, Yazı Odası

  • maviADA Atölye - 2

    Yayınlanmış Yazının Paylaşımı * Yazarlar İçin * Bunları Kontrol Edin Yazının Görünürlüğü: WEB sayfamızda yayınlanmış yazınız paylaşımı için önce yayınlananlar listesinde görünüp görünmediğini kontrol edin. Görünmüyorsa geri dönüp yazıyı eklediğiniz WİX sayfasından yazıyı açıp kenarda yer alan AYARLAR butonuna tıklayın. Açılan menüden "Tanıtılan Yazı Yap" kutucuğunu maviye çevirin. ŞİMDİ YAZINIZ LİSTEDE GÖRÜNÜR OLDU. SEO AYARLARI SEO bir yazının internet kimliği demektir. Yazı eklediğiniz yerin hemen solunda açılan MENÜDE gözükecektir. Düzgün bir başlık eklediğinize emin olun. URL yazının adresini belirtirken, "meta tanım" , yazarın kimliğini ve yazının ne hakkında olduğunu anlatmalıdır. URL'yi Türkçe karakter kullanmadan, oluşturun. META TANIMda ise önce adınızı yazın, sonra dilerseniz yazıyı tanıtan bir kaç cümle ekleyin. 500 karaktere kadar izin verilir, unutmayın, KATEGORİLER Menüden kategorilere tıklayın. Yazınız hangi konuyla ilgiliyse ya da yakınsa hazır bir kategori seçin. Söz gelimi, şiirse Edebiyat , günlük bir olayı anlatıyorsa HAYAT, resim müzik vb. gibiyse Sanat, duyuru ise Duvar ... kategorisine dahil edilmesi gerekir. Karar veremediyseniz boş bırakın, yeni kategori eklemeyin var olanları kullanın. ETİKETLER En yaygın eksikliğimiz ETİKETLER . Etiketlere adımızı yazdığımızda yazımız daha öncekilerle birlikte adınıza listelenir. Yazınızın türünü eklediğinizde diğer benzer türlerin listesinde yer alacaktır. Aynı menüden ETİKETLERİ tıkladığımızda " ör. seyahat ipuçları " diye yazan boş bir kutucuk açılacaktır. Oraya önce kendi adınızı , örneğin maviADA, diye yazmalıyız. Sonra tür adını ŞİİR, ÖYKÜ, DENEME, ANI gibi... yazınız. Yetkili yazar olduğunuza göre adınız başta yer alsın diye önüne (- ) konularak yazılmıştır, tıkladığınızda açılacak isimlerden kendi adınızı bulun, ekleyin. Farklı bir biçimde yazmayın. Etiketlerde sayı sınırlı olduğundan varolan etiketleri kullanın. ...ve her şeyin yolunda olduğuna eminseniz yazınızı ya programlayın ya da yeniden gözden geçirmek için taslaklara kaydedin ya da YAYINLAYIN. YAYINLANAN YAZIYI SOSYAL MEDYADA PAYLAŞMAK Yazınız WEB sayfamızda yayınlandıktan sonra onu başkalarının rahat görebileceği sosyal medyada paylaşmak gerekir, yoksa ancak bilinçli aramalarda görülebilir, maviADA Dergisi bunu facebook sayfalarından yapıyor. Yetkilendirildiğiniz ADA GÜNLÜKLERİ ve maviADA Dergisi sayfalarını siz de kullanabilirsiniz. Oralarda paylaştığınız yazınızı grubumuz olan maviYOLCULUK'ta ya da dilediğiniz başka yerlerde de paylaşabilirsiniz.

  • Tanrıça Juno Hediyelerini Venedik'e Döküyor

    -Juno hediyelerini Venedik'e döküyor, 1553 – 1556. Tuval üzerine yağlıboya. Venedik, Doge Sarayı.- PAOLO VERONESE Veronese (1528 – 1588) olarak bilinen Paolo Caliari, Venedik Maniyerizminin en ünlü temsilcilerinden biridir. Juno hediyelerini Venedik'e döküyor, 1553 – 1556. Tuval üzerine yağlıboya. Venedik, Doge Sarayı. Veronese, memleketi Verona'da okuduktan sonra 1553'te Venedik'e geldi. Palazzo Ducale'de, On Konseyi Salonu için tasarlanan da dahil olmak üzere bazı tuvaller yaptı. Eserler aşağıdan gözlemlenecek ve alegorik temaları ele alacak şekilde tasarlandı. En ünlü bölümlerden biri şüphesiz Juno'nun hediyelerini Venedik'e dökmesidir. Bereket tanrıçası, Venedik şehriyle kişileştirilmiş olan bir kadına değerlitaşlar, altın, paralar ve mücevherler bahşederken tasvir edilmiştir. Bu, şehrin prestijinin ve siyasi gücünün sembolü olan bir aslanın (Venedik'in sembolü) ve bir kürenin yanında tasvir edilmiştir. İlk kez Venedik'te yarattığı bu eserde, çok özel bir perspektif kullanımını, doğal renklerden belli bir uyum ve zevki, gölgelerin oluşturulmasında ustaca renklerin geçişlerini fark edebiliyoruz.

  • PINAR KÜR VEFAT ETTİ

    Edebiyat dünyamızın en önemli isimlerinden yazar, çevirmen ve akademisyen Pınar Kür hayatını kaybetti. 82 yaşında hayatını kaybeden Pınar Kür’ün bir süredir sağlık sorunları yaşadığı ve hastanede tedavi gördüğü biliniyordu. Yazarlık kariyerinin yanı sıra yaptığı çevirilerle ve verdiği derslerle de tanınan Pınar Kür romanlarıyla Türk edebiyatının cumhuriyet sonrası döneminin en önemli isimleri arasında sayılıyordu. * Havva Pınar Kür (15 Nisan 1943, Bursa - 15 Temmuz 2025, İstanbul), Türk yazar, akademisyen ve çevirmen. Yaşamı Annesi İsmet Kür, Türk dili ve edebiyatı öğretmeni, Azeri olan babası Behram Kür ise Fransızca ve matematik öğretmeniydi.[1] Lise eğitimini Robert Kolej'de tamamladıktan sonra lisans eğitimini Queens College ve Boğaziçi Üniversitesi'nde tamamladı. Ardından Sorbonne Üniversitesi'nde karşılaştırmalı edebiyat alanında doktora yaptı. "Asılacak Kadın" adlı romanı "müstehcenlik" gerekçesiyle toplatıldı. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulunda İngilizce okutmanı oldu. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde medya ve iletişim sistemleri bölümünde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2013 yılı mayıs ayında Ankara Öykü Günleri kapsamında onur ödülüne layık görüldü. Pınar Kür Özel Arşivi Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'ndadır. 15 Temmuz 2025 tarihinde İstanbul'da doğal nedenlerden 82 yaşında hayatını kaybetti.[2][3] Özel yaşamı Oyuncu Can Kolukısa ile olan evliliğinden dünyaya gelen oğlu Emrah Kolukısa da bir oyuncudur.[4] Eserleri Romanları Yarın Yarın (1976) (Sami Güçlü tarafından 1987 yılında filme çekildi.) Küçük Oyuncu (1977) Asılacak Kadın (1979) (Başar Sabuncu tarafından 1986 yılında filme çekildi.) Bitmeyen Aşk (1986) Bir Cinayet Romanı (1989) Sonuncu Sonbahar (1992) Cinayet Fakültesi (2006) Beşpeşe (2004) - Bülent Erkmen'ın tasarım ve konsepti yaptığı roman projesinde sırasıyla Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker devam ettirdi ve Pınar Kür sonlandırdı. Sadık Bey (2016) Öykü kitapları Akışı Olmayan Sular (1983) - Sait Faik Hikâye Armağanı Bir Deli Ağaç (1992) Hayalet Hikâyeleri (2004) Söyleşi kitabı Aşkın Sonu Cinayettir - Mine Söğüt - 2006 - Pınar Kür ile söyleşi. Çeviri Theo'ya Mektuplar / Vincent van Gogh (Yapı Kredi Yayınları, 1996) ISBN 978-975-363-551-6 Vişnenin Cinsiyeti - Jeanette Wİnterson - (Sexing the Cherry) Bağla Şu İşi Aç Sınıfın Laneti Ademden Önce - Jack London Tutku - Jeanette Winterson (The Passion) Yabancı Kucak - Ian McEwan (The Comfort of Strangers) Geniş Geniş Bir Deniz - Jean Rhys - (Wide Sargasso Sea) Dalda Duran Kuşlar - Jean Rhys - (Öykülerinden seçmeler) Günaydın Geceyarısı - Jean Rhys - Goodmorning Midnight Karanlıkta Yolculuk - Jean Rhys - (Voyage in the Dark) Dörtlü - Jean Rhys - (Quartet) Karanlıkta Kahkaha - Vladimir Nobakov - (Laughter in the Dark) Şaklaban - Morris West Ailenin Laneti - Dashiel Hammet Yunus İnsanlar - Tırsten Krol Doğmamış Çocuğa Mektup Durulmayan Bir Kafa - Kay Redfield Jamison Televizyon Haydi Gel Bizimle Ol (2007- 2008)

  • maviADA'da Yazar Olmak

    Bize Katılmak İster misiniz? * Önce sitemizi inceleyin. Eğer kanınız ısınır, siz de bizimle birlikte bu yolculukta yer almak isterseniz, tarafınızdan hazırlanmış ve sitemizde yayınlanmaya uygun iki ayrı yazıyı , kendiniz hakkında özgeçmiş ve iletişim bilgileri içeren bir paragraf ile birlikte bize iletiniz. Sonrası bizim işimiz. Gönderiniz değerlendirilip en kısa zamanda size yanıt verilecektir. Bu hiçbir olumsuz sonuca ulaşmayacak ücretsiz bir eylem, kendini sınamadır. Telif ödeyemiyoruz; biz para kazanmıyoruz ki size para vaat edelim. Ama tanıtımınız yani reklamınız için elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz. Dergiler bunun için vardır. Başvurunuz değerlendirilip varsa eksiklerini de içeren bir değerlendirme size gönderilecek ve sonunda yazınız kabul edildiği takdirde, yolladığınız örnek yazılar birer hafta arayla yayına alınacak ve beşinci yazınızla birlikte isterseniz yazar profiliniz oluşturulacaktır. Yazınızın yer ve koşullar nedeniyle gönderdiğiniz gibi gelmesi için *A4 kağıt boyutunda *Word'le yazıp *maile ek olarak iliştirip * adamavi@gmail.com ya da gunesdergi@gmail.com adresine gönderilmesi gerekmektedir. * İlk yazı için kısa bir özgeçmiş ve telefon numarası eklemeyi unutmayın Hangi Özellikleri Arıyoruz? Yasalara, toplumsal gelenek ve göreneklere aykırı, insana saygısız yazılara ve ürünlere yer verilmez. Yazıların öncelikle estetik, güzel ve yararlı olması beklenir Dil ve dilbilgisi kurallarına yeterince hakim olmalısınız. HAYAT ve SANAT, kültür denilen sınırsız bir alanlar bütünüdür. Bu nedenle her konuda bir üretimle bize katılabilirsiniz. Yeter ki ilgilendiğiniz alanın gerektirdiği bilgi, eğitim ve donanıma sahip olun. Diyelim ki çeviri yapıyorsanız en az bir yabancı dili iyi bilmeniz gerekir. Süreklilik göstermek (Ayda en az birkaç yazı hazırlamak). Yazınızı Hazırlarken Dikkat Etmeniz Gerekenler Edebi Türler; Deneme, şiir, hikâye, gezi, anı, makale, kitap, yapıt, etkinlik... tanıtımı yazılar öncelikli olsa da, amaç bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğundan bir yazı bütünlüğü içeren; giriş gelişme sonuç bölümleri olan yaşama tanıklık eden değişik konu ve teknikli her yazı çok değerlidir ve itibar görecektir. Yazılarda esinlenmeye evet, intihale yani çalıntıya hayır diyoruz. Çeviri veya alıntı içerikli yazılar için mutlaka dipnotlarla kaynak gösterilmelidir. Yazının gerek dil kuralları, gerek poetik, gerekse anlatım yönünden bir bütünlük göstermesi, düzyazıysa en az bir sayfa, şiirse temasını anlatmaya yetecek kadar olması, gerekmektedir. Yazı kuralları ve noktalama işaretleri trafik ışıkları gibidir. Yani evrenseldir, onlara uyarsanız hayatta kalırsınız. Basit kuralları bilmeliyiz. HAYAT ve SANAT dallarında BAŞKALARINA DA ilham verici bir içerik oluşturmak için aramıza katılın! Bize Katılmak İster misiniz? Son Bir NOT! maviADA , 2002 yılından beri 2023 yılına kadar aralıklı da olsa basılı çıkan bir süreli kültür sanat edebiyat dergisinin yayında olan uzantısıdır . Öncelikle geçirilen pandeminin bir getirisi olarak süreç boyunca soylu bir uğraşla oyalanmak büyük itibar gördü. Oyalanırken aynı zamanda kendimizi geliştirebileceğimiz, hele de sonunda kitap, resim gibi ebediyete kalacak onurlu meşguliyetler edinmeyi ülkü edinen, aitlik duygusunu da doyuran benzer ideallerde topluluklar oluşturarak EDEBİYAT ve SANATA karşı duyulan önyargıyı azaltmak ve ilgiyi arttırmak amacıyla kurulmuş bir platformdur. Sitemizde, öncelikli olarak EDEBİYAT, SANAT ile ilgili yazılar yer almaktadır. Ancak hayatın ve İnternetin doğası gereği, merak uyandıran diğer bilim dalları ile ilgili konular da ilerleyen yıllarda sitemize dahil edilmiştir. Elbette ilgi çekici konularda esas olan anlatım dili, biçemi olacaktır. Moby Dick'de en az 200 sayfa ispermeçet balinası ve onlardan çıkarılan yağ anlatılır ve bu o efsane kitabın karizmasını bozmaz. Bu sitenin tek kazancı sizlere göstermek zorunda kaldığımız reklamlardır. Yüksek okunurluk düzeyine sahip bir web sitesi barındırmak ne yazık ki günümüzde oldukça masraflıdır. Bu konuda bizi anlayacağınızı umuyoruz. Ayrıca yazımızı paylaşarak da büyümemize destek olabilirsiniz. YAPABİLİR MİSİNİZ BUNU? BİZ DE SİZİN KATKILARINIZA KARŞILIK ADINIZI EN ONURLU BİÇİMDE DUYURMAYA, YAZDIKLARINIZIN BİR YAPITA DÖNMESİNE, YAPITLARINIZIN TANITIMINA EMEK VERECEĞİMİZE SÖZ VERİYORUZ. SANATla olalım, HAYATta güzel kalalım. YAZARLARA ÖNCELİKLE maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.

  • Anton Çehov

    İstenmeyen Evlilik * Konyaklı çayımız bitince annelerimiz ile babalarımız bizi baş başa bıraktılar. Babam ayrılırken; – Hadi, oğlum, göreyim seni! dedi. Ben de arkasından şöyle fısıldadım: – Onu sevmediğim halde sevdiğimi nasıl söyleyebilirim? – Aptallık etme! Anlamazsın sen! Dediğimi yap! Babam öfkeli gözlerle süzdü beni, kameriyeden çıktı. Tam o sırada yaşlı bir el kapı aralığından uzanıp masanın üstündeki mumu aldı. Tümüyle karanlıkta kaldık. “Ne olacaksa olsun!” diye geçirdim içimden ve kıza şunları söyledim: – Durum tümüyle benden yana, Zoya Andreyevna. Yalnızız, üstelik içerisi karanlık. Bu durumda yüzümün kızardığını göremeyeceksiniz. Kızarmamın nedeni, yüreğimi yakan duygulardır. Durdum. Zoya Jelvakova’nın yüreğinin küt küt atışını, dişlerinin birbirine vuruşunu işitebiliyordum. İkimizin oturduğu sıranın titremesiyle onun bedeninde oluşan sarsıntı bana ulaşıyordu. Zavallı kızcağız beni sevebilir miydi? Benden nefret etmesi bir yana, eğer aptalların birini küçük görmesi olasıysa tam anlamıyla küçük görüyordu beni. Çünkü orangutanlardan farklı bir görünüşüm yoktu. Rütbemin, aldığım madalyaların omuzlarımı, göğsümü süslemesine karşın sivilceli, kıllı, ablak suratımla çirkin bir hayvana benziyordum. Sürekli nezle oluşumdan, içkiye düşkünlüğümden burnum patlıcan gibi şişti. Hantallıkta ayılardan geri kalmazdım. Ruhsal nitelikler yönündense övünülecek durumda değildim. Zoya henüz nişanlım değilken ondan aldığım rüşvet utandırıyordu beni. Kızcağıza acıdığım için konuşmamı yarıda kesmiştim. – Gelin, bahçeye çıkalım. Burası havasız, dedim. Ağaçlar arasındaki yoldan yürüdük. Kameriyeden çıktığımızı gören annelerimiz, babalarımız kendilerini çalıların arkasına attılar. Ay ışığı Zoya’nın yüzüne vuruyordu. O zaman budalanın biri olmama karşın kızın güçsüzlüğünden ileri gelen sevimliliği kaçmadı gözümden. İçimi çekerek; – Bülbül ötüyor, sevgilisinin gönlünü eğlendiriyor, dedim. Ya ben ne zaman birini eğlendireceğim? Kızcağız kızardı, gözlerini önüne eğdi. Böyle rol yapması öğretilmişti ona. Yüzümüz ırmağa dönük, sıraya oturduk. Irmağın karşı yakasında beyaz bir kilise, kilisenin arkasındaysa Zoya’naın gönlünü çalan Bolnitsin adındaki memurun oturduğu, Kont Kuldarov’un kocaman evi yükseliyordu. Zoya oturur oturmaz gözlerini o eve dikti. Onun bakışları karşısında yüreğim cız etti, kendime acıdım. Ey, anam-babam olacak insanlar; sizde hiç anlayış, insaf yok mu? Cehennemde çatır çatır yanmaktan korkmuyor musunuz? – Mutluluğum bir kişinin elinde, diye sürdürdüm konuşmamı. O kişiye karşı özel duygular, büyük bir hayranlık besliyorum. Gönlümü ona verdim… Ama o beni sevmiyorsa ben… öldüm, bittim demektir. İşte o kişi sizsiniz… Peki, sizin bana karşı duygularınız nedir? Siz de sevebilir misiniz beni? Daha doğrusu seviyor musunuz? – Seviyorum… İtiraf edeyim, onun bu sözü beni irkiltti. Oysa ben neler beklemiştim! Nişanlım başkasını sevdiği için bana ret yanıtı vereceğini sanıyordum. Ummadığım bir durumla karşı karşıyaydım şimdi. Kızcağızın birtakım zorlukları göğüslemeyi göze alamadığı belliydi. Tir tir titreyerek ve ağzımdan dökülen sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyerek; – Doğru değil! dedim. Zoya Andreyevna, iki gözüm, inanmayın demin söylediklerime! Sizi sevmiyorum! Eğer seviyorsam kahrolayım! Üstelik siz de beni sevmiyorsunuz. Bizim yaptığımız düpedüz saçmalık! Oturduğumuz sıranın çevresinde fır fır dönüyordum. – Yapmamalıyız bunu! İkimiz de güldürü oynuyoruz. Bizi birbirimizle zorla evlendiriyorlar. Mal-mülk kaygısıyla oluyor bu maskaralık, sevginin bunda yeri yok! Sizi aldatmaktansa boynuma taş bağlayıp kendimi suya atarım daha iyi! Analarımızın, babalarımızın bizi zorlamaya hakları var mı? Kölesi miyiz biz onların? Hayır, evlenmeyeceğiz! İnat olsun diye evlenmeyeceğiz! Şimdiye dek onları dinlediğimiz yeter! İşte şimdi yanlarına gidip seninle evlenmeyeceğimi söyleyeceğim! Zoya’nın gözleri birdenbire kurudu, ağlamayı bıraktı. – Ben de sizin başka kızı sevdiğinizi biliyorum. Sizin de gönlünüz Matmazel Debe’de. – Evet, Matmazel Debe’yi deli gibi seviyorum. Gerçi kendisi başka bir mezhepten, üstelik varlıklı değil. Ona gönül vermemin nedeni akıllı oluşu, daha başka erdemleridir. Annem-babam isterlerse beni lanetlesinler, gene de evleneceğim o kızla. Onu yaşamımdan çok seviyorum. Onsuz edemem. Onunla evlenmedikten sonra yaşamanın ne anlamı kalır? Gidiyorum işte. Gelin, bizimkilere birlikte söyleyelim. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Beni öyle rahatlattınız ki? Duyduğum mutluluktan dolayı Zoya’ya teşekkür üstüne teşekkür ediyordum, o da benden aşağı kalmıyordu. Büyük bir sevinç içinde ve minnetle ben onun ellerini, o benim saçımı, kıllı yüzümü öpmeye, birbirimize iltifatlar yağdırmaya başladık. Hatta bir ara terbiye kurallarını unutup onu kucaklayıverdim. Diyebilirim ki, birbirimizi sevmediğimizi söylemekten duyduğumuz mutluluk, başkalarının karşılıklı sevgilerini bildirmelerinden duydukları mutluluktan daha büyüktü. İkimiz de sevinçten uçarak, coşku içinde, yüzümüz pespembe, kararımızı bildirmek üzere bizim eve koştuk. Yolda birbirimizi yüreklendiriyorduk: – İsterlerse sövsünler, dövsünler, hatta evden kovsunlar! Evin girişinde eşikte bizi bekler bulduk onları. Yüzlerimizdeki sevinci, mutluluğu görünce uşağa işaret ettiler. Uşak koşup şampanya getirdi. Ben ellerimi sallamaya, karşı koymaya, şamata çıkarmaya başladım. Zoya bağırdı, zırlayarak ağladı. Büyük bir gürültü koptu, şampanyayı içemediler. Gene de evlendirdiler bizi. Şimdi evliliğimizin gümüş yıldönümünü kutluyoruz. Birlikte tam 25 yıl uçup gitmiş. Başlangıçta zor yıllar geçirdik. Hep azarladım Zoya’yı, gerektiğinde patakladım, istemeye istemeye sevdim. İstemeye istemeye çocuklarımız oldu. Sonra… yavaş yavaş alıştık birbirimize… Şu an Zoyacık arkamda ayakta duruyor; elleri omuzlarımda, tepemdeki dazlağı öpüyor. Anton Pavloviç Çehov 29 Ocak 1860 Kırım, 14 Temmmuz 1904 Almanya * Anton Çehov, 29 Ocak 1860 günü Kırım’da bir liman kenti olan Taganrog’da dünyaya geldi. Bakkallık yapan Pavel Yegoroviç Çehov ve Yevgeniya Yakovlevna Çehova’nın üçüncü oğluydu. Taganrog Erkek Gramer Okulu’na yazıldı. Erken yaşta tiyatroya ilgi duydu ve ailesiyle birlikte oynadığı kısa skeçler yazmaya başladı. Babasız ve Platonov adında iki oyun yazdı. Babasının iflasından sonra aile Moskova’ya gitti; Çehov, Taganrog’da kalıp eğitimini özel dersler vererek sürdürdü. TIP OKUDU Tıp okumak için Moskova’ya geldi ve burada Strekoza (Yusufçuk) dergisine Antoşa Çehonte gibi takma isimlerle haftalık öyküler yazmaya başladı. İlk eskiz derlemesi Melpomene’nin Masalları 1884’te yayınlandı. Bu dönemde tüberküloza yakalandı. Meşhur romancı Grigoroviç’in kendisine yazdığı mektupla yazarlığı ciddiye almaya karar verdi ve kendi imzasıyla ilk öykü derlemesi Karmakarışık Öyküler 1885’te yayınlandı. İvanov”un ilk hali, Moskova’da Korsh Sahnesi’nde 19 Kasım 1887’de sahnelendi, aynı yıl ikinci öykü derlemesi Alacakaranlık yayınlandı. Kuğunun Şarkısı ve Ayı 1888 yılında ilk kez sahnelendi. Alacakaranlık ile Puşkin Ödülü’ne layık görüldü. Ağabeyi Nikolay, 1889’da tüberkülozdan öldü. EN İYİ ÖYKÜLERİNİ YAZDI Ertesi yıl Sibirya’daki Sahalin Adası’nı ziyaret etti. A.S. Suvorin ile birlikte Fransa ve İtalya’ya gitti. Bir sonraki yıl Moskova yakınlarındaki Melihovo arsasını satın alarak bir ev yaptırdı ve burada yaşamaya başladı. Burada geçirdiği beş yıl boyunca bir yandan en iyi öykülerini yazarken bir yandan da açtığı ufak klinikte, doktorluk mesleğini sürdürdü. EVLENDİ... Martı, 1896’da ilk defa sahnelendiğinde olumsuz tepkilerle karşılaştı. Ertesi yıl tüberküloz teşhisi konan Çehov, Avrupa’da istirahat etti. Bir sonraki yıl Yalta’ya döndü ve buradan bir arsa aldı. Vanya Dayı, Moskova Sanat Tiyatrosu’nda 1899’da sahnelendi, aynı yıl annesi ve kız kardeşiyle Yalta’daki yeni evine taşındı. 1898’de tanıştığı aktris Olga Knipper ile 1901 yılında küçük bir merasimle evlendiler. Yalta'da devrin büyük edebiyatçıları Tolstoy ve Gorki tarafından ziyaret ediliyordu. 1902 Yılında Çar II. Nikola'nın Gorki'nin Rus Bilimler Akademisine üye olmasına onay vermeyişine tepki olarak 1900 yılında onursal üye seçildiği akademiden ayrıldı. ÜÇ KIZ KARDEŞ Bu yıl Üç Kız Kardeş, Moskova Sanat Tiyatrosu’nca sahnelendi. Ertesi yıl sağlığı kötüleşmeye başladı. Tamamladığı son oyunu Vişne Bahçesi'nin ilk gösteriminin yalnız üçüncü perdesine katılabildi. 15 Temmuz 1904'de doktorların tavsiyesiyle iyileşmek için gittiği Almanya'nın Badenweiler’de hayata gözlerini yumdu. "BİR BAŞIMA YÜRÜMEK İSTİYORUM" Eşi Knipper’e söylediği " Şampanya içmeyeli uzun zaman oldu. " meşhur son sözleri olmuştur. Naaşı Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Hayata ve yazarlığa bakışını kendisi şöyle özetlemiştir: " Kısa ömrümde insanın erişebildiği her şeyi kucaklamak istiyorum. Konuşmak, okumak; dev bir fabrikada elime çekiç almak; denizi seyretmek, tarla sürmek. Nevski Bulvarı’nda, uçsuz bucaksız tarlalarda, okyanusta –hayal gücümün beni götürdüğü her yerde– bir başıma yürümek istiyorum. " ÇEHOV HAKKINDA *Kısa öykü alanında tarihteki en büyük yazarları arasında sayılmaktadır. *Oyun yazarı olarak kariyerinde dört klasik eser üretmiş ve en iyi kısa öyküleri, yazarlar ve eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler almıştır. *Çehov, Henrik Ibsen ve August Strindberg ile birlikte çoğu zaman tiyatroda erken modernizemin doğuşundaki üç yaratıcı figürden biri olarak anılmaktadır. *Çehov, edebî kariyerinin çoğunda tıp doktoru olarak çalışmış ve “Tıp benim nikâhlı karım, edebiyat ise metresim.” sözlerini dile getirmiştir. *Çehov, 1896’daki Martı gösteriminden sonra tiyatroyu bırakmıştır fakat oyun, Konstantin Stanislavski’nin Moskova Sanat Tiyatrosu tarafından 1898’de yeniden canlandırılmıştır. Moskova Sanat Tiyatrosu, daha sonra Çehov’un Vanya Dayı’sını sahnelemiş ve Çehov’un son iki oyunu Üç Kızkardeş ile Vişne Bahçesi’nin galasını yapmıştır. *Çehov geleneksel eylem yerine bir “ruh hali tiyatrosu” ve “metinde batık bir yaşam” sunduğu için bu dört eser, hem seyirciye hem oyuncu topluluğuna meydan okumayı sunmaktadır. *Çehov ilk başta sadece maddi kazanç için yazılar yazmış ancak sanatsal hırsları arttıkça modern kısa öykünün evrimini etkileyen biçimsel yenilikler yapmıştır. *Bir sanatçının rolünün soru sormak olduğunu ve sorulara cevap vermek olmadığını belirtmiştir. DERLEME: İnternet Aycan AYTORE

  • Esat Mahmut Karakurt

    Esat Mahmut Karakurt (1902, İstanbul - 15 Temmuz 1977, İstanbul) Romanlarıyla bilinen Türk siyasetçi ve yazardır. Şura-yı Devlet üyesi Urfalı Mahmut Nedim Bey'in oğludur. Kadıköy Sultanisi'ni, İstanbul Diş Hekimliği Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık, gazetecilik, Galatasaray Lisesi'nde Türkçe öğretmenliği yaptı. TBMM X. ve XI. Dönem Şanlıurfa milletvekilliği ile Cumhuriyet Senatosu Şanlıurfa Üyeliği (15 Ekim 1961 - 5 Haziran 1966) yapmıştır. İlk yazıları muhabir olarak çalıştığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınlandı. Daha sonra çalıştığı İleri, İkdam, Cumhuriyet, Tasvir, Yeni Sabah gibi gazetelerdeki polisiye olayları konu alan röportajlarıyla tanındı. Küçük öyküler yazdı. Ama daha çok çoğu sinemaya uyarlanan, olaya dayalı aşk ve serüven romanlarıyla ün kazandı. 1977'de ölen yazar Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedildi. Eserleri Vahşi Bir Kız Sevdim (1926) Çölde Bir İstanbul Kızı (1926) Dağları Bekleyen Kız (1934) (Bilgi Yayınevi, 2009) Allahaısmarladık (1936) (Bilgi Yayınevi, 2009) Ölünceye Kadar (1937) (Bilgi Yayınevi, 2010) Son Gece (1938) (Bilgi Yayınevi, 2010) Kadın Severse (1939) İlk ve Son (1940) Kocamı Aldatacağım (1940) Sokaktan Gelen Kadın (1945) Ankara Ekspresi (1946) (Bilgi Yayınevi, 2009) Bir Kadın Kayboldu (1948) Ömrümün Tek Gecesi (1949)(Bilgi Yayınevi, 2009) Erikler Çiçek Açtı (1952) (Bilgi Yayınevi, 2009) Son Tren (1954) Kadın İsterse (1960) (Bilgi Yayınevi, 2009)

  • Karşılaşmalar

    Cinselliğin Yazılı Dili * Adalet AĞAOĞLU * İnsan sevdiği bir yemeği yerken hazdan gözlerini kapamaktan utanmadı, bir çiçeği herkesin gözü önünde kokladı, ama cinsel hayatını yüzyıllar boyu bir suç gibi yaşadı. Batı'nın cinsel devriminden beri de bu hayat her alanda ve her anlamda bütün boyutlarıyla inceleniyor; gizleri hala daha tutkuyla, açgözlülükle çözülmeye çalışılıyor. Tıp bilimi bu yoldaki araştırmalarını tüp bebeğe, erkeklerin de gebe 'bırakılabilecekleri' noktasına kadar getirmiş bulunuyor. Ruhbilim alanında Freud'un libidoya ilişkin bulgularına yüz vermeyenler bile insanlığın cinsel hayat dehlizlerinde ilerlerken libido el fenerine ihtiyaç duymuşlardı, hala da duyuyorlar... Çıplaklığın resmi ta mağara insanı tarafından da çizildi; heykeli ilk çağlardan beri yapılageldi. Orta çağ, dinsel resimler kisvesi altında duvarlarını cinsel hayata, Eros'un kanatları altındaki aşka göndermelerle donatmış, Adem ile Havva'nın 'şehvet' düşkünlüklerine karşı gözdağı tonunda verilen dinsel öğütler, bizzat şehvetin ifadesi olmuştur. Meryem Ana'nın havadan gebe kalışıyla evin çocuğunu leyleklerin getirişi arasındaki mesafe de çok kısa. Bir Diskobolos Torso'su için ''mermer heykeldir' deyip geçmeyelim. Disk atan adaleli, başsız erkek heykelinin kanı olimpiyat şenliklerinde kaynasa da, sonraki hayatların damarlarındaki erkek namıyla dolana dolana bugünün maçosuna kadar gelmiş bulunmaktadır. Görüldüğü gibi burada da mesafe çok kısa. Sevişmenin adı bir savaş sanki: ''Hele önce olsun'' ile sonradan olacaklar arasındaki bir savaş. Naim halterini kaldırırken bazen, bazı insanlar silkinip, ''bu adam bunu niye yapıyor?'' diye soruyorlar, ama o adamın kendisi bile bunu sahici anlamıyla, tam olarak neden yaptığının ayrımında değildir; av hayvanlarıyla karın doyurulan zamanlarda avcıya gerekli adale gücü üstünlüğü, şimdi çağdaş avcıya, yani 'şampiyona' duyulan hayranlık kılığında ortaya çıkmakta, sonuçta da 'kuvvet macunu' , 'iktidarsız adam' , 'garaja girmek' , 'gol atmak' , 'fişeklemek' , 'bastırmak' , 'ezmek' , 'komak' , 'iflahını kesmek' vb. gibi iktidara, iktidar özlemine ilişkin deyişler de alanlarda, caddelerde, otobüslerde kendini oradan oraya atmaktadır. Öyle ki, artık ekonomik iktidarda yarışın kaybedilmesi oranında, cinsel hayatın gizli dil servisi de gönüllü olarak iştahla hizmete girmektedir. Aşk, her çağda üst üste binen nedenlerle kendinden o kadar uzağa düşmüştür ki, onun dilini ya sözlü anlatımın yeraltı mağaralarında, ya yazılı dilin çiçek, böcek, meyve adlarında aramak gerekmektedir. Bilimin dilinde cinsel hayat yeraltı diliyle anlatılmaz. Burada birtakım benzetmeler, anlam kaydırmaları falan da söz konusu değil. Cinsellik tıp alanında kendisine ereksiyon, vajina, penis, orgazm, genital, ejekülasyon, doyum, boşalım gibi otantik ya da çeviri anlatım yolları bulmuştur. Keşifler kendi dilini de birlikte keşfetmiştir. Buna karşın cinsel hayatın sözlü ve yazılı anlatımında en adlı adına söyleyişlerin bile önü arkası bir şeyle örtülmüş. Bilim her ne kadar insanlık için çalışıyorsa da, kadavralar, fareler, tavşanlar üstünde çalışıyor, hekimin eli vajinaya demir bir aletle dalıyor. Sözlü, yazılı anlatımın kalktığı yer de, konduğu yer de dirilikle, aynı zamanda hisle yaşanan cinsel hayattır. İnsanın cinsel hayatında iş sahiciliğe bindiği an'da, bu hayat da, bunun anlatımı da gözaltına alınmakta, dolayısıyla cinsel birleşmenin dışavurumu da imalar, benzetmeler, metoforlar, anlam kaydırmaları yoluyla olmaktadır. (Şu an'da benim yaptığım gibi.) Cinsel hayat gerek bilimde, gerekse sanat ve edebiyatta o kadar yoğun ilgi odağı olduğu halde, bu hayatı anlamaya ve anlatmaya yönelen dil üzerinde bir sorun olarak durulmuş değil. Ancak bir grup feminist son yıllarda dilin erkeksi kullanımı üzerinde durmaya başladı, ancak cins ayrımı penceresinden. Türkçe'de cins isimlerin dişi, erkek olarak ayırımları yok. Batı dillerinde var bu yarılma, ama bilebildiğim kadarıyla sorunun diller arası bir araştırması yapılmış değil. Yine de Raymond Williams'ın Keywords (Anahtar Sözcükler) ana başlığı altında yaptığı çalışma, sanat, sınıf, aile, kurtuluş, iletişim, gelenek, şiddet gibi bazı temel kavramları ifade eden sözcüklerin tarih içinde toplumların geçirdiği, sosyal ve kültürel değişimler sonucu uğradıkları anlam değişikliklerini veriyor ve seks sözcüğü tarihi süreç içinde anlam değişimlerine en fazla uğramış bir sözcük. Kuşkusuz argo sözcükleri, cinsel hayatın dışavurumu açısından, özellikle bizim en zengin hazinemizdir, ama yazar, erotik hayatı yeraltı yerine, yeryüzünde yazmak, onu kirlenmişlikten çıkarmak isterse, böyle kaynaklardan yararlanması pek olanaklı görünmemektedir. Bu arada çeşitli baskılardan ve örtünme zorunluluğundan ötürü, sözlü anlatıcının da, yazarın kendi cinsi kadar kendindeki engelleri de hesaba katmalıyız. Ruh Üşümesi'ni romanın Kadın'ı ile Adam'ı arasındaki bir sevişme ekseni çerçevesinde yazmayı tasarlarken kayda aldığım ilk şey şu idi: Sahih bir cinsel birleşmenin, bedenlerin ve hislerin (ruhun) saf akışıyla yaşanabilecek bir sevişmenin ancak düşlemeyle olabileceği. Aşkın anlatı diline zaten fesatlık karışmıştır, ama iki cins birbirine doğru çekilirken, beden dillerindeki farklılık her iki tarafın da ayrıca kendi özel kıvrımları arasında saklanmasına yol açıyorsa, gerçek hayatta sahici bir sevişme gerçekleşemezdi, sadece düşünülebilirdi. Özellikle KİŞİ'lik söz konusu ise, ikinin bir olması olanaksız galiba. (Ayrıca, bana kalırsa iyi ki de öyle.) Peki ama, düşleme yoluyla da olsa, sahici bir sevişmeyi anlatmaya hangi sahici dille ulaşacaktım? Aşka, cinselliğe ait dilimiz, anlatım yollarımız cinsel hayatlar gereği o kadar fazla kendinden başka bir şey olmuşken, metinle kendim arasındaki anlaşma yolunu nasıl bulacaktım? ''Aynı dili konuşmuyoruz.'' Zamanımızda çok sık kullanılan bu söz, bedenlerin yerinde en gerçek yerini buluyor bence ve Raymond Williams da zaten sözlüğünü artık 'aynı dili konuşmama' olgusu karşısında hazırlamış. Ruh Üşümesi'nin eksenine aldığım düşsel hayat açısından önümde gerçekten zorlu bir dil engelinin bulunduğunu, tasarımı gerçekleştirmeye oturunca daha açık seçik anladım. Ne olsa ben Kadın'a 'koyacak' Adam'ı yazmayacaktım; kimse de kimsenin 'iflahını kesmeyecekti'. Kısacası, gerçek dünyanın bütün parçalama ve kirletmelerine karşın, ancak düşlemeyle saf ve sahih halini yazabileceğim bir sevişme için kullanılacak dilin de saf ve sahih -üstelik de sarih- olması gerekiyor. Bu anlamda tıp dili hiç işime yaramazdı. Yeraltı cinsellik dili ise ancak 'gerçekçi' anlatının kısmi bir aracı olabilirdi. Kuşkusuz ben, cinselliği en üstü örtülü anlatmış divan şiirimizden yararlanabilir, orada olduğu gibi kaşa keman, dudağa kiraz, yanağa elma, göze badem, boya selvi, ayağa güvercin diyebilir; Alt bölüm girinti ve çıkıntılar için de çiçekleri, böcekleri, kelebekleri yardıma çağırabilirdim. Ama artık ne Mevlana, ne Karacaoğlan, ne de Nedim zamanını yaşıyoruz. Üstelik de görsel sanatlar, sinema ve televizyon, cinsel hayatı insan bedeninin her milimetre karesiyle, dokunuşun bütün boyutlarıyla anlatım alanları içine sokmuş durumda. Beri yanda, yukarıda değindiğim gibi, çağımız, cinsel devrimi yaşamakta olan bir çağ ve insanlar birçok yerde, plajlar bir yana, Batı metropollerinin ana caddelerinde bile anadan doğma gezebilmekteler. Bu durumda artık, ''Adam kadının kumsalda elmalarını sallayarak yürüyüşüne, güvercinlerinin kumda bıraktığı izlere baktı ve göldeki kamışlar ayağa kalktı'' denmesi mümkün mü? Hem, görsel sanatlar erotizmi anlatmayı tekeline almışken, anlatı sanatının, roman ve hikayenin de erotizmi görselleştirmek boynunun borcu, diye düşünmekteyim. Bu durumda düşsel sevişmeyi iç çekmelerle geçiştiremezdim elbette. Bütün bunlara karşın ve bütün bunlarla birlikte sonuçta önümde büyük bir birikimin de durduğunu anladım. Böyle bir anlatıda pekala eski şiirimizin kullanımlarından yararlanabilir, hem eskilerin bilmediği, uzay çağından doğma bir dili cinselliğin buyruğuna verebilirdim. Artık, en derinlerdekilerin bile bütünüyle keşfedildiği deniz mağaralarına uzanabilir, oradaki deniz hayvanlarının anlatacaklarını dağarıma koyabilirdim. Sonra, elektrik akımı. Bu benim yaşadığım zamanın cinselliği anlatabilecek en güçlü, en çağrışım yüklü tamlamalarından biri. Roket de, uzay da, modüllerin birleşmesi de. Yerinde kullanıldıklarında teknolojik kurulduklarından sıyrılabilen sözcükler bunlar. Özetle uzaydan mağaraya, hançerden deniz kestanesine geniş bir seçme şansım olduğunu anladığım zaman büyük bir özgürlük duygusu edindim ve bu duyguyla pekala çimler, koyaklar, petaller hiç nazlanmadan yardımıma koştular. Denilecek ki benzetmelere, çağrışımlı sözcüklere başvurduktan, imgelerle yazdıktan sonra Ruh Üşümesi'nin Karacaoğlan'ın adımbaşı gül kokan şiirinden ne farkı kaldı? Şu farkı kaldı ki, eğreltilemelere falan başvurarak cinse göndermeli beş şiir, yirmi roman sayfası yazabilirsiniz, ama iki kere üst üste gül demeden, üç kere kamışa ve alete başvurmadan yüz sayfa yazamazsınız. Ben önümdeki çeşitlilikten seçmelerle bunları yaptım işte. Hem zaten erotik, erotizm sözcükleri sadece aşkla ilgili, aşk durumu gibi bir şeyi anlatmıyor; aynı zamanda aşkın anlatımını da tanımlıyor bu kavram. Hatta geçmişte sadece aşk şiirleri demeye de gelmiş. Giderek de aşka dair, insanal dokunma ve birleşmeye dair bütün görsel, dilsel anlatım biçimlerini kavrayıp kapsıyor. Bu nedenle ben de erotizmi düşsel ekseninde sahici kılarken ve bu hayatı anlatıyla görselleştirirken, tıpkı şiirde olduğu gibi, imgelere, çağrışımlara, sözcüklerin anlam zenginliklerine başvuracak ve bunları belli bir ses uyumu içinde kullanacaktım elbette. Öyle de yaptım. Ruh Üşümesi'nde benim cinsellik diline don giydirmem 'ayıp' kaygısından değil kısacası, yazdığım romanın gereği. Erotizme sayfalarında yer açmış başka romanlarımızdan bu bakımdan ayrıldığına inanıyorum. Tabii Miller'in, Anais Nin'in yazdıklarından da farklıdır Ruh Üşümesi, çünkü onların cinsellik sancılarıyla değil, bütünüyle kendini hissetmeyen insana karşı duyduğum kaygıyla yazıldı. Adalet AĞAOĞLU (Ero, Ağustos 1991) Karşılaşmalar Kitabı (33-38 sf.) Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ * 07.10.2021

  • Adalet AĞAOĞLU

    "Sonsuzluk Olmak" Türkiye'nin değişik dönemlerini ve bu dönemlerin insan hayatlarına etkisini inceleyen eserleriyle 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı'nın en önemli romancılarından biri kabul edilen Adalet Ağaoğlu bugün vefat etti; “Ölmeye yatıyorum, eğer bir sonsuzluk varsa; sonsuzluk olmak istiyorum. İsmi anılmayan, gözleri görmeyen, yaşamayan bir sonsuzluk” cümlesinde dediği gibi "sonsuzluğa" doğru yelken açtı. Kendisini saygıyla uğurluyoruz sonsuzluk yolculuğuna... * Dört çocuklu bir ailenin ikinci ve tek kız çocuğu olarak 23 Ekim 1929 yılında Nallıhan'da dünyaya gelir Adalet Ağaoğlu. İlköğrenimini Nallıhan'da tamamladıktan sonra 1938'de ailesi ile birlikte Ankara'ya yerleşirler. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1950 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olur. Edebiyata ilgisi lise yıllarında şiirlerle başlar, kısa bir süre sonra oyun yazarlığına yönelir. İlk defa 1946'da Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yayımlayarak yazarlığa başlayan Ağaoğlu'nun ilk şiirleri. 1948-50 arasında Kaynak Dergisi'nde yayımlanır. 1951-1970 yılları arasında TRT’de çeşitli görevler yapar. Ankara Radyosu'nda göreve başladığı yıl ilk radyo oyunu olan "Aşk Şarkısı"nı yazar. Radyo'da görev yaparken tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı ile birlikte Ankara'nın ilk özel tiyatrosu olan "Meydan Sahnesi"ni kurarlar ve Meydan Sahne Dergisi'ni çıkarırlar. 1953 yılında tiyatro konusunda görgü ve bilgisini artırmak üzere Paris'e giden Ağaoğlu'nun, aynı yıl Sevim Uzungören'le birlikte yazdığı "Bir Piyes Yazalım" tiyatro oyunu Ankara'da sahnelenir. 1954 yılında mühendis Halim Ağaoğlu ile evlenen sanatçı, ilk romanını yazana kadar oyun yazarlığını sürdürür. Üst üste yazdığı oyunlarla altmışlı ve yetmişli yılların önde gelen oyun yazarlarından olur. TRT'nin özerkliğine el konulması gerekçesiyle TRT Radyo Dairesi Başkanlığı'ndan 1970 'te istifa eden sanatçı o tarihten bu yana yazarlıktan başka bir işle uğraşmaz. Edebiyat yaşamının bazı dönemlerinde "Remüs Tealada" ve "Parker Quinck" gibi takma adlar kullanmıştır. İlk romanı Ölmeye Yatmak, 1973’te yayımlanır. Bu ilk romanından itibaren tüm eserleri yoğun tartışmalara konu olur. Ölmeye Yatmak, daha sonra yazdığı Bir Düğün Gecesi ve Hayır adlı romanlarla bir üçleme oluşturur ve birçok ödül kazanır. Bir Düğün Gecesi ve Hayır romanları yayınlanır yayınlanmaz, ikinci romanı olan Fikrimin İnce Gülü, dördüncü basımında toplatılır. Fikrimin İnce Gülü romanı hakkında, "Askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif (küçük düşürmek)" suçlamasıyla hakkında 1981 yılında dava açılan Ağaoğlu, iki yıl süren davanın ardından aklanır. Düğün Gecesi ise soruşturma aşamasında kalır. Dönemin üç önemli roman ödülüne layık görülmüş olan Bir Düğün Gecesi adlı romanı için ayrıca Aldous Huxley'den aşırma olduğu suçlaması ortaya atılır ve uzun tartışmalara sebep olur. Üçlemenin Bir Kitabı ve En Çok Ses Getireni: BİR DÜĞÜN GECESİ “ İntihar etmeyeceksek içelim bari!” “Denebilir ki, Türkiye’de aydın sorununu Türkiye’nin tarihsel dönüşümüne somut insana eklemleyen romanlar, ilk kez Adalet Ağaoğlu’nun çabasıyla gerçekleştirilmiştir. Ağaoğlu, günümüzün hiç kuşkusuz en önemli romancısı. Bir Düğün Gecesi, yalnız uzmanların, eleştirmenlerin üzerinde düşünce birliğine vardığı bir roman değil; aynı zamanda geniş bir okuyucu kitlesi tarafından benimsenen, tartışılan bir eser.” - Hilmi Yavuz Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ile aydınların iç dünyasına açılan pencere, Adalet Ağaoğlu’nun o nefis yapıtı Bir Düğün Gecesi ile Tanpınar’ın Huzur’unun bir uzantısı niteliğine bürünmektedi r. - Vedat Günyol Öykü kitapları, denemeler, anı-roman türünde eserler de yayımlayan Ağaoğlu 1991 yılında Çok Uzak Fazla Yakın'la oyun yazarlığına döner. 1983 yılından beri İstanbul'da yaşayan Ağaoğlu, son demlerine kadar yazmayı sürdürmüştür. 1996'da ciddi bir trafik kazası geçiren ve iki yıl hastanede yatan Adalet Ağaoğlu için Can Yücel'in söylediği "Sen Türkiye'nin en güzel kazasısın" sözü, Feridun Andaç'ın Adalet Ağaoğlu ile yaptığı nehir söyleşi tarzında bir kitabın adı olmuştur. Saygıyla...

  • SULTANGALİYEV

    MÜSLÜMAN BİR KOMÜNİST * Mirsaid Sultangaliyev Orta Asya 'daki Türk halklarını birleştirerek sosyalist bir Türkistan devleti kurmak istemiş Tatar lider ve düşünce adamı. Müslüman " ulusal komünizm "in kurucusudur.  ( 13 Temmuz 1892; Elimbetova , Başkurdistan  - 28 Ocak 1940; Kazan , Tataristan ÖSSC ) , GENEL OLARAK: 1917 Bolşevik İhtilâli’nin ardından Rusya merkezli Komünizme karşı Turan sosyalist devleti ve sömürgeler enternasyonali tezlerini geliştiren Sultan Galiyev’in düşüncelerinde, tarihi ve olayları değerlendirmede Marksizm’i temel alan diyalektik materyalist bir bakış açısı öne çıkmaktadır. Bununla birlikte onun fikrî yapısında döneminin kendi bölgesindeki en belirgin anlayışı olan Cedîdcilik ve Türkçülük-Turancılık hareketlerinin tesiri açıkça görülmektedir. Müslüman bir kültür çevresinde yetişmesi ve kendi toplumunun sıkıntılarını fiilen yaşamış olmasının bu sentezde etkili olduğunda şüphe yoktur. Nitekim bu sentez dolayısıyla Marksizm’e ve sosyalizme getirdiği yeni yorumlarla Rus komünistlerinden ayrılmış ve ideolojik olarak evrensel bir geçerlilikten ziyade milletlerin kendilerine has şartlarının uygulamada belirleyici olması gerektiğini savunmuştur. Buradan hareketle millî sosyalizm veya üçüncü dünya sosyalizmi denilen görüşlerini ortaya atan Galiyev, başlangıçta fiilen katıldığı Sovyet devriminin ardından yaşanan gelişmeler üzerine Rus proletaryası adına hareket eden devrim önderleri sınıfının bir müddet sonra diktatörleşeceğini, böylece Rus tarzı komünizmin beklenildiğinin aksine başka halklar için baskı, yoksulluk ve kaos doğuracağını, nihayet dağılacağını söylemiştir. Sultan Galiyev’in Rus tipi komünizmin âkıbeti hakkındaki değerlendirmesinde en belirgin olan anlayış özellikle Stalin’in katı merkeziyetçi politikalarından duyduğu rahatsızlıktır. Sovyetler Birliği’nde Rusya dışındaki cumhuriyetlerin eşit şartlarda kabul edilmeyip iradelerinin kısıtlanması demek olan bu yaklaşımın müslüman Türk halkları arasında başarılı olamayacağını savunan Galiyev, müslüman topluluklarda da devrimi tamamlayabilmek için hem eşitliğe hem de halkın din, gelenek ve yaşayışına saygılı olunması gerektiğini belirtiyordu. Bunun yanında Galiyev’in en çok bilinen farklılığı, Lenin ve Stalin’in dünya proleter devrimi için Avrupa proletaryasına yüklediği rol ve beklenti üzerine olan eleştirel görüşleridir. Bu yaklaşımın Asya halklarının özel durumunu göz ardı etmesi Galiyev ile diğer liderler arasındaki temel ayrılık noktasını oluşturmuş, Galiyev, Marksizm’in temel dinamiği olan ezen-ezilen diyalektiğinde evrensel anlamda ezilenlerin Batı proletaryasından ziyade sömürülen uluslar olduğu tezini (sömürge enternasyonali) ortaya atmıştır. Ona göre Avrupa burjuvazisi bu ulusları ezerek elde ettiği güçle kendi proletaryasının bütün isteklerini karşılayabildiği için Batı’da devrim olması imkânsızdı. Önemli olan nokta Batı’yı besleyen sömürgeleri sömürüden kurtarmaktı ve Batı kapitalizmi ancak böyle çökertilebilirdi. Sultangaliyev eşi ile 1919 Hayatı Sultangaliyev, öğretmen olan Mir Said Haydar Galiyev'in 12 çocuğundan biri olarak 13 Temmuz 1892 tarihinde, Başkurdistan'ın Sterlitamak şehrinin Kırımsakalı kasabasına bağlı Elimbetova köyünde dünyaya geldi. İlk eğitimini doğduğu köyde alan Sultangaliyev 1907'den itibaren Kazan ’da Tatar Pedagoji Enstitüsü’nde eğitimine devam etti. 1912 yazında Moskova 'da Yaz Pedagoji kurslarına gitti. Tatar köylerinde öğretmenlik yaptı. Bir süre Ufa 'da belediye kütüphanesinde çalışan Sultangaliyev, sonraları Ufa, Kazan, Bakü gibi çeşitli şehirlerde gazetecilik yaptı. Bakü'de Mehmed Emin Resulzade 'nin çıkardığı Açık Söz 'de çalıştıktan sonra Menşevikler in yayınladığı Bakü gazetesinde "Müslüman dünyasından haberler" köşesini hazırladı. 1917 Şubat Devrimi sırasında Bakü'deydi. Yine bu dönemde pek çok yabancı eseri Tatar Türkçesine çevirdi. Çeşitli edebi çalışmalara bulundu. Bu edebi çalışmaların pek çoğu zamanın gazetelerinde yayımlandı. Şubat Devrimi'nden sonrası Şubat Devrimi sonrası 1 Mayıs 1917'de düzenlenen Bütün Rusya Müslümanları Kongresi (Всероссийский съезд мусульман)'ne çağrılan Sultangaliyev kongreden aldığı Müslüman Kongresi Yürütme Komitesi Sekreterliği görevi sonrası Moskova'ya sonra da Kazan'a geçti. Kazan'da ünlü Tatar Bolşevik Molla Nur Vahidov 'un başkanlığındaki Kazan Müslüman Sosyalist Komitesine katıldı. Böylece o döneme kadar Menşeviklerle birlikte yer almış olan Sultangaliyev Bolşevik saflara geçmiş bulunuyordu. Vahidov'un yardımcılığı dahil çeşitli görevler üstlendiği MUSKOM'un programı kısaca şöyleydi: Tatar feodalizmi ve Müslüman gericiliğine karşı mücadele Müslüman Türk halklarının Rus egemenliğinden kurtarılması Ulusal kurtuluş ve sosyalizmin bütün Doğu halklarında zaferinin sağlanması Şubat Devrimi'nden sonra Rusya'da kurulan SR Kerenski önderliğindeki Geçici Hükûmet ile Tatar-Türk Menşevikler arasında sorunlar çıktı ve Haziran-Temmuz aylarında Tatar-Türk Menşeviklerin Kazan'da düzenlemek istedikleri çeşitli toplantılar yasaklandı. Geçici Hükûmet tarafından katılanların cezalandırılacağı açıklanan toplantı ve kongreler şunlardı: 21 Haziran 1917: Rusya Müslümanları 2. Kongresi 17 Temmuz 1917: Rusya Müslümanları Askerleri Kurultayı 18 Temmuz 1917: Rusya Müslüman Din Adamları Kurultayı Tatar-Türk Menşevikler arasında büyük hayal kırıklığı yaratan bu yasaklamalara rağmen Rusya Müslümanları 2. Kongresi gecikmeli de olsa Temmuz ayında gerçekleştirildi. 2. Kongre'yi örgütleyenlerden birisi Sultangaliyev'di ve kurultayla ilgili haberleri Kazan Sesi gazetesi için hazırlamakla da görevliydi. Menşeviklerin yasakçı tavırları ve Vahidov'un çabalarıyla 2. Kongre ile birlikte Tatar sosyalistlerinin önderliğini Bolşevikler elde etti ve MUSKOM'un etkinliği ve gücü arttı. Sultangaliyev Rus Bolşevikleriyle ilk tartışmasını 2. Kongre'nin akşamı Kazanlı Bolşeviklerin lideri Grassis ile yaşadı. Grassis kongrede Bolşeviklerin üstünlüğü ele geçirmesinden memnundu ancak Vahidov ve Sultangaliyev'i " milliyetçilik yapmak"la ve " enternasyonalizme inanmamak"la suçluyordu. Böylece Kazan'da Rus Bolşeviklerle Sultangaliyev ve Vahidov önderliğindeki Tatar Bolşevikler arasında mücadelenin fitili de ateşlenmiş oldu. Ekim Devrimi ve İç Savaş Yılları 26 Ekim 1917'de Kazan'da yönetimi Bolşevikler ele geçirdi. Kazan'ı yönetecek 20 kişilik bir REVKOM (Devrim Komitesi) oluşturuldu ve tek Tatar üyesi Vahidov'du. 3 Kasım 1917'de yenilenen Kazan REVKOM'un 14 üyesi arasında Vahidov artık yer almamaktaydı. Birkaç gün sonra ise Kazan'daki Sovyet iktidarı netleşti ve SOVNARKOM (Halk Komiserleri Konseyi) kuruldu. 11 üyeli bu konseyde Vahidov yer almıyordu ancak Sultangaliyev Eğitim Halk Komiseri olarak görev almayı başarmıştı. Sultangaliyev'in Bolşeviklerle açık bir toplantıda ilk tartışması ise 22 Şubat 1918'de Ural Sovyetleri 3. Kongresi'nde gerçekleşti. O dönem nüfusunun %65'i Tatar ve Başkurtlardan oluşmaktaydı, ancak yönetimde ağırlıklı olarak Ruslar yer almaktaydı. Sultangaliyev bu duruma 3. Kongre'de karşı çıktı ve Tatarların da Lenin 'in evrensel ilke olarak belirlediği " Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı "na sahip olduğunu öne sürerek bir referandum istedi. Referandum kararı alındı ancak oy kullanma hakkı sadece proletarya temsilcilerine verildi. Sultangaliyev'e göre, Tatar ve Başkurtlar ağırlıklı olarak köylerde yaşadığı için böyle bir referandumu Rusların kazanacağı açıktı. Bunun üzerine Sultangaliyev yaptığı konuşmada "Müslüman Halklar proleter halklardır" diyerek referandumda bütün Tatar ve Başkurtların oy hakkına sahip olması gerektiğini savundu. Diğer delegeler ise " proleter halklar " kavramının Marksizme ve Bolşevik düşünceye uygun olmadığını öne sürerek Sultangaliyev'e karşı çıktı. Sultangaliyev'in ilerleyen süreçte olgunlaştırıp Marksizmi eleştiren bir içerik katacağı "proleter halklar" kavramı ilk kez bu şekilde ifade edilmiştir. 17 Ocak 1918'de Stalin'in başında bulunduğu NARKOMNATS 'a (Milletler Halk Komiserliği) bağlı MÜSKOM (Müslüman Komiserliği) kuruldu ve başkanlığına Vahidov getirildi. Sultangaliyev de MÜSKOM'un Kazan temsilcisi oldu. MÜSKOM'un kuruluş amacı Tatarlar başta olmak üzere Rusya içindeki Türk halklarını Bolşevik Devrime kazanmaktı. Adeta özerk bir parti gibi eyalet ve il örgütleri kurmaya başlayan MÜSKOM kısa sürede yayıldı ve 8 Mart 1918'de Moskova'da Rusya Müslüman Emekçileri Konferansı'nı düzenledi. Konferansta Müslüman Sosyalist-Komünist Partisi isimli bir parti kurulmasına karar verildi. Bu partinin amacı Bolşevik Parti 'ye henüz üye olarak kabul edilmemiş Türk Halklarından sosyalistleri örgütlemek ve Bolşevik yapmaktı. Konferansın bir diğer kararı da Müslüman askerlerden oluşan ve Kızıl Ordu 'ya bağlı oluşturulacak bir Müslüman Kızıl Ordu kurulmasıydı. Lenin başta olmak üzere pek çok Bolşevik lider, MÜSKOM sayesinde Türk Halkları arasında Bolşevik örgütlenmenin hızla yayıldığını gördü ve MÜSKOM'un çeşitli talepleri kabul edildi: Kazan'daki Tatarların tarihsel önem atfettiği Süyüm Bike Minaresi'nin Tatarlara devri Petrograd Millî Kütüphanesi'nde bulunan, Osman bin Affan 'a ait Kur'an 'ın MÜSKOM'a hediye edilmesi Rusların Tataristan'ı işgalinin simgelerinden sayılan ve Rus askeri karargahına dönüştürülmüş tarihsel Ufa Kervansarayı'nın sivil idareye teslimi Troçki komutanlığındaki Kızıl Ordu ile Çarlık yanlısı Beyaz Ordu arasındaki İç Savaş 'ın kızıştığı bir dönemde MÜSKOM'un bu taleplerinin kabul edilmesi pek çok Menşevik Tatarın Bolşeviklerin yanına geçmesini sağladı. 23 Mart 1918'de NARKOMNATS, Çarlık döneminde ayrı eyaletlerde yaşamış Tatar ve Başkurtların Tatar-Başkurt Cumhuriyeti 'nde birleştirilmesi kararını verdi. Sultangaliyev bu kararın Rusya'daki bütün Türk halklarının tek bir Turan Cumhuriyeti çatısı altında birleşmesinin ilk adımı olarak görmekteydi. İç Savaşın kızışması nedeniyle bu karar hiçbir zaman fiilayata geçmedi. Mayıs 1918'e gelindiğinde Sultangaliyev komutasındaki Müslüman Kızıl Ordu 50 bin kişilik bir kuvvete ulaşmıştı ve Urallar civarında Beyaz Ordu generallerinden Kolçak 'a karşı savaşan V. Kızıl Ordu'nun %75'ini oluşturmaktaydı. Aynı dönemde Vahidov MÜSKOM örgütlenmesini Rusya çapında yaygınlaştırmayı başarmış ve Türk Bolşeviklerden oluşan bir çekirdek kurmuştu: Sultangaliyev ve Galimcan İbrahimov (Tataristan), Veli İbrahimov ( Kırım ), Turar Rıskulov ve İsmail Sadvokasov ( Kazakistan ), Necmettin Samurski ( Dağıstan ), Neriman Nerimanov ( Azerbaycan ), Feyzullah Hocayev ve Ekmel İkramov ( Türkistan ). Anadolu'dan gelmiş olan Mustafa Suphi de aynı dönemde MÜSKOM yönetimine katıldı ve yayın organı Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başladı. Sultangaliyev 23-31 Mayıs 1918 tarihleri arasında Rusya Müslüman Öğretmenler Kongresi'ni düzenledi ve kongrede Türk halkları arasında Bolşevik kadrolar yetiştirmek için Müslüman Bilim Kurulu isimli bir akademi kurulması kararı alındı. Kazan'da bir Müslüman Üniversitesi, Doğu Müzesi ve Merkez Müslüman Kütüphanesi kurmak için çalışmalar başlatıldı. Sultangaliyev, Vahidov ile birlikte 8 Haziran 1918'de Müslüman Kızıl Ordu'ya subay yetiştirmek için Müslüman Subay Akademisi'ni kurdu. 17-23 Haziran 1918 tarihleri arasında Kazan'da Müslüman Komünistleri Birinci Konferansı'nı düzenlediler ve kongrede Müslüman Komünistleri Bolşevik Partisi 'nin kuruluş kararı alındı. Rus Komünist (Bolşevik) Partisi 'nden özerk olarak çalışacak bu yeni partinin Vahidov başkanlığındaki 11 kişilik Merkez Komitesi içinde Sultangaliyev de yer aldı. 6 Ağustos 1918'de İç Savaş'ın dönüm noktalarından biri yaşandı ve Sibirya'dan Moskova'ya doğru ilerlemekte olan Kolçak komutasındaki Beyaz Ordu Kazan'ı ele geçirdi. Kazan'da tutunamayan Kızıl Ordu'nun Moskova'ya kadar geri çekilmesi söz konusuydu. Vahidov Kazan'daki çatışmalar sırasında tutuklandı ve 19 Kasım 1918'da kurşuna dizildi. Müslüman Kızıl Ordu'nun komutasını devralan Sultangaliyev Kazan'a bir karşı saldırı gerçekleştirdi ve 10 Eylül'de şehri tekrar ele geçirdi. Böylece Sultangaliyev Beyaz Ordu'nun Moskova'ya yürüyüşünü durdurmuş oluyordu. Kolçak'a karşı savaşan V. ve II. Kızıl Ordu'nun komutanı Frunze , bu zafer üzerine şu açıklamayı yaptı: "Siz Türkler ihtilalin en güvenilir askerleri olduğunuzu kanlı mücadele sahalarında ispat ettiniz." Frunze, daha sonra Türkiye'ye Sovyet Büyükelçisi olarak gidecek ve o dönemde de Mustafa Kemal Paşa 'ya şöyle diyecektir: "Beyaz Ordu'ya karşı Türklerle omuz omuza savaştık." İç Savaş Sonrası İç Savaş sonrası Rusya'daki Bolşevik iktidarın yavaş yavaş tesis edildiği dönemde Sultangaliyev, Vahidov'un bütün görevlerini üstlendi Müslüman Komiseri görevine getirildi. Böylece Sultangaliyev hem İç Savaş'ın tanınmış komutanları arasında yer almış hem de Rusya çapında yetki sahibi tanınmış bir Bolşevik yönetici haline gelmiş oluyordu. 1919'dan itibaren Sultangaliyev Rusya'daki Müslümanların fiili ve resmi önderi konumundaydı. MÜSKOM'un o dönem 26 şehirde şubesi bulunmaktaydı ve Türkçenin 4 ayrı lehçesinde basılan 10 farklı gazete çıkarmaktaydı. Müslüman Kızıl Ordu'nun mevcudu da 200 bini aşmıştı. O dönemde Kızıl Ordu'nun toplam asker sayısı ise 1 milyona ulaşmıştı. Ancak Rusya'daki Müslüman Bolşeviklerin özerk örgütlenmesi Stalin'in müdahaleleriyle yavaş yavaş tırpanlanmaya başladı. Sultangaliyev ise özerkliği korumak için Politbüro'ya direnişe geçti ancak süreci engelleyemedi. 19 Ekim 1918'de MÜSKOM'un yerel örgütlerinin Moskova'daki Müslüman Komiserliğine, yani Sultangaliyev'e değil bulundukları bölgelerdeki Bolşevik Parti örgütlerine bağlanması kararı çıktı. Bu kararı değiştirmek isteyen Sultangaliyev 5 Kasım 1918'de 1. Müslüman Komünistleri Kongresi'ni topladı. Kongrede Stalin ile açık bir tartışmaya girişti ancak istediği kararların çıkmasını sağlayamadı. Stalin'in isteği üzerine Kongre, Müslüman Komünist Partisi'ni lağvetme ve en küçük atölye hücresine varana kadar Rusya Komünist (Bolşevik) Partisi'ne bağlama kararı aldı. MÜSKOM da lağvedildi ve Sultangaliyev'in rütbesi Tatar-Başkurt Komiserliği olarak ilan edildi. Böylece Sultangaliyev Rusya'daki bütün Müslümanların değil sadece Tatar ve Başkurtların lideri konumuna indirilmiş oluyordu. 18-23 Mart 1919 tarihleri arasında toplanan Bolşevik Parti 8. Kongresi 'nde ise Sultangaliyev'in bütün karşı çıkışına rağmen ulusal komünistlerin tümünün kaldırılması kararı alındı. Stalin'in başkanı ve Sultangaliyev'in başkan yardımcısı olduğu Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu'nun ismindeki Müslüman kelimesi de çıkarıldı ve büro Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu 'na dönüştü. Müslüman örgütlenmenin resmen lağvedilmesi üzerine Sultangaliyev Nisan 1919'da gizli bir örgütlenme başlattı. Bu örgütün ismi net değildir; kaynaklarda Erk Partisi , İttihat ve Terakki Partisi , Türkistan Sosyalistleri Partisi gibi farklı isimler geçer. Sultangaliyev yıllar sonra sorgusunda verdiği ifadede Turan Sosyalist İşçi Köylü Partisi isimli bir parti vasıtasıyla SSCB'den bağımsız Turan Demokratik Halk Cumhuriyeti'ni kurmak istediklerini söyleyecektir. Sultangaliyev, Marksizmi ve Bolşevik düşünceyi eleştiren fikirlerini derli toplu ilk olarak bu dönemde kaleme döktü. Editörlüğünü yaptığı Milletlerin Hayatı isimli dergide Sosyal Devrim ve Doğu makalesini yayınladı. Devrimin o dönem Bolşevik liderlerde hakim olan görüşteki gibi Batıya değil Doğuya doğru yayılmasını savunan bu makalesi büyük tartışma yarattı ve Sultangaliyev'e yönelik "milliyetçi" olduğuna dair eleştiriler Bolşevik Parti yöneticileri tarafından açıkça ifade edilmeye başladı. Nitekim 3 bölüm halinde yayınlamayı planladığı makalesi sansürlendi ve son bölümü dergide yer almadı. Sultangaliyev, benzer görüşleri Aralık 1919'da Lenin'in de izleyici olarak katıldığı Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu II. Kongresi'nde de dile getirdi. Batı işçi sınıfının artık devrimci olmadığı, Bolşevik Devrimin enerjisini ve dikkatini Doğu halklarına yöneltmesi gerektiğini savunduğu konuşması büyük yankı yarattı. Sultangaliyev, Bolşevik liderliğe yönelik bu eleştirel görüşleri nedeniyle yavaş yavaş gözden düşmeye başladı. Nitekim Eylül 1920'de Bakü'de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı 'na katılması engellendi. Halbuki, kurultayı ilk öneren, planlayan ve örgütleyen Sultangaliyev'di. Sultangaliyev'in görüşlerini destekleyen pek çok delege olmasına karşın Kurultay'da Radek , Zinoviyev ve Béla Kun gibi ünlü Bolşevik liderler ağırlığını koydu ve "Doğu halklarının kurtuluşunun sadece Batı proletaryasının zaferine bağlı olduğu" kararı çıkartıldı. Bakü'deki Kurultay'ın hemen ardından Ekim 1920 tarihinde Müslüman Kızıl Ordu da lağvedildi ve 300 bine yaklaşan bu büyük askerî güç Kızıl Ordu içinde eritildi. Sultangaliyev'in yetkileri Moskova merkezli küçük bir büronun yöneticiliğine indirildi. Ancak Sultangaliyev pek çok yetkisinin alındığı bu dönemde yine de Bolşevik Parti içindeki mücadelesini sürdürmeye kararlıydı ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV) isimli bir parti okulunun kurulmasına önayak olmayı başardı. Dünyanın dört bir tarafından devrimcinin eğitim göreceği bu okulda ders verecek 20 kişiden ve yönetici üç kişiden biriydi. KUTV'de eğitim gören pek çok isimden en ünlüleri şunlardır: Vietnam Devrimi 'nin lideri olacak Ho Chi Minh , Çin Devrimi 'nin önemli isimlerinden Liu Şao Çi , Türkiye'den Nâzım Hikmet ve Şevket Süreyya . SONUN BAŞLANGICI Yetkileri budanmasına karşın Sultangaliyev, Rusya'daki Müslümanların ve Türk halklarının ulusal haklarının korunması için elinden geleni yapmaya devam etti ve 1921-1922 yıllarında önemli kazanımlar elde etmeyi başardı. Ocak 1921'de Kırım'ın özerkliğini kabul ettirmek ve Tataristan'ın resmi dilinin Rusçanın yanı sıra Tatarca olmasını da sağlamaktı. Ancak Yüksek Sovyet Milletler Meclisinin 25 Nisan 1922 tarihli toplantısında özerk cumhuriyetlerin yalnızca millî kimlikleri, eğitimleri ve konuştukları diller açısından değil ekonomik açıdan da özerk olması gerektiğine dair önerisini kabul ettiremedi. 22 Aralık 1922'de Sovyetler Birliği 'nin kuruluşun ilan edildiği 10. Sovyet Kurultayı'nda ise Sultangaliyev'i bir başka çetin mücadele bekliyordu: O dönem Rusya'ya bağlı özerk cumhuriyetler olan Tataristan, Başkurdistan ve Türkistan'ı SSCB'nin kurucu devletlerinden biri olarak kabul ettirmek. Ancak başarılı olamadı ve ilan edilen dört kurucu devlet şunlar oldu: Rusya , Belarus , Ukrayna ve Kafkas Federasyonu . Bu karara şiddetle itiraz eden Sultangaliyev şu önemli konuşmayı yaptı: "Tarihsel olarak Türkler, Ukraynalılardan kat be kat köklü bir millettir. Türklerin üzerinde yaşadığı yüzölçümü ve Türklerin nüfus yoğunluğu Ukraynalılarla karşılaştırılamayacak düzeydedir. Kurucu devlet olarak yalnız bahsi geçen dört ülke belirlenecekse, bu bir tek Türklerin özerkliğe sahip olmayacağı anlamına gelecektir. Çarlık döneminde bile Türklerin daha çok hakkı vardı." Sultangaliyev Kongre'yi ikna edemedi, hatta Bolşevikleri Çarlık döneminde bile geri olmakla suçlaması şimşekleri üstüne çekmesine neden oldu. Stalin'in Kongre'deki konuşmasında açıkça "milliyetçi" olarak suçlanınca Sultangaliyev artık geri dönüşü olmayacak bir süreci başlatan şu cümleleri kurdu: "İç cebimde parti kartı taşırken ben bu eşitsizliği hak eden biri değilim. Siz SSCB kurma fikrini bozmak yolundasınız, Yoldaş Stalin. Sizin teklif ettiklerinizin hepsi, Lenin'in önünde göz boyayarak anlatılmış bir ikiyüzlülükten ibaret!" Sultangaliyev bununla da yetinmedi ve Lenin'in hasta olduğu için katılmadığı Kongre'nin kararlarını Lenin'e götürerek onun da fikrini almayı önerdi. Stalin'in yanıtı çok sert oldu ve Sultangaliyev'i parti düşmanlığıyla suçladı. Nitekim Sultangaliyev bu kongreden 15-20 gün sonra bütün yöneticilik görevlerinden alındı. 25 Nisan 1923 tarihinde toplanan 12. Parti Kurultayı'nda Stalin'e yönelik eleştirilerini daha da sert bir biçimde dile getirince 4 Mayıs 1923'te tutuklandı. Moskova'daki Lyubertsi hapishanesine götürüldü ve 45 gün boyunca bir hücrede kapalı kaldı. 9 Haziran 1923'te Politbüro Sultangaliyev'e verilecek cezayı belirlemek için pek çok Bolşevik Müslüman kadronun da katıldığı geniş bir toplantı gerçekleştirdi. Stalin toplantıda Sultangaliyevciliğin milliyetçilik olduğunu ve Bolşevik Devrim için önemli bir ideolojik tehdit haline geldiğini söyledi. Toplantıda Sultangaliyev'in parti üyeliğinden çıkarılması kararı alındı ancak idam önerisi bizzat Stalin'in karşı çıkması nedeniyle "Ekim Devrimi sırasındaki hizmetleri göz önünde bulundurularak" reddedildi. Bir görüşe göre Stalin, Sultangaliyev'in gizli örgütlenmesini de açığa çıkarmak için serbest bırakılmasını istemişti. Tasfiye Edilişi ve Tekrar Tutuklanması Sultangaliyev idamdan kurtulmuştu ancak Rus Gizli Servisi 'nin (o dönemki adıyla GPU ) izlediği bir muhalifti artık. Bütün yetki ve görevlerinden alındığı gibi bir süre iş de bulamadı. Editörlük ya da çevirmenlik için başvurduğu hiçbir dergi veya gazeteden olumlu bir yanıt alamadı. Demiryollarında hamallık yaparak hayatını devam ettirdi. Bu süreçte suçsuzluğunu öne sürerek partiye tekrar kabul edilmesi için yaptığı başvuruların tümü Stalin tarafından reddedildi. Resmi hiçbir göreve sahip olmayan Sultangaliyev bu dönemde Türk komünistleri arasındaki gizli örgütlenmesini gevşetmekle birlikte hiçbir zaman tamamen lağvetmedi ve fikirlerini kaleme almaya öncelik verdi. 1924'te "Asya ve Avrupa Halklarının Sosyo-Politik Ekonomik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler" isimli uzun bir makale kaleme aldı ve gizli partinin programı olarak elden ele dolaşan bir metin haline geldi. Troçki ve Buharin gibi isimlerin de Stalin'e muhalefete geçtiği 1920'li yılların ikinci yarısında Sultangaliyev bu gruplarla ilişki kurmaktan çekinmedi. Nitekim Aralık 1928'de ikinci kez tutuklandı. Tutukllandığı 14 Aralık 1928'de Sultangaliyev'in bu ikinci tutuklanmanın ardından hayatı büyük bir muammadır. Bütün Eserleri 'ndeki son yazısı 25 Temmuz 1929 tarihinde verdiği bir ifadedir. Kimi kaynaklar tutuklandıktan hemen sonra öldürüldüğünü iddia eder. Kimi kaynaklar ise 1930'lu yıllar boyunca sürgün hayatı yaşadığını, 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle affedildiğini ve Tatarlardan oluşan bir ordu kurarak Nazilere karşı savaştığını öne sürer. SSCB'nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan KGB belgelerine göre ise Sultangaliyev Ocak 1931'e kadar tutuklu kalmış ve bu tarihte Arktik Okyanusu 'nun Solovk Adası 'ndaki hapishaneye gönderilmiştir. Cezası Mart 1933'te sürgüne çevrilmiş ve üçüncü kez tutuklandığı 1937 yılına kadar Saratov 'da sürgün hayatı yaşamıştır. SBKP(B)'nin 30 Nisan 1990 tarihinde aldığı "iade-i itibar" kararına göre Sultangaliyev'in son tutuklanma tarihi 19 Mart 1937'dir. 8 Aralık 1939 tarihinde ölüm cezasına çarptırılmış ve 28 Ocak 1940'ta Moskova'daki Lefortovo Hapishanesi 'nde kurşuna dizilerek idam edilmiştir. Ancak kimi kaynaklar bu bilgileri de güvenilmez bulmaktadır. Sultangaliyev'in gizli örgütüne bağlı oldukları gerekçesiyle Neriman Nerimanov ve Turar Rıskulov gibi pek çok ünlü Türk komünisti Stalin döneminde tasfiye edildi, önemli bir kısmı ise idama mahkûm oldu. HAZIRLIYAN: Aycan AYTORE

  • Unutmak Yok

    PAPLO NERUDA 12 Temmuz 1904-23 Eylül 1973 * nerelerdeydin diye sorarsan 'hep eskisi gibi' diyeceğim. toprağı örten taşlardan söz edeceğim, sürdükçe kendini harcayan ırmaktan; ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim, gerilerde kalan denizi bilirim, bir de ağlayan ablamı. neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler, neden günler yeni günleri izliyor? neden koyu bir gece birikiyor ağızda? neden ölüler? nereden geliyorsun diye sorarsan bölük pörçük kelimelerle konuşmak zorundayım, ağzı zehir gibi yakan araçlarla, çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla ve avutamadığım yüreğimle. andaç değil yanımızda götürdüklerimiz unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil, yaşlarla kaplı yüzler, boğazımıza yapışan eller ve yapraklardan sıyrılan şey: aşınmış bir günün karanlığı acıyı kanımızda tatmış bir günün. işte menekşeler, işte kırlangıçlar bize sevinç veren ne varsa, geçici ve küçük duyarlıkların yan yana göründüğü süslü kartpostallarda. ama bu sınırın ötesine geçmeliyim, dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu, ne karşılık vereceğimi bilemem: öyle çok ki ölüler, ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler, ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler, ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller, ve öyle çok ki unutmak istediklerim. Çeviren: Tomris Uyar Pablo Neruda

  • ZİGANA YAYLALARI:

    AKTAŞ, MİNARLI, ZUMBURLU, KIZILÜZÜM ve YÜCEBELEN * Hasan GÜLERYÜZ * Rakım 2300 m. Astrava Kayaları güneye bakıyor ve sarıçamlar 2300 m' ye tırmanmasına tanık oluyorum. Gözlerim büyüyor. Bildiğim 1850, 1900 metreye kadardı çamın büyümesi. Bu bilgim gözlemle yıkılıyor ve öğreniyorum. Çiçekler çok canlı... Obalar koyun, keçi doluydu bir zamanlar. Çoban ıslıkları ve kavalı dinledim altmışlı yetmişli yıllarda. Odaların otlak kavgaları olurdu ki sipere yatar, nöbet tutarlardı. Artık obalar şenlik. Zil kelek, köpek, kaval sesi yok... Minarlı Yaylasından Loriya' da düğüne yaya olarak horon oynayarak kemençe şenliğinde gittim. Deveci adlı adamın arka cebinde 70' lik rakı şişesi vardı... Yokuş yukarı horoncular oynayarak yol alıyordu. Kıyamet türküleri yakılıyor ve göğe tırmanan mermi çekirdekleri bulutları deliyor, yere bitkin iniyordu. Yıl 1967'ydi ve üç gün süren düğünde iki beceri kazandım: Top düşer gibi taşı 75 cm'den vurmak ve horon ritmine uymak, figürleri uygun ayak atmak... Doğal kayalar yontma heykeller gibi... Çiçeklerse... Düğün dönüşü mü? Dumanda kaybolmak, iki Çoban köpeğine esir düşmek... Mihmandarım Hasan Amcadan iki tokat yemek... Çoban çadırına sığınmak!

  • Srebrenitsa Soykırımı 30. Yıl

    maviADA * İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da en büyük soykırım olarak nitelendirilen Srebrenitsa'daki katliamının üzerinden 30 yıl geçti. Kanlı soykırım, sadece kurban yakınlarının değil, tüm Boşnak milletinin de en derin yarası olarak kabul ediliyor. Peki, Srebrenitsa katliamı nedir, neler yaşandı? 1 Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yaşanmış en büyük insanlık trajedisi olarak kabul edilen ve en az 8 bin 372 Boşnak sivilin hunharca katledildiği Srebrenitsa soykırımı, aradan 30 yıl geçmesine rağmen hala kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Bu kara gün, her yıl düzenlenen törenlerle ve toplu mezarlardan çıkan yeni kimliklerle bir kez daha hafızalara kazınıyor. 30. yıldönümünde kurbanlar anılıyor, adalet ve barış çağrıları yineleniyor. HER ŞEY NASIL BAŞLADI? Savaş suçlusu Ratko Mladic komutasındaki Sırp birlikleri, 11 Temmuz 1995 günü Srebrenitsa'yı ele geçirdi. Şehirde yaşayan siviller, BM bünyesinde bölgede görev yapan Hollandalı askerlere sığınarak hayatta kalmayı umsa da Hollandalı askerler onları Sırp güçlerine teslim etti. Savaştan sonra yargılanarak aralarında Srebrenitsa soykırımının da bulunduğu birçok savaş suçundan müebbet hapse mahkum edilen Mladic'in 11 Temmuz 1995 günü söyledikleri, adeta birkaç gün içinde olacakların da habercisiydi. Sırp bayramı arifesinde şehri Sırp milletine armağan ettiklerini söyleyen Mladic, "Nihayet bu topraklarda Türklerden (bölge Müslümanları için kullanılan ifade) intikam alma zamanı gelmiştir." ifadelerini kullandı. Nihayetinde sadece birkaç gün içinde en az 8 bin 372 Boşnak sivil katledildi, çok sayıda kadın ve çocuk evlerinden sürgün edildi. ÖLÜM YOLU OLDU Srebrenitsa'nın işgal edilmesinin ardından şehirde yaşayan Müslümanların bir bölümü, bugünkü şehitliğin tam karşısında bulunan eski akümülatör fabrikasında konuşlanan Hollanda askerlerine sığınırken bir kısmı da orman yolundan Boşnak askerlerin kontrolündeki bölgeye ulaşmayı seçti. Orman yolunu seçenlerin de Hollandalı askerlere sığınanların da kaderi aynı oldu. Yaşanan büyük katliamlar nedeniyle halk arasında "ölüm yolu" olarak da anılan orman yolunu seçen binlerce Boşnak, Sırp askerlerin kurduğu pusularda öldürüldü. Hollandalı askerlere sığınanlar da eski akümülatör fabrikasındaki ilk gecenin ardından başlarına gelecekleri anladı. İlk gece fabrikaya giren Sırp askerleri kimlik kontrolünü yapıp keyiflerine göre bazı erkekleri götürürken, eşlerinden ya da oğullarından ayrılan kadınların çığlıkları duvarlarda yankılandı. Ertesi gün Hollandalı askerlerin birkaç metre ilerisinde, kampın hemen dışında bekleyen Sırp askerleri, kadın ve çocukları otobüslere bindirirken erkekleri hemen orada ailelerinden ayırdı. Ailelerinden ayrılan erkekler, daha sonra katledilip farklı toplu mezarlara gömüldü. Kadın ve çocuklar ise yıllardır yaşadıkları evlerinden sürgün edildi. SOYKIRIM KARARI VE TEPKİLER Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı, 2007 yılındaki kararında, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinden (ICTY) gelen kanıtlar doğrultusunda, Srebrenitsa ve civarında yaşananları "soykırım" olarak nitelendirdi. Sırp komutan Ratko Mladic, ICTY'de görülen davada, aralarında Srebrenitsa soykırımının da bulunduğu birçok suçtan müebbet hapse mahkum edildi. Aynı mahkeme, 2016'daki kararında ise Bosnalı Sırpların savaş dönemindeki eski lideri Radovan Karadzic'e Srebrenitsa soykırımı dahil 10 ayrı suçtan 40 yıl hapis cezası verdi. Mahkeme ayrıca Srebrenitsa soykırımında işledikleri suçlar nedeniyle eski Sırp general Radislav Krstic'i 35 yıl, Vidoje Blagojevic'i 15 yıl, Vujadin Popovic ve Ljubisa Beara'yı müebbet, Drago Nikolic'i 35 yıl, Ljubomir Borovcanin'i 17 yıl, Vinko Pandurevic'i 13 yıl, Radivoje Miletic'i 19 yıl, Milan Gvero'yu 5 yıl hapse mahkum etti. Bosna Hersek Mahkemesinde görülen başka bir davada ise 13 Temmuz 1995 günü bine yakın Boşnak sivilin katledilmesiyle suçlanan Milorad Trbic, 30 yıl hapse mahkum edildi. Farklı mahkemelerde görülen "Srebrenitsa" davalarında bugüne kadar 45 Sırp, toplam 699 yıl hapis cezası aldı. Öte yandan, eski Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Milosevic de Srebrenitsa'daki soykırımla suçlanmış ancak yargılanması devam ederken tutuklu bulunduğu cezaevinde yaşamını yitirmişti. Hazırlayan ve EKLEYEN: Aycan AYTORE KAYNAK: İNTERNET

  • ŞEHİT OCAĞI MİSALİ

    Niyazi UYAR * Şehit ocağı misali Yanıp durmakta, Söneceği möneceği de yok! Gün yirmi dört saat, Yıl on iki ay, Her daim Şehit ocağı misali Yanıp durmakta yüreğimde.   Unutmak, Unutmak ne mümkün, Silip atmak, Kazıyıp atmak… Çok geçti içimden, çok… Şehit ocağı misali Yanıp durmakta yüreğimde. Yok etmeye çalıştıkça ben, Alıp gitti uzaklara, Uzaklara, çok uzaklara… Ne menem şeymiş bu, Bilemedim!   Kızdım, öfkelendim! Öfkelendikçe, Sitem ettim dağa taşa. Sitem ettikçe, Büyüdü, Büyüdükçe çoğaldı. Büyüdükçe metastaz yaptı, Kilitledi, sardı her yanımı.   Şehit ocağı misali Yanıp durmakta, Her yanımda, Yüreğimde, beynimde, Beynimin her bir hücresinde. Ben söküp atmaya çalıştıkça, O büyüdü, O büyüdükçe, çoğaldı... Yeter artık, yeter! Beni benden alan, Halden gönülden anlamaz, Be nankör! Kör olsun gözün, Diyeceğim ama, Varmıyor dilim. Ömürlü ol, Şehit ocağı misali, Yanıp dur yüreğim her köşesinde…                                                 Haziran 2025 /SAlihli

bottom of page