
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- FIRTINA KUŞU’NUN YURTLUĞU
Niyazi UYAR* Bir varmış, bir yokmuş. Bir güzel yurtluk varmış. O kadar güzel, o kadar güzelmiş ki, tekmil yaratıkların iştahı kabarıyormuş. Bu yaratıklar, bu güzel yurtluğu zapt etmek için yamuk, yas yamuk bir masanın çevresinde toplanıp güzel yurtluğu kendi aralarında pay etmişler. Sonra da bir tarih koyup o tarihte işgal etmişler. İşgal etmekle kalmayıp bütün güzelliklerini talan etmişler. Talan etmekle kalmayıp halkını kırmışlar, çocuklarını nehirlere, fırınlara atmış, dişilerine tecavüz etmişler. Gidişat kötüymüş, kötü olduğu kadar da umutsuzmuş. Umut yok olmuş, yarın yok olmuş; duvar diplerinde sabi sübyanlar telef olmuşlar. Umudun tükendiği bir anda bir Fırtına Kuşu çıkmış, önce umutsuzluğa, sonra da kadere savaş açmış. Umutsuzluğu ve kaderi bir kanat vuruşu ile parçalamış. Sonra da leş yiyen çaylakları, leş yiyen akbabaları, … yiyen kara kargaları darmadağın etmiş, bağımsız bir kuşlar cumhuriyeti kurmuş! Fırtına Kuş’unu halkı çok seviyormuş, çok seviyormuş sevmesine de vaziyet dünün etçillerinin işine gelmiyormuş. Bezirgân saltanatlarının temellerini yıkan Fırtına Kuş’unu hain ilan etmişler. Etmezler mi, Fırtına Kuşu yönetime halkını ortak etmiş. O günden sonra üreten de yöneten de kendileri olmuş. Ondan ötürü Fırtına Kuş’una, onun yurtluğuna karşı yaman bir savaş başlatmış, leş yiyenler. Savaş, gizli açık bütün araç gereçlerle yapılıyormuş. Dün değişime karşıyken, artık değişimin bütün nimetlerinden yararlanıyorlarmış. Bunların yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaymış. Bu güruh Fırtına Kuş’unun cumhuriyetini ortadan kaldırmak için eşi benzeri görülmemiş, bir savaş başlatmış, başlatmakla kalmayıp toplu bir kıyımlar yapmışlar. Fırtına Kuş’unun bütün değişimlerini yok etmek için yemin üstüne yemin etmişler… Bir gün Gök, Fırtına Kuş’unun kutsal değerlerine dair bir methiye dizmiş. Methiyeyi kırlangıç çok beğenmiş, methiyeyi saka çok beğenmiş, methiyeyi kumrucuk çok beğenmiş, methiyeyi serçecik de çok beğenmiş! Onlar methiyeyi çok sevmişler ya, karadan dönme, Alaca Karga çizmiş Fırtına Kuş’unun değerlerinin üstünü. “Osman’ı Çalan Saksağan” da çizmiş değişimlerin üstünü. Saksağan Gök’e: “Sen de ben de Fırtına Kuş’unu çok severiz demiş. Severiz sevmesine de demiş, ben kavgaya giremem demiş. Sonra demiş onlar tüneğimin döneğini kırarlar da dönemez olurum demiş. Tüneğimi altımdan çekiverirler demiş. Karadan dönme Sarıyılan, Sarı Çıyan birlikteliği,” bizim için zaten hava hoş demişler, altta kalanın canı çıksın demişler! Ama Baş Saksağan olmaz diyor, ol sebepten ötürü olmaz, biz de olmaz diyoruz.” demiş. Buna sebep Fırtına Kuş’unun gözleri dolmuş, buna sebep Gök de ağlamaya başlamış. Kuşların, serçelerin, kumruların, turnaların… Fırtına Kuşu’nun yurtluğu kemirile kemirile, ufalana ufalana tükenip gitmiş… Göğü, gök gibi, yeşili, yeşil gibi olan Fırtına Kuş’unun yurdunda hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış. Çanakçılar, değnekçiler, hak yiyiciler, hep baş olmuş. Hiçbir yerde hiçbir şey olamayanlar, beş koyunun üçünü kurda kuşa kaptıranlar söz ve ikbal sahibi olmuşlar. İmza yerine parmak basanlar bile baltalara sap olmuşlar. O günden sonra bütün saplar kutsal bir ağaç olmuş. Hal böyle olunca da bezirgân saltanatının savağına su taşıyan su yolakları da yolsuz kalmış. Fırtına Kuş’unun yurtluğunda değirmenlerin savakları yavşamış, yavşamış, sonra da bal tutanlar parmaklarını yalaya yalaya tüketmişler… Fırtına Kuş’unun yurdunda bundan sonra hiçbir zaman iki, iki daha dört etmemiş! Çanakçıların, çorbacıların, değnekçilerin, kafadan bacaklıların devri saltanatı hükümran olmuş. O günden sonra, Fırtına Kuşu ile birlikte kuşların en güzelleri, kumruların, serçelerin, kekliklerin, turnaların… gözlerinin yaşları hiç dinmemiş… Nisan 2006 / Bornova
- "KANLI AY"ı KAÇIRMAYIN!
maviADA * BUGÜN 7 Eylül Pazar Gecesi, Saat 19:20; BU TARİHİ MUTLAKA NOT EDİN! Gökyüzü tutkunlarını büyüleyecek eşsiz bir doğa olayı kapıda. Ülkemizin her yerinden görülebilecek... "KANLI AY"ı KAÇIRMAYIN! * 7 Eylül Pazar gününü 8 Eylül Pazartesi sabahına bağlayan gece, yılın en etkileyici gök olaylarından biri olan 'Kanlı Ay' tutulması gerçekleşecek. Bu olağanüstü manzara, Türkiye genelinden çıplak gözle izlenebilecek. TUTULMANIN ZAMANI VE ZİRVE ANI Türkiye saatiyle 19:20'de başlayacak olan tutulma, ilerleyen saatlerde Ay'ın yavaş yavaş Dünya'nın gölgesine girmesiyle etkileyici bir görünüme kavuşacak. Saatler 21:11'i gösterdiğinde ise tam tutulma evresine ulaşacak olan Ay, bu süreçte yaklaşık 1 saat 22 dakika boyunca tamamen kızıl bir renge bürünecek. AY NEDEN KIZILA BÜRÜNÜYOR? 'Kanlı Ay' olarak adlandırılan bu doğa olayı, Ay'ın Dünya'nın tam gölgesi olan umbraya girmesiyle meydana geliyor. Ancak Ay tamamen karanlıkta kaybolmak yerine, Dünya atmosferinden süzülen Güneş ışıkları sayesinde kızıl ve turuncu tonlara bürünüyor. Bu renk değişiminin sebebi ise Rayleigh Dağılımı olarak bilinen fiziksel bir olay. Aynı süreç, gün batımında gökyüzünün kırmızıya dönmesinden de sorumlu. Atmosferdeki toz, nem, bulutlar veya volkanik partiküller, Ay'ın alacağı tonları etkileyebiliyor. NEREDEN VE NASIL İZLENEBİLİR? Türkiye'nin dört bir yanından gözlemlenebilecek bu nadir gök olayını daha net ve etkileyici bir şekilde izlemek isteyenler için bazı öneriler mevcut. Kırsal bölgeler ve yaylalar: Şehir ışıklarından uzak, açık alanlar Yüksek rakımlı noktalar: Dağlar, tepeler Karanlık sahil şeritleri: Işık kirliliğinden uzak deniz kıyıları Milli parklar ve doğa koruma alanları: Hem temiz hava hem de karanlık gökyüzü sunar ÇIPLAK GÖZLE DE İZLENEBİLİYOR Tutulmayı izlemek için teleskopa ihtiyaç yok. Çıplak gözle rahatlıkla izlenebilir. Ancak, net fotoğraflar çekmek isteyenler için tripodlu kameralar ya da telefonlar için sabitleyici aparat öneriliyor. Gökyüzünün açık olmasına dikkat etmek, bulutlanma riskine karşı gözlemi garanti altına alabilir. HEM BİLİMSEL HEM GÖRSEL BİR OLAY Kanlı Ay tutulmaları yalnızca etkileyici bir görsel deneyim sunmakla kalmaz, aynı zamanda gökbilim açısından da son derece anlamlıdır. Dünya, Güneş ve Ay'ın mükemmel hizalanmasıyla oluşan bu nadir olaylar, her zaman gözlemlenemez. Bu nedenle 7 Eylül gecesi, hem amatör gözlemciler hem de astronomi meraklıları için kaçırılmayacak bir fırsat sunuyor. kaynak: internet
- Hidayet Karakuş
Bugün Doğdu * BİR METİN BİR YAZAR * GÜNÜMÜZDEN maviADA SEVGİLİ Hidayet KARAKUŞ * bir selam kadar uzaksın şimdi bir gül atsam perçemin bozulur sevdiğin türkülere çiy düşer çoğalır avuçlarının kınası dağlardan bir yel eser çeşmelere seni doldurur sular seni duyar selviler seni bir yaprak düşer kalbinin üstüne bin yıl öteye özlem sızar şimdi hangi koyaklardasın nerelerde biledin aşkını kim bilir ne kirli gömleklerin yıkandı ne yüzün okşandı onca zaman kırağılar taradı saçlarını yivli bir kurşun gibi bir kuş gözlerinden ağdı sustun yüreğin yalnız bir abdal sustun öptüm seni * Hidayet KARAKUŞ * (DOĞUM: 6 Eylül 1946, Isparta), Türk şair, yazar, öğretmen. 2009 - 2011 yıllarında maviADA'da yazdı, DERGİ etkinliklerinde konuşmacı olarak yer aldı. (görmek için RESME tıklayın.) (d. 6 Eylül 1946, Kurusarı, Yalvaç, Isparta), Yaşamı İlkokulu köyünde okuduktan sonra 1964'te Isparta Gönen İlköğretmen Okulu'nu, 1966'da Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. Şiire okul sıralarında başladı. Şiirleri Çağrı, Ilgaz, Varlık, Forum, Şölen, Adam Sanat, maviADA... gibi dergilerde yayımlandı. İlk şiir kitabı "Günaydın Gül Yaprağı", 1979'da yayımlandı. 1981'de yayımladığı ilk romanı "Yağmurlar Nereye Yağar" ile 1981 Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü'nü alan yazar, on yıl sonra yazdığı ikinci roman "Uykusu Derin Şehir" ile 1990 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü'nü kazandı. Bu iki roman arasında daha çok şair kimliği ile ön planda oldu. Adana, Manisa, İzmir'de Türkçe öğretmenliği yaptı. 1992'de emekli oldu. 1993 yılında Sivas Katliamı’ndan eşi ile birlikte kıl payı kurtuldu.[2] Bu katliamın toplumdaki ve bireylerin yaşamındaki etkilerini anlatan Şeytan Minareleri adlı romanıyla Türkiye’nin en önemli edebiyat ödüllerinden birisi olan Orhan Kemal Roman Armağanı’nın sahibi olmuştur. Ardından 2010 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü'nü kazandı. Bu romanın bir özelliği de “ve” bağlacını hiç kullanmamasıdır. Şiir dışında romanları, çocuk kitapları ve radyo oyunları vardır. Yaşamını İzmir'de sürdürmektedir. Eserleri Şiir Günaydın Gül Yaprağı (1979) Kemeraltı Şiirleri (1982) Hangi Leylasın Sen (1986) (1982 Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü) Sesini Bana Bırak (1994) (1993 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü) Ateş Mektupları (1995) Konuş Benimle (1998) Sıcak Sancı (2002) Çakıltaşı (2013) Çocuk Kitapları Sıska Balıkçı Al Yanaklı Mavi Balon Sıska Balıkçı (1980) Alyanaklı Mavi Balon (1982) Can Dede'nin Çocukları (1986) Can Dede'nin Oyuncakları (1986 Bilgisayara Giren Tırtıl (1994) Bilgisayar Amca (1996) Akıllı Tavşanlar (1997) Sevgi Kuşları (1997) Dedem Çocuk Oldu (1997) Kuyudaki Asker (1998) Serçenin Şiir Defteri (1998) Yengeçten Korkan Köpek (1999) Kardan Adam Kaçtı (1999) Yaralı Tavşanın Doktoru (1999) Bilgisayarlı Şapka (2001) Annemin Mektupları (2001) Bir Kedinin Anıları (2001) Bahçeden Kovulan Çiçek (2001) İşte O Çocuk (2001) Başparmağın Şarkısı (2006) Sayısal Çocuk (2007) Oyuncakların Park Gezisi(2007) Dönem dolap Döner Kebap (2007) Yurdunu Yitiren Ağaç (2011) Can Dede'nin Eşeği (2011) Sahibini Gezdiren Kedi (2011) Küçük Yeşil Tırtıl (2013) Romanları Yağmurlar Nereye Yağar (1981) (Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü üçüncülüğünü Burhan Günel'in Acının Askerleri romanı ile paylaştı) Uykusu Derin Şehir (1990 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü, Mehmet Güler'in İstanbul Kanatlı Ben adlı romanı ile paylaştı) Şeytan Minareleri (2010 Orhan Kemal Roman Armağanı, 2010 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü) Yalnız Seninle 2003 (Gençlik Romanı) Sılam Isparta 2009 (Anlatı) İzmir'in Kalbi Kemeraltı 2011 (Anlatı) Anne Beni Bekleme-2016, (Roman) Bana Bir Resmini Yolla (2024 Yunus Nadi Roman Ödülü)
- Her Hafta Bir Dergi; maviADA 23
maviADA * 23.SAYI * YAZ 2010 * "Hangi ŞİİR Hangi EDEBİYAT" DOSYASIYLA / Dergiyi OKUMAK için resme TIKLAYIN
- ANADOLU FENERLERİ; DERGİLER
maviADA DOSYA: ANADOLU FENERLERİ; Kültür Sanat DERGİLERl Yer Alanlar: Şenol Yazıcı, Hidayet Karakuş, Fadime Y. Karoğlu , Nadir Gezer, Zeki Sarıhan , Öner Yağcı, Deniz Kavukçuoğlu , Nazım Mutlu, Rahim Gür, İ. Biçer ... Elbette dergileri ancak ona emek verenler bilir… Ancak Anadolu’nun kadim tarihini ve eşsiz kültür harmanını, kendi küçük hayal gücüyle ve özlemiyle ve egosuyla çizdiği varoluşundan öteye gören bilir. Ne var ki aklı olan herkes bilir, dev bankaların kültür sanata aşkla soyunduğu, uluslararası şirketlerin yayıncılık yaptığı, cep telefonu üretir gibi model yazar ürettiği bu çağda ticarete ya da cemaate ya da iktidara yaslanmayan imece bir dergi ancak romantik ütopyacıların işidir, elbette yazmak da cahil cesareti değilse aynıdır... Böyle olduğunu herkesin bilmesi ya da bilmemesi bir gerçeği değiştirmemektedir: Her yazarçizer için doğru başlangıcın ilk kapısı olan, ama yazarçizerinin bile sahip çıkmadığı Anadolu Dergileri, tamamladığı çağının son demlerini, zor bir süreci can çekişerek yaşamaktadır ve olmayan bir çözümü aramaktadır. / 01.04.2012 ... DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
- Kültür Sanatın Donkişotları
HİDAYET KARAKUŞ * Yalova Edebiyat Günleri * Hidayet Karakuş - Şenol Yazıcı / Yalova Termal'de Her kentte bir savaşçı vardır. İyinin, doğrunun, sanatın savaşçısı. Onlar, kentlerine sanat koklatmak isterler, kültürel etkinliklerle için için bir arayışla bunalan topluma seçenekler sunmak isterler. Belki büyük kalabalıklara ulaşamazlar; belki dilediklerini söyleyemezler, belki içten içe kırılırlar ama yine de sanata tutunan insanların vazgeçmeyişi gibi bırakmazlar ipin ucunu. Bu yıl olmazsa gelecek yıl, gelecek yıl olmazsa sonraki yıllara taşırlar umutlarını. Savaşçıların ekonomik güçleri yetmez kocaman bir edebiyat, sanat etkinlikleri düzenlemeye. Bunun için kimi zaman il, ilçe yöneticilerinin kapısını çalarlar kimi zaman da belediyelerin. Belediyeler, düşünsel olarak sanata yatkın olmasa da uzak da değildir belki. Ya da ne kadar yadırgı bir durumla karşılaştıklarını düşünür, pek ilgilenmezler, dahası böyle bir isteği anlamsız da bulabilirler. Ne istemiştir sanat savaşımcısı, sanat gönüllüsü arkadaş? Birkaç yazar, ozan, ressam belki, belki de müzik insanı… Kimi belediye yetkilisi inanmasa da gönülsüzce şöyle diyecektir: “Peki, bir deneyelim, bizim halkımız böyle şeyleri bilmez de sevmez de, ama…” Halk belirleyicidir. Önemli olan halkın ne istediğidir. Okuyanın, yazanın, gece gündüz sanatla uğraşanın becerisi, kendilerine sunacağı yeni bir dünya onun için anlamsızdır, önemli de değildir. Alıştıkları bir dünyayı vermek gerekir onlara. Alıştıkları türküleri, şarkıcıları, onların sanatçı bildiği televizyon yıldızlarını getirmek gerekir. Yazara ne gerek var? Onun dili halka ne kadar uzaktır kim bilir! Ozan, halk ozanı mıdır acaba? Yoksa şimdilerde şairlere de ozan diyor kimi yeniciler. Sorsam mı bu Don Kişot’a? Yooo! En iyisi hem sanattan yana görünmek hem denemek için arkadaşın istediğini yapmaktır doğrusu. Hem bilgisizliğim çıkmasın ortaya. Belki bunda da vardır bir keramet! Anlaşırlar sonunda. Konaklamaları, ağırlamaları belediye ya da kaymakamlık, valilik üstlenecektir. Yazarların, ozanların seçimi, konuşacakları konular sanat savaşımcısı arkadaşın kaleminden çıkacak bir izlenceye dönüşüp, yetkililerin eline verilecektir. Aydın olmak öncü olmak değil midir? Yetkililerin önünde aydınlatıcı olmak, kentlere yeni düşünceleri anlatmak, göstermek, doğrunun, güzelin, iyinin savaşımı adına gereklidir bu. Öyle büyük istekler değildir bunlar. Hani bir geceliğine kente gelip avuç dolusu para alan şarkıcılar gibi para da istemez yazarlar, ozanlar. Hem zaten isteseler ne yazar? Onların izlencelerine kentten parasal katkıda bulunarak kendi reklâmını yaptıracak esnaf, işadamı yoktur ki! Onlar yine de sanatın çağrısına kulaklarını tıkayamazlar. Siren kayalıklarından gelen sestir sanatın sesi onlara göre. Uzaklardan, yakından, kendi işlerini bir kıyıya bırakarak koşarlar. Kültür ölmesin, sanat yaşasın yeter ki! Uzattığımın ayırdındayım, sözü Yalova’ya getireceğim. Orada edebiyat adına, kültür adına bulunduğumuz iki günde nasıl da coşkulu, nasıl da doğru, güzel şeyler söylendiğini anlatacağım. Ne ki hemen her yerde olduğu gibi orada da bu güzel doğruları dinleyen pek yoktu. Bunda kimsenin suçu yok. Suçlu aramak gerekirse eğitimde aranmalı. Bunda edebiyatı, kültürel etkinlikleri bir gereksinme olarak duyumsatmayan, dahası onu para getirmeyen gereksiz, boş zaman işi gören kafaların yönettiği eğitim dizgesinin büyük suçu var. Çocuk ekmeğin peşinde nasıl koşarsa öykünün, romanın, şiirin, müziğin, resmin, halk oyunlarının… peşinde öyle koşmalıdır. Bunları, okul verecek, okul sevdirecektir. Bizim koşa koşa oraya buraya gitmelerimiz, birkaç kişiye anlatmalarımız hiçbir işe yaramıyor mu? Yarıyor. Yarına bir köprü olur diye düşünüyorum. Ötesi sonuçsuz bir çaba… Ancak göç gide gide düzelir, der halkımız. Bir etkinlik başlar başlamaz büyük kalabalıklar toplayamaz. Televizyonların, basının pompaladığı bir durum yoksa ortada, hep böyle ‘azınlık’ duygusuyla başlar toplantılar. İzmir’de sıkça anlattığım bir TÜYAP Kitap Fuarı öykücüğü vardır. Hangi kitap fuarı olduğu önemli değil. Her yerde yaşanabilir böylesi. Fuarda düzenlenen izlencenin saati gelmiş, konuşmacı kürsüye çıkmış. Salonda bir kişi… Saatine bakmış, içinden, “Ben gelen bir kişi de olsa, saygı duyarım. Vaktinde başlarım” demiş. Notlarını çıkarmış, başlamış konuşmaya. O, büyük bir dikkatle konuşmuş, salondaki kişi de büyük bir sabırla dinlemiş sonuna kadar. Konuşmacı, söyleyecekleri bitince notlarını toplamış, salonun tek dinleyicisine dönerek; “Size teşekkür ederim. Beni sabırla dinlediniz” deyince öteki boynunu bükmüş: “Efendim, ben sizden sonraki konuşmacıyım.” Bursa’da Mavi Ada Dergisi’ni yayımlayan Şenol Yazıcı bu Don Kişotlardan biri. Yalova Belediyesi’ni bu etkinlikleri yapmanın gerekliliğine inandıran da o. Aslında Yalova Belediyesi, pek çok sanatsal etkinlik düzenliyor. Halk Müziği konserleri, resim sergileri, tiyatrolar, gölge oyunu gösterileri, konferanslar… Şenol Yazıcı’nın düzenlediği " Hangi Kültür Hangi Edebiyat" etkinliği Şairler Buluşması/Yazarlar Buluşması biçiminde adlandırılmıştı afişlerde. Güzel bir aylık etkinlikler izlencesi bastırılmıştı. Etkinliklere katılacak sanatçıların, konuşmacıların, tiyatrocuların fotoğrafları, etkinliklerin günü, yeri, saati yer alıyordu kitapçıkta. Yalova’da 14 Mayıs 2010 Cuma günü bizi otogardan alan Sinan Çolak dostumuz, nazikçe bize o akşam sunulacak olan İbrahim Sadri’nin Şiir Dinletisi'ne gidebileceğimizi söyledi. “Bağışlayın, Sadri’yi dinleyemeyeceğiz” dedim. Doğrusu İbrahim Sadri’nin sesi güzel, ama şiiri bildiğini söylemek benim için kolay değil. Okuması da tekdüze. Eline düzyazı verin, size şiir gibi okuyuversin. Duygu tonu ağır bir sesle dinlediğinizi gerçekten şiir sanabilirsiniz. Ertesi gün bir ara, konusu olunca bir milyon şiir kaseti sattığı anlatıldı. Niye satmasın? Arabesk şarkı satılır da arabesk şiir satılmaz mı? Hele televizyon ekranlarında bir ilgi yakalamış, acılarını düz söylemlerle şiirleştirdiğini sanan insanların kulağına duygulu sözler üflemişse kanmak o kadar zor mu? Sinan Bey, bizi otele bıraktıktan sonra etkinliğin öteki izlenceleriyle ilgilenmeye gitti. 15 Mayıs Cumartesi günü Yaralı Bir Kentin Işıyan Yüzü üst başlığıyla Şairler Buluşması’nda Hangi Şiir konuşuldu. Program sunumunu öykücü Fadime Karoğlu’ nun yaptığı etkinlikte konuşmacılar Ayten Mutlu, Ahmet Özer, Halim Yazıcı, Gülgün Çako’ydu. Şiiri şiir yapan değerler tartışıldı. Ahmet Özer, edebiyatın, şiirin birikiminden söz etti; Paris’te o kent için yazdığı güzel şiiri okudu. Ayten Mutlu, Uzun Gemide Akşam kitabından şiirler okuyarak şiirin, edebiyatın gönümüzdeki konumunu dile getirdi. Halim Yazıcı, bir şiiri nasıl yazdığını, nelerden etkilendiğini anlattı. Şiirlerinden örnekler okudu. Oturumu yöneten Gülgün Çako da son kitabı Ay Perisi’nden şiirler okudu. Şiirin bir üstdil olduğu hep söylenir. Fazla sözcüğün şiirlere yük olduğu, şairin söylemek istediğini her şiirde, yeni bir duygu, yeni düşünce, taze bir imgeyle anlatması gerektiği bilinir. Bir de şiirin güzel söylem değil, yaşama, güne, geleceğe ilişkin saptamaları, sezgileri olacaktır. Kaçak güreşen, gizlenen bireyin çok özel duyguları dışında imgelere boğulmuş, altı boş güzel söz demetleriyle şiirin hiçbir şey söylemeyeceği de vurgulandı o gün. 16 Mayıs Pazar günü Yaralı Kentin Işıyan Yüzü’nde Yazarlar Buluşması’nın alt başlığı bu kez Hangi Kültür, Hangi Edebiyat’tı. Programın sunumu gene Fadime Karoğlu yaptı. Şenol Yazıcı’nın yönettiği oturumda Burhan Günel, İhsan Topçu, ben vardık. Yalova Belediyesi ile bu etkinliği ortaklaşa düzenleyen Mavi Ada Dergisi’nin yönetmeni Şenol Yazıcı, konuşmasının başında salonda umduğu dinleyici kitlesini bulamamaktan gelen düş kırıklığıyla sitem etti. Sözünün devamında güçlenen kapitalizmin dayattığı küreselleşmenin azgelişmiş ulusların kafasını karıştırdığını, rota çizmelerini engellediğini belirtip toplumun düşünce atölyesi olan edebiyata yeni yönelişlerin belirlenmesinde çok iş düştüğüne değindi. Burhan Günel, edebiyata dadanan kapitalizmin, edebiyatı da kendine bağlamak istediğine değindi. Küreselleşme patronlarının kendilerine bağlı, yazdıklarıyla gerçekleri bulandırarak toplumları uyutmayı hedeflediklerinden söz etti. Ben, edebiyatın temel gerçeğinin dil olduğunu, yazarların, ozanların kullandıkları ulusal dili hem geliştirmek, hem de geleceğe güzel taşımak, doğru ulaştırmakla görevli olduklarını belirttim. Dilimizin küresel dil olan İngilizcenin baskısı altında olduğunu vurguladım. İhsan Topçu, hazırladığı konuşmasında şiirin, öykünün, romanın kime hizmet etmesi gerektiğinin altını çizdi. Yukarıda da değindiğim dinleyici azlığına, böyle durumlara hazırlıklı olmak zorundayız. Gerçek edebiyat erleri, her zaman azınlıkta olacaktır. Bunu unutmamalı. Yalova Belediyesi’nin konukseverliği için söylenecek söz bulamıyorum. Son derece zarif, saygılı ve sevecendiler. Belediyeden Sinan Çolak, Cengiz Karoğlu, sürücümüz Sezer Bey, konukların yaşamöykülerini ışınçalarla düzenleyen Metin Kar çok sıcak, çok dosttular. Bu tür etkinliklerde özellikle akşam sofraları gerçek edebiyat şölenine dönüşüyor. Hele Ahmet Özer gibi her gittiği yerde her şeyi not eden bir meraklı beyin varsa, onu da Azerbaycan’daki şölenlere bakarak masa beyi seçerseniz, değmeyin keyfine… Kuşadası’nda da iki güzel akşam yaşamıştık şiirlerle, türkülerle… İhsan Topçu’yu son gece daha bir tanıdık. Tam bir ‘Karadeniz uşağı’. Nasıl sevimli, nasıl esprili! Nasıl da karşısındakinin kırılmasından korkan bir yapısı var. Ne zaman birine takılsa arkasından hemen açıklıyor: “Şaka, şaka!” Bu arada halk ozanı başkan yardımcısı Hikmet Yavuz’u anmalıyım. Birtakım etkinliklerde şiirlerini okuyan, kimi şiirleri bestelenen Yavuz, yaptığı her işi yurt sevgisiyle yapıyor. Yurdunu seven, ülkesini düşünen kim olursa sağcı solcu ayırmayan bu insanı sevdim. Etkinliğin son gününde son ana değin bizim yanımızdaydı, bizi ağırlamak için uğraştı. Yalova’daki etkinlikler gelecek yıllarda hedefini yakalayacak, Yalovalıların kaçırmak istemeyecekleri izlenceler olacaktır; buna inanıyorum. Bu işin öncülüğünü yapan Şenol Yazıcı gibi aydınlar var oldukça sanat da edebiyat da ayakta kalacak, toplumsal yozlaşmaya bir yerde dur diyecektir. Sözü bağlamadan Yalova’da gezdiğimizde hayran olduğumuz Termal’le Atatürk’ümüzün Yürüyen Köşk’ünü daha gitmeden merak etmiş, görmek istemiştik. Yalova’da, “Yalova benim şehrimdir,” diyen Atatürk’ün havasını soluduk. Yürüyen Köşk’te onun alçakgönüllü, bütün gösterişlerden uzak küçücük bir ev yaptırdığını, bir çınarın dalı kesilmesin diye yapılmış evi 4 metre 80 santimetre çınardan uzaklaştırdığını biliyordum. Bu çalışmalar için nasıl iş bilir, becerili, bilinçli insanları seçtiğini de yapılan çalışmalar aşama aşama gösteren fotoğraflarından anlıyor insan. Bu arada sahildeki Çınarlı Yol, öteki adıyla yanılmıyorsam Gazi Caddesi’nde yürümenin insanı dinlendirmeye yettiğinden söz etmeden geçmeyeyim. Edebiyat her şeyin tadına bakar, koklar, dokunur; başka türlü edebiyat olur muydu? İzmir, Mayıs 2010
- BURSA'da GÜZEL ŞEYLER OLUYOR
Tanpınar'ın "su şehri" diye adlandırdığı Türkiye'nin dördüncü büyük şehri Bursa, konum, coğrafya, bitki örtüsü, çeşitlilik, ekonomik ve sosyal uyuma izin veren yapısı gibi... sahip olduğu türlü olanaklar bakımından İstanbul'u bir yana bırakırsak Türkiye'nin belki de en güzel büyükşehridir. Osmanlıya başkent olmuş Bursa aynı zamanda kadim bir kültür ve geleneğin hem izlerini taşır, hem de kendine yakıştırır. Kendisi bir karasal şehir olsa da başta Uludağ'ı, gölleri, birer sayfiye şehri olan ilçeleriyle yazları ıssızlaşan Bursa'da GÜZ gelince bir hareket başlar. Bir yanı "Köy" BURSA, abiye kıyafetleriyle göz kamaştırıcı bir "KENT GÜZELİNE" çabucak dönüşür. Sergiler, etkinlikler, festivaller... “Bursa’da Zaferin Hafızası ” sergisi açıldı. Bursa Büyükşehir Belediyesi , 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlama şenlikleri çerçevesinde bir sergi açtı. Ulucami'nin yanında yer alan, belediye başkanlık binasının hemen önünde yer alan Ressam Şefik Bursalı Galerisi 'nin üstü bir açıkhava sergi salonu gibi kullanılmış. Tarih: 30 Ağustos - 30 Eylül 2025Yer: UNESCO Meydanı (Tayyare Kültür Merkezi yanı) “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” sergisi sanatseverlerle buluştu. Nâzım Hikmet’in çok yönlü sanat hayatına ve politik duruşuna odaklanan bu özel sergi, Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde, Savaş Çekiç’in mekân tasarımı ve Nejat Biçen’in iletişim tasarımıyla hayata geçirildi. İlk bölüm, Şefik Bursalı Sanat Galerisi’nde yer alıyor. TÜSTAV, Nâzım Hikmet Vakfı ve Piraye Koleksiyonu’nun katkılarıyla hazırlanan bu bölümde, Nâzım Hikmet’in şiirden tiyatroya, romandan sinemaya ve resme uzanan üretimleri, hayatına dair kronolojik bilgiler ve görsellerle birlikte, belgesel bir anlatımla izleyiciye sunuluyor. İkinci bölüm ise Tayyare Kültür Merkezi’nde. Bu bölümde, Nâzım Hikmet’le düşünsel ya da duygusal bağ kuran sanatçıların eserleri yer alıyor. Eserlerin büyük kısmı Ahmet Merey Koleksiyonu’ndan oluşurken, Nâzım’ın yeğeni Ayşe Yaltırım’ın da aralarında bulunduğu dört sanatçının çalışmaları koleksiyon dışından eklenerek sergiyi zenginleştiriyor. Bu iki bölümlü sergi, hem belge niteliği taşıyan içeriğiyle hem de sanatın duygu yüklü diliyle Nâzım Hikmet’i daha yakından tanımak isteyen herkese ilham verici bir deneyim sunacak... Sergi 9 Eylül 2025 tarihine kadar ziyarete açık kalacaktır. Sergi Açılışı: 9 Mayıs 2025 Cuma 18.30 Tayyare Kültür Merkezi
- Mudanya 7. Kitap Fuarı
FOTO: Zeki Baştürk Zeki BAŞTÜRK * Mudanya'da kitap fuarı açıldı. Geçtiğimiz yıllarda da yapılan kitap fuarlarının 7. Mudanya'da açıldı. 3-7 Eylül’de Mütareke Meydanı, yine kitapların ve düşüncelerin buluşma noktası olacak. Bu yılın teması: “Adalet: Hak mı, hukuk mu?” Beş gün boyunca söyleşiler, imza günleri, belgesel gösterimleri, konserler ve atölyelerle Mudanya, adaletin, özgürlüğün ve dayanışmanın adresi olacak. Kitaplarda ve umutta buluşalım.
- O HEP YİRMİSİNDE
Niyazi UYAR * Ben bir güzel sevdim, Hakikaten bir güzel sevdim, Eli, ayağı, yüzü, gözü… Her şeyi tam tekmil… Hakikaten bir güzel sevdim, Adını diyemem, Nazar ola, Kem gözlere inat, Diyemem adını! Hakikaten bir güzel sevdim, Tarihin şahit olmadığı kadar! O… o karlı dağlarla çevrili, Upuzun düzlüklerin, Beyler Sokak’ında, Kırmızı kerpiçli eski bir Rum evinde, Uzak, çok uzak bir diyarda. Ben bir güzel sevdim, Adını diyemem. Yalnız, O hep yirmisinde. O hep orada. O hep o yaşta, Yirmisinde, Yaşı yaşımda, yüreği bende. O, on dokuzunda katledilen Ali İsmail gibi! O hiç ölmeyecek, O hep yirmisinde, O her daim yürekte, O her daim, Bende. O her daim, Cümlede, dizede, Anlatımın mihenk taşında! O her daim yirmisinde, O hiç ölmeyecek! O... O bir kadın hastalığına sebep Meydan okuyamamış olsa da Azrail’e, O hiç ölmeyecek! O hep yirmisinde. Biz her daim dillerde türküyüz onunla, Her daim, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” diyoruz. O hiç ölmeyecek, O hep yirmisinde!
- KEŞKE
Zeliha AYDOĞMUŞ * Bu gece sana yıldızların daha parlak Karanlığın aydınlığa daha tutkulu koştuğundan söz edebilseydim keşke Sabahına güneşin kara gözlüklerinden bir avazda kurtulduğundan Ya da umudun maviye olan aşkının bilmem kaçıncı kez doğrulandığından Bugün sana vakitsiz ölümlerin ve tüm tutsaklıkların yalanlandığından söz edebilseydim keşke Yarın sana bugünün Dünün buruk tadının geçip gittiğinden Badem ve kirazların çoktan çiçek açıp Baharın geldiğinden söz edebilseydim keşke O zaman herkes daha duru gözlerle bakmaz mıydı gökyüzüne Daha başak rengi ellerle dokunmaz mıydı toprağa Küçük sulara ve büyük denizlere Değil mi Gölge Kırılan vazolarla birlikte insanlığın onurunu ve kalpleri tutkalla yapıştırabilseydim keşke Balıklar da ölmez gülerdi o zaman gökyüzüne Sonra yine dalarlardı tuzlu sular cennetine Kimliksiz acılar geçiyor tam şuramdan Kirpiğinin okunda birikmiş sözcüklerimle nereye gidebilirdim
- Yaratılış Masalı
György Somlyo * Gece böcekleri ışığın çevresinde Yıldızlar yıldızların çevresinde Düşüncelerim senin çevrende Ben hiçliğin çevresinde Hiçlik benim çevremde. Düşüncelerim kendi çevresinde Sen düşüncelerimin çevresinde Hiçlik senin çevrende Gece böcekleri hiçliğin çevresinde Yıldızlar benim çevremde. Ben düşüncelerimin çevresinde Yıldızlar senin çevrende Gece böcekleri yıldızların çevresinde Gece böceklerinin çevresinde ışık Hiçlik ışığın çevresinde. Yıldızlar kendi çevrelerinde Gece böcekleri kendi çevrelerinde Sen kendi çevrende Ben kendi çevremde Çevre çepçevresinde çevrenin. György Somlyo Çeviren: Özdemir İnce György Károly ( Károly György ; d. 31 Ağustos 1953, Budapeşte – ö. 26 Ekim 2018, Macar şair ve yazardır.
- biri müjdeler
Onur DÖNMEZ * gece ağır bir dalga gibi savrulur da uzar pencerelerde mavi susuş, masalarda ekmek kırıntıları. müjde dediğin bazen kımıldamasıdır kendi kendine şehrin kimseye fark ettirmeden. suyun üstünde bekleyen yüzler toplanır rayların siyah çizgisinde, bilirler yola çıkmak için önce beklemek gerektiğini. bir gün — belki de çoktan geçmiş olan bir gün — duvara yazılmış bir ayeti okurlar sessizce, gökteki yıldızlar düşmez yerlerine izinsiz. gökyüzünden gelmez çünkü gerçek içeride büyür, yer açar kendine karanlık teslim edilirken ince ince sızan ışığın şerrine. taşın içinden fışkıran aslında bir sorudur musanın değneğiyle. ama cevap, taşta titreşerek yankılanır orada sabır atar damar çıplaklığıyla, hurma ağacından o rahmin sallandığı suret suret gölgeler birbirinin üzerine atlayıp tamamlanırlar aynı sabahta. boş odada saat gibi tıkırdarken yalnızlık, vinçleri bu şehrin ağır ağır uzun bir duanın harfleri olup asılırken havaya, dudağımda bir an açılıp kapanır içinde gül taşıyan sessiz bir ağıt. hani güller diyorum onlar bize fazlasıyla anlatıldı şimdi rengi olmayan bir çiçeği düşün, bilmediğin adını, kokusunu yaklaştıkça duyduğun, kendi nisanında yeşeren toprağın altında biriktirdiği: o halde bundan sonra kimse acele edemeyecek. acele, buharı olup uçtu zamanın. gece ağır bir dalga gibi savrulur da uzar oradan koridorlar ustalıkla yürür bu yana, süslemedir o eski bir elyazmasında kalan: düşünelim diyeceksin, dile gelmeyecek, inanmak bir şeylere şimdi daha mantıklı gelecek. ve evet, tam şimdi dalın ucunda açan taze filiz, kayalara çarpıp dönen küçük ırmaklar gibi bir anda serinleyecek. şimdi duy. çünkü kelimelerim daha yükseğe çıkmayacak. ama karışacaklar tek hecelik rüzgara isabetle kalbine dokunan. artık her şey yaşanacak gelişmediğini göreceğiz hiçbir şeyin kapı aralandığında, orada raylar daha okunaklı olacak yıldızlar daha yakın ve sen beklemenin ortalığından geçip kendi adınla karşılaştığında.
- SAMET BEHRENGİ
Samed Behrengi * 24 Haziran 1939, Tebriz - 31 Ağustos 1967, Aras Nehri ), Azerbaycan Türkü olan İranlı öğretmen ve çocuk hikâyeleri ile halk masalları yazarı-derleyicisi. Öğretmen okulunda okuduktan sonra birçok köy okulunda öğretmenlik yapmıştır. Öğretmenlik yaptığı yıllarda İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü gece derslerini aldı. Azerbaycanlı köylü çocuklara rehberlik hizmetleri sundu ve onlar için masallar yazdı. Azerbaycan halk edebiyatını inceledi. Dilden dile dolaşan öyküleri derleyerek Azeri Türkçesi ve Farsça olarak yeniden kaleme aldı. Azerbaycan’ın halk folkloru üzerinde ilgi ile durdu. İran’ın eğitim sistemini tespit etti ve çözüm yolları üretti. İran, Fars ve Azerbaycan kültürü üzerinde incelemeler yaptı. Masalları derledi bunun yanında çocuk öyküleri yazdı. Çocuk öyküleri olarak görülen bu eserler bazı kesimlerce öğüt dolu, adaleti ve eşitliği sorgulayan eserlerdi. Zamanın Şah yönetimine karşıydı. Bunun için hikâye ve masallar yazarak başkaldırdı. İdealist bir öğretmen olan Samed Bahrengi eleştirilerin odağında ka ldı. Eserleri onlarca dile çevrilmiştir. Dönemin ünlü dergi ve gazetelerinde çıkan yazılarında birçok takma isim kullandı. Adine isimli haftalık bir gazete çıkardı ve dönemin baskıcı işleyişi yüzünden varlığını sürdüremedi. Samed Bahrengi 1968 yılında daha 29 yaşında iken Aras nehrinde yüzerken bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. En ünlü eseri "KÜÇÜK KARA BALIK"ı tam metin okumak isterseniz lütfen RESME TIKLAYIN.
- Ortadoğu'nun Balzac'ı; Necib Mahfuz
Necib Mahfuz Abdülaziz İbrahim Ahmed El-Başa * 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazardır * (d. 11 Aralık 1911 - ö. 30 Ağustos 2006). * Nobel Ödülü kazanan ilk Müslüman ve tek Arap yazardır. "Ortadoğu'nun Balzac'ı" olarak tanınır. Hayatı Mahfuz, Kahire'nin Cemaliye bölgesinde 6 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir tüccarın oğlu olan Mahfuz, adını kendisini doğurtan Profesör Necib Paşa Mahfuz'dan aldı. 70 yıllık kariyeri boyunca 34 roman, 350 küsur kısa hikâye yayımladı. Kitaplarının çoğunda, hayatının tamamını geçirdiği ve Nobel ödülünü almak için bile ayrılmadığı Kahire'nin tarihi mahallelerindeki yaşamı; modern ve geleneksel yaşam arasında denge kurmaya çalışan sıradan insanları anlattı. Pek çok kitabı Arap filmlerine konu oldu. Edebiyata olan ilgisi, 1920'lerde Mustafa Lutfi el-Manfuluti'nin makale ve şiirlerini okumasıyla başlamıştı. Abbas Mahmud el-Akkad, Taha Hüseyin, İbrahim el-Mazinî, M. Hüseyin Heykel, ilk dönemde kendilerinden en çok etkilendiği yazarlar arasındadır. Yazı hayatına, 1928'de Selame Musa'nın çıkardığı el-Mecelle el-Cedide dergisinde yayımladığı değini yazıları ve öykülerle başladı. Kahire Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gören Mahfuz'un ilk romanı Abes el-Akdar 1939'da yayımlandı. 1941 senesinde yazımına başladığı Hân el-Hâlîlî adlı romanını 1946 senesinde yayınlamıştır. Romanda karakter şekillendirirken Sigmund Freud'un psikanalitik kuramlarından yararlanmıştır. Bu eserinde sembolizme de rastlanmaktadır. 1957'de yazdığı Kahire Üçlemesi ile Arap Edebiyatı'nın tanınmış bir ismi oldu. Bu üçlemede Kahire'de yaşayan bir ailenin üç kuşağının I. Dünya Savaşı ve 1952'deki Nasır darbesine kadar olan dönemde yaşadıklarını ve Mısır toplumunu değişimini anlattı. Değişik kurumlarda çalışan Mahfuz, en son Kültür Bakanlığında müsteşar olarak görev yaptı. 1971'de söz konusu görevinden emekli olmasından sonra, el-Ahram gazetesinde yazar olarak çalışmıştır. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'a İsrail ile yaptığı barış antlaşmasında verdiği açık destekten ötürü birçok Arap ülkesinde kitapları yasaklandı. 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıktan sonra bu yasaklar kalktı. 1989 yılında Mısırlı köktendinci Ömer Abdülrahman tarafından hakkında ölüm fetvası çıkartılan Mahfuz, 1994 yılında Kahire'deki evinin önünde bıçaklı saldırıya uğradı. Saldırıdan yaralı kurtulan Mahfuz, sağ kolundaki sinirler zedelendiği için yazmakta büyük güçlük çekmeye başladıysa da ilerleyen yaşına rağmen edebiyattan kopmadı ve kısa hikâyeler yazmaya devam etti. 2006 Temmuz'unda düşerek kafasından yaralandı. 30 Ağustos 2006 günü Kahire'de 95 yaşında öldü. Mahfuz ülser, böbrek ve kalp rahatsızlıklarından muzdaripti. 31 Ağustos 2006 günü Kahire'de devlet töreniyle defnedildi. Eserleri Mısru'l-Kadîme (1932) مصر القديمة Hemsu'l-Cunûn (1938)همس الجنون Abesu'l-Akdâr (1939) عبث الأقدار Râdûbîs (1943) رادوبيس Kifâh Tîbe (1944) كفاح طيبة el-Kâhiretu'l-Cedîde (1945) القاهرة الجديدة (Yeni Kahire, Savrulan Kahire adıyla Türkçeye çevrildi. Ayrıca, Kahire-30 adıyla Mısır'da sinemaya uyarlandı.) Hân el-Hâlîlî (1946) خان الخليلى Zukâku'l-Midak (1947) زقاق المدق (Midak Sokağı) es-Serâb (1948) السراب Bidâye ve Nihâye (1950) بداية ونهاية es-Sulâsiyye (1956-57) الثلاثية Kahire Üçlemesi Beyne'l-Kasreyn (1956) بين القصرين Saray Gezisi (Kahire Üçlemesi 1) Kasru'ş-Şevk (1957) قصر الشوق Şevk Sarayı (Kahire Üçlemesi 2) es-Sukeriyye (1957) السكرية Şeker Sokağı (Kahire Üçlemesi 3) Evlâdu Hâratinâ (1959) أولاد حارتنا Cebelavi Sokağı'nın Çocukları The Thief and the Dogs (1961) اللص والكلاب (Hırsız ve Köpekler) Quail and Autumn (1962) السمان والخريف (Bıldırcın ve Sonbahar) God's World (1962) دنيا الله Zaabalawi (1963) The Search (1964) الطريق (Arayış) The Beggar (1965) الشحاذ (Dilenci) Adrift on the Nile (1966) ثرثرة فوق النيل Miramar (1967) ميرامار (Miramar) The Pub of the Black Cat (1969) خمارة القط الأسود A story without a beginning or an ending (1971)حكاية بلا بداية ولا نهاية The Honeymoon (1971) شهر العسل Mirrors (1972) المرايا (Aynalar) Love under the rain (1973) الحب تحت المطر The Crime (1973) الجريمة al-Karnak (1974) الكرنك Respected Sir (1975) حضرة المحترم The Harafish (1977) ملحمة الحرافيش Love above the Pyramid Plateau (1979) الحب فوق هضبة الهرم The Devil Preaches (1979) الشيطان يعظ Love and the Veil (1980) عصر الحب Arabian Nights and Days (1981) ليالى ألف ليلة (Binbirinci Geceden Sonra) Wedding Song (1981) أفراح القبة (Düğün Evi) One hour remains (1982) الباقي من الزمن ساعة The Journey of Ibn Fattouma (1983) رحلة إبن فطومة Akhenaten, Dweller in Truth (1985) العائش فى الحقيقة The Day the Leader was Killed (1985) يوم مقتل الزعيم Başkanın Öldürüldüğü Gün Fountain and Tomb (1988) Echoes of an Autobiography (1994) Dreams of the Rehabilitation Period (2004) أحلام فترة النقاهة The Seventh Heaven (2005)
- Kız Böceği
Theophile Gautier * Çölde ya da ırmak kıyısında Süpürge otlarının üzerinde Çiy; Yabangüllerinin dikenleri üzerinde, Ulu ağaçların gölgelerinde, Çitlerin üzerinde, Keçiyolunun kıyıcığında büyüyen. Küçük Marguerite’in düşünde, Eğilen alnının üzerinde, Yeşil dalgalı, Çavdar tarlalarının üzerinde, Yaz yelinin kanatlarında heveslenen. Menevişli ovalara eğilmiş tepelerde, Çayırların çimenlerin üzerinde, Fundalıklarda, Koca karaağacın üzerinde, Yalnızlığında büyüyen. Gönül eğliyor kızböceği; Göğün kıyısında, Puslu havayı dağıtan günışığında, Parlıyor Shakespeare’in Fırtına’sında Ariel’in bakışı gibi. (…) İşte kızböceğinin engin ülkesi, Keyfince hüküm sürdüğü; Hevesleri halleri, Günışığında sedeflenen. Kendi küçük ailesinde, Hangi kız, Yirmi kez isterse onu düşünde, Kızböceği gibi olur, Kızböceği gibi özgür Ve erden. * Theophile Gautier Théophile Gautier, 19. yüzyıl Fransız edebiyatının önemli şair, romancı ve eleştirmenlerinden biridir. Romantizmden "sanat için sanat" anlayışına geçişi temsil eder ve Parnasyanizm akımının kurucusu olarak kabul edilir. Eserlerinde sanat ve güzellik temalarını öne çıkarır, şiirlerini resimlerden esinlenerek yazmıştır . İspanya ve Yunanistan seyahatleri, edebi üslubunu derinden etkilemiştir. Giselle balesinin librettosunu yazmış, edebiyat ve sanat eleştirisiyle dönemin önemli dergilerinde etkili olmuştur. Charles Baudelaire gibi sembolist şairler üzerinde derin izler bırakmıştır.
- Sen Yoksun
Şevket Terzi * işte yine oldu akşam sen yoksun ya yine başladım kendimle konuşmaya ne mutfaktan bir ses ne odalardan ben yalnız adam kâğıtsız, kalemsiz başladım yine seni yalnızlığıma çizmeye ilk günler sonrakiler ve şimdi sisli bir gökyüzü gibi işte yine oldu akşam ben yine kendime koşuyorum yaşamak zor sen yoksan
- Şimdi Orada Bir Başkomutan ve Askerlerinin Heykelinin Gölgesinde Tutsak Düşmüş Dev Bir Ulusun Kanıyla Hakettiği Özgürlük Beratı Var!
Aycan AYTORE * MEÇHUL ASKER ANITI Dumlupınar'daki Meçhul Asker Anıtı, Türk Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi'nin son savaşı olan Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın ardından, iki yıl sonra 30 Ağustos 1924 tarihinde temeli atılmış ve 30 Ağustos 1929 tarihinde ziyarete açılmıştır. 30 Ağustos 1924'te "Meçhul Asker" anıtının açılışında ATATÜRK ve EŞİ LATİFE HANIM Anıtın Teması: Mustafa Kemal Paşa'nın katılımıyla oluşturulan tema, şehit askerlerin anısını yaşatmayı amaçlar: Savaş alanında toprağa karışmış bir şehit tek eliyle sancağı tutmaktadır. Anıtın, minnettar olduğumuz askerlerimizin hepsini temsilen "meçhul asker" olarak anılmasını ister. Proje hazırlanmış ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin ikinci yıl dönümünde, Dumlupınar, Zafertepe, Çalköy'de yapılacak törenle temelinin atılması kararlaştırılmıştır. 30 Ağustos 1924'te, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, eşi Latfe Hanım ve Genelkurmay Başkanı Kazım Paşa'nın (Karabekir) katılımıyla anıtın temeli atılır. Anıtın açılışında konuşan Atatürk önce KURTULUŞ SAVAŞINA ve BAŞKOMUTAN OLUŞUNA değinir: “Beni milletim, Türk milleti, güvenine layık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu” der. DUMLUPINAR Çalköy’e (1922 Ağustos) gelebilmek için yalnız Sakarya’dan (1921 Ağustos) başlayarak harcanan zamanın tam bir yıl olduğuna ama bu sürenin çok görülmemesi gerektiğine işaret eder. “Meydan savaşı… iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin bütün varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle … çarpıştığı bir sınav sahasıdır. (…) Yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddi ve manevi varlığı ile yenilmiş olur." ... "Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti'nin temeli burada atıldı. Ebedi hayatı burada taçlandırıldı, bu sahada, bu semada dolaşan şehit ruhları devletimizin ebedi muhafızlarıdır. Burada temelini attığımız Şehit Asker Anıtı işte o ruhları, o ruhlarla beraber Gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil etmektedir. Bu Anıt Türk Vatanına göz dikenlere Türk'ün 30'Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır," diyecektir. Mimar Hikmet ve Taşçı Kadri tarafından yapımı üstlenilen anıt 1927'de törenle açılır. Ne var ki ANITın hikayesi burda bitmez. 1964'te sözde yerine yeni bir anıt yaptırmak için ATATÜRK'ün yaptırdığı anıt yıkılır ne var ki aradan 15 yıl geçtiği halde yerine yeni bir anıt yapılmaz. Aslının söküm sırasında bir çok orjinal parçası kaybolan anıt depoda çürümeye terk edilir. 1979 yılında Tümgeneral Ali Özveren tarafından üst makamlardan alınan izinle depodan çıkartılıp onarılan anıt, bu kez Berberçamı Tepesi’ne yerleştirilmiş ve 30 Ağustos 1979’da tekrar ziyarete açılmıştı. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı tarzında tasarlanmış ve inşa edilmiş olan anıtın bronz olan bayrağı orijinal halinin aksine sonradan boyanmıştır. Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı olarak da bilinen anıt, Kütahya'nın Altıntaş ilçesine bağlı Zafertepe Çalköy yakınlarında yer almaktadır. BÜYÜK TAARUZ ANITI AFYON, Sinanpaşa'da Şehitlik Büyük Taarruz Şehitliği, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun Yunan kuvvetlerine karşı başlattığı Büyük Taarruz sırasında şehit düşen 275 subay ve 2150 erin anısına inşa edilmiş bir şehitliktir. Şehitlikteki mezar taşları temsilidir. Toplamda 500 kişinin mezarı vardır. Mezar taşlarının üzerinde ölen kişilerin ismi, nereli oldukları, doğum tarihi ve ölüm yaşları yazmaktadır. Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün anıtı Şehitlik içerisinde Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk isimli Atatürk'ün Kocatepe'deki bir anını simgeleyen anıt bulunur. Anıtta heykeltıraş Tankut Öktem tarafından yapılan bir heykel vardır. Heykelin alt kısmındaki mermerde savaşa katılan birliklerin ve komutanların isimleri ve Atatürk'ün sözlerinden alıntılar yer alır. Heykelin iki yanında şehitleri simgeleyen kabartma bulunmaktadır.
- Her Yönüyle 30 Ağustos Zaferi
Her Yönüyle 30 Ağustos * AYCAN AYTORE * 1. 2025'te Zafer Bayramının Kaçıncı Yılı Atatürk'ün bizzat yönettiği Dumlupınar ya da Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla anılan, 26 Ağustos 1922’de başlayan 30 Ağustos 1922 gününe kadar beş gün beş gece devam eden Büyük Taarruz, 9 Eylülde düşmanın İzmir'den denize dökülmesi ve Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. 2023'de Zafer Bayramı'nın 103. yılı kutlanacak. 2. Anlamı ve Önemi Planlaması bizzat Atatürk tarafından yapılan bu büyük harekatın ayrıntılarından Ata'nın çok yakınları dahil kimsenin haberi yoktur. Atatürk'ün başkomutan olarak yer alacağı özgürlük mücadelesinin sonucunda, işgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk kez 1924 yılında Afyon'da Başkumandan Zaferi adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye'de 1926'dan beri Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır. Hava Kuvvetlerinin ülke savunmasında önemli bir yeri olduğunun kanıtlandığı bu savaş nedeniyle, Tayyare Cemiyeti de 30 Ağustos tarihini "Tayyare Bayramı" olarak adlandırmıştır. 3. 30 Ağustos Zaferi Hazırlık Taarruzun planlaması büyük bir gizlilik ve titizlik içinde yapılmıştır. Taarruzun zamanından Gazi Mustafa Kemal Paşa ve yanındaki bir iki yakın mesai arkadaşından başka kimse haberdar olmamıştır. Büyük Taarruz öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden dördüncü defa olmak üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutan unvanı verilmiştir. 30 Ağustos’ta Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanan Büyük Taarruz ve sonunda elde edilen zafer gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gerek basında, gerekse halk arasında büyük sevinçle karşılanmış, orduya ve ordunun Başkomutanına başarılarından dolayı tebrik telgrafları gelmiştir. 4. İlk Kutlama Zaferden iki yıl sonra 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Büyük Zafer’in Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da katıldığı bir törenle hem zafer kutlanmış hem de şehitler anılmıştır. Çal köyünde gerçekleşen ilk törende Atatürk, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve Meçhul Asker Abidesi 'nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber atmıştır. Bu törenden iki yıl sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir kanun çıkarılarak 30 Ağustos’un ordunun bayramı olduğu belirlenmiştir. 5. 30 Ağustos Öncesi Durum 1 Yıl önce gene Ağustos ayında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra kamuoyunda ve TBMM’de taarruz için sabırsızlıklar baş göstermiştir. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisinin -gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara “ Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür. ” diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlamıştır. 6. Zirve Savaşı 1922 yılının haziran ayı ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştır. Asıl amaç; yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktır. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutan Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son safhasını ve zirvesini teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşımıştır. 7. Yunan Konuşlanması Batı Anadolu’yu Türk ordusuna karşı savunmayı planlayan Yunan ordusu; Gemlik Körfezi’nden Bilecik, Eskişehir ve Afyon doğusu ile Menderes Nehri’ni takiben Ege Denizi’ne dayanan savunma hattını bir yıla yakın bir süre ile tahkim etmiştir. Özellikle Eskişehir ve Afyon bölgeleri gerek tahkimat gerekse birlik miktarı bakımından daha kuvvetli tutulmuş, hatta Afyon’un güneybatısındaki bölge birbiri gerisinde beş savunma hattı şeklinde tertiplenmiştir. 8. Taarruz Planı Hazırlanan Türk taarruz planına göre 1’inci Ordu kuvvetleri, Afyon’un güneybatısından kuzeye doğru taarruza geçtiğinde Afyon’un doğusu ve kuzeyinde bulunan 2’nci Ordu kuvvetleri de taarruzla kesin sonuç almak istediğimiz 1’inci Ordu bölgesine düşmanın kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. Süvari Kolordusu da Ahır Dağları’ndan aşarak düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek düşmanın İzmir’le telgraf ve demir yolu irtibatını kesecektir. Baskın prensibi ile Yunan ordusunun imhasının gerçekleşmesi düşünülmüştür. 9. İki Ordu İki ordunun insan ve tüfek yönünden aşağı yukarı birbirine denk olmasına karşın makineli tüfek, top, uçak ve özellikle motorlu araçlar yönünden üstünlük Yunan ordusundaydı. Yalnız süvari (kılıç) olarak Türk ordusu üstünlüğe sahipti. Bir taarruz ve özellikle de takip harekâtında tank ve motorlu araçların bulunmadığı o zamanki savaşlarda, süvarinin oynayacağı rolün çok önemli olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos 1922’de Ankara’dan Akşehir’e giderek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini vermiştir. 10. Büyük Taarruz Piyadeler, sabah 06.00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe’yi ele geçirmiştir. Bundan sonra saat 09.00’da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlenmiştir. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1’inci Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar on beş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirmiştir. 5’inci Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunmuş, 2’nci Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürmüştür. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçmiş, bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirilmiştir. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuş, Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyon’a taşınmıştır. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri başarılı geçen taarruz harekâtı, düşmanın 5’inci Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlanmıştır. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli bulmuşlardır. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar almışlar ve karar süratli ve düzenli bir şekilde uygulanmıştır. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Esir düşen Yunan üst düzey askeri erkan- Büyük Tarruz’un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir. 11. “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” 30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe’den idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmiştir. Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edilmiş, kalan bölümü ise üç grup halinde çekilmiştir. Bu durum karşısında Çalköy’de yıkık bir evin avlusu içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu takip etmesi için Türk ordusuna o tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermiştir. Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edilmiş; 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur. 12. Şimdi Orda Bir Anıt, Şehitlik ve Bir Ulusun Özgürlük Beratı Var İLGİLİ YAZIYI OKUMAK İSTERSENİZ RESME TIKLAYIN * 30.08.2024
- 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun
Bayramınız Kutlu Olsun! * Atatürk'ün bizzat yönettiği Dumlupınar ya da Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla anılan, 26 Ağustos 1922’de başlayan 30 Ağustos 1922 gününe kadar beş gün beş gece devam eden Büyük Taarruz, 9 Eylülde düşmanın İzmir'den denize dökülmesi ve Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Planlaması bizzat Atatürk tarafından yapılan bu büyük harekatın ayrıntılarından Ata'nın çok yakınları dahil kimsenin haberi yoktur. Atatürk'ün başkomutan olarak yer alacağı özgürlük mücadelesinin sonucunda, işgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk kez 1924 yılında Afyon'da Başkumandan Zaferi adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye'de 1926'dan beri Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır. Hava Kuvvetlerinin ülke savunmasında önemli bir yeri olduğunun kanıtlandığı bu savaş nedeniyle, Tayyare Cemiyeti de 30 Ağustos tarihini "Tayyare Bayramı" olarak adlandırmıştır. İlk Kutlama Zaferden iki yıl sonra 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Büyük Zafer’in Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da katıldığı bir törenle hem zafer kutlanmış hem de şehitler anılmıştır. Çal köyünde gerçekleşen ilk törende Atatürk, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve Meçhul Asker Abidesi 'nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber atmıştır. Bu törenden iki yıl sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir kanun çıkarılarak 30 Ağustos’un ordunun bayramı olduğu belirlenmiştir.
- TATİL KÜLTÜRÜ
Zeki Sarıhan * Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanıp Cuma günleri camilerde okunan hutbeler, toplumun bir kesimi tarafından laikliğe aykırı görülerek eleştiriliyor. Bir önceki haftanın konusu kadın giyimi, geçen haftanınki ise tatil kültürü üzerindeydi. Ancak bu hutbeler, sosyolojik açıdan da yorumlanmaya muhtaçtır. Diyanet, tatil ve tatile gitme kültürünü doğrudan eleştirmiyor. Yatlarını Bodrum kıyılarına demirlemiş ihale vurguncusu, görgüsüz, burjuvazinin en kalantor ve görgüsüz kesimlerin yaptıkları lüks harcamalara yükleniyor. Cami cemaatinin bu sözlere karşı çıkması beklenemez. Cami hem bir tartışma yeri değildir hem de bu sözler cemaatin itiraz edecekleri şeyler değildir. Bu vesile ile Diyanetin hitap ettiği ve duygularını dile getirdiği sınıf üzerinde durmak yerinde olur. Diyanet, denebilir ki Türkiye kırsalına, yoksullarına ve onların kültürlerine hitap ediyor. Bu, garip bir sınıf mücadelesidir. Sınıfların ortadan kaldırılmasını hedeflemiyor, değil, bir üst sınıfın kendisini geride bırakmasına laf ediyor. Çünkü İslamiyet, sınıflı bir topluma inmiştir ve sınıfların varlığını doğal bulur. TATİL DE NEREDEN ÇIKTI? Türkiye halkının geleneksel kültüründe tatil diye bir kavram yoktur. Tarım ve hayvancılığa dayanan bir yaşam biçiminde işe belirli bir süre ara verilmesini gerektiren yağmur, kar, aşırı soğuk gibi hava koşullarıdır. Yaylacılık, tatil amacıyla değil, hayvanlara yeni otlaklar bulmak, orada bazı kış hazırlıklarını yapmak içindir. Kentlere yerleşmiş Türklerin de en zenginlerinin deniz kıyısında yazlık bir yalısı bulunurdu. Bugün İstanbul Boğazı kıyılarındaki köşkler, Osmanlının son dönemlerinde yazlık ihtiyacı için kullanılan yapılardı. Yüksek üst sınıflara mensup olmayan kadınların ise bir dakikaları boş geçmez. Birbirlerine oturmaya gidecekleri zaman da ellerine “iş”lerini alıp giderler. Yazın tamamını veya bir kısmını deniz kıyısında bir yazlıkta geçirmek ve orada denize girmek âdeti Batılılaşma tarihimizin bir parçasıdır. Buralarda yazlık sahibi olma, orta sınıfların bir geleneği hâline gelmiştir. İstanbul’un batısında Marmara kıyılarından başlayarak Tekirdağ, Çanakkale, Balıkesir (Kuzey ve Batı kıyıları), İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, Mersin, Adana ve Hatay’ın deniz kıyıları yazlıklarla dolmuştur ve Haziran-Eylül ayları içinde buralarda birkaç milyon insan tatil yapmaktadır. Tatilcilerin işlerini görmek, ihtiyaçlarını karşılamak için de yüzbinlerce esnaf ve işçi de bundan ekmek kazanıyor. TÜRK KÜLTÜRÜNDE HIZLI DEĞİŞİM 1967’de bir aylık maaşımı cebime koyup çıktığım bir Batı Anadolu gezimde yolum Bodrum’un Türk Bükü köyüne düşmüştü. Burası 30-40 haneli bir ege köyü idi. Tek bir yabancı yoktu. Bugün Türkbükü İstanbul Zenginleri tarafından istila edilmiştir. Tek bir köylü orada kalmamıştır. Side’de antik tiyatrodan başka tek bir yapı yoktu. Ören, yalnızca bir Milas köyü idi. Tatillerde geziye çıkanlar da nadirdi. Öyle ki yalnız beş köyü bulunan Kuşadası’nın İlköğretim müdürlüğü beni, ilkokulun bir odasında müfettişler için ayrılmış misafirhanesinde yatırmıştı. Ertesi gün Milet harabelerinin yanındaki köyün öğretmeninde konuk edilmiş, Apollon tapınağının gölgesinde tek bir yapının bulunmadığı kumsalda denize girmiştik. Demek ki, benim yaşadığım bu olayı esas alırsak Türkiye’de yaygın yazlıkçılığın tarihi 50-60 yıldan fazla değildir. İstanbullular daha çok Bodrum ve Çeşme’yi tercih ederken Ankara, Batı illeri halkı Ege kıyılarına yığılıyor. Bizim çekirdek aile de 1992’den beri, Ayvalık’ta benim dışımda gelişen bir iradeyle bir yazlık sahibiyiz. Ağustos ayında burada bir ayımızı geçiriyoruz. Bu bakımdan Diyanet’in hutbesi beni de ilgilendiriyor, ancak onun eleştirilerini üzerime almam gerekmiyor. Ben burada Ankara’da yaptığım okuma-yazma çalışmalarıma devam ediyor, zaman zaman da bir saat kadar denize girip bedenimi güneş ve tuzlu suya emanet ediyorum. Bir an önce Ankara’ya dönüp kısa bir süreliğine de olsa köyümü ziyaret edebilmem için Ağustos’un sonunu iple çektiğimi itiraf edeyim. İÇİMDEKİ UKTE Türkiye’deki herkesin yazlıkçıların imkânlarına sahip olmalarını, buralarda hiç değilse birkaç hafta tatil yapmalarını istediğim için, bunun olmayışından sanki bir suçluluk duygusu içindeyim. Ne var ki, köylülere bu imkân sağlansa bile buralara gelmeyeceklerini de biliyorum. Onlar daha çok kışın oturabilecekleri “şehir kenarından” bir ev edinme isteği içindeler. Doğal gazla ısınacaklar, çocuk ve torunları yakındaki okula gidecek, doktor “ayaklarının altında” olacak. Köyümdeki hiç ummadığım ailelerinin birikimlerini şehirde bir ev edinerek değerlendirdiklerini gördükçe seviniyorum. Üçüncü bir ev alma imkânına kavuşurlarsa bunun bir yazlık olmayacağını çok iyi biliyorum. Dolayısıyla yazlıkçılık bir maddi imkân temelliyse de aynı zamanda bir yaşam biçimi, bir kültür olayıdır. Ancak, onların çocukları ve torunları da çok geçmeden deniz kıyılarında tatilcilik yapmak isteyecekler ve bu imkâna sahip olacaklardır. Kıyılarda yeni yazlıklar için hâlâ yer vardır. Dolayısıyla Diyanetin Cuma hutbesi, görünüşte tatil adına lüks harcamalara, gerçekte ise Batıdan gelmiş bu yeni kültüre çatan bir yaşam anlayışının ifadesidir. (25 Ağustos 2025)

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























