SEVDALIM ŞİİR
top of page

Sevdalım Şiir


Küçük bir kız çocuğu; uzun yıllar önce kurak, sarı sıcak topraklarda gözlerini açar dünyaya. Çok da iyi hatırlayamadığı bu toprakların özlemini çeker hep yıllar boyu. Çocukluk yıllarından elinde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç yanık hatıra; bir baston, minik bir yavru kedi, kırmızı bir oyuncak araba, bitmez tükenmez tünellerde yol alan bir kara tren ve düşler içinden gülümseyen simalar... Sonra sisler arasından güneşle birlikte doğan bir şehir, bir dünya güzeli; İSTANBUL…


İstanbul'la başlayan tutku, sevda, hatta bir kara sevda... Okumak, okumak hep okumak, ne olursa olsun okumak... Minik hikayelerle başlar ilk okumalar, sonra romanlar şiirler, şiirler, şiirler... Ders kitaplarındaki tüm şiirleri farkında olmadan ezberler, bu yüzden daha ilkokuldayken bayramlarda ona okuturlar hep şiirleri, o minicik boyuyla haykırır:

"Bu vatan, toprağın kara bağrında

Sıradağlar gibi duranlarındır…”


Zaman geçer, genç kızlığa doğru ilk adımlarını atar, artık duygusal şiirleri daha çok sevmeye başlar;

"Yeşil pencerenden bir gül at bana

Işıklarla dolsun kalbimin içi

Geldim işte mevsim gibi kapına

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.”


Sonra lise yılları, heyecan ve korkuyla beklediği edebiyat dersleri. Okuduğu her bir şiir mıh gibi yüreğine saplanırken, kompozisyon dersleri kâbusu olur. Yazmaktan korkar hep; sınavlarda arkadaşlarından medet umar, bir iki cümle de ona söylesinler diye. Ama şiirleri hiç unutmaz, her fırsatta tekrarlar durur; divan edebiyatıymış, halk edebiyatıymış hiç fark etmez. Bir gün;

"Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı" diye dolanırken; ertesi gün

"Yeşil başlı gövel ördek

Uçar gider göle karşı…” diye gezinir durur.


Rüyalarını doldurur şiirler:

"Bu akşam bilmediğim bir âlem içindeyim

Ya rüyada bir seyyah, ya semavi Çin'deyim…"


Edebiyat dersleri yetmez şiirlere, milli güvenlik derslerinde, ders hocası yakışıklı teğmen de şiirler okur onlara:

"Şeytan dağında bir mağarada

Yaşayan büyücü bir kadın varmış

Aşka inanmayan taş kalplileri

Büyüler büyüler de kara sevdalı yaparmış...”


Kavak yelleri eser başında, şiir defterleri tutar; ilk sayfaya da "Annabel Lee'yi yazar özlemle ve hicranla...

“Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz

İsmi; Annabel Lee…”

ya da Ahmet Arif dizeleri ile doldurur defterlerinin sayfalarını gizli gözyaşları akıtırken:

Seni anlatabilsem seni

Yokluğun, cehennemin öbür adıdır

Üşüyorum, kapama gözlerini...”


Zaman bir "rüzgâr gibi geçer" adeta, üniversite yılları başlar... Kader onu hiç de farkında olmadan Edebiyat Fakültesinin sıralarına savurur.

"Alp Er Tunga öldi mü/Issız ajun kaldı mu” diye başlayan şiirler; "Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" diye Mevlânâ'nın Mesnevi'si ile devam eder. Fuzûliler, Nedimler, Nâbiler… Daha sonra Namık Kemaller, Tevfik Fikretler, Yahya Kemaller ve nicelerinin dizeleri.


Hepsi bir oya gibi işlenir zihninin ve yüreğinin bir köşesine, günü geldiğinde kullanmak üzere kitler onları yüreğinin sandığına. Arkadaşlarıyla oyun gibi dizeler yazarlar birbirlerine yarışırcasına, atışırcasına. Kimi zaman romantik satırlar bir kitabın ilk sayfasında bir hediye gibi gelirken, kimi zaman da bir mektubun içine saklanır bir sırmışçasına...


Sonra öğretmenlik yılları... Öğrencilere güzel şiirler öğretme çabaları, şiir günleri, şiir dinletileri... Ve gurbet günleri, İstanbul'a hasret günler. Şiirler, şarkılarla dindirir hasretini gurbette: "Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul"u okur Bolaman tepelerinde, "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" derken hırçın Karadeniz'in kıyılarında, o masmavi Marmara'yı düşler hep.


Derken evlilik ve Karadeniz'den Akdeniz'e yolculuk... Bir Antalya sevdalısını çıkarır kader karşısına, yasemin kokulu, portakal çiçeği kokulu şiirler yazan bir eş. Kendisine;

"Hayatında kara günün olmasın

Ümitlerin açılmadan solmasın

Yüzün gülsün, gözün yaşla dolmasın

Bahtın açık ufkun aydınlık olsun" diye şiirler yazan bir eş...


Nisan tutkunu bir şair, yazar da yazar... Sonra da yazmalara doyamadan göçer gider bir başka sevdalısı olduğu şehirde, İstanbul'da. Ardından hep şu şiir dökülür sevdiklerinin dudaklarından:

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.


Yıllar geçer, bir gün bir gazete yazısından yola çıkarak çocukluğunda, o kırmızı oyuncak arabada yanına oturup Mardin sokaklarında gezdiği minik arkadaşının o ünlü şair Murathan Mungan olduğunu öğrenir.

“Örselenmiş bir çocukluk

İşte benim bütün hikâyem

Kaç sevda geçse de yüreğimden

Bu yıkıntıları onaramazsın…”


Yıllardır severek okuduğu dizeler bir başka tat verir artık kendisine. Ve daha daha niceleri... Bu denli şanslıyken, bu kadar çok şiirle sarmalanmışken nasıl şiir sevdalısı olmasın ki insan...


71 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page