
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- Rock Müzik Tarihinin En Büyük Gitaristi
JİMİ HENDRİX * Jimi Hendrix Doğum Tarihi: 27 Kasım 1942 Ölüm Tarihi: 18 Eylül 1970 Nereli: Seattle, A.B.D. Meslek: Müzisyen Rock müzik tarihinin en büyük gitaristi olarak gösterilen Amerika’lı gitarist, şarkıcı, söz yazarı ve bir kuşağın simgesi olmuş olan ikon. Monterey Pop Festivali ve bir kuşağı derinden etkilemiş olan efsanevi Woodstock Festivali’nin headlineı olan Hendrix, 2003 yılında Rock müzik dergisi Rolling Stone tarafından tüm zamanların en iyi gitaristi seçilmiştir. Jimi Hendrix, 27 Kasım 1942 tarihinde, Seattle, A.B.D.’de dünyaya geldi. Doğum adı Johnny Allen Hendrix olan müzisyen, boşanmış bir anne babanın beş çocuğunun en küçüğü olarak annesiyle beraber büyüdü. 16 yaşındayken annesini de kaybeden Hendrix’i dünyaya bağlayan tek nesne, sahip olduğu gitarıydı. İlk klasik gitarını 14 yaşındayken edinen Hendrix, elektro gitarla ise babası Al Hendrix sayesinde tanıştı. Babasının satın aldığı ikinci el Supro Ozark marka bu gitarı kendi kendisine çalarak öğrenen başarılı müzisyen, gençlik yıllarında kendisine idol olarak Elvis Presley ve Chuck Berry gibi rock& blues gitaristlerini alıyordu. Washington Ortaokulu’ndan mezun olmasının ardından Garfiled Lisesi’ne kayıt olan Hendrix, bu okulu öğrencilerin ırkçı davranışları ve de müziğe verdiği büyük önem yüzünden yarıda bırakarak müzisyenlik yolundaki kariyerine devam etti. İlk olarak yerel barlar ve kafelerde arkadaşları ile beraber yaptığı gösterilerle müzik hayatına başlayan Hendrix, daha sonra ise The Velvetones, Rocking Kings gibi yerel ölçüde tanınmış gruplarda yer aldı. 1960 yılında araba hırsızlığı suçundan başı polisle derde girince kurtuluş yolu olarak Amerikan Ordusu’na yazılan Hendrix, burada sorunlu davranışları ve de nöbette sürekli uyuması nedeniyle komutanları ile başını belaya soktu ve de 31 Mayıs 1962 tarihinde ordudan ayrıldı. Orduda görev yaptığı yıllarda tanıştığı bas gitarist Billy Cox ile beraber Tennessee’ye taşınan Hendrix, burada Cox ile beraber The Casuals adlı grubu kurdu. Zaman içerisinde King Kasualsadını alan grup, yerel müzik piyasasında kendisine başarılı bir yer edinmeyi başardı. 1964–1965 yılları arasında Little Richard ile beraber stüdyolara giren ve konserlere çıkan Hendrix, daha sonra bu dönemi “Benim bütün istediğim Little Richard’ın sesiyle yaptığı şeyleri gitarımla yapabilmekti” şeklinde tanımladı. 1966 yılında eski Animals menejeri Michael Jeffery ile tanışan Hendrix, onun yönlendirmesi ile beraber The Jimi Hendrix Experience adını taşıyan kendi grubunu kurdu. Grubuyla beraber yayınladığı Purple Haze adlı şarkının kısa sürede Avrulpa’da yayılmasıyla beraber ünlü olan Hendrix, ilk albümü Are You Experienced’in çalışmalarına başladı. İlk Jimi Hendrix albümü olan Are You Experienced, 12 Mayıs 1967 tarihinde, İngiltere’de yayınlandı ve aldıığı olumlu tepkiler sayesinde kısa süre içersinde Kanada ve A.B.D.’de de satılmaya başlandı. The Beatles’ın efsanevi albümü Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band’in ardından İngiliz müzik listelerinde uzun süre boyunda ikinci sırada yer alan albümün tanıtım turnesi, A.B.D., Kanada ve Avrulpa’yı kapsadı. Are You Experienced’ın ardından 1967 yılında Axis; Bold as Love ve 1968 yılında Electric Ladyland’i yayınlayan Hendrix, artık dünyanın en tanınmış elektro gitaristiydi. The Doors’dan Jim Morrison ile beraber sahneye çıkıyor, Blues müziğin kralı B.B. King ile beraber doğaçlama (jam) seansları düzenliyordu. Jimi Hendrix Experience, grup elemanlarının arasındaki bazı anlaşmazlıklar sonucunda 1969 yılında dağıldı. 18 Ağustos 1969 tarihinde düzenlenen ve de 500.000’in üzerinde katılımcıyla o tarihe kadar yapılan en büyük festival olan Woodstock’a headline olarak çıktığında “Jimi Hendrix Experience” olarak taktim edilen Hendrix, grubun dağıldığını izleyicilere hatırlatarak yeni adlarının “Gypsy Sun and Rainbows” olduğunu söyledi. Festivalin son konserinde sahneye çıkan ve izleyicilere hayatları boyunca unutamayacakları iki saatlik bir şov sahneleyen Hendrix, Woodstock’un ardından A.B.D. sahnelerinden bir süre uzak durarak büyük bir Avrupa turuna çıktı. Jimi Hendrix, 18 Eylül 1970 tarihinde, Londra’da kaldığı otel odasında hayata gözlerini yumdu. Aldığı yüksek oranda alkolün kullandığı ilaçlarla tepkimeye girmesi sonucunda hayatını kaybeden Hendrix, kız arkadaşı tarafından ölü bulunmuştu. Naaşı Seattle’a götürülen sanatçı, Greenwood Memorial Park, Renton, Washington’a gömüldü. Albümleri The Jimi Hendrix Experience Are You Experienced (1967), 4x Platin Plak Ödülü Axis: Bold as Love (1967), Platin Plak Ödülü Electric Ladyland (1968), 2x Platin Plak Ödülü Jimi Hendrix/Band of Gypsys Band of Gypsys (1970) [canlı kayıt]
- BEKLEMEK
Niyazi UYAR * Baharı karşılayan serin bir yel, Ardından ince bir yağmur, Hemen peşinden azgın bir lodos, Sonra delicesine yağan yağmur! Taa karşıda kızıl çamların uğultusu, Feryada dönen kuşların cıvıltısı… Ve sel… Aşkı alıp götüren, Mavi sevdayı cinnete çeviren! İşte orada beklemek, Tam da orada, Seni beklemek… Senden gelecek bir ışığı, “Geliyorum” diyen bir muştuyu, Hürriyetimizi, Hürriyetimizin çocuğunu… Bekliyorum, İki yıldır. Ben, Hep aynı yerde, Hâlâ yağmurun altında, Kımıldamadan, Seni bekliyorum… Bekleyeceğim, Bir gün elbet gelirsin diye. Ekim 1981 / Sındırgı
- Yalnız İnsan
Louis Aragon * Yalnız insan merdivendir Hiçbir yere ulaşmayan Sürülür yabancı diye Dayandığı kapılardan Yalnız insan deli rüzgar Ne zevk alır ne haz verir Dokunduğu küldür uçar Sunduğu tozdur silinir Yalnız insan yokki yüzü Yağmur çarpan bir camekan Ve gözünden sızan yaşlar Bir parçadır manzaradan Yalnız insan kayıp mektup Adresimi yanlış nedir Sevgiler der fırlatılır Kimbilir kim tarafından
- Tarık Akan
TAHSİN TARIK ÜREGÜL (d. 13 Ekim 1949, İstanbul – ö. 16 Eylül 2016, İstanbul), Türk oyuncu, yapımcı, senarist ve yazardır. 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği oyunculuk yarışmasına katılarak birinci olan ve 1971'de Solan Bir Yaprak Gibi filmiyle oyunculuk kariyerine başlayan Tarık Akan, bir anda Yeşilçam devrinin en ünlü oyuncularından birisi hâline geldi. Daha sonra 1972'de Suçlu adlı filmde oynayan Akan, bu filmle 1973'te Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldı. Aynı yıl, Yeşilçam'ın en iyi duygusal filmlerinden birisi olarak bilinen Canım Kardeşim filminde Halit Akçatepe ile başrol oynadı. 1974'te Ertem Eğilmez'in yönettiği ve Rıfat Ilgaz'ın aynı adlı eserinden uyarlanan Hababam Sınıfı filminde "Damat Ferit" karakterini canlandırdı ve bu karakterle büyük bir popülerlik elde etti. Ardından Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975) adlı serinin ikinci filminde rol aldı. Film, Akan'ın oynadığı son Hababam Sınıfı ve serinin en çok hasılat yapan filmi oldu. -1975'te oynayacağı Ah Nerede adlı romantik komedi filmiyle büyük başarı elde edecekti.- 1970'li yıllarda oynadığı filmlerle adından sıkça söz ettiren Tarık Akan; boyu, giyinişi ve saç stili ile o yıllara damgasını vurarak Yeşilçam'ın büyük jönleri arasına adını yazdırdı. Yeşilçam'ın "cici çocuğu" olarak bilinen Akan, 1978 yılında gösterime giren Maden filminde Cüneyt Arkın ile beraber başrol oynadı. Bu süreçten sonra 70'li yıllardaki tarzından yavaş yavaş uzaklaşan ve artık bıyıklı ve sakallı olarak toplumsal ve politik filmlere yönelen Akan; 1978 yılında Zeki Ökten ve Yılmaz Güney ortaklığında yapılan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz ile başrolü paylaştığı Sürü filminde oynadı ve bu filmle büyük bir başarı daha yakalayıp toplumsal filmlerdeki maharetini de gösterdi. Sürü filmi daha sonra, 1979'da İsviçre'deki Locarno Uluslararası Film Festivali'nde Altın Leopar Ödülü'nü kazandı. O yıllarda hem düşünsel hem de eylemsel olarak Yılmaz Güney'den etkilenen Tarık Akan, Güney'in yazıp yönettiği filmlerde oynamaya devam etti. Akan, 1981 yılında Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in yönettiği, hikâyesi ve senaryosu Yılmaz Güney'e ait olan Yol filmiyle çok büyük bir başarı daha elde etti ve dünyaya adını duyurdu. Yol filmi 1982 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'nü kazandı ve Akan, "En İyi Erkek Oyuncu" kategorisinde aday oldu. -Tarık Akan'ın oynadığı son film- 1990 yılında başrolünü oynadığı Karartma Geceleri adlı film Yeşilçam'ın klasikleri arasında yer aldı. 1994 yapımı Yolcu filmi, 1995 yapımı Yılmaz Güney: Adana–Paris belgeseli, 2002–03 yapımı Koçum Benim dizisi, 2003 yapımı Vizontele Tuuba ve 2009 yapımı Deli Deli Olma filmi gibi başka önemli yapımlarda da görev aldı. Deli Deli Olma filminde, 1981'deki Altın Palmiyeli Yol filminde beraber rol aldıkları Şerif Sezer ile 28 yıl aranın ardından başrol oynadı. Hayatı Asıl adı, Tahsin Tarık Üregül olan oyuncu 13 Ekim 1949 tarihinde İstanbul'da bir abla ve bir ağabeyden sonra üçüncü çocuk olarak doğmuştur. Akan, bir dönem subay olan babası Yaşar Üregül'ün görevi nedeniyle Erzurum, Dumlu'da yaşamıştır. Babasının tayini üzere Kayseri'ye taşındılar ve Akan ilkokulu orada tamamladı. -1973 Yapımı "Canım Kardeşim" Tarık Akan'ın arayış filmlerinden biri ve en önemlisidir desek yeri. Çünkü sinemada sonradan evrilecek olduğu toplumcu sanatçı rolünden ip uçları taşır ve çok da başarılı olur. - Babasının emekliliği üzerine İstanbul'a tekrar taşındılar ve Bakırköy'e yerleştiler. Bakırköy'e taşındıktan sonra ortaokul ve liseyi burada tamamlamıştır. Lise'yi bitirdikten sonra, Yıldız Teknik Üniversitesi'ne girdi ve burada makine mühendisliği bölümünü okudu. Sinemaya geçmeden önce Bakırköy'deki plajlarda can kurtaranlık yapmaya başladı. Aynı zamanda sokaklarda işportacılık da yapmaya başladı. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde, Makina Mühendisliği okuduktan sonra Gazetecilik Yüksek Okulu'na girdi ve bu okuldan mezun oldu. 1969 yılından sonra, 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği Sinema Artist Yarışması adlı yarışmaya katılarak birinci oldu. Yarışmada birinci olduktan sonra 1971 yılında ilk kez Fatma Girik ile birlikte başrol oynadığı sinema filmi Solan Bir Yaprak Gibi ile oyunculuk kariyeri başlamış oldu. 1979 yılında askerlik görevini yedek subay olarak Denizli'de yaptı. Sinemacılığın kötü gittiği 1978-1981 yılları arasında ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret hayatına devam etti. Tarık Akan, 1980 yılında 12 Eylül Darbesi'nde 12 yıl hapis cezası ile yargılanmış ancak 2,5 ay hücre hapsi cezası almıştır. 7 Ağustos 1986 tarihinde Yasemin Erkut ile evlenmiştir. Bu evlilikten 1986 yılında Barış Zeki Üregül dünyaya gelmiştir. Ardından 1988 yılında ikiz olan Yaşar Özgür ile Özlem dünyaya gelmişlerdir. 1991 yılında Bakırköy'de olan Taş Mektep adlı ilkokulun ortaklarından birisi olmuştur. 1995 yılında Aziz Nesin'in vefatından sonra görevini devralan oğlu Ali Nesin'den Nesin Vakfı başkanlığını devralmıştır. 2002 yılında Anne Kafamda Bit Var isimli bir kitap çıkarmıştır. Kitabında 12 Eylül Darbesi'nden sonra yaşadıklarını kaleme almıştır. Yazları fırsat bulduğunda Bodrum, Akyarlar'da Manço kulüp yanında taştan bir Rum evini restore edip dostlarını da ağırladığı yazlık evinde kalmayı tercih etmiştir. Sinema kariyerine yedi tane Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü sığdıran ve bu alanda birinciliği elinde tutan Tarık Akan, akciğer kanseri nedeniyle 16 Eylül 2016 tarihinde İstanbul'da hayatını kaybetti. Kariyeri 1970-1976: İlk yıllar, Büyük başarı ve Şöhret Tarık Akan 1970 yılında Ses dergisinin düzenlediği Sinema Artist Yarışması'na katılarak birinci olmuş, daha sonra oyunculuk kariyeri başlamıştır. Tarık Akan, 1971 yılında Mehmet Dinler'in yönettiği Fatma Girik ve Münir Özkul'un başrolleri paylaştığı Solan Bir Yaprak Gibi adlı filmde Murat karakterini canlandırarak Yeşilçam'a adımını atmıştır. 1972 yılında vizyona giren diğer filmi, Beyoğlu Güzeli adlı filmde Hülya Koçyiğit ile başrolde oynamıştır. Ertem Eğilmez ile ilk kez çalışırken, aynı zamanda 1970'li yıllarda kendisiyle eşleşmiş olan "Ferit" adlı karakteri oynadığı ilk filmidir. 1971 yılında Vefasız ve Melek mi, Şeytan mı? adlı filmlerde yer almıştır. 1972 yılında ise ilk olarak Sisli Hatıralar adlı filmde Türkân Şoray ile başrol oynamıştır. Ardından Azat Kuşu ve Kaderimin Oyunu adlı filmlerde oynamıştır. Aynı yıl ilk romantik-komedi filmi olan Mehmet Dinler'in yönettiği Suçlu adlı filmde Fatma Belgen ile başrol oynamıştır. İlk büyük başarısı bu filmle olmuştur. Filmde oynayan Akan, 1973 yılında Altın Portakal Film Festivali'nde En iyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştır. Ardından Yeşilçam'ın büyük talep gören oyuncuları arasına girmiştir. -1972'de oynadığı Suçlu filmi ona ilk Altın Portakal'ını ve oyuncu itibarını da getirecekti - Yakışıklılığı, uzun boyu, giyim tarzı ve saç stiliyle aranan oyuncu haline gelmiş ve kısa zamanda büyük bir ilerleme kat etmiştir. Bu başarısının ardından Para, Aşkların En Güzeli ve Üç Sevgili adlı filmlerde oymamıştır. 1972 yılında Hülya Koçyiğit, Adile Naşit, Münir Özkul ve Hulusi Kentmen gibi büyük oyuncuların yer aldığı Sev Kardeşim adlı filmde oynamıştır. Aynı yıl Kemal Sunal ile birlikte oynadığı ve Sunal'ın ilk filmi olan Tatlı Dillim adlı filmde Filiz Akın ile başrol oynamıştır. Filmde Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Münir Özkul gibi oyuncular da yer almıştır. 1972 yılında oynadığı son film olan Feryat adlı film ise Emel Sayın ile ilk defa başrol oynadığı film olmuştur. 1973 yılına gelindiğinde ilk olarak Yeryüzünde Bir Melek adlı filmde oynamıştır. Ardından Necla Nazır ile birlikte başrol oynadığı Umut Dünyası adlı filmde yer almıştır. Daha sonra Emel Sayın ile birlikte Yalancı Yarim adlı filmde başrol oynamıştır. 1973 yılında Halit Akçatepe ve dönemin çocuk oyuncusu olan Kahraman Kıral ile birlikte Canım Kardeşim adlı filmde başrol oynamıştır. Film Yeşilçam'ın klasikleri arasına girmiş ve en iyi dram filmlerinden birisi olmuştur. 1973 yılında son olarak Bebek Yüzlü adlı filmde oynamıştır. 1974 yılında vizyona giren Oh Olsun filminde Hale Soygazi ile birlikte başrol oynamıştır. Ardından Lütfi Ömer Akad'ın yönettiği Esir Hayat filminde Perihan Savaş ile başrol oynamıştır. Memleketim, Kanlı Deniz gibi filmlerde oynadıktan sonra, Mahçup Delikanlı ve Boşver Arkadaş adlı filmlerde boy göstermiştir. 1975 yılında Yeşilçam'ın en iyi filmlerinden birisi olarak gösterilen ve büyük oyuncu kadrosunun yer aldığı Mavi Boncuk adlı filmde yer almıştır. Filmdeki Emel Sayın'ı kaçırma sahnesi ise Yeşilçam'ın akılda kalan büyük sahnelerinden birisi olmuştur. Ardından Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en büyük komedi filmlerinden birisi olarak kabul edilen Hababam Sınıfı adlı filmde "Damat Ferit" adlı karakteri canlandırmıştır. Film 1975 yılında gişede hasılat rekoru kırmıştır. Film İmdb adlı internet sitesinde 9.5/10 alarak tarihin en yüksek puanlarından birini almış, büyük başarılara imza atmıştır. Filmdeki her karakter ve her sahne hafızalara kazınmıştır. Filmden Kel Mahmut, Hafize Ana, Güdük Necmi, Damat Ferit, Tulum Hayri, Hayta İsmail, Domdom Ali, Deli Bedri, Badi Ekrem ve Kemal Sunal ile özdeşleşmiş olan İnek Şaban gibi karakterler çıkmıştır. Hababam Sınıfı'nın ardından, Ateş Böceği adlı romantik-komedi filminde Necla Nazır ile başrol oynamış, film vizyona girdiğinde büyük başarı göstermiştir. Ardından, Çapkın Hırsız ve Gece Kuşu Zehra gibi filmlerde başrol oynamıştır. Bu filmlerin ardından 1975 yılında art arda üç romantik-komedi filminde oynamıştır. Delisin ve Evcilik Oyunu filmlerindeki büyük başarısından sonra Yeşilçam'ın bilinen en iyi romantik-komedi filmlerinden birisi olarak kabul edilen Ah Nerede adlı filmde Gülşen Bubikoğlu ile başrol oynamıştır. Film vizyona girdiği dönemde büyük bir hasılat elde etmiştir. 1976 yılında Yeşilçam sinemasının en kalabalık kadrolarından birisi olarak kabul edilen Bizim Aile adlı filmde rol almıştır. Film klasikler arasına adını yazdırmıştır ve en iyi Türk filmlerinden birisi olarak tarihe geçmiştir. Aynı yıl Gizli Kuvvet ve Cani adlı filmlerde oynamıştır. 70'li yıllarda Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı romantik-komedi filmleri ile büyük sükse yapmıştır. Bubikoğlu ile Kader Bağlayınca adlı bir filmde daha oynamıştır. 1976 yılında son olarak Öyle Olsun ve Aşk Dediğin Laf Değildir adlı filmlerde rol almıştır. 1977-1989: Tarz değişimi ve Ödüller 1976 yılından sonra ciddi bir karar alarak değişme kararı almıştır. Oynadığı romantik-komedi filmleri ile büyük ün kazanmıştır. Romantik-komedi filmlerinin çizgisinden çıkıp daha ciddi filmlerde oynama kararı aldığında henüz 28 yaşındadır. 1977 yılından sonra bıyık bırakarak daha ağır rollerde oynamıştır. 1977 yılında az da olsa yine romantik-komedi ve komedi filmlerinde oynamıştır. Bunlardan ilki 1970'li yıllarda Gülşen Bubikoğlu ile birlikte oynadığı son romantik-komedi filmi Bizim Kız adlı film olmuştur. Aynı yıl Öztürk Serengil ve Robert Widmark ile bir komedi filminde rol almıştır. 1970'li yıllarda oynadığı son komedi filmi ve oynadığı son bıyıksız film Sevgili Dayım adlı film olmuştur. Bıyıklı olarak oynadığı ilk film Baraj adlı dram, gerilim filmi olmuştur. Ardından Nehir adlı filmde rol almıştır. 1978 yılında Şeref Sözü adlı Perihan Savaş ile oynadığı dram filmi vizyona girmiştir. Maden adlı filmde Cüneyt Arkın ile başrol oynamıştır. Film çok büyük başarı elde etmiştir. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Bu büyük başarının ardından, Seninle Son Defa adlı filmde oynamıştır. Filmin bir bölümü Kıbrıs'ta çekilmiştir. Ardından Erden Kıral'ın ilk uzun metrajlı filmi olan Kanal adlı filmde oynamıştır. Filmin müzikleri, 1979 yılında Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Müzik Ödülü'nü almıştır. Bu filmden sonra, 1978 yılında çekimlerine başlanan ve 1979 yılında vizyona giren, Zeki Ökten'in en iyi filmlerinden birisi olarak bilinen Sürü adlı filmde Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz ile birlikte başrolleri paylaşmıştır. Sürü filmi büyük yankı uyandırmış ve Yeşilçam'ın en iyi filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Film, 12 Ekim 2011 tarihinde düzenlenen Altın Portakal Film Festivali'nde Geç Gelen Altın Portakallar gecesinde En İyi Film ödülünü almıştır. Ödülün filmden 31 yıl sonra alınmasının nedeni ise, 12 Eylül Darbesi'nden dolayı 1980 yılında ödül gecenin düzenlenememesidir. 1978 yılında son olarak Lekeli Melek adlı filmde rol almıştır. 1979 yılına gelindiğinde, ilk olarak Atıf Yılmaz'ın yönettiği Adak adlı filmde Necla Nazır ile başrol oynamıştır. Ardından, Demiryol adlı filmde usta oyuncu Fikret Hakan ile birlikte başrol oynamıştır. Film, Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Film", "En İyi Yönetmen" (Yavuz Özkan), "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" (Sevda Tolga) ve "En İyi Erkek Oyuncu" (Fikret Hakan) dalında dört ödül alarak büyük başarı göstermiştir. 1980 yılında 12 Eylül Darbesi'nden dolayı Yeşilçam'da çok az film çekilmekteydi. Tarık Akan, bu nedenle bu yıl içerisinde hiçbir filmde rol almamıştır. 1981 yılında ilk olarak Müjde Ar ile başrol oynadığı Deli Kan adlı filmde oynamıştır. Filmin yönetmeni Atıf Yılmaz, filmi Zeyyat Selimoğlu'nun 1976 yılında yayınlanan Deprem adlı hikâye kitabından uyarlamıştır. Ardından, Herhangi Bir Kadın adlı filmde yer almıştır. Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in birlikte yönetmenliğini üstlendiği Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden birisi olan Yol adlı filmde Şerif Sezer ile birlikte başrol oynamıştır. Film, senaryo aşamasındayken adı Bayram olarak belirlenmiş, fakat sonradan değiştirilmiştir. Film 1982 yılında dünyanın en prestijli ödül törenlerinden birisi olarak kabul edilen Cannes Film Festivali'nde en büyük ödül olan Altın Palmiye'yi alarak Türkiye'ye bir ilki yaşatmıştır. Film dünya çapında gösterime girmiştir. Tarık Akan, Cannes'a "En İyi Erkek Oyuncu" dalında aday gösterilmiştir. Filmi, 1983 yılından sonra izlemek yasaklanmıştır. Fakat, 1999 yılında İmaj stüdyoları tarafından tekrar restore edilerek aynı yılın Şubat ayında gösterime girmiştir. 1982 yılında Nazmi Özer'in Arkadaşım adlı filminde oynamıştır. Daha sonra, Fatma Girik ile birlikte başrollerini paylaştığı Kaçak adlı filmde oynamıştır. Filmin ilk versiyonunu 1962 yılında Lütfi Ömer Akad, Üç Tekerlekli Bisiklet adıyla çekmiştir. 1983 yılında ilk olarak Derman adlı filmde Hülya Koçyiğit ile birlikte başrol oynamıştır. Ardından, Çocuklar Çiçektir:Kuduz ve Gecenin Sonu gibi filmlerde rol aldıktan sonra, Beyaz Ölüm adlı polisiye-suç filminde Ahu Tuğba ile başrol oynamıştır. 1984 yılında ilk olarak Zeki Ökten'in yönettiği Pehlivan adlı filmde oynamıştır. Akan, bu filmdeki performansı ile 21. Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kazanmıştır. -1990 ya p ımı Rıfat ILGAZ'ın eserinden uyarlanan KARARTMA GECELERİ filmi bir çok ödül aldı, büyük sükse ya ptı- Sonra, oyuncu kadrosunda Ahu Tuğba, Nuri Alço, Diler Saraç ve Şemsi İnkaya gibi isimlerin bulunduğu Yosma adlı filmde oynamıştır. Ardından, Damga ve Kayıp Kızlar adlı filmlerde oynamıştır. 1984 senesinde oynadığı son film, 70'li yıllarda oynadığı her filmle olay olduğu partneri Gülşen Bubikoğlu ile birlikte Alev Alev filmiyle olmuştur. Filmin bir diğer başrol oyuncusu ise usta aktör Cüneyt Arkın olmuştur. 1985 yılında Muammer Özer'in yönettiği Bir Avuç Cennet adlı filmde Hale Soygazi ile birlikte başrol oynamıştır. Türkiye-İsveç ortak yapımı olan film yurt içi ve yurt dışında toplam beş ödül kazanmıştır. Bunlardan birisi "İsveç Göçmen Filmleri Festivali", Özel Ödülü'dür. Filmin ardından, 1985 yılında oynadığı ikinci film Kan adlı filmde "Haydar Ali" rolünü canlandırmıştır. Daha sonra, Hülya Avşar'la birlikte başrol oynadığı Tele Kızlar adlı filmde "Şahin" karakterini canlandırmıştır. 1985 yılında son olarak Son Darbe ve Paramparça adlı filmlerde oynamıştır. 1986 yılında Halkalı Köle, Adem ile Havva, Acı Dünya, Ses ve Kıskıvrak gibi filmlerde oynadıktan sonra, Erdal Özyağcılar ve Oya Aydoğan ile birlikte başrol oynadığı Beyoğlu'nun Arka Yakası adlı filmde oynamıştır. 1987 yılı içerisinde Yağmur Kaçakları, Skandal, Su Da Yanar gibi çeşitli filmlerde oynamıştır. Fakat aynı yıl oynadığı Çark adlı film çok büyük bir çıkış yapmıştır. İşçi sınıfının en örgütsüz ve en çok ezilen kesimlerinin yaşantısına ışık tutan özelliğiyle dönemin en dikkat çekici filmlerinden birisi olmuştur. 1987 yılında son olarak Kızımın Kanı adlı filmde oynamıştır. 1988 yılında sadece üç filmde rol almıştır. Bunlar El Kapıları, Dönüş ve Üçüncü Göz adlı filmlerdir. 1989 yılında İkili Oyunlar, İsa, Musa, Meryem, Leyla ile Mecnun ve Kimlik adlı filmlerde oynamıştır, bunlardan en çok ses getireni Meral Konrat ile birlikte oynadığı "İsa, Musa, Meryem" filmi olmuştur. 1990-2016 1990'lı yıllarda daha az sinema filmlerinde yer almıştır. 1990 yılında Bir Küçük Bulut, Devlerin Ölümü ve Berdel gibi filmlerde oynadıktan sonra aynı yıl oynadığı son film Karartma Geceli adlı filmde Nurseli İdiz ile birlikte başrol oynamıştır. Rıfat Ilgaz'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan film 1991 senesinde senesinde yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül almıştır. 1991 yılında Bir Kadın Düşmanı ve Uzun İnce Bir Yol adlı filmlerde oynadıktan sonra, aynı yıl oynadığı Siyabend ile Heco adlı, iki Kürt gencin aşk yaşamını anlatan filmde bir kez daha dikkatleri üzerine çekmiştir. 1992 yılında hiçbir filmde oynamamış, fakat ilk kez bir televizyon dizisinde rol almıştır. Taşların Sırrı adlı dizide "Kuray" adlı karakteri canlandırmıştır. Dizi Star TV'de yayımlanmıştır. 1993 yılında ise ne TV dizisinde ne de sinema filminde oynamamıştır. 1994 yılına gelindiğinde Yolcu ve Çözülmeler adlı iki sinema filminde oynamıştır. 1995 yılında ise beş yönetmene ait beş kısa filmden oluşan Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey adlı filmde rol almıştır. 1997 yılında Mektup filminde rol aldı. Aynı yıl yönetmen Yusuf Kurçenli ile ortak olarak Antika Talanı:Karun Hazinesi adlı belgesel yapımı gerçekleştirdi. 1999 yılında ilk olarak Hayal Kurma Oyunları adlı filmde Ayşegül Aldinç ile başrol oynamıştır. Ardından aynı sene oynadığı 1980 darbesinin bir aile üzerindeki etkisini anlatan Eylül Fırtınası adlı filmde Zara, Nejat İşler, Hazım Körmükçü, Kutay Özcan ve Deniz Türkali ile beraber oynamıştır. 2000 ve 2002 yılları arasında oyunculuğa ara veren Akan, 2002 yılında tekrar beyaz perdeye geri dönmüştür. İlk olarak Gülüm adlı filmde oynamış, daha sonra Abdülhamid Düşerken adlı, kadrosunda büyük oyuncuların yer aldığı ve Yeşilçam tarihinin 1 milyon doları aşan bütçesiyle o zamana kadar çekilmiş en pahalı filminde oynamıştır. Ardından 2002-2003 yılları arasında TRT 1'de yayımlanan gençlik dizisi Koçum Benim'de başrol oynamıştır. Koçum Benim adlı dizisi devam ederken, 2001 yılında çekilen Vizontele adında klasik olmuş olan filmin, 2004 yılında çekilen ikinci filmi Vizontele Tuuba adlı filmde "Güner Sernikli" adlı karakteri canlandırmıştır. Aynı yıl Koçum Benim adlı dizisi bittikten sonra Gece Yürüyüşü adlı televizyon dizisinde oynamış fakat dizi fazla sürmemiştir. 2006 yılında dördüncü televizyon dizisi olan Ahh İstanbul adlı dizide oynamıştır, fakat bu dizisi de fazla sürmemiştir. Oyunculuğa iki yıl ara veren Tarık Akan, 2009 yılında Şerif Sezer ile birlikte Yol filminin ardından Deli Deli Olma adlı sinema filminde oynamıştır. Film iyi bir hasılat elde etmiştir. Filmde Akan'ın gençliğini büyük oğlu Barış Zeki Üregül oynamıştır. Kişisel yaşamı 1986 yılında Yasemin Erkut ile evlenen oyuncunun aynı yıl Barış Zeki Üregül adlı oğlu dünyaya gelmiştir. İki yıl sonra, 1988 yılında Yaşar Özgür Üregül ve Özlem Üregül adındaki ikiz çocukları dünyaya gelmiştir. Oyuncu, evlendikten üç yıl sonra 1989 yılında boşanmıştır. 1990 yılında, Acun Günay ile birlikte yaşamaya başlamıştır ve birliktelikleri ölümüne kadar devam etmiştir. Akan'ın, ilk çocuğu olan Barış Zeki Üregül 2009 yılında Tarık Akan'ın da oynadığı "Deli Deli Olma" adlı filmde babasının gençliğini oynayarak oyunculuk hayatına atılmıştır. 8 Ekim 2009'da trafikte bir sürücünün saldırısına uğramıştır. Ölümü Tarık Akan; günde üç paketi aşkın, şekilde yoğun biçimde sigara tüketmekteydi. Akciğer kanseri olan Akan, yaklaşık 1.5 yıldır tedavisini İstanbul'da sürdürmekteyken 16 Eylül 2016 tarihinde hayatını kaybetti. Cenazesi için 18 Eylül 2016 tarihinde Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda düzenlenen anma etkinliği sonrasında, Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Bakırköy Mezarlığı'na defnedildi. Siyasi görüşü ve 1980 darbesi Tarık Akan, siyasi görüşünü şu ifadeler ile açıklamaktadır. "Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir. Bu politik düşünce hiçbir zaman gerici, muhafazakâr, tutucu bir politika değildir." 1978 yılından itibaren Maden filmi ile sosyal mesaj içerikli filmlerde ağırlıklı rol almaya başladı. Özellikle, Yılmaz Güney'in projeleri olan Sürü ve Yol filmleri ile politik filmlerde oynayabileceğini göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanan darbelere ilişkin "27 Mayıs ve 28 Şubat darbe değildir. Birincisi önümüzü açtı, yeni düşüncelerle tanışmamızı sağladı. Çünkü laik Cumhuriyet'ten uzaklaşmamızın önünü kapattı. 1971 darbe teşebbüsü ve 1980 Darbesi faşist darbelerdir. Türkiye'yi bugünkü noktaya taşıyan hareketler. 1980 son vuruştur emperyalizm için. TSK bu ülkenin her şeye rağmen en önemli kurumu." ifadelerinde bulunmuştur. 1979 yılında İzmir'de Nâzım Hikmet'in doğum yıl dönümüne katılmak ve Barış Derneği’ne üye olmak suçlarından yine yargılanır. Spor salonunda yapılan o doğum yıl dönümüne binlerce insan katılmışken bir tek Tarık Akan'a dava açılmıştır. 1987 yılında davadan beraat etmiştir. Tarık Akan, 1980 darbesinden sonra, Almanya'da yaptığı bir konuşma sonrası yurda dönüşünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldıktan sonra 31 Mart 1982’de beraat etmiştir. 1999 seçimlerinde CHP, Bakırköy belediye başkan adaylığı teklif götürdü fakat Akan bunu kabul etmedi. 2009 yerel seçimleri'nde CHP tekrar Bakırköy'den adaylık teklif etse de Akan teklifi yine reddetti ve şu açıklamayı yaptı: Politika denen şey benim becerim dışında. O nedenle aktif siyaseti düşünmüyorum. CHP benim partim ama ben oyuncuyum. Filmimi çekerim, duygularımı, düşüncelerimi öyle de anlatırım. Polemiğe girmek istemiyorum ama Zülfü Livaneli CHP'den milletvekili oldu, bunu kaç kişi biliyor. Hiç sesi çıkmıyor. 2008 yılında Ergenekon davaları'nın rezalet olduğunu söylemiş ve 2012 yılında Ergenekon davasının duruşmasına katılmıştır. 2013 yılında yapılan Gezi Parkı protestoları destek vermek için protestolara katılmıştır. Kitap Tarık Akan 12 Eylül Darbesi'nin ardından Almanya'daki konuşmasından ötürü tutuklanarak cezaevinde kaldığı süreyi ve yargılama sürecini Anne Kafamda Bit Var isimli bir kitapla kaleme aldı. Dönemin önemli olaylarına da değindiği anı kitabı ilk kez 2002'de yayımlanmış ve daha sonra da onlarca yeni baskıları yapılmıştı. Kitabın bir bölümünde de Yol filminin yapım öyküsüne yer verilmiştir. * DERLEME KAYNAK: İnternet TASARIM ve DÜZENLEME: Aycan AYTORE
- MONTAİGNE
Yazma Cesaretinizi Artıracak Bir Ortaçağlı * Şenol YAZICI 99'un ilkyazıydı. Selam "Söyleyin Ayışığına" kitabımın ikinci baskısıyla birlikte yeni öykü kitabım "Benim Kimsem Olsana" birlikte çıkmıştı. Onlarla ilgili bir tepki, bir ses almayı beklerken Bursa'daki Çağdaş Gazeteciler Derneği tarafından bir etkinliğe davet edildim. Yazarlar türlü özellikte olabilirler, o nedenle katogorize edilmeleri hayli zordur, ne var ki bir özellik hepsinde ortaktır. Hemen hepsi ilerleyen yaşlarında yazarlığa soyunurlar; yeni bir şey öğrenmenin zor olduğu yaşta... O yaşta görücüye çıkmak... nasıl bir heyecandır bilen bilir. Limonata gibi bir havada uçarak gitmiştim. Kültür Parkın içinde ışık içinde, bahçeli, hoş bir yerdi Gazeteciler Derneği. Durmadan yıldız açan gecede park, başdöndürücü bir ağırlıkta ıhlamur, iğde kokuları yüklüydü. Bahçe tıklım tıklım doluydu. Adı gazetciler olduğunu düşünürsek, hepsi mürekkep yalamış, kültürlü tipler olmalıydı. Ne var ki, gözlerim ışıktan arınınca ortamı hiç de beklediğim gibi bulmadım. Yok , öyle düşündüğünüz gibi değil; Ne var ki kutsallaştırdığım edebiyat, sanki daha uhrevi bir hava istiyordu... Ya da aklımda öyleydi. Oysa şimdi biz, yemek yiyen, içki içen, aralarında sohbet eden, günün yorgunluğunu atmaya çalışan insanlara, tabak çanak gürültüsü arasında edebiyat anlatacaktık. Nitekim benimle birlikte konuşmacı olan arkadaşın söylediklerine kimsenin aldırdığı yoktu. Gerçi daha deneyimli olan arkadaşın da onlara aldırış etmediğini, sanki hiç orda yokmuşlar gibi edebiyattan, sanattan söz etmeyi sürdürdüğünü; yalpalayarak ayağa kalkışından içkiyi erkeninden fazla kaçırmış olduğunu anladığım, ilgisiz bir konuda, güya edebiyat ve siyaset ezberindeymiş gibi, ama tekleyen, kirli, çapaklı bir dille, siyasi gündeme de göz kırpan sorular soran biri çıkınca, soğukkanlılıkla aynı derecede ilgisiz, o kadar da samimiyetsiz bir biçimde, ama tehlikeli sulara girmeden başından savdığını görünce şaşıracaktım. Sonradan konu ettiğimde, "Bu işin raconu bu," diyecek, ama ben o gece yaşadığım bocalamayı hiç unutmayacaktım. Panikledim. Baktım olmayacak, hazırladığım, günlerce üzerinde çalıştığım o tumturaklı, edebi konuşma kimseyi ilgilendirmeyecek rota değiştirdim. Söz bana geldiğinde hepsini bir kenara koyup o zamanlar yeniden yeniden okuduğum MONTAİGNE'den ne kalmışsa aklımda onlardan söz etmeye karar verdim. Kuşkusuz beni strese sokan bir çıkış yolu diye kıvrandıran ahaliye de yoluyla bir fırça çekmeden de bunu yapamazdım. " Gelirken buranın ortalama insan tiplemesinin ne olduğunu öğrenmek istemiştim. Bana Bursa'nın en tanınmış, edebiyat sever kültürlü insanlarıdır onlar demişlerdi. Ben de bu seçkinliğe bakarak bu konuşmayı titizlikle hazırlamıştım ," deyip bir tomar halinde duran konuşma notlarımı gösterdim. " Ne var ki, siz böyle yemek yer, içkinizi içerken bizim edebiyat anlatmamızın hoş durmadığını, çok da istekle dinlemediğinizi gördüm. Bu havaya gider başka bir konu bulmaya karar verdim. Sonuçta sarhoşta ayık da olsak insan değil miyiz? Montaigne; Her insan, insanlığın bütün özelliklerini üstünde taşır, demez mi? " Elimdeki kağıtları buruşturup bir kenara koymuştum. Söylediklerimi ne kadar anlamışlardı bilemiyorum ama ne olduğunu anlamak için birden sessizleşmişti koca bahçe. O da bende umut tazelemeye yetmişti. Mikrofonu daha bir güvenle tutup eklemiştim: "Bu demektir ki, biz dünyanın en namuslu, erdemli insanıyken, en ahlaksız, en namussuz, en aşağılık özellikleri de günü gelinceye değin içimizde saklarız. Yani aranızdaki en günahsız kimse ilk o taşı atsın demek, taş yememek için en sağlam yoldur. " Baba Montaigne, ortaçağdan uzanmış elimden tutuyordu, hiç teklemeden okuduklarımı harmanlayıp aktarıyordum. O zamana değin çalıştığım okullar adına ya da valilik isteğiyle sayısız program yapmıştım. Ne var ki onlar, beni saygıyla, nezaketle dinlemeye kurulmuş öğrenciler ya da halktı. Bu ise yazarlığımın ilk dinletisi ve beni dinlememeye kararlı insanlara kendimi dinletmeye çalışıyordum; biliyordum ki başaramasam bir daha asla buraya bir konuşmacı olarak çıkmazdım, çıkamazdım. Konukların sessizleşip beni dinlediklerini fark etmiştim. O gecenin üzerinden çok geçmedi, 1999 Yalova depremi oldu. Enkazdan çıkmış, çadırda yaşarken, daha önce hatır gönül için yazdığım yerel gazete tarafından, Bursa'da çıkan Olay gazetesinin geçmiş bir sayısı ulaştırılmıştı bana. Şimdi o da kitaplı yazar olan Olay gazetesi muhabiri Kemal Selçuk, bir sayfayı tümüyle bana ayırmış ve kocaman puntolarla; " ŞENOL YAZICI'YI DİNLEMEK YAZMA CESARETİMİZİ ARTIRIYOR ," diye yazmıştı. Ben değil, MONTAİGNE yapıyor onu , diye düşünmüştüm. Hala Montaigne'yi ilgiyle, kimbilir kaçıncı kezdir demeden okurum. Ne olur ne olmaz, bakarsın gene bir etkinlikte ben hararetle edebiyat anlatırken, orayı nöbetçi meyhane sanan, son teki de burda atalım, diyen bazılarına denk gelirim, hazır olsun diye. Olmaz olmaz demeyin, İNSANIZ sonuçta... ve her insanda her özellik vardır, der MONTAİGNE, hem de 500 yıl önce, 1580 yıllarında. * Şenol YAZICI * NASIL YAZMALI MONTAİGNE, 1580, Denemelet, Fransa * Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde kalıyor. Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez, hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam; gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.» (Kitap 3, bölüm V) Montaigne * MİCHEL de MONTAİGNE (d. 28 Şubat 1533, Dordogne,Fransa - ö. 13 Eylül 1592, Guyenne, Fransa ), '' İnsanlar zırdeli, daha bir tırtılı nasıl yaratacaklarını bilmezken binlerce tanrı yaratmışlar. '' 16. yüzyıl bir Fransız deneme yazarı. İyi bir eğitim aldı. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirildi. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrendi. Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okudu. Bir süre bulunduğu yörede Belediye Başkanlığı görevini üstlendi. Ailesinden kalan geniş bir malikanede günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirdi. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren içerikler yayınladı. Avrupalı'ların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine karşıydı, keşfedilen yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' denmesini kınıyordu. DENEMELER'i yazdı. Yeni bir edebi türü başlattı. Denemeler'in (Les Essais), Villey'in 1580'de yayımladığı özgün Bordeaux baskısının ön kapak resmi. ŞAŞIRTICI BİR YAZAR, BİLİNMEYEN BİR TÜR, BEKLENMEYEN BİR SONUÇ: DENEMELER Beş yüz yıl önce Fransa’da Montaigne diye bir hukukçu, eski bir asker, ciddiye alınmaması gerektiği bizzat kendisi tarafından dile getirilen, sesli düşünüyormuş, kendi kendine konuşuyormuş gibi, bir savunması olmayan, bir yargıyı kanıtlamaya uğraşmayan, söylediği her şeyin tersinin de doğru olabileceğini kabul eden, sade ve anlaşılır bir dil kullanan, o güne değin hiç denenmemiş bir türle bir kitap yazar. Alçakgönüllülükten mi, özgüvenden mi, yoksa yazdığı bilinen biçimlere uymadığından mı bilinmez ama kitabına DENEMELER adını verir. “ Bu, içtenlikle yazılmış bir kitaptır. Okur daha baştan seni uyarmak isterim ki bunu yazarken tek amacım kişiseldi. Böyle bir tasarı benim yeteneğimi aşar. Sadece kendi dostlarım için kaleme aldım bunu. Kitabımın konusu benim. Senin de boş zamanlarını böyle saçma sapan gereksiz şeylere ayırman pek akıllıca olmaz.” 1580 tarihli kitabının önsözünde böyle der Montaigne. Kitabın bütününde de bu alçakgönüllü ironik dili kullanmaya özen gösterir. Montaigne, başlarda ruhsal gelişimine katkı olsun diye yazıyordu, devam ettikçe alışkanlık oldu yazmak. 1571 de başladığı Denemeler’i iki cilt olarak 1580’de kitap olarak yayınladı. Sonraki iki basımında da yeni ekler yapılacak kitap, kim derdi ki orta çağın karanlığından günümüze, bütün zamanları etkileyecek dev bir yapıta dönecekti. Kullandığı alçakgönüllü dil, kolay kabul görmenin yanında, bilgi sahibi biri olsa da sıradan bir insan olduğunu ifade etmenin yoluydu Montaigne için. Mütevazı yaşamını sürdüren, her şeyden önemlisi, şana şöhrete nasıl kavuşulacağı konusunda kimseye öğüt vermeyen adam kimliğiyle yazdı. Hatta yaptığı işi bunamış bir adamın altına kaçırmasına benzetiyordu. Denemelerin ana teması, küstahlık ve kibir olduğu kadar gösteriş merakının tehlikesidir. Bu nedenle kendi yazdıkları hakkında alçakgönüllülükten öte küçümser bir dil kullanır: “ Benim yaptığım, acemice yapılmış eğreti bir iştir. Hem cilaya ihtiyacı vardır hem de güzelliğe. ” Oysa kitap basılır basılmaz döneminin kralları dahil herkesin beğenisini kazanır. Acaba günümüz dahil tüm zamanlarda Shakespeare kadar etkili olacağını hiç düşünmüş müdür Montaigne? Montaigne DENEMELER’i gerçekten de bir deneme olarak düşünmüştü. Yani düşüncelerinin, deneylerinin kuşkucu bir sınamasıydı onun için yaptığı. Böylece kendisinden önce hiçbir yazarın yapamadığını yapmış, kendi psikolojisinin derinliklerinde keşifler yapmıştı. Ruh hallerini, alışkanlıklarını, duygularını... değişim halindeyken gözlemleyip yazıya dökmüştü. Montaigne hiçbir şeye kesin gözüyle bakmaz, kuşkuyla bakar, hatta kendi bakış açısına bile… Kitabın bütününden tek bir mesaj çıkarmak istenirse herhalde “ İnsanın kendini bilmesinin, kendisinden daha önemli olduğu, ” düşüncesi olur. Montaigne’nin düşüncelerini yine onun yazdıklarından “yaşamak sanatı” üzerine notlarından okuyalım: “ Dünyada insanlığını bilmekten, insanca yaşamaktan daha güzel, daha doğru bir iş yoktur. Bilimlerin en zor olanı da bu hayatı iyi yaşamasını bilmektir. Hastalıklarımızın en belalısı, bedenimizi sevmemek ve küçük görmektir. Kendinden dışarı çıkmak, insanlıktan kaçmak çılgınlıktır. Buna çaba harcayanlar büsbütün hayvanlaşır, yükselecek yerde alçalırlar. İnsan bilimlerinin aşağılığı da bence en yukarılarda dolaşanıdır. İskender’in en küçük, en bayağı yanı tanrılaşmak, göklere çıkmak hevesine kapılmasıdır. Söz aramızda, göklerde dolaşanların düşünceleri ile yer altında yaşayanların adetleri arasında her zaman garip bir benzerlik görmüşümdür. İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üzerine çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız. Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır.” Hayatın gerçeklerine dair yorumlar yaptığı kitabında tutkulardan kaçınmış ve ölçülü olmayı bilmiştir. Oysa iç savaş sırasında defalarca kralın saflarında yer almış Montaigne atak, hatta öfkeli bir adamdır, ne var ki tarzını yazılarına yansıtmamıştır. Yaşamın hemen her alanına değindiği yazılarında dönemin popüler kültürünün etkileri de görülür. O dönemde yetkin olmayan kişilerin hayat üzerine yorumlar yapması pek rastlanılan değildi, bu geleneği Montaigne bozar. Önyargılardan uzak, hatta reddeden, gelişigüzel ve rahat ama kendi içinde yumuşak bir disiplini barındıran bir yazma yöntemi izler. Zekâsıyla, her konuda sağlam bilgilere dayanan görüşleriyle dönemin ileri gelenlerini, eğitimli kişileri etkilemesini bilir. Eğer düşünce, insanın kendini ve doğayı özgürce tanıma uğraşıysa, Montaigne bu uğraşın ilk ve en büyük basamağı olarak tanımlanabilir. Montaigne’in şiire olan hayranlığı kitaba yansımış, çoğu antik dönem şairlerinden olan dokuz yüze yakın şiirden alıntı yapmıştır. " Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı, der MONTESQUİEU. " GRİMM ise; " Montaigne, o tanrı gibi bir adam, 16.yy'lın karanlıkları içinde tek başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış ve dehası ancak zamanımızda gerçek ve felsefi düşünce hurafelerin, gericiliğin yerini alınca anlaşılmıştır, " diye yazar arkasından. düşünen Stefan Zweig intihar etmeden önce hayranı olduğu Montaigne üzerine bir deneme yazar. Zweig’ın bakış açısına göre ise, “ Montaigne, yeryüzünde en güç olan şeyi, yani yalnızca kendini yaşamayı, özgür olmayı ve gittikçe daha özgürleşmeyi denemiştir. ” Orhan Hançerlioğlu’na göre “ Bireyci insanlığın ünlü düşünürleri Erasmus, Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayışı pekiştirecek yeni toplumsal tedirginliklerin tohumlarını atıyorlardı .” Bana göreyse, bana yazma cesaretini vermesi bir yana dünyanın bütün kitapları bir yana, Montaigne'nin DENEMELER'i bir yanadır... Deneyin o hisse siz de varacaksınızdır. Ama onun altın kuralını unutmayacaksınız; Önce kendini tanımalı insan . " Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius." (Kitap 1, bölüm 25) TÜRKÇE'DE DENEMELER Montaigne, bu eserini değişik zamanlarda tekrar tekrar gözden geçirmiş ve eserine küçük veya büyük eklemeler yapmıştı. Bu yeniden gözden geçirmeler üç ayrı dönemde yapılmış ve her dönemin sonunda kitap yeni bir baskı yapmıştır. A: 1571-1580 yılları arasında yazılan pasajlar - 1580'de yayımlandı B: 1580-1588 yılları arasında yazılan pasajlar - 1588'de yayımlandı C: 1588-1592 yılları arasında yazılan pasajlar - 1595'te yazarın ölümünden sonra yayımlandı.
- MANTEGNA; "Ölü İsa"
Mantegna'nın Ölü İsa tablosu Andrea Mantegna (d. 1431; Veneto, İtalya - ö. 13 Eylül 1506; Mantova, İtalya), İtalyan gravürcü ve Rönesans ressamı. Dünyanın her yerinde rakursiye en güzel örnek gösterilen tablosu Türkçe adıyla Ölü İsa' dır. Bunun dışında Rönesans'ı anlatan yüzlerce tablosu da vardır. Hayatı Vicenza yakınlarındaki Padova'da doğdu. Çocukluğunda çobandı. 11 yaşında kendisini evlat edinen Francesco Squarcione adlı ressamdan gravür ve resim yapmasını öğrendi. 1448'de Padova'daki Santa Sofia Kilisesi için yaptığı Meryem Ana resmiyle dikkat çekti. Mantegna'yı asıl üne kavuşturan, azizlerin hayatını konu edinen freskleridir. 21. yüzyıla kadar kalan en iyi yapıtı Mantova'daki Palazzo Ducale'de (Düka Sarayı), sonradan Camera degli Sposi (Düğün Odası) olarak adlandırılan odadaki fresklerdir. Mantegna, 1488'den 1490'a kadar Papa VIII. İnnocenti'nin mihrabını süsleme işini üzerine aldı. Daha sonra Isabella d'Este için çalıştı. Isabella'nın çalışma odası için yaptığı "Parnassus" ve "Günahları Anlayan Minerva" adlı tablolar, Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir. Mantova tiyatrosu için "Julius Sezar'ın Zaferi" adlı bir kompozisyon vücuda getiren sanatçı, bu kentte öldü. Mantegna için gerçek, uyumlu bir güzellikten daha önemliydi. Kuzey İtalya'da ilk gerçek Rönesans sanatçısı Mantegna olarak kabul edilmektedir. Eserleri Ölü İsa tablosu Dünyanın her yerinde rakursiye en güzel örnek gösterilen tablosu Türkçe adıyla Ölü İsa'dır. Bunun dışında Rönesans'ı anlatan yüzlerce tablosu da vardır. Andrea Mantegna *Görsel Sanatlar | Resim Terimi Olarak Rakursi Bir resim, desen ya da alçak kabartmada bazı nesne ve figür boyutlarının perspektifin etkisiyle kısalması. Resimde bir nesne veya figürü derinlik duygusu içinde verme yöntemi.
- Niçin Roman, Niçin Şiir Okuruz?
SUUT KEMAL YETKİN * Romanın en çok sevilen bir edebiyat türü olduğu gerçektir. Nereye giderseniz gidiniz, en çok onun okunduğunu görürsünüz. Şiir için de böyledir. Yaşamak için çalışıp didinmelerimizden fırsat bulduk mu, elimize aldığımız şey, ya bir roman, ya da bir şiir kitabıdır. Bir geziye çıktığımız zaman, çantamızın bir köşesine yerleştirmeyi unutmadığımız yine onlardır. Daha okul sıralarındayken çalışma saatlerinden artırılmış sayılı dakikaları, sevdiğimiz bir şaire veya romancıya verdiğimizi, bu yetmeyince, yatakhanenin alaca karanlığında geç saatlere kadar gizlice okumaya koyulduğumuzu kim hatırlamaz? Nedir bu ilginin sebebi? Bilmem bu soru üzerinde hiç durdunuz mu? bana öyle geliyor ki, bu ilginin sebebi çok derinlere inmektedir. İnsan, çocukluk çağından kurtuldu mu ileride yaşamaya başlar ve yaşadığı günlerle gelecek günleri kıyaslamaktan kendini alamaz. Bu kıyaslama, daima yaşanan günlerin zararına olmuştur. Böyle de olsa, bu geçen günlerin güzelleşmesi, özlem buğularıyla örtülmesi, beklenen günlerde aradığımızı bulamadığımız içindir. Hayat bir akıştan başka bir şey değildir. İnsan bu akış, bu oluşum içinde, başka insanların halleriyle de ilgilenmekten kendini alamaz. Hayatın biteviyeliğinden kurtulmaya çalışırken, başkalarının çabalarından da dikkatini ayıramaz. Kendi alın yazısının başkalarınınkinden ayrılamayacağı kanısındadır. Yaşanan anlardan kurtuluş, düşün zenginliği nispetinde gerçekleşir. Bu dünyanın ötesinde düşsü bir dünya, uzaktan çağırmaya başlar. Her varıştan sonra yine bir çağırış duyulur. Yaşanan anların boşluğunda aydın, dolu noktalar da olsa, insan çoğu zaman bunun farkında olmaz, olsa da onların görünmesiyle kaybolması o kadar birdir ki! Hatıraların şiddetlendirdiği, sonu gelmeyen bu gelecek gün özlemi, insanlarda aradıklarını bulamamış, yaşadıklarını iyi yaşayamamış olmanın verdiği bir eksiklik duygusu uyandırmıştır. Şimdi niçin roman, niçin şiir okuduğumuzu cevaplandırabiliriz. Ama daha önce şu soru üzerinde bir an duralım: Romancı romanını, şair şiirini niçin yazar? Ün almak için mi, para kazanmak için mi? Birtakım doğruları yaymak, topluma düzen vermek için mi? Böyleleri de bulunabilir? Her şeyin sömürücüleri olduğu gibi, edebiyatın da sömürücüleri vardır. Bunlardan söz etmiyorum ben. Gerçek şudur ki, romancı da, şair de iç içe giren geçmişin özlemi ile geleceğin umudunu kişi olarak, toplum olarak bütün yoğunluğu ile yaşamakta, yazdığını bu iç yaşayışın etkisi altında yazmaktadır. Yaşadığı biricik güzel bir ânı ebedileştirmek, yaşanıp duran birbirine benzer günlerin renksizliğinden kurtulmak, geçmesiyle güzelleşen günleri daha da güzelleştirmek, özlemin taşıdığı bir dünya canlandırmak, onu bütün insanlarla paylaşmak, içindeki ağırlıkları atmak için yazar. Bu söylediklerim okuyucu için de böyledir. Romancı veya şair ne için yazarsa, yazılarını okuyan da onun için okur. Bu bakımdan okuyucu, yazmaktan alıkonulmuş, elinden yazma imkanları alınmış bir romancıdan, bir şairden farksızdır. Roman okuyarak, şiir okuyarak varlığımızın darlığından kurtuluruz; yaşayamadığımız hayatları yaşayarak genişler, yaşadığımız renksiz günlerin bile, dönmemek üzere gittiği için değerlendiği duygusu ile zenginleşiriz. Kendimiz ile benzerlerimiz arasında bir kaynaşma olur. Genel olarak okuyucu, bu bakımlardan okuduğunun pek de farkında değildir. Sırf vakit geçirmek, vakit öldürmek için okuduğunu sanır. Ama böyle de olsa sonuç birdir. Evet, ne roman bir toplumbilim kitabı, ne de şiir bir doğrular topluluğudur. Bir sanat eserini birtakım bilgiler, doğrular olarak kabul etmek, sadece sanatı, varlığını, özünü görmemektir. Balzac’ı, yaşadığı devrin toplum olaylarını öğrenmek için okuduğunu kim ileri sürebilir? Böyle olsaydı, bu olayları anlatan sayfalar birer tarih belgesi sayılmaz mıydı? Romanı tarihle bir tutmak sadece yaratışın ne demek olduğunu bilmemektir. Bir romanın birkaç defa okunması, bir şiirin okunduktan sonra tekrar edilmesi, ezberlenmesi de romanın veya şiirin herhangi bir mesele hakkında bilgi edinmek için okunmadığını gösterir. İnsanın, bildiği bir şeyi tekrar bilmek istediği görülmüş müdür? Zaten romancı da, şair de yazdığını bir şeyle öğretmek için yazmamıştır ki, okuyan da bir şeyler öğrenmek için okusun! Romanlar ve şiirler birer iç yaşayıştan doğmuştur. Onları yaşayarak okumamız da bundandır. Her okuyucunun aynı davranışta olduğu elbette söylenemez. Yaratılışın, yetişmenin verdiği ayrılıklar vardır. Bu bakımdan, aynı kitapta, herkes biraz da kendi romanını, kendi şiirini okur. Gerçek sanat eserinin özelliklerinden biri de, bu çok yönlülük değil midir? İnsan, ileride yaşamaktan kesilip de geçmiş günlerden bir yığın olmaya yüz tutunca, roman ve şiir okumasını da bırakmaya başlar. Okuduğu olursa, artık eski tutkuyu bulamaz. Okumak da, okunan eseri duygularımız, düşüncelerimizle zenginleştirmek olduğuna göre, bir türlü yaratıştır. Romancı, şair yaşlanınca nasıl yaratma gücünü kaybediyorsa, okuyucu da o yaratışla kaynaşma yeteneğini kaybediyor. Bu bakımdan, okumaktan kesilmek biraz da ölmektir. (Suut Kemal Yetkin, “Günlerin Götürdüğü”) * Suut Kemal Yetkin / Milletvekili, Öğretim Üyesi, Rektör, Sanat Tarihçisi, Edebiyatçı, Yazar…Denemeler üzerine yetkin bir kalemdir. Prof. Dr. Suut Kemal YETKİN (d. 1903 Şanlıurfa - ö. 18 Nisan 1980, Ankara) Fransa'da Felsefe eğitimi gördü. Öğretmenlik yaptı. "Denemeler adlı kitabını açtım, yeniden okudum kimi yazıları... Uzun yıllar önce Edebiyat Üzerine adlı kitabının yayınlanmasında da payım olduğundan, hatta bu adı da ben koyduğumdan, bütün yazıları birkaç kez okumuşumdur kimbilir! Deneme kolay gibi görünen, ama en güç bir yazın dalıdır. Ataç, Eyüboğlu ve Yetkin, bizden önceki ustalar kuşağının üç sağlam deneme yazarı... daha sonra Anday, Günyol, Birsel gibi denemeciler de yetişti, başkaları da... Ama Yetkin'in huzur veren yazarlığı, hoşgörülü doğası, zaman zaman beni Ataç'ın, Eyüboğlu'nun yazılarından daha çok etkilemiştir. Daha doğrusu kendime daha yakın bulmuşumdur." Oktay Akbal
- Sherwood Anderson
Sherwood Anderson, (d. 13 Eylül 1876, Ohio, ABD - ö. 8 Mart 1941, Panama) BUGÜNKÜ Amerikan Edebiyatının hikayeciliğinin öncüsü sayılan Amerikalı yazardır. Eserleri, özellikle hikâyeciliği ardılları olan Ernest Hemingway, William Faulkner, Thomas Wolfe, John Steinbeck, Erskine Caldwell... gibi yazarları etkiledi. 20. yüzyılın başında orta ve alt sınıf Amerikalılara ve bireylerin yalnızlık, aidiyet, kimlik gibi evrensel sorunlarına ilişkin yalın, dramatik hikâyeler ve romanlar yazdı. Özellikle Kasabamız kitabında toplanan hikâyelerindeki cinsellik temaları tutucu çevrelerde rahatsızlık yarattı. Özgeçmişi Camden, Ohio'da yedi çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak doğdu. 1898-1900 arasında yaşanan İspanyol-Amerikan savaşı için orduya alındı, fakat harekâta katılmadı. Varlıklı bir Ohio ailesinin kızı olan Cornelia Lane ile evlendi ve üç çocukları oldu. 1916'da boşandılar. Aynı yıl ilk romanı Windy McPherson's Son yayımlandı. Üç yıl sonra Marching Men yayımlandı. Çeşitli anı, öykü ve romanlarla geçen yazın hayatında New Orleans deneyimlerinden temellenen 1925 tarihli Dark Laughter romanı "en çok satanlar" listesine giren tek eseridir. 1941'de Panama'da bir partide içtiği martinideki zeytin kürdanını yutması sonucunda yaşamını yitirdi. Yazar William Faulkner, Anderson hakkında şöyle der; "Sherwood Anderson aralarında benim de olduğum Amerikan yazarlar kuşağının babası sayılır; o bizden sonrakilerin sürdüreceği bir geleneğin gerçek değeri hiçbir zaman bilinmeyen en önemli temsilcilerinden biridir." Türkiye'de yayımlanan kitapları Kasabamız, Adam Yayınları, 1984, İstanbul (özgün dilinde adı;Winesburg, Ohio/özgün yayım tarihi:1919), çeviri: Saydam Özel Sherwood Anderson Öyküleri 1, 2006 Epsilon Yayınları Sherwood Anderson Öyküleri 2, 2006 Epsilon Yayınları
- 45 Yıl Önce Bugün; 12 Eylül Darbesi
12 Eylül Darbes i veya 1980 İhtilali, resmî isimlendirmeleriyle 12 Eylül 1980 Harekâtı veya Bayrak Harekâtı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî darbe. 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırası'nın ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Silahlı Kuvvetlerin yönetime karşı gerçekleştirdiği üçüncü ve son başarılı açık müdahaledir. 12 Eylül 1980 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından saat 03.00'te TRT, PTT ve diğer iletişim dairelerine el konularak başlayan askerî müdahale; İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Başbakan Süleyman Demirel'in konutu ve diğer hedeflerin de sorunsuz olarak ele geçirilmesiyle saat 04.00'te radyolardan tüm ülkeye duyuruldu. İlk bildiride, " Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. " ifadeleri yer aldı. Saat 13.00'te ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, canlı yayında yaptığı uzun bir radyo ve televizyon konuşmasıyla müdahalenin gerekçelerini ve amaçlarını anlattı. DARBECİ GENARELLER BİR ARADA Müdahale sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Süleyman Demirel'in başbakan olduğu hükûmetin faaliyetine son verildi, parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırıldı, ülkenin her yerinde sıkıyönetim ilan edildi, yurt dışına çıkışlar yasaklandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren devlet başkanı oldu. Yasama yetkisini kullanmak üzere Kenan Evren başkanlığında Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı'ndan oluşan Millî Güvenlik Konseyi kuruldu. Siyasi partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, sonra serbest bırakıldı, bir süre sonra ise bazıları yargılandı. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Anayasa hazırlandı, 7 Kasım 1982 günü halkoyuna sunuldu, %91,37 oy oranı ile 1982 Anayasası ve Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı kabul edildi. Darbe sonrası; resmî rakamlara göre 650.000 kişi gözaltına alındı, 230.000 kişi askerî mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 kişi olmak üzere yaklaşık 300 kişi öldü, 48 kişi (24 adi suçlu, 15 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) idam edildi, 1.683.000 kişi ise fişlendi. 12 Eylül 2010'daki referandumda %57,88 "Evet" oyu çıktı ve 13 Eylül 2010 sabahından itibaren 12 Eylül'ü yapanlar hakkında suç duyurularında bulunulmaya başlandı. Bütün suç duyuruları toplandı ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturma açıldı. Bu, darbenin üzerinden geçen 31 yıl sonunda açılabilen ilk soruşturmaydı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı. Dava sonucunda Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, 765 sayılı TCK'nin "Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Tahsin Şahinkaya'nın, Kenan Evren'den iki ay sonra, 90 yaşında ölmesiyle Yargıtay aşamasındaki dava düştü, kararlar kesinleşmedi. Yıllar sonra, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası; Kenan Evren'in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, "Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması" kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu. DARBENİN GEREKÇESİ ve DARBE ÖNCESİ OLAYLAR Her ne kadar 12 Eylül Darbesi bir gece sabaha karşı 03:00' te olduysa da onu hazırlayan yıllar ve kimi ciddi etkenler de vardı. Bunların en başında da günde 50 kişinin öldürülmesine varan anarşi olayları geliyordu. Bu nedenle askeri bir darbe olan 12 Eylül kolayca kendine ortam buldu, kabul gördü. DARBE GEREKÇELERİNİ görmek için BURAYA TIKLAYIN * AYRINTILI OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN
- "KOMÜNİST"
Mehmet ŞAMİLOF * ·Değerli yazar abim Cazim Gürbüz dedemiz HAMDİ Şamilof'un hayatını anlatan Komünist kitabı hakkında Bayburt Postası gazetesinde kaleme aldığı köşe yazısı... Teşekkürler Cazim hocam. Kitabı yazan Büyüğümüz Cengiz Yalçın 'ı saygıyla, minnetle anıyoruz. * Şamilof’un Romanı * Cazim Gürbüz * Bir kitaptan söz edeceğim ama söze aşağıya aldığım özdeyişlerle başlamak gerektiğini düşünüyorum: “İnsanın hayatı, insanın hayali…” Andre Gide "Bir buğday gibi yaşayan, tarihin başaklarından biri olur." Thomas Jefferson “Yaşamı cesur yaşamak gerek. Yaşamı doyarak yaşamak gerek. Yaşamı insafsızca yaşamak gerek. Yaşam sert, yaşamı sert yaşamak gerek.” Tezer Özlü Hamdi Şamilof’u duymuşluğunuz var mıdır? Sanmam. Oysa Hamdi Şamilof yukarıya aldığım özdeyişlerin adeta toplamı, simgesi olan bir insan. Hayatı ve hayali sosyalizm, hayatını da bunu göre düzenlemiş. Cesurca, doyarak, insafsızca ve sert yaşamış hayatını. Ve bir buğday gibi, ekmek uğruna yaşamış, tarihin başaklarından biri olmuş. Hamdi Şamilof, 1914’te Osmanlı ülkesinden, Osmanlı tebaası olarak ayrılıyor, Rusya’ya gidiyor namını duyduğu sosyalizmi öğrenmek, yaşamak, mücadelesini vermek amacıyla. Yazgı ona hem Çar Ordusunda hem de Kızılordu’da görev veriyor. Sonra Moskova KTUV’da (Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) Nazım Hikmet, Şevket Süreyya, Va-Nu gibi isimlerle birlikte eğitim görüyor. Vee 1924’te ülkesine bir komünist olarak dönüyor. Prof. Dr. Cengiz Yalçın, Hamdi Şamilof’un yaşamını “Komünist” adıyla romanlaştırmış, DS Yayınları da kitap olarak yayımlamış. Bu kitabı bana yeni kuşak Şamilof’lardan Mehmet Şamilof imzalayarak armağan etti. Oldukça sürükleyici bir kurgu ve akıcı bir biçemle kaleme alınmış bu yapıtı, ilgiyle ve yararlanarak okudum. Trabzon’un Of İlçesinin Hayrat Nahiyesi Alana Sahod köyünden Hamdi Şamilof, Rusya Saratov’a doğru yola çıkar ve bu yol ona öyle bir yazgı hazırlar ki… Şamilof, Batum’dan yükselen sıcaklığı duyumsar, Marx ve Lenin’in sesini duyar. Lenin ve kültürel Marksizm… Şamilof bunu önemser. “Ve on sekizinde en değersiz eşyamız canımızdır” diyen Nazım’la tanışma. Bu tanışma uzun yıllar sürecek. Sonunda Donanma Davasında birlikte yargılanıp birlikte mahkûm olmaya kadar gidecektir. Nazım 1951’de Türkiye’den kaçarken ona yardımcı olanlardan biri de Şamilof olacaktır. Kitapta bunların ayrıntısını bulacaksınız. Şamilof’un Troçki ile de yolları kesişiyor, Troçki’nin tanımak istediği, önemsediği bir adam oluyor ama Şamilof onu hiç sevmiyor, sevemiyor, Troçki’nin “korku sistemi ayakta tutar” biçimindeki fikirleri onu düş kırıklığına uğratıyor. Dahası da var: Şamilof’a göre Troçki, seks düşkünü bir sapık ve herkesi düşman gören bir paranoyak. Başka ilginç düşünce ve görüşleri de var Şamilof’un, işte onlardan biri: “Stalin gibi cahil bir Gürcü’den devrim beklemek hayaldir. Stalin yerine bir entelektüel başa geçseydi Rusya’daki komünizmden kimse benim gibi nefret etmezdi.” Bu görüşlere, Türk Devrimi ve Atatürk’e büyük saygısına karşın, pek çok komünist gibi Şamilof da Sinop Cezaevini boylamaktan kurtulamıyor. O cezaevi ve daha sonra nakledildiği Kayseri cezaevi anıları da oldukça değerli ve önemli. Bu kitabı herkese salık veririm, okunmalı. Kitabın arka kapağına Attila İlhan’ın dizeleri alınmış, onlarla bitireyim: “Sîlah atılmıyor Güvercîn şakırtısıdır Şafakta yaldızlanan Şadırvanda su îhlamurlarda ezan Görkemlî bîr namaz uğultusu Heyhat Hamzabey camî-î şerîf’înden kîm kaldı Kîm kaldı eskî selanîk’ten Laternalar sustu Sürahîler tenha Tek kîbrît çakılmıyor Kîm kaldı îttîhat ve terakkî’den O jöntürkler kî – `harîçten Evrak-ı muzırra celbederlerdî’ – O fedaîler kî barut öksürürler Sakal tıraşları mavî Kırmızı bıyıkları bîber Kîm kaldı Müdafaa-î hukuk cemîyetî’nden Avcı ceketî Körüklu çîzme Astragan kalpak Bazen `îttîhatçı’ Hafîf `îştîrakîyun’ Öfkelî kaşları salkım saçak Kumral bıyıkları mahzun Hanî felaket tütün îçerler Ceplerînde îdam fermanları Bellerînde söğüt yaprağı bıçak Ya mîllet meclîsî’nde meb’us Ya kuva-yî seyyarede asker Kadehlerde rakı Nazlı beyaz Vanîköy korusunun `teşrînler’dekî sîsî Gramofonda încesaz Meyhane musîkîsî O şenlîklerden heyhat kîm kaldı Ezelî dalgınlığımızın ıslığıdır ney Keman yanlış anlaşılmasından tedîrgîn Utlar vahîm sorular soruyor Öldü nazım samîlof sarı mustafa Yıkılmış strasnoy ploscat’ın saat kulesî Eskî bolşevîklerden kîm kaldı" https://www.bayburtpostasi.com.tr/oldu-nazim-samilof-sari ... * Derleme: Mehmet Şamilof
- Bursa’nın Kurtuluşunun 103.Yılı!
maviADA Dergisi * 11 Eylül 1922; Bursa’nın düşman işgalinden kurtuluşunun 103. yılı ... Tam 103 yıl önce Büyük Taarruz’un ardından Türk ordusunun şehre girdi. İki yıl 2 ay süren işgal bitti, Yunan askeri Bursa'dan da çıkarıldı. 11 Eylül Bursa’nın düşman işgalinden kurtuluşunun 103. yılı kutlu olsun! Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği kısa sürede kabuğuna sığmaz olacak, en yakınındaki dağın gölgesindeki bir Bizans kenti olan Bursa'yı alabilmek için uzun yıllar uğraş verecekti. 1326 yılında, Orhan Gazi önderliğinde Bursa düşecek, Türklerin yönetimine geçmişti. Bursa , Osmanlı’ya başkent olacak, bölgesel bir güç durumuna gelmesinde rol oynayacaktı. Nice fetihlerin planlaması orda yapıldı. Gününün bir kültür şehri olmayı da başaran Bursa, başkent Edirne ve İstanbul'a taşındıktan sonra bile önemini yitirmedi. 600 yıl sonra Bursa, 1. Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu’ya giren Yunan orduları tarafından işgal edildi. BURSA Yunan İşgali Altında Türk Ordusu, başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın öncülüğünde Büyük Taarruz harekâtı ile işgalden "2 yıl, 2 ay, 2 gün" sonra 11 Eylül 1922'de Yunan askerini Bursa'dan çıkardı. Bu kutlu haber telgraf yoluyla önce Ankara’ya, oradan da tüm yurda “Yeşil Bursa Al Sancağına Kavuştu!” sözcükleriyle yayıldı. Ve böylece Bursa'nın işgali ile meclis kürsüsü üzerine konulan siyah örtü de kaldırılmıştır.
- YAKINDIR
Niyazi UYAR * Kuş gibi hafifledim, Kanatlanıp uçasım geldi. Güzel, ne güzel bir şey, Yüklerinden kurtulmak! Üzüntüden, karamsarlıktan Arınmak! Kuş gibi hafiflemiştim ya Elvina’nın umut ışığıyla… Bugün kuş gibi hafifledim, Ceren kızımın telefonuyla… Kazandık bu savaşı Ceren kızım, Kazandık bu savaşı Elvina. Ömürlü ol Ceren kızım, Ömürlü ol Elvina! Tekmil yüklerimden arındırdınız beni, Tekmil yüklerimi rüzgâra verip Sahra çöllerine yolladınız. Kuş gibi hafifledim bugün, Altı ay önce, Kavgaya girmiştik ya hani… Bakın biz kazandık, Ceren kızım kazandı, Elvina kazandı, Kekliğim kazandı, Demirden çelik, Demir’im kazandı, Dayanmanın öteki adı Anaların anacı, Anneanne kazandı. İnsanın insanı sömürmesi adiliğin dik alasıdır ya Şerefsiz hücre bölünmesine meydan okumak da Direnmektir, Yaşam savaşı vermektir. Yaşa var ol ceren kızım, Yaşa var ol Elvina, Birlikte hayat kavgasının Yenilmez neferi olacağız. Daha ne meydan muharebeleri vereceğiz, Göreceksiniz. Daha ne kavgalar vereceğiz, Göreceksiniz, Bayraklarımızı yükseğe, En yükseklere çıkaracağız, Yurdumun kara günlerini Yerle yeksan edeceğiz, Göreceksiniz. Barışı, kardeşliği, Yeniden kuracağız, Göreceksiniz. Güzel günleri, Günlerin en güzelini, Hep birlikte kuracağız, Yakındır, Yakındır insanca yaşanılacak günlere varmak, Yakındır bezirgân saltanatını yıkmak, Yakındır, yakındır… Ağustos 2025 /Salihli
- Yayla Hatırlamaları...
Yusuf ERBAY * 1.Kuş (Doru sağdıç kuşumun, mora çalardı tüyü Faniydi bencileyin, vakti gelince göçerdi) Çekilirken perdesi kara perçemli sisin O kuş beni seçerdi / yarenlik etmek için… (Düşünce bulut çaya, susunca kanlı poyraz Gurbet gelince başa, parlayan ocak söndü) Kuşun sihri çözüldü / değince tüyü yere Uçup gitti dalından / son rüyamı görmeye… (Suya dağılan gölge, ıslatır dolunayı Şafağı taşır ulak, ürkütmeden yuvayı…) 2. Gül Sitem yağarken bulut Sis perdesi değer İkindi sularına… Akşamla yanar takvim Külü düşer gönlüme Teraziler tartamaz… -Uçuruma attığım gül Çarpar kına taşına Odam çınlar adınla… 3.Sis Kanatsız fırtınayı Dinler uçan kayalar Hâlâ koşar çocukluk Ürperen çayırlarda Hâlâ gizlenir hayat Yayla sisi altında- 4.Kül Heyecan vermiyor Yolcunun anlattığı Çoban ateşleri Isıtmıyor dağları Bin yıldır titriyoruz Sıtma dinmiyor. -Devran dönüyor yine de Ateşi demliyor sabır. Taze nefeslerin harladığı Küllerden yükseleceğiz…. 5.Işık Kuşluğun sert kırbacı Uykulu sisi böldü Işık vurdu sofraya… Çimende kızıl tayın İpini çeken çocuk Değirmen çayını geçti … (özgürlük yontuyor rüzgâr / Güneş aldı yaylaya) 6. Çiçekler Henüz ezilmeyen çayırlar buldum Beyaz zambak gölgesinde altın başaklar Ballıbaba gergefinde Hüsnü Yusuf deseni… Zil çiçeği çalıyor akşam vaktini Uçuruma eğilmiş civan perçemi Mor üstünde kızıl alev haresi… 7.Şiir Gerçek şiir dostlar Karşı kayanın üstünden Bulut denizine batan Güneşi seyretmektir… -Uzun bir gün sonunda Yayla yorgunluğunda…
- Niyazi Uyar'ın "Bir Fotoğrafın Hatırası" Çıktı!
NİYAZİ UYAR'ın kaleme aldığı ''BİR FOTOĞRAFIN HATIRASI'' adlı kitap çıktı... * Kategori; ÖYKÜ Sayfa: 146 Sayfa Kapak Türü; Karton Kapak * “Çerçevesi çizilmiş bir yaşamın içini dolduruyoruz. Sınırlar içindeki özgürlüğümüzün belirleyicileri çağa koşut değişiyor. Bilim ve uygulama alanı teknolojinin ivmesi hızlanıyor. Yerleşik düzenin, değer yargılarının değişimi her çağda olmuştur. Fakat bugün olan değişimden öte yerle bir oluş biçiminde. “Balondaki Kadın” öyküsünde bir ömür sürecek tutkulu aşk, birden kendi iradesi dışındaki güçler tarafından noktalanıp, yaşam başka bir yörüngeye taşınır. Eğitimin aracılığıyla kendine başarılı bir gelecek kurgulayan “Aliş” adlı öyküdeki kahramanının düşleri niteliksiz bir öğretmen kimliğiyle yok olur. “Bir Muavinlik Hikayesi “ise kırılmaların en çarpıcı örneği. Tutkuyla sevdiği sevdalısını niye aramadığını, terk ettiğini kendisi bile bilmemektedir. Alıştığımız kökleşik yaşamlar yok artık. Sistemin gücü bu belirleyiciliği insanın elinden almış görünüyor. Yarınları kurgulamanız bir yerde kopuyor, yok oluyor. Büyük bir gerilim, büyük bir beklenti, acaba sonu ne olacak, sınırsız bir merak...Hiçbir şey olmuyor. Bir kısa devre, kopuyor yaşam. Yaşamlar anlık, devreler birbirine bağlı değil. Niyazi Uyar’ın öykülerini bu çağın gerçeklikleri içinde okuyun, o zaman yerine oturacaktır. Okumanın sizi farklılaştırması umuduyla...” Nurten ALTAY Eğitim Emekçisi Liman Yayınevi Temin Linki; https://magaza.lmnyayinevi.com/bir-fotografin-hatirasi ...
- CHP
Atatürk'ün Kurduğu Bir Ulus İnşa Eden Parti CHP'nin Kuruluşunun Bugün 102. Yıldönümü * Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye'de faaliyet gösteren sosyal demokrat bir siyasi partidir. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "CHP" şeklindedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan parti, Türkiye'nin en eski siyasi partisidir. Parti aynı zamanda modern Türkiye'nin kurucu partisi olarak da anılmaktadır. Logosu, Kemalizm'in temel ilkelerini temsil eden Altı Ok'tan oluşmaktadır: cumhuriyetçilik, inkılapçılık, laiklik, halkçılık, milliyetçilik ve devletçilik. Şu anda 137 milletvekili ile iktidardaki muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki en büyük ikinci, belediye bbaşkanlık seçimleri baz alınırsa birinci partidir. Partinin genel başkanı Özgür Özel, genel sekreteri Selin Sayek Böke'dir. Cumhuriyet Halk Partisi'nin kökeni, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan çeşitli direniş gruplarına dayanır; bu grupların çoğu daha önce İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bağlantılı kişilerden oluşuyordu. Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde bu gruplar, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla 1919'daki Sivas Kongresi'nde birleşti. 1923 yılında Halk Fırkası adıyla siyasi bir örgüt olarak kurulan parti, kısa bir süre sonra Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı ve Atatürk'ün ilk cumhurbaşkanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilan etti. Türkiye'nin tek parti dönemine geçmesiyle birlikte, CHP ülkede kapsamlı siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik reformların uygulanmasında temel araç hâline geldi. II. Dünya Savaşı'nın ardından, Atatürk'ün halefi İsmet İnönü çok partili seçimlere izin verdi ve CHP, 1950 genel seçimlerini kaybettikten sonra iktidarı barışçıl bir şekilde devrederek tek parti dönemini sona erdirip Türkiye'nin çok partili dönemini başlattı. 1960 askeri darbesini izleyen yıllarda parti kademeli olarak merkez sol çizgiye yöneldi; bu yönelim, 1972'de Bülent Ecevit'in genel başkan olmasıyla birlikte kesinlik kazandı. CHP, dönemin diğer tüm partileriyle birlikte 1980 askeri darbesi sonrasında kapatıldı. Parti, 9 Eylül 1992'de Deniz Baykal tarafından, 1980 öncesi üyelerinin çoğunluğunun katılımıyla, yeniden ve orijinal adıyla kuruldu. Yeniden kuruluşundan beri en uzun süre görev yapan genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu, mevcut genel başkan ise Özgür Özel'dir. Parti 2002 yılından bu yana iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı ana muhalefet partisi konumundadır.[22] Parti, İlerici İttifak ve Sosyalist Enternasyonal'in tam üyesidir ve Avrupa Sosyalistler Partisi'nin ilişkili üyesidir. Tarihçe Cumhuriyet Halk Partisi tarihi Kuruluşu: 1919-1923 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde, Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde kurulan müdâfaa-i hukuk cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) adı altında birleştirilmiştir. 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi ARMHC delegelerinden oluşmuş, ancak 1922'de Meclis, Birinci Grup ve İkinci Grup adıyla iki gruba ayrılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün takipçileri daha sonra "birinci grup" olarak adlandırılmıştır. İkinci grup, azınlık olsa da parlamentoda güçlü bir muhalefet oluşturdu. Lozan Antlaşması'nın kabulü nedeniyle Meclis'te baş gösteren yoğun tartışmalar üzerine Mustafa Kemal Atatürk, 9 Eylül 1923 tarihinde Dokuz Umde adı verilen siyasi programı ilan etti ve iki gün sonra İçişleri Bakanlığı'na verilen bir dilekçeyle kendine bağlı milletvekillerinden oluşan Halk Fırkası'nı kurdu. Mayıs 1923'te meclis, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Lozan Antlaşması'nın daha güçlü bir meclis tarafından onaylanmasını sağlamak amacıyla yeni seçimler için bir tasarı hazırladı. Halk Fırkası, 1923 seçimlerinden sonra resmi olarak kuruldu. İkinci dönem için görev yapan mecliste Lozan Antlaşması kabul edildi, cumhuriyet ilan edildi ve halifelik kaldırıldı. Partinin resmî kuruluş tarihi 11 Eylül 1923 olmasına rağmen, partinin kuruluş tarihi daha sonradan partileşme kararının alındığı 9 Eylül 1923 olarak kabul edilmiştir.[25] Tek parti dönemi: 1923–1946 Atatürk dönemi: 1923–1938 Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü, 1936 Türkiye'nin siyasi tarihinde, pratikte Cumhuriyet Halk Partisi Jön Türkler ve İttihat ve Terakki'nin devamı olarak değerlendirilmiştir. Partinin kuruluşunun ardından 1924'te, radikal devrimlere karşı çıkan muhalifler, Kâzım Karabekir liderliğinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Said İsyanı'na karışmak ve Atatürk'e suikast planlamakla suçlandı. Başbakan İnönü, hükûmete olağanüstü yetkiler veren bir yasa sundu ve sıkıyönetim ilan edildi, CHP dışındaki tüm siyasi partiler yasaklandı, devlet onayı olmayan gazetelerin yayımlanması yasaklandı (bu yasak 1930'a kadar sürdü).[26] Türkiye, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu dönem dışında 1946 yılına kadar tek partili rejimde yönetildi. 1923'ten 1946'ya kadar, CHP Türkiye'yi dönüştüren kapsamlı sosyal, kültürel, ekonomik ve hukuki reformlar başlattı. Bu reformlar arasında İsviçre ve İtalyan hukuk ve ceza kanunlarının benimsenmesi, sanayileşmenin hızlandırılması, toprak reformu ve kırsal kalkınma programları, iskân kanunu, laiklik, kadınların seçme ve seçilme hakkı ve Latin harflerine geçilmesini sağlayan Harf Devrimi gibi birçok adım bulunuyordu. Bu dönemde ulus inşasına öncelik verildi. Bu süreçte milliyetçilik ilkesinin benimsenmesi, Dil Devrimi ve sözde bilimsel teorilerin (Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi) ortaya konulmasıyla Türk milliyetçiliği ideolojisi yayıldı. Partinin 1927'deki ikinci olağan kongresinde, Atatürk Türk tarihindeki son on yılın belirleyiciliğine bir konuşma yaparak gençlere Cumhuriyet'i koruma çağrısında bulundu. Atatürk kişi kültünün tarihsel yazımının temelini bu anlatı oluşturduğu öne sürülmüştür. 1930-1939 yılları arasında, CHP ideolojisini netleştirdi ve "Altı Ok" duyuruldu. Bu dönemde parti tarihsel görüşlerden ayrılarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, devrimcilik, halkçılık ve devletçilik ilkelerini benimsedi. CHP (O zamanki kısaltmasıyla "CHF") 1930'lar boyunca Halk Kürsüsü gibi birçok ulus inşası projesini gerçekleştirmiştir. 29 Mayıs 1935 tarihinde toplanan 4. Kurultay'da partinin adı, Dil Devrimi doğrultusunda Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi. 18 Haziran 1936 tarihinde yayımlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi. İçişleri bakanı, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi. 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "Altı Ok"u Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na resmen dahil edildi. Büyük Buhran'ın başlamasıyla birlikte, parti, Başbakan İnönü ve maliye bakanı Celal Bayar tarafından savunulan devletçi ve liberal fraksiyonlara ayrıldı. Atatürk genellikle İsmet İnönü'nün politikalarını destekledi. Türkiye'nin erken dönemde ekonomik gelişimi büyük ölçüde devlet girişimleriyle sağlandı. İnönü dönemi: 1938–1946 Atatürk'ün ölümünden bir gün sonra, İsmet İnönü ikinci cumhurbaşkanı seçildi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin liderliğini üstlendi. İnönü döneminde, ekonomiye devlet müdahalesi politikası benimsendi ve Köy Enstitüleri gibi kırsal kalkınma girişimleri yapıldı. Hatay Devleti referandum sonucu anavatana katıldı. İnönü, Türkiye'yi II. Dünya Savaşı 'na çekmeye çalışan Müttefik ve Mihver güçlerine rağmen tarafsızlık politikası benimsedi; bu süreçte, silahlı bir güç olarak tarafsızlığı sağlamak için zorunlu askerlik ve kısıtlama önlemleri uygulandı. Savaşın ilerleyen sürecinde, Irkçılık-Turancılık Davası 'yla beraber Pan-Türkistler partiden uzaklaştırıldı. II. Dünya Savaşı 'nın ardından İnönü, Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlamaya çalıştı. Savaşın sona ermesiyle birlikte, liberal ve devletçi fraksiyonlar arasındaki tartışmalar yeniden ortaya çıktı. Dörtlü Takrir , özellikle Celal Bayar olmak üzere bazı CHP üyelerinin istifasına neden oldu; Bayar daha sonra Demokrat Parti (DP)'yi kurdu. İnönü, 1946'da çok partili genel seçim düzenleme kararı aldı. CHP 465 sandalyenin 397'sini kazandı. Demokrat Parti'nin muhalefeti ve Amerika Birleşik Devletleri 'nin çabalarıyla, parti komünizme karşı bir tavır aldı ve bazı kırsal kalkınma programlarını durdurdu. 1946-1950 yılları arasındaki dönem, İnönü'nün Türkiye'yi Batı ile yakınlaştırdığı bir dönemdir. 1950 yılında gizli oy açık tasnif ilkesiyle seçimler düzenlendi. İnönü, iktidarın barışçıl bir şekilde değiştirilmesine liderlik etti. 1950 seçimlerinden bu yana, parti parlamentodaki salt çoğunluğu kazanamamıştır. Politika değişiklikleri: 1950–1980 1950'lerde uygulanan çoğunluk sisteminden dolayı, DP nispeten yakın oy oranları almasına rağmen açık ara farkla meclisi kazandı. Bu durum CHP'nin 10 yıl boyunca muhalefette kalmasına neden oldu. Bu süre zarfında, parti politikaları dönüşüm geçirerek sosyal demokrasiye doğru yöneldi. İsmet İnönü, iktidarı kaybetmeden önce işçi haklarını yasalaştırdı. 1951'deki dokuzuncu kurultayda gençlik ve kadın kolları kuruldu. 1953'te sendikaların ve meslek odalarının kurulması önerildi ve partinin programına iki meclisli bir parlamento, anayasa mahkemesinin kurulması, seçim güvenliği, yargı bağımsızlığı ve işçilerin grev hakkı gibi konuların desteklenmesi eklendi. DP ve CHP rakip olsalar da DP iktidarı çoğunlukla Kemalist politikaları sürdürdü. Ancak Demokrat Parti yönetimi iktidarının sonlarına doğru giderek otoriterleşti. İnönü, DP taraftarları tarafından defalarca linç girişimine maruz kaldı. DP hükûmeti CHP'ye ait mal varlıklarına el koydu. CHP'nin 1957 seçimlerinde muhalefet partileriyle seçim ittifakı kurması engellendi. Süreci takiben 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye tarihinde ilk askeri darbe yapıldı. Askeri yönetim döneminde DP kapatıldı ve Başbakan Adnan Menderes idam edildi. CHP 1961 seçimlerinden birinci parti olarak çıktı ve DP'nin halefi Adalet Partisi ile koalisyon kurdu. Türkiye'de kurulan ilk koalisyon hükûmeti yedi ay görev yaptı. İnönü 1965 seçimlerine kadar diğer iki kere daha hükûmet kurdu. Dönemin çalışma bakanı Bülent Ecevit , işçilere grev hakkı ve toplu sözleşme hakkı tanımada etkili oldu, partideki Demokratik Sol hareketin lideri olarak, CHP'nin Ortanın solu programını benimsemesine katkıda bulundu. İnönü'nün Ecevit'in politikalarını desteklemesinin ardından Turhan Feyzioğlu CHP'den ayrılarak Güven Partisi 'ni kurdu. Ecevit'i neden desteklediği sorulduğunda İnönü " Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız" şeklinde yanıt verdi. Feyzioğlu'nun ayrılmasıyla CHP 1969 seçimlerine merkez sol bir programla katıldı, ancak partiye olan algı nedeniyle benzer bir sonuç elde etti; Bu algıya göre parti öncelikle eğitimli kentsel elitlere hitap ediyordu. İnönü muhalefet lideri ve CHP'nin lideri olarak 8 Mayıs 1972'ye kadar görev yaptı, ancak 1971 Muhtırası 'na yaklaşımı nedeniyle yerine kurultayda Bülent Ecevit seçildi. Ecevit belirgin olarak sol siyasi politikaları benimsedi. 1973 seçimlerine Ecevit'in liderliğinde katılan CHP seçimlerden zaferle ayrıldı. CHP- MSP koalisyonu kuruldu. Bu dönemde Kıbrıs'a müdahale kararı alındı. 1970'lerde parti, yoğun kutuplaşma döneminde ve siyasi şiddet atmosferinde sendikalar ve solcu gruplarla ilişkilerini sağlamlaştırdı. 1977 'de CHP Ecevit döneminde çok partili siyasi tarihinin en yüksek oy oranını alarak %41'i yakaladı, ancak hükûmeti kurmak için yeterli çoğunluğu sağlayamadı. Ecevit ve rakibi Süleyman Demirel siyasi istikrarsızlık döneminde sürekli ardı ardına hükûmetler kurdu. 1980 Askeri Darbesi bu durumu sona erdirdi. Bu dönemde tüm siyasi partiler kapatıldı ve önceki dönem siyasetçilerin siyaset yapması y asaklandı. Kapatılması ve yeniden kuruluşu: 1980–2002 12 Eylül 1980'de askeri darbeyle bütün siyasi partiler gibi CHP'de kapatıldı. 1981 yılında kapatılan siyasi partilerin adı ve kısaltması ile yeni siyasi parti kurulamadı. 1985'e gelindiğinde CHP'nin halefi olan Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi (SHP) oluşturdu, Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit ise Demokratik Sol Parti'yi (DSP) kurdu.[40] İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü ise daha sonradan Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) genel başkanı oldu. " 1980 öncesi siyasetçilerin siyasi yasaklarının kaldırılmasının ardından Deniz Baykal ve parti kapatılmadan önce parti yönetimini oluşturan isimler isim hakları konusundaki yasağın kaldırılmasıyla beraber Cumhuriyet Halk Partisi'ni 1992'de yeniden faaliyete geçirdi. Ayrıca parti Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla birlikte 1981 yılında Hazine'ye devredilen varlıklarını geri aldı. SHP 1995'te CHP'yle birleşti. 1991'den 1996'ya kadar SHP ve ardından CHP, DYP ile koalisyon hükûmetlerinde yer aldı. 28 Şubat Süreci'nde Necmettin Erbakan'ın başbakanlıktan istifa etmesinin ardından Baykal, Mesut Yılmaz'ın koalisyon hükûmetini destekledi. Kasım 1998'de Türkbank skandalı sırasında Mesut Yılmaz tartışmaya açılınca CHP hükûmete gensoru verdi ve koalisyonu düşürdü. 1999 genel seçimlerinde CHP %8.71 oy alarak tarihinde ilk kez baraj altında kaldı. Baykal seçim yenilgisinden kendinin sorumlu olduğunu belirterek 22 Nisan 1999'da genel başkanlıktan istifa etti. Baykal dönemi: 2002–2010 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara geldi. AK Parti seçimlerde %34.4 oy oranıyla 363 milletvekilliği kazanırken CHP %19.39'la 178 milletvekilliğinde kaldı. Kalan milletvekilliklerini bağımsızlar kazandı. Diğer partilerin hiçbiri %10 barajını aşamadı. Cumhuriyet Halk Partisi, 2002 seçimleriyle beraber ana muhalefet partisi oldu ve o seçimlerden beri bu konumunu korudu. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri, CHP'li ve AK Partili politikacılar arasındaki gerilimlerin doruğa çıkmasıyla bir siyasi krize dönüştü. Baykal döneminde CHP, ordu ve yargının "demokratik olmayan" girişimlerine destek verdi. Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül'e karşı ortaya çıkan protestolar; Gül'ün İslamcı siyaset geçmişi ve eşinin başörtüsü takması gibi popüler nedenlerle düzenlendi. CHP'nin seçimi boykot etmesiyle beraber 367 Krizi çıktı. E-muhtıra yayınlandı. Olayların ardından erken seçim kararı alındı ve Anayasa'da bazı değişiklikler yapıldı. Cumhurbaşkanının meclis tarafından değil, halk tarafından iki turlu oylamayla seçilmesi kararlaştırıldı; yedi yıl olan görev süresi beş yıla düşürülerek, iki kez seçilebilmesinin önü açıldı. Anayasa değişiklikleri, 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan halk oylamasında, %68,95'lik kabul oyuyla yürürlüğe girdi. 28 Ağustos 2007 tarihinde Abdullah Gül Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Yemin töreni CHP ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından boykot edildi. 2002 ve 2010 yılları arasında Türkiye'de iki genel seçim ve iki yerel seçim yapılmış ve bu seçimlerin tamamında CHP %18 ila %23 arasında oy almıştır. Kılıçdaroğlu dönemi: 2010–2023 Baykal bir kasetin internete sızdırılmasının ardından parti genel başkanlığından istifa ettiğini açıkladı. 22 Mayıs 2010 tarihinde Kemal Kılıçdaroğlu yeni parti lideri olarak seçildi. Kılıçdaroğlu CHP'yi geleneksel sosyal demokrat imajına geri döndürdü ve partinin laik-muhafazakar karakterini bir kenara bıraktı. Kılıçdaroğlu, dindar seçmenler ve Kürtler arasında bir köprü kurmak üzerine politika yürüttü.[49] Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, beş seçim boyunca milletvekili seçimlerinde %22 ila %26 arasında oy aldı. Parti 2010 anayasa referandumunda "hayır" kampanyasını destekledi. Kılıçdaroğlu liderliğinde girilen 2011'deki ilk seçimde partinin desteği %25'e çıktı, ancak bu oy oranı partinin seçimleri kazanması için yeterli olmadı. Kılıçdaroğlu döneminde CHP, 2013 Gezi Parkı protestolarına büyük bir destek verdi. İlk doğrudan cumhurbaşkanlığı seçimi olan 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi, 2013 Türkiye yolsuzluk skandalının ardından gerçekleştirildi. Recep Tayyip Erdoğan ile yarışan CHP ve MHP'nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu %38 oy alarak seçimleri birinci turda kaybetti. Haziran 2015 genel seçimlerinde, Halkların Demokratik Partisi (HDP) barajı aşarak AK Parti'nin meclis çoğunluğunu kaybetmesine neden oldu. Seçimlerin ardından koalisyon görüşmeleri başarısız oldu. MHP, CHP liderliğindeki bir hükûmette HDP ile birlikte yer almayı reddetti. CHP ise haftalar süren müzakerelerin ardından AK Parti ile hükûmet kurmayı reddetti. Kasım ayında yapılan erken seçimde AK Parti meclis çoğunluğunu yeniden kazandı. Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2017 anayasa referandumunda "hayır" kampanyasına öncülük etmiştir. Mansur Yavaş, Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu 2017'ye gelindiğinde, MHP'den ayrılan muhalifler İYİ Parti'yi kurdu. Kılıçdaroğlu İYİ Parti'nin seçimlere katılması için 15 milletvekili transfer ederek yeni partinin yükselişini kolaylaştırdı. 2018 genel seçiminde CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti, AK Parti ve MHP'den oluşan Cumhur İttifakı'na karşı Millet İttifakı'nı kurdu.[51][52] CHP'nin oy oranının %22 olmasına rağmen, Millet İttifakı toplamda %33 oy aldı. CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce %30 oy alarak seçimleri ilk turda kaybetti. Millet İttifakı, CHP'nin büyük kazançlar elde ettiği 2019 yerel seçimleri için yeniden kuruldu, bu seçimde CHP'nin neredeyse %30 oy aldığı görüldü. Diğer siyasi partilerle yapılan ittifak, CHP'nin İstanbul ve Ankara'yı 25 yılın ardından kazanmasını sağladı. Kılıçdaroğlu, 2023 cumhurbaşkanlığı seçimi için CHP ve Millet İttifakı'nın adayı olarak gösterildi. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanları Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, Millet İttifakı'ndaki diğer parti liderleriyle birlikte cumhurbaşkanı yardımcısı adaylığıyla kampanyaya dahil oldu. Ekonomik krize, COVID-19 pandemisinin yönetim şeklinde ve Kahramanmaraş depremlerine rağmen, Kılıçdaroğlu, ikinci turda oyların %48'ini alarak Erdoğan'a karşı seçimleri kaybetti. Millet İttifakı, iktidardaki Cumhur İttifakı'na karşı parlamentoda azınlık kaldı. Seçimden sonra düzenlenen 38. Olağan Kurultay'da, Özgür Özel , 2010'dan beri bu görevi sürdüren Kılıçdaroğlu'nu yenerek CHP'nin genel başkanı seçildi. Özel, 5 Kasım 2023 tarihinde gerçekleştirilen kurultayda Kemal Kılıçdaroğlu karşısında 2. turda 812 oy ile CHP genel başkanı seçildi. Parti tarihinde mevcut genel başkanın aday olduğu bir kurultayda ilk kez genel başkan değişimi yapılmış oldu. 6 Kasım 2023'te Özel, "Erdoğan'ın stresini anladığını ve bundan sonra her geçen günün Erdoğan için daha zor, kendileri için daha moralli olacağını" belirterek, " Cumhuriyet Halk Partisi'nden endişe etmeye devam etsin " şeklinde bir cümle kurdu. Özgür Özel, 11 Kasım 2023 tarihinde Türkiye'de ana muhalefet partisi tarafından ilk kez kurulan ' gölge kabine ' yapısını duyurarak I. Türkiye Gölge Kabinesi 'ni MYK üyeleri arasından kurdu. 2024 yılında Özgür Özel liderliğinde parti, 46 yıl aradan sonra birinci parti oldu ve ülke genelinde 22 yıl sonra ilk kez AK Parti'yi geçti. 2024 yerel seçimlerinde parti, Hatay hariç mevcut büyükşehirlerinin hepsini korudu ve Bursa , Balıkesir , Denizli ve Manisa Büyükşehir Belediyelerini kazandı.
- 9 EYLÜL; İzmir'in Kurtuluşu
İzmir'in Kurtuluşu, 26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusunun Yunan işgali altındaki İzmir'e 9 Eylül 1922'de girmesini belirten tarih terimidir. Mudanya Ateşkes Antlaşması ve sonrasında Lozan Barış Antlaşması'na uzanan süreci başlatması dolayısıyla Millî Mücadele'nin sona ererek Türk milletinin kurtuluşu ve bağımsızlığını elde edişinin simgesi olmuş çok önemli bir tarihi olaydır. Arka plan İzmir'in, 15 Mayıs 1919 yılında Yunan güçleri tarafından işgal edilmesi, Anadolu'da Millî Mücadele'nin başlamasında önemli bir aşama olarak kabul edilir.[3] O tarihe kadar Anadolu'da işgallere karşı dağınık olan düşünce ve örgütlenme biçimleri mevcuttu. İzmir’in işgali, Anadolu insanın direniş ve karşı koyuş düşüncesini körüklemiş, İstanbul'da başlayan işgali protesto mitingleri Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yayılmış, Damat Ferit Hükûmeti'nin düşmesine sebep olmuştu. Artık İzmir, Anadolu harekâtı için temel sembollerden biri haline getirilmişti ve İzmir'in işgaline karşı protesto mitingleri, her yıl işgalin yıl dönümlerinde, Anadolu'nun çeşitli kent ve kasaba merkezlerinde tekrarlanmakta; konu sürekli gündemde tutulmaktaydı.[3] Birinci İnönü, İkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebelerinde Millî Mücadele'nin kazanılmasında önemli adımlar atılmıştı. Tarihçe Türk ordusu tarafından 26 Ağustos 1922'de başlatılan Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı'nın son safhası idi. Kesin sonuç beş gün içinde elde edildi. Çalköy'de bulunan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 30 Ağustos'ta ordulara bir bildiri yayımlayarak tarihî "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!” emrini verdi. Taarruz emri ile birlikte İzmir yönüne doğru ilerleyişe geçen Türk ordusu birliklerinin en önünde Fahrettin Altay Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu bulunuyordu. Kolordunun üç öncü süvari tümeni (1., 2. ve 14. tümenler) birbiri ile yarış halinde farklı kollardan İzmir'e doğru ilerledi. Şehre ulaşan ilk birlikler 9 Eylül sabahı Kadifekale, Sarıkışla, Karşıyaka, Paket Postanesi' ve Hükûmet Konağı'nda göndere Türk bayrağını çekip İzmir'in kurtuluşunu ilan etmiştir. Atatürk'ün İzmir'i İzlediği BELKAHVE'deki ANIT Kadifekale burçlarına Türk bayrağı dikilmesi Ayrı tümenlere bağlı Türk süvari birlikleri birbiriyle yarış halinde ilerleyerek Kadifekale'ye vardı ve Kadifekale burçlarına birlikte bayrak dikti. Kadifekale'de Türk bayrağını göndere çeken subaylar, Mürsel Paşa komutasındaki 1. Süvari Fırkası öncü birliklerinden Teğmen Celil Bey, Kafkas Tümeni Süvari Bölüğü'nden Teğmen Besim Bey ile 2. Süvari Fırkası 4. Alay komutanı Binbaşı Ali Reşat Bey'dir. Karşıyaka'da göndere Türk bayrağı çekilmesi Kurmay Yarbay Suphi komutasındaki 14. Süvari Fırkası, İzmir'e kuzeyden sarkarak, Menemen ve Karşıyaka'ya ulaşıp bayrak çekti. Kadın savaşçı Kara Fatma, bu öncü birlikler içinde Çiğli'ye ilk giren süvariler arasında yer aldı. Sarı Kışla ve Paket Postanesi'ne Türk bayrağı çekilmesi 1. Tümene bağlı bir grup süvari, sabah çok erken saatlerde Yüzbaşı Zeki Bey komutasında Konak'a vararak Sarı Kışla'ya, yine 1. Süvari Fırkası'ndan Üsteğmen Selahattin ise Paket Postanesi’ne Türk bayrağını çekti. İzmir Hükûmet Konağı'na Türk bayrağı çekilmesi 2. Tümen 4. Alay Komutan Muavini Yüzbaşı Şerafettin yönetiminde iki bölük de Bornova'dan Konak istikametinde ilerleyişini sürdürmüştü. Şerafettin Bey komutasında yaya olarak en önde giden sekiz er, Bornova'dan Halkapınar'a ilerleyişi sırasında Punta'daki Tuzakoğlu fabrikasına yaklaştıkları sırada fabrika pencerelerinden ani bir ateşe uğradı.[7] Bu olayda 4 asker hayatını kaybetti ve hemen orada defnedildiler.[8] Olayda can veren askerlerin isimleri şöyledir: Akşehirli Bekiroğlu Mehmet, Antalyalı Ömer oğlu Hakkı (Sarıarslan), Nevşehirli Ahmet oğlu Seyit Mehmet ve Nevşehirli Ahmet oğlu Ahmet.[7] Yüzbaşı Şerafettin ve yanındaki birkaç kişi, Kordonboyu'ndan Pasaport İskelesi'ne geldiğinde bir Rum tarafından atılan el bombası ile hafif yaralandı. Şerafettin Bey, yaralı haliyle ilerlemeye devam ederek saat 10.30’da vilayet konağına geldi.[9] Bu arada 4. alay 2. takım komutanı Teğmen Ali Rıza konağa ulaşıp Yunan bayrağını indirmiş, kendisine bir kadının verdiği el yapımı Türk bayrağını göndere çekmişti. Yüzbaşı Şerafettin'in konağa ulaşıp yanında Teğmen Ali Rıza (Akıncı), Teğmen Hamdi (Yurteri) ve Diyarbakırlı Çavuş Mehmet Raşit ile birlikte alay bayrağını göndere çekmesi ile İzmir'in işgalden kurtuluşu ilan edilmiş oldu. Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet Paşaların İzmir'e gelişi Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi. Belkahve'den tarihi günü izleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi ve İsmet Paşalar olduğu halde, 10 Eylül sabahı İzmir'e girdi ve Fahrettin Paşa ile buluşarak doğruca Hükûmet Konağı'na gitti. Konağın balkonundan, başarıyı millete mal eden kısa bir konuşma yaptı. Takip Harekâtı Mustafa Kemal Paşa'nın ordulara 1 Eylül'de verdiği tarihi emirle başlayan ve 18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan "Takip Harekâtı" ile bütün Batı Anadolu'daki Yunan askerleri, Türk sınırları dışına çıkarılmıştır. Takip Harekâtı'nın başarı ile sonuçlanması sayesinde İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı'na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı'na kadar Türk ordusu için hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de İtilaf Devletlerinin işgalinden, olaysız olarak ve barış yoluyla kurtarılmıştır. Türk ordusunun kazandığı bu zafer, Mudanya Ateşkes Antlaşması'na giden süreci başlatmış; Türkiye, Mudanya Ateşkes Antlaşması'ndan sonra 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması'nı imzalayarak bağımsızlığını kazanmıştır. 9 Eylül Anıtı 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir'in kurtuluşu sırasında şehit düşen dört askerin anısına, defnedildikleri Halkapınar Şehitliği'nde Dokuz Eylül Anıtı yaptırılmıştır. 1927 yılında yapılan anıtın çevresindeki küçük bahçe 1930 yılında oluşturuldu. Yıllar içinde bakımsız kalan anıt; 1961 ve 1996 yılında yeniden düzenlendi ve ikinci düzenlemede ozan Necmettin Halil Onan'ın bu anıtın açılışı için yazdığı "Bir Yolcuya" şiiri anıt platformuna monte edilmiştir. Ant, "Vatan-Namus Anıtı" olarak da bilinir. 9 Eylül 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesinde İzmir'in kurtuluşuna dair bir çizim. Basın yansımaları İzmir'in kurtuluşu haberleri 10 ve 11 Eylül tarihlerinde Anadolu basınında yer almıştır. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayfasında İzmir'in kurtuluşu haberi “Süvarilerimiz Cumartesi günü öğleden evvel 10:30’da İzmir’e girmişlerdir. İzmirliler bu suretle Yunan kâbusundan kurtulmuşlardır” başlığı ile verilmektedir. 13 Eylül tarihinden itibaren ise gazeteler Türk ordusunun İzmir'e girişi ilgili bilgilere yer vermişler; ilerleyen günlerde ise ordunun İzmir'e girişi sırasında yaşanan olaylar anlatılmıştır. Mustafa Kemal'in İzmir'e gelişiyle ilgili haberler ise genellikle 13-14 Eylül tarihlerinden itibaren verilmeye başlanmıştır. İzmir Yangını ile ilgili bilgiler basında 14 Eylül tarihinden itibaren yer almıştır. 10 Eylül 1922'de New York Times gazetesinde yayımlanan haberde, Fransız Deniz Kuvvetleri Bakanlığı'nın aldığı haberlere göre, İzmir'e giren Türk birliklerinin düzgün davranış sergiledikleri belirtilmiştir. İzmir'in kurtuluşu ardından Mustafa Kemal Paşa, yabancı basını kabul ederek görüşlerini açıklamıştır. Bunun ardından 1 Ekim 1922 New York Times gazetesinde o zamana kadar olan kendisiyle ilgili en geniş haber-yorum yayınlanmıştır. Gazetede tam sayfa çıkan bu haberde, 41 yaşındaki Mustafa Kemal Paşa portresi ve "Küllerinden Doğan Türkiye" karikatürü de bulunmaktadır. Anma günleri İzmir'in kurtuluşuyla ilgili ilk miting ve kutlama Ankara'da 10 Eylül tarihinde devlet erkânı adına Heyet-i Vekiliye reisi Rauf Bey'in katılımı yapılmıştı. 9 Eylül günü, bu tarihten itibaren "İzmir'in Kurtuluş Bayramı" olarak kutlanmıştır. Günümüzde İzmir'in düşman işgalinden kurtuluş günü olarak kutlanır.
- Yer Çekimli Karanfil
Edip Cansever * Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce. Yerçekimli Karanfil,1957 * Edip Cansever Tam adıyla Ömer Edip Cansever , (8 Ağustos 1928, İstanbul - 28 Mayıs 1986, İstanbul), Türk şairdir . Tam adı Ömer Edip Cansever olsa da, Ömer adını ilk şiirleri ve ilk şiir kitabı dışında hiç kullanmadı.
- TAKSİM CUMHURİYET ANITI
1928'in 8 Ağustosunda Açılan Taksim Anıtının 1930'lu Yıllardaki Hali Taksim Cumhuriyet Anıtı, İstanbul, Taksim Meydanı'nda bulunan, .bir yarışmayla İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya 1925'te sipariş edilen, iki genç Türk; Hadi Bara ve Sabiha Bengütaş'ın katkıları da olan anıt 1928'de tamamlanmıştır. 8 Ağustos 1928'de açılan anıtın, kaide ve çevre düzeni mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmıştır. Tarihçe Planlanması Cumhuriyet dönemi anıtları, ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk'ü ve kurulan yeni düzeni topluma tanıtan heykellerdir. Bu döneme ait anıtların yerleşim planlamasında önlerinde tören yapılacağı göz önünde tutularak çevre düzenlemesi yapılmıştır. Cumhuriyetin yeni gösteri alanı olarak seçilen Taksim Meydanına anıt yapılması için dünya çapında bir yarışma düzenlenir. Yarışmayı İtalyan Pietro Canonica kazanır. Bunun üzerine 1925 yılında dönemin İstanbul milletvekili Hakkı Şinasi Paşa'nın başkanlığında oluşturulan komisyon, Pietro Canonica ile bağlantı kurmuş ve anıt sipariş etmiştir. Ağırlığı 84 tonu bulan anıt, 2,5 yıl sonra tamamlanınca Roma'dan İstanbul'a gemi ile getirilmiştir. Özellikleri -Anıtın 8 Ağustos 1928 tarihindeki açılışından bir fotoğraf- Anıtın yapımında taş ve bronz kullanılmıştır. Mali kaynak için ise halktan bağış toplanmıştır. En yüksek bağışı ise Osmanlı bankacı Berç Keresteciyan yapmıştır. Dairesel bir meydanın ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın iki yüzündeki bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek oluşturulmuş kemerli taş bir kaide içerisinde yer alırlar. 11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe Trentino-Alto Adige/Südtirol ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır. Anıtın dar yüzleri altında birer ayna taşı ve önlerinde mermer yalaklar bulunmaktadır. Heykeltıraş bu yalaklara akacak su ile meydan çeşmelerini anımsatan bir proje oluşturmuş, ancak daha sonra ise su ögesi kullanılmıştır. Anıt 8 Ağustos 1928 tarihinde açılmıştır. 1988'de Taksim, Tarlabaşı ve Şişhane'de gerçekleşen çeşitli yıkımlar sonrasında, anıtın oturduğu dairesel taban İstiklal Caddesi'nin bir parçası haline gelmiştir. Günümüzde araç trafiğine kapalı olan alanda, ulusal günlerde yapılan törenler anıt önünde gerçekleşmektedir. Anlamı -Cumhuriyet Anıtı'nın ayrıntılı bir görünümü- Anıtın bir yüzü Türk Kurtuluş Savaşı'nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye'sini temsil etmektedir. 1928'de Talimhane Caddesi ve İstiklal Caddesi - Sıraselviler aksı üzerine yerleştirilen anıtın kuzey yüzünde Mustafa Kemal, askerlerinin önünde görülmektedir. Diğer yüzünde ise sivil giysileri ile Mustafa Kemal Atatürk yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye'nin kuruluşu canlandırılmaktadır. Ayrıca bu yüzde Atatürk'ün ardında bulunan Sovyet general Mihail Frunze ve Kliment Voroşilov'un heykelleri de Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye'ye yapılan Sovyet yardımına duyulan minnettarlığı simgeler. Anıtın yan yüzlerinde birer asker heykeli, üstlerindeki madalyonlarda ise iki kadın portresi yer almaktadır. Aynı zamanda şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde de bir yarışma düzenlenir ve birinci olan kişi, tüm masrafları devlet tarafından karışlanmak üzere İtalya'ya Canonica'nın atölyesine anıtın yapımında çalışmak üzere gönderilir. Bu yarışmayı kazanan Sabiha Ziya, 21 yaşında bekar bir kadın olmasından dolayı bazı çevreler tarafından yurt dışına gitmesi istenmese de, dönemin Millî Eğitim bakanı Mustafa Necati'nin de desteğiyle İtalya'ya gönderilir. Sunay Akın, anıtın yan yüzlerinde olan kadın portrelerinin, yarışmayı kazanan maket üzerinde olmadığını, Sabiha hanımın Roma'ya gitmesinden sonra Canonica tarafından bu figürlerin eklendiğini söylemektedir. Havuzsuz Anıt Pietro Canonica, Taksim Meydanı'nın adının İstanbul'a suların bu meydandan taksim yapılması nedeniyle verildiğini öğrenerek anıtı bir havuz şeklinde tasarlamıştır. Anıtın maketine göre; anıtın iki yanındaki yalaklara akan sular, anıt çevresindeki havuzda toplanacaktır. Ancak anıt havuz özelliğine sahip olamaz, çünkü Canonica ile yapılan anlaşmaya göre heykeltıraşa 6 taksit şeklinde yapılacak ödemenin son taksiti parasızlık yüzünden verilemez . Bu nedenle Cumhuriyet anıtı tamamlanmamış şekilde havuzsuz olarak kalır.
- Mavi Yolculuk
maviYOLCULUK denilince ilk Halikarnas Balıkçısı anımsanır ve elbette onun yakın arkadaşı Azra ERHAT ... ve tabi ki Sebahattin EYÜPOĞLU , kardeşi Bedri Rahmi ve diğer yol arkadaşları günün aydınları, yazarlar... Gazeteci yazar Haluk Şahin’in ön ayak olmasıyla 2002 yılından beri her yıl Bozcaada’da Homeros Günleri düzenleniyor, şairler şiirlerini okuyor, Homeros ve İlyada destanı yeniden hatırlanıyor. Şair ve çevirmen Cevat Çapan ’ın da ilk gününden beri destek verdiği bu etkinliğin 2004 yılı konuk şairi Kemal Özer’di. O yılki etkinlikte Cevat Çapan da çok özel bir anısını katılanlara anlattı. Çapan’ın bu anısı 1961 yılında, sonradan çok moda olacak olan ama o zamanlar ilk seferlerinden biri yapılan Mavi Yolculuk’la ilgiliydi ve yolculukta orijinal “mavi yolcular” tam kadroydu. Çapan’ın bu anlatısının bir de ses kaydı vardı, bu kaydı bunca yıl sonra Sözcükler Edebiyat dergisi 114. sayısında yayınladı. Sonradan internette de yayınlandı, yayıldı. Çevat Çapan'ın yolculuğa götürdüğü 8 mm kamera ile çektiği video da eklendi. Biz de oradan alıp size sunuyoruz. CEVAT ÇAPAN * “Zeus’un bacanakları” Sabahattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat gibi kişiler, onları hem kitaplarından, hem kendilerini tanıyanlar için her şeyden önce sevgi, saygı yaratan adlar. Ama Türkiye öyle bir yer ki, sevgi, saygı duygularıyla birlikte alay, nefret de hemen bunların peşinden gelebiliyor. Bu gerçeklik duygusunun olmamasından kaynaklanan bir durum. Gerçeklikle yüz yüze gelmekten korkmaktan kaynaklanan bir şey. Bu nedenle işi hemen alaya vurup Sabahattin Eyuboğlu’yla Vedat Günyol’un mitoloji, eski Anadolu uygarlıkları üstüne yazdıkları yazılar yüzünden, onlara “Zeus’un Bacanakları” adını takanlar hemen belirmişti. Ama onlar bundan hiç gocunmuyorlardı çünkü yaptıkları işlerin ve benimsedikleri değerlerin önemine inanan kimselerdi. Seçtikleri yaşama biçimi onları zenginleştiren, onları başka insanlarla daha sağlıklı ilişkiler kurmaya yönelten değerlerdi. Bütün bu insanlar gerçek birer yaratıcıydılar kendi alanlarında. Yazardılar, ressamdılar, öğretmendiler, şairdiler, gerçek insanlardı, güzel insanlardı. Yaşadıkları ülkenin, yaşadıkları dünyanın en olumlu değerlerini görebilen, onları özümseyebilen ve yayabilen insanlardı. Bazıları bunların evlerine tekke diyebilirdi, dergâh diyebilirdi, ocak diyebilirdi. Böyle küçümseyen, alay eden yaklaşımlar da vardı. Bazıları da kendi aşağılık duyguları nedeniyle bu insanları ulaşılmaz insanlar olarak görürlerdi. Oysa onlar her zaman kapıları, gönülleri açık, son derece cömert ve gönlü yüce insanlardı. Sabahattin Beyle tanışma Benim de şansım o insanları çok genç yaşta tanımak oldu. Hem meslek açısından, hem de onların değerlerine yakınlık duyma açısından… Mesela Sabahattin Eyuboğlu ile tanıştığımda iş arıyordum, Yeşilçam’a falan bakıyordum oradan bir iş bulabilir miyim diye. Sordu Sabahattin Bey, sen ne iş yapabilirsin, ne okudun falan diye. İngiliz Edebiyatı okudum deyince, niye üniversiteye girmiyorsun dedi ve beni Edebiyat Fakültesinin dekanıyla tanıştırdı. Ve ben kendimi birden İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde asistan olarak buldum. Orada da çok güzel insanlarla tanıştım, Vahit Turhan, Mina Urgan, Berna Moran gibi. Ayrıca Sabahattin Beyin çevresi ile de tanışmış oldum. Anadolu’nun her rengini kapsayan, kuşatan bir ilgi alanı vardı bu insanların. Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt! diye kitaplar yazan biriydi. Mahkûm olarak, sürgün olarak, yazar olarak, rehber olarak bu ülkeyi geçmişiyle, yaşadığı tarihle, birçok olumlu olumsuz yanıyla tanıyan, bilen, seven ve anlamaya, anlatmaya çalışan biriydi. Her pazartesi Sabahattin Beyin evinde Birden baktık ki, 1960’ların başlarında Sabahattin Eyüboğlu hem İstanbul Teknik Üniversitesi’nde sanat tarihi öğretmenliği yapıyor, hem de İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde karşılaştırmalı edebiyat dersleri veriyor. Ama bu öyle bildiğiniz beylik öğretmenlerden değildi. Okul dışında, çevresinde, evinde fotoğraf makinesiyle, kayıt cihazıyla gidebildiği her yere gidiyor, götürebildiği her insanı gittiği yerlere götürüyor, tanıdığı her insanla, Âşık Veysel’le, Köy Enstitülerinin öğretmenlerini, öğrencilerini tanıdığı insanlarla tanıştırıyor. Bir sevgi, öğrenme ve anlayış kaynağı olarak ışık saçıyordu çevresine. Öğrenebileceği herkesten de bir şeyler öğreniyordu. Mesela pazartesi geceleri herkese açık bir evdi Sabahattin Eyuboğlu’nun evi. Oraya hem dostları gelir, hem de yanlarında güvendikleri dostlarını getirebilirlerdi. Sofrası açıktı. Her yeni gelene sorardı Sabahattin Eyuboğlu, “Annenden öğrendiğin bir türkü var mı?” diye. Sonra o türkü öğrenilirdi, başka türküler söylenirdi. Tartışmalar yapılırdı, Melih Cevdet varsa kavgalar olurdu. Son derece eğlenceli, öğretici bir meclisti. Bazen İzmir’den Halikarnas Balıkçısı gelirdi, bazen Sivas’tan Âşık Veysel gelirdi, sık sık Ruhi Su gelirdi, Yaşar Kemal gelirdi. Her pazartesi gelenler vardı, kayıtlı öğrenci gibi, bizim gibi öğrenme aşkıyla dolu. Bir de assolistler, konuk sanatçılar gelirdi. Bu toplantılar yalnızca pazartesilerle de sınırlı kalmazdı. Nasıl ki uygun mevsimlerde öğrencilerini Anadolu gezilerine götürüyorsa Sabahattin Eyuboğlu, yazın da birtakım yolculuklar yapılırdı. Bu yolculuklar yalnızca Mavi Yolculuklar da değildi. Yedi Göller’e de gidilirdi, Amasra’ya da gidilirdi. Eğer bir olanak varsa Anadolu’nun görülmeye değer her yerine götürürdü Sabahattin Bey. Oranın ruhunu anlamaya ve anlatmaya çalışırdı. Bozcaada’nın ruhu, Ege’nin ruhu Böylece bir “yerin ruhu” kavramı ortaya çıkıyor. Bizim burada, Bozcaada’da her yıl yenilediğimiz etkinlik de aslında bir yerin ruhunu keşfetmek, anlamak, o ruhu bütün zenginliğiyle yaşatmaya çalışmak. Haluk Şahin’in buraya geldiğinden beri keşfettiği, hem de dostlarıyla, dost olabileceği insanlarla paylaştığı bir ruh bu. Bozcaada’nın ruhu, Ege’nin ruhu, buradan karşıya Troya’ya bakarak ne yapılabilir, burada neler yapılıyor, kim yapıyor, bunları anlamaya çalışan ve bu çabayı paylaşabilen insanların buluşması bu her yaz yapılan iş. Bunun esin kaynağı Mavi Anadolucular dediğimiz, Balıkçı, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat gibi insanlar olduğu için, ben de onlarla birlikte o yolculuklara çıktığım için onlardan söz etmemi istedi bu sabah. Bu yolculukların ilk örgütlü biçimde yapılanı 1961’deydi. Daha önce Sabahattin Eyuboğlu, Sabahattin Ali’nin sağlığında yapılmış yolculuklar var. Hatta çok ilginç bir kitap çıktı geçenlerde; Erol Güney’in Ke(n)disi. Orada da değiniliyor bu yolculuklara. Halikarnas Balıkçısı dostlarını tekneyle gezdirirdi Halikarnas Balıkçısı Bodrum’dan sonra İzmir’e yerleşince, birtakım yakın dostlarına Ege’yi tanıtmak için İzmir’den başlayan tekneyle yapılan bir yolculuk düzenlemiş. Fakat teknelerin açık denize açılabilmeleri için birtakım donanımlarının olması gerekli. Bunların eksik olduğu bir yolculuk bu. Halikarnas Balıkçısı var, Sabahattin Eyuboğlu var, Sabahattin Ali var, Erol Güney var, Sabahattin Beyin Tercüme Bürosundan tanıdığı. Hatta o gün Necati Cumalı’ya rastlıyorlar. Onu da razı ediyorlar. Fakat Erol Güney’in bir şikayeti var, bu yolculukların başarısı kumanyaya bağlı. Yola çıkarken yanınıza alacağınız yiyecek ve içeceklere. Bunlar daha çok içecek almışlar. Erol Güney, “O kadar çok rakı almışlar ki, neredeyse hiç meze yoktu,” diyor. Pek başarılı bir yolculuk olmuyor o yolculuk. Denizcilik bilgileri çok az çünkü. Bir ara Sabahattin Ali dümene geçmek istiyor. “Yapma, bizi kayalara çarptıracaksın, öldüreceksin” diyor arkadaşları. Onun çok ironik bir cevabı var: “Kim bilir ölümümüz nerede olacak!” Önce gemiyle İzmir’e Ama 1961’de yapılan Mavi Yolculuk, çok iyi örgütlenmiş bir yolculuktu. Bu konuda belli bir deneyimleri vardı geziyi düzenleyen Sabahattin Eyuboğlu ile Halikarnas Balıkçısı’nın. Önce İstanbul’dan İzmir’e gidildi. Balıkçı, oğlu Sina Kabaağaçlı’ya, o sırada Edebiyat Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan, bütün balıkçılık malzemelerini ısmarlamış, bize ne usta bir balıkçı olduğunu gösterecek. İstanbul’dan topluca vapurla İzmir’e gittik. Balıkçı ailesi, kızı İsmet, küçük oğlu Suat, İsmet’in kocası ve oğlu. Bizim İstanbul grubunda Güngör Dilmen var, Vedat Günyol var, Füreya Hanım Bodrum’dan katılacak bize. Tabii Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat. Onlar bir çeşit alaylı değil, mektepli seyyahlar. Kitaplar, İngilizcesi, Fransızcası hepsi alınmış. Tam teşkilatlı bir yolculuk yapacağız. Kuşadası’ndan Samim Kocagöz bize “Macera” adlı bir tekne bulmuş. Kuşadası’na gidip oradan Macera teknesiyle denize açıldık. Halikarnas Balıkçısı’ndan başka bir de profesyonel bir balıkçı aldık yanımıza, ağları, sandalı falan olan. Tam Sisam adasıyla Dilek Yarımadası arasındaki boğazdan geçerken müthiş bir fırtına. Biz teknenin önünde türküler söylüyoruz Sabahattin Batur, Güngör Dilmen, arkada kıyamet kopmuş, sonradan öğrendik. Balıkçı hiç balık tutamayınca Tabii Halikarnas Balıkçısı’nın aramızda olması çok önemli. O hem geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgiler veriyor, hem mitolojiyle ilgili bilgiler, hem de bugün neler oluyor onları anlatıyor. Arada kendi kişisel hikâyelerini anlatıyor. Mesela Rodos’tan Bodrum’a geçerken ay ışığında nasıl Dante okumuş falan onları anlatıyor. Bodrum’a gelince, oradan da bir iki kişi daha katıldı ve Gökova’ya açıldık. Teknede yaklaşık 14-15 kişi var. Gökova’da bütün çabasına rağmen hiç balık tutamadı Balıkçı. Perişan bir halde bir koya sığındık. Kıyıda ateş yakıp şiş falan yapacağız. O sırada Sabahattin Beyle yanımızdaki profesyonel balıkçının sandalıyla açılıp denize ağ attık, ağı çektiğimizde, içi balık doluydu. Güngör Dilmen’in bize anlattığına göre, Halikarnas Balıkçısı bu manzarayı görünce epey üzülmüş. Bütün fiyakası bozulmuştu çünkü. Antik tiyatrolarda Euripides sahneleri Bu günlük eğlencenin dışında gittiğimiz bir koyda bir antik tiyatro varsa, Azra Hanım hemen kitaplarını açıyor, Güngör Dilmen’i görevlendiriyor, burada Bakhalardan Eski Yunanca şu koroyu okuyacağız falan diye. Alelacele orada bir Euripides sahnesi canlandırılıyor. Böylece içimizde kalmış oyunculuk hevesimiz de ortaya çıkıyor. Benim yanımda da 8 mm.’lik bir kamera vardı. Orada çektiğim görüntüleri Besim arkadaşımıza vermiştim, bitirme tezi yaptı. O çekimlerde çok güzel kayıtlar var. Mesela bir koyda Sabahattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı’nı tıraş ediyor. Yahut Bodrum’dan bize katılan Paluko diye bir balıkçı var. Girit’ten gelmiş bir balıkçı. Bütün o denizleri biliyor, derinlikleri, kayalıkları falan… Onun çok güzel görüntüleri var. Tepeliklerde gezinen keçilerin görüntüleri var. Kıymetli bilgiler bir meze ve bir kadeh gibi sunulunca Bu arada, bütün bu gezilen yerlerde yaşamış insanlar, orada ortaya çıkmış felsefe, mesela Miletos’un dünya kültürüne kazandırdığı insanlarla ilgili bilgiler bu konuları çok iyi bilen uzmanlar tarafından bir ders sıkıcılığı ya da uzmanlık ukalalığı olmadan, sanki o anda yaşanıyormuş, o anda insanlarla karşılaşıyormuşsunuz, o gerçekleri o anda keşfediyormuşsunuz gibi bize aktarılıyordu. Bir meze ve bir kadeh içki gibi sunuluyordu bu bilgiler, ama sizi sarhoş eden değil, ayıltan bir etki yapıyordu. Ve görüyorduk ki yabancı kitaplarda bize Eski Yunan Uygarlığı diye aktarılan hikâye aslında bu topraklarda ortaya çıkan Anadolu Uygarlığı diye bir uygarlık ve bu uygarlığı tanıması gereken insanlar olarak biz biraz gaflet içindeyiz, geç kalmışız ama gene de vakit var. Doğru bir yaklaşımla yaşadığımız yerin ruhunu anlayabilir bunu canlandırıp yaşatabilirsek, pekâlâ biz de buralı olabiliriz. Bu toprakların gerçek insanları olabiliriz. Bu toprakların gerçek insanları gibi buraları yeniden yeşertebilir, şeneltebiliriz. Bu “şeneltme” sözü de Âşık Veysel’den bir söz, bir köye gidince “Burayı şeneltelim,” dermiş. Şeneltelim burayı Yani bu insanlar yaşadıkları ülkeyi çiçeklendirmek, şeneltmek, ürün veren, üretim yapan her insanı şenelten insanlar olarak bizlere birer öncü, kılavuz oldular. Sanırım Haluk’un burada, Bozcaada’da yapmak istediği de böyle bir şey. Yalnızca yılda bir haftalık bir şenlik olarak görmemek gerek bunu. Bir kere Homeros’un, İlyada ve Odysseia’nın ne kadar önemli ürünler olduğunu görüyoruz. Bu destanların sadece şiir değil, aynı zamanda tarih, aynı zamanda sosyoloji, din bilgisi, antropoloji, bir yerin, bir iklimin, bir toprağın ruhunu canlı tutan yaşayan belgeler olduğunu görüyoruz. Bir dil duyarlığı kazandırıyor bize bu okuduklarımız. Kavga didişme yok, sevgi var Bu yolculuklar belli insanların bir araya gelip, birbirleriyle didişmeden, kavga etmeden, birbirlerini sevebilmelerini ve böylelikle birlikte yaşayabilme sanatını gerçekleştiren bir yolculuktu. Bir de tabii, yaşadığımız ülkenin topraklarının insanlık tarihi açısından ne kadar önemli ve burada yaşamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu anlatmaya çalışan, ırkçılık yerine bu yerin insanı ya da bu toprağın doğal bir parçası olmanın ne kadar önemli olduğu gerçeğini vurgulayan bu insanlar kimdi? Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı. Onlar bu gerçekleri dile getiriyor ve bunları unutmamamız gerektiğini söylüyorlardı. İmece usulü çalışırlardı Bu insanların özelliği imece usulü çalışmaktı. İlle de ben yapacağım diye bir iddiaları yoktu. Örneğin Azra Erhat İlyada ve Odysseia’yı çevirirken A. Kadir ile birlikte çalışmayı yeğlemişti. Sabahattin Eyuboğlu birçok çevirilerini Azra Erhat, Vedat Günyol, Mina Urgan’la ortaklaşa çalışarak tamamlamıştı. Onlar için ortak iş yapmak ortak bir sevinci paylaşmak anlamına geliyordu. Mavi Yolculuk, Mavi Anadolu sadece maviyle değil, Anadolu’nun her rengiyle ilgiliydi. İnsanları kapsayan, kucaklayan bir yanı vardı bu ilginin. Bir de birlikte yaşama sanatı diyebileceğimiz bir şey öğreniyorduk bu yolculuklarda. İnsanların bir araya geldiklerinde birbirleriyle didişmeleri, dedikodu yapmaları gerekmediğini, birbirlerini sevebilme olasılığını ortaya çıkaran bir gerçeği. Ayrıca, yaşadığımız ülkenin topraklarının insanlık tarihi açısından ne kadar önemli olduğunu, burada yaşamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu da bize gösteriyordu bu yolculuklar. Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk kitabının çok farklı yayınevlerinden baskıları var ama en güzel kapaklısı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kapağını çizdiği bu versiyonu İş Bankası Yayınlarından çıktı. Azra Erhat’ın cömertliği ve yaptığı inanılmaz işler Azra Hanım’ın ölümünün yirminci yılı nedeniyle birkaç ay önce İstanbul’da yaptığımız bir toplantıda da onun ne kadar alçakgönüllü bir biçimde ne kadar büyük işler yaptığını anlatmak zorunda kaldım. Çünkü her şey çok kolayca küçümseniyor Türkiye’de. Oysa Azra Erhat Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki Klasik Filoloji’deki öğretim üyeliğinin dışında yaptığı çevirilerle, yazdığı kitaplarla okurlarına, öğrencilerine çok hizmet etmiş bir insandır. Ayrıca İlyada’yı ve Odysseia’yı çevirmek gibi inanılmaz önemli işler gerçekleştirmiş, bunu da A. Kadir gibi bir şairle, onunla birlikte çalışarak yapma cömertliğini göstermişti. Çünkü bu insanların bir özelliği de imece usulüyle çalışmaktı. Yani ille ben yapacağım diye bir tutkuları yoktu. Birlikte çalışmanın, bir şey yapmanın güzelliğini yaşamak gibi bir tutumları vardı. Zaten böyle bir işe Tercüme Bürosu’nda çalışırken başlamışlardı. Ortak iş yapma onlarda bir çeşit ortak bir sevinci paylaşmaktı. Başka çevirilerde Oktay Rifat’la, Melih Cevdet’le, yaptığı belgesel filmlerde de Mazhar Şevket İpşiroğlu ile de böyle çalışmışlardı. Bu ortak çalışmanın hatırlanması, benzer işler için esin kaynağı olmasını hazırlayan bir yaklaşımdı.
- Azra ERHAT
Azra Erhat (4 Haziran 1915; Şişli, İstanbul - 6 Eylül 1982; İstanbul), Türk deneme ve inceleme yazarı, Eski Yunan ve Roma dilleri uzmanı, filolog, arkeolog, çevirmen ve düşünce insanı. Özellikle Eski Yunan klasiklerinden yaptığı çevirilerle tanınmıştır. A. Kadir ile birlikte gerçekleştirdiği İlyada ve Odissea çevirileri referans kabul edilir. Yaşamı 4 Haziran 1915'te İstanbul-Şişli’de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Belçika’da yaptı. 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitirerek Klasik Filoloji Bölümünde Georg Rohde'nin asistanı olarak göreve başladı. 1946’da doçent oldu. 1948’de aynı fakültedeki öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes’le birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. 1949-1950 arasında Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalıştı. Uluslararası Çalışma Örgütünde (ILO) kütüphanecilik yaptı. İlk çevirileri Tercüme dergisinde çıktı. Sofokles, Aristofanes gibi yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı. Yeni Ufuklar dergisinin yazarlarından biri olan Erhat, bu dergi çevresinde gelişen Hümanist anlayışın öncüleri arasında yer aldı. Batı uygarlığının kökenini Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören Halikarnas Balıkçısı ile aynı görüşleri paylaştı ve aralarında derin bir yakınlık doğdu. Yine çok yakınındaki Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte çevirdiği Hesiodos’un Theogonia ve "İşler ve Günler" adlı yapıtlarıyla Hesiodos üzerine araştırmaları, 1977'de "Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları" adıyla basıldı. Bu üç isim bir arada "Mavi Yolculuk" terimini Türk ve dünya literatürüne kazandırdılar. -Azra Erhat'ın Bülbülderesi Mezarlığı'nda bulunan 2. kez saldırya uğrayan aile kabrista nı- Azra Erhat, kansere yakalandı. Londra'da tedavi gördü, ama sonuçsuz kaldı. 6 Eylül 1982'de 67 yaşındayken İstanbul'da öldü. Bülbülderesi Mezarlığı'na defnedildi. Azra Erhat'ın vasiyeti üzerine; mezar taşında Füreya Koral'ın yaptığı bir kuş vardır. 2016 yılında Erhat'ın mezar taşındaki kuş saldırıya uğramıştır. 2022'de saldırı yinelenmiş, Koral'ın çalışması parçalanmıştır. İBB Miras tarafından onarılarak yerine tekrar konmuştur. Atatürk'ü İlyada kahramanlarından Hektor'a benzetmesinin bir dönem sebep olduğu tartışmalarla da gündeme gelmiştir. Şadan Gökovalı'nın manevi annesidir. Eserleri Mavi Anadolu (1960) (Gezi Yazısı) Mavi Yolculuk (1962) (Gezi Yazısı) İşte İnsan-Ecce Homo (1969) (Deneme) Mitoloji Sözlüğü (1972) (Mitoloji) Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı (1975) (Mektup) Sevgi Yönetimi (1978) (Deneme) Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk (1979) Troya Masalları (1981) (Çocuk Masalı) Düşün Yazıları, Halikarnas Balıkçısı (1981) (yayıma hazırlayan) Homeros - Gül ile Söyleşi (1999) Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına (2002) (Eleştiri) Gülleylâ'ya Anılar (2002) (Anı) Çevirileri İlyada (1967) A. Kadir ile birlikte Odysseia (1970) A. Kadir ile birlikte Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları (1977)- Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Eşekarıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Lysistrata Kadınların Savaşı, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Gargantua, François Rabelais - Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ile birlikte Tepegözlerin Mağarasında, Homeros - A. Kadir ile birlikte Yedi Deniz, Piri Reis - A. Kadir ile birlikte Şölen - Dostluk, Platon - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Savaş Uçuşu, Antoine De Saint Exupery Küçük Prens, Antoine De Saint Exupery (1968) Dişi Kedi, Colette Cicim, Colette İzu Dansözü, Yasunari Kavabata, 1968

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























