top of page
1/694

ÜMRAN

ree




Niyazi UYAR

*

Bornova Anadolu Lisesi’ne aynı yıl başlamışlardı. Biri sınıfın bir köşesinde; öteki diğer köşesinde oturmaktaydı. Aynı sınıfta okuyan iki yabancıydılar birbirlerine. Koca bir yıl geçmiş, bir güne bir gün göz ucuyla bile olsa selâmlaşmamışlardı. Dışarıda karşılaşsalar, “gözüm bir yerlerden ısırıyor; ama nereden?” diye sorarlardı kendilerine.


Bir gün Türkçe sınavından bütün sınıf düşük almıştı. Yalnız Ümran’ın yazdığı kompozisyon Tevfik öğretmeni çok etkilemiş olacak ki, kompozisyonu sınıfa getirip okur. Başlığı: “Bahçemizdeki Dut Ağacı.”  Anlatım etkileyici, cümleler sağlamdı. Öyle bir kompozisyondu ki dinleyenleri içine alıp bir daha bırakmayan bir kompozisyon!


Ercüment, herkesten çok etkilenmiş olacak ki arka sıradan: “Çok güzel Ümran arkadaş, çok güzel, kutluyorum!” İşte o ifade tanışmanın fitilini ateşler. Teneffüs zilinin çalmasıyla Ümran’la, servili yolda yürüdüler. Ercüment de bahçelerinde dut ağaçları olduğunu fakat meyve vermediklerini, gölgesinin güzelliğini anlatarak, onları çok seveceğini söyledi Ümran’a.


O günden sonra Ercüment Ümran’ı bir an bile yalnız bırakmadı: Teneffüste, derste, kantinde, yemekte... Her daim yanında oldu. Ümran da bundan hiç rahatsız olmadı. Ercüment’in güven veren davranışları bu arkadaşlığı daha da ileri taşıdı. Bu arkadaşlık zaman gittikçe derinleşti, alevlendi. O ateş, gün geçtikçe, her ikisini de yakmaya başladı. Yanan, en çok Ercüment oldu.


Ercüment’in penceresinden bakıldığında, daha başka şeyler de görünmekteydi: Masmavi deniz, bulutsuz gökyüzü, yeşillikler arasında bir ev, bahçesinde dut ağaçları--aklı karalı—fıskiyesinden her daim fışkıran sular, yemyeşil çimenler ve üzerinde yatıp yuvarlanan çocuklar —çok kız, çok erkek— O gece düşsel yolculuğun sonuna geldiğine inanan Ercüment, geceki tasarılarını hayata geçirmek için ders çıkışında, düşündüklerini, bir bir anlattı Ümran’a. Ümran da:


“Güzel! Güzel olduğu kadar da çok etkileyici! Keşke ben de böyle düşsel bir yolculuğa çıkabilsem, keşke ben de düşlediğim şeyleri gerçek kılabilsem! Bak Ercüment, önümüzde yürüyeceğimiz daha çok yol var! Biz okumak mecburiyetindeyiz. Benim böyle bir lüksüm yok, olamaz zaten! Okulum bitecek, bir mesleğim olacak! Ben koca parasına mahkûm olmayı içime sindiremem. Sen beni bekleme, hayal dünyanın pamuk prenseslerini yarat! Bana müsaade, bundan sonra servili yolda yan yana yürüyemeyiz artık! Haydi, hoşça kal, yolun açık olsun!”


Ercüment oturdu kaldı yerine. Ne zaman kalktı yerinden ne zaman gitti evine bilemedi.

Ercüment’in babasının işi İstanbul’daydı. Bir Musevi’yle birlikte Yeşildirek’te tekstil işi ile uğraşıyordu. Oğlunu İstanbul’da okutmak, çoluk çocuğunu yanında görmek istiyordu. Her hafta sonunda- uçakla da olsa- İzmir’e gelmek zor geliyordu. Lakin ne eşi ne Ercüment buna rıza göstermiyorlardı, yıllardan beri.


Ercüment, kapıdan girdi, anne ve babaanneye hiçbir şey söylemeden banyoya girdi, kapıyı arkasından sürgüledi saatlerce ağladı. Sonra elini yüzünü yıkadı. Telefonun başına geçerek, babasını aradı. Ona, İstanbul’a gelmeye karar verdiğini, artık İzmir’de okumak istemediğini; aksi halde derslerine çalışmayacağını, hatta okula bile gitmeyeceğini söyledi.

Ertesi gün Ercüment okula gitmedi, yeri boş kaldı. Aslında Ümran’da onu çok seviyordu; ancak o duygularını kontrol edebiliyordu. Hep demezler mi zaten, kadınlar erkeklerden daha sağduyuludur. Her yoklamada, Ercüment’in numarasını söylenince Ümran’ın yüzü kızarıyor, bir suçlu gibi başını öne eğiyordu...


 Aradan yıllar geçti, Ümran sınıf arkadaşı Gözlük Mustafa’yla evlendi. İki çocukları oldu, biri kız; biri erkek! Önceleri her şey yolunda gitmekte iken, sonraları küçücük problemlerin altından kalkamaz oldular. Ortak noktaları gün geçtikçe azaldı. Bir de hayatın sıkıntıları buna eklenince... Evin temel taşı yerinden oynamıştır, saygı azalmış, iki evlat sahibi olmanın sorumluğu yetmeyince bir arada yaşamaya… Artık deniz tükenmiş, kirlenmiştir, nefes alacak yerler de tükenince… İki zıt karakter olup çıkmıştır Gözlük’le Ümran. Ümran, inadına evcimen; Gözlük Mustafa inadına kahvecidir. Hak akşama kahveden çıkmaz. Okey masasının yanına bir şişe koyar, o bitince de en sert tömbekilerden hazırlanmış bir nargile hazırlatarak nefes almadan çeker. Gece yarılarına kadar her gün böyledir! Gülen güldüren, fıkır fıkır, hayat dolu Ümran bir kirpi olmuştur dışarıya karşı. Mustafa’nın tutumu saldırganlaştırmıştır onu. Önüne gelene azarlamaktadır. Sağ yanağındaki beni gittikçe büyümektedir sıkıntıdan. Her daim mutluluk saçan gözleri, Sabuncubeli'nin başı gibi dumanlıdır. Kavgalı geçen öğrencilik yıllarında içmediği sigarayı yer gibi içmektedir. Gözlük Mustafa, eve getirmediği maaşını tek başına hallettiği gibi, Ümran’ın da maaş kartını istemektedir.


Ümran, gece gündüz yalnızdır—yan odada çocukları yatmaktadır; fakat o başkadır—yatağı soğuktur. Kaç kış geçmiş, bir türlü ısınamamıştır. Kış geceleri, bir olan, bir olmayan Gözlük’le daha bir çekilmezdir. Bu iş bitmelidir. Bu kervan yürüyemez artık! Kaç yıl olmuş, bu tekne su olmaktadır zaten! Gereğini yapması gerekmektedir ve yapar da anlaşıp tek celsede boşanırlar. Çocuklarının yetişmesini kadın başıyla üstleneceğini, ondan tek kuruş nafaka bile istemediğini sadece ve sadece gölge etmemesini ister, o kadar, yeter ki gölge etmesin Mustafa, istediği budur yalnızca...


Ercüment’i görmeyeli, tamı tamına iki on, bir beş yıl geçmiştir. Onu müthiş özlemiş, görme isteği her şeyin önüne geçmiştir. Her nerede olursa olsun, hep bunu düşünmektedir. Bir yolunu bulup ona ulaşmalıdır; ama nasıl?

Bir gece düşünde ak saçlı bir kadın: “Kızım

İstanbul’un telefon rehberini al, Ercüment’in soyadından ne kadar telefon varsa; hepsini tek tek ara! Unutma onu reddeden sendin, şimdi biraz sevgi için emek ver bakalım,” der sonra yiter gider.


Ümran düşünde gördüğü şeyi yapmaya karar verir. İstanbul’un telefon rehberini önüne açar, soyadı Gafuroğlu olan otuz ismi tespit eder. Lakin bunlardan hiçbiri Ercüment Gafuroğlu değildir. Telefonun eşinin adına kayıtlı olabileceği aklına gelince, baştan aşağı tere keser.


“Ya evlenmiş olabilir mi acaba? Evlenmiş! Ya...” Fırlatır atar rehberi kapıya doğru. Rehber kapıya doğru giderken, yaprakları rüzgârın etkisiyle sayfa sayfa dalgalanır. Dalgalanınca da bir zaman çıkardığı sesle oyalanır. Sonra da tek kişilik koltuğuna gömülerek, servili yolda yan yana yürürken birlikte söyledikleri” su sızıyor, sızıyor taşların arasından// Eğil eğil öpeyim kaşlarının arasından” adlı türküyü mırıldanmaya başlar. Kafaya koymuştur, otuz beş Gafuroğlu’na ait telefon numaralarını tek tek arayacaktır. Ercüment’in ne babasının ne kardeşlerinin adlarını bilmektedir. Günün her saatinde birlikte olmuşlar; lakin bir güne bir gün onların adlarını o söylememiş; o da sormamıştır işte. Şimdi yaman bir pişmanlık içindedir. Tek tek çevirmeye başlar. İlk on beş numaradan bir şey elde edemez. Ercüment adında birini tanıyan çıkmamıştır. Sıra gelir on altıncı numaraya. Ali Kemal Gafuroğlu. Bu sefer tamamdır, tutturmuştur, Ercüment’in babası. “Ben” der Ümran, nasıl söylesem, Ercüment’in çok eski bir arkadaşı, bir dostuyum. Dün gece çok kötü bir rüya gördüm, ona ulaşmamın zorunlu olduğuna ikna etti arkadaşlığım beni. Şimdi ben de telefon rehberinden ona ulaşmaya çalışıyorum, ne olur yardımcı olun, size minnettar kalacağım, o benim çok iyi bir arkadaşımdı...” Ali Kemal Gafuroğlu da:


“ Tabi, tabi kızım! Ancak bir şartım olacak, görüştükten sonra tekrar beni arayacaksın, söz mü?"

“Söz amca, sen hiç merak etme, ben hemen şimdi ararım onu!”

“Ercüment, Amerika’da yaşıyor kızım, üniversiteyi bitirir bitirmez, oraya gitti, yerleşti. Ayda yılda ya arar ya aramaz. İşim icabı oraya gidince bazen görüşürüz. Torunlarıma dayanamıyorum, aslında hiç aramayacağım keratayı, ne yapayım, torun sevgisi başka oluyor!”

“Evlendi demek?”

“Evlendi ya kızım, evlenmez olaydı, aldı bir gavur gızı; unuttu bizi.”

“Unutmaz Ali Kemal Amca, Ercüment unutmaz, Ercüment öyle biri değildir! Benim tanıdığım Ercüment sizin dediğiniz gibi değildir!”

“İnşallah öyledir gızım, inşallah ben yanılıyorumdur!”

Ümran Ercüment’in telefonunu alır almaz arar. Uzun uzun çaldırır. Nice zaman sonra telefonun öteki ucundaki yanıt verir; ama ses tanıdık değildir, bu bir bayan sesidir. Ümran, Ercüment’le görüşmek istediğini tereddüde meydan vermeden ifade eder. Bayan:

“Şu anda evde yok” der! “Eğer, telefon numaranızı verirseniz; ben aramasını söylerim, siz merak etmeyin,” diyerek, telefonu kapatır.


Ümran, Bornova Anadolu Lisesi’nde İngilizceyi çok iyi öğrendiği için, hiçbir sıkıntı çekmeden anlatabilmiştir meramını.


Ercüment’in Amerikalı eşi Lusi, Ercüment’e, Ümran adında birinin aradığını, telefon numarasını aldığını, araması gerektiğini söyler. Ercüment saate bakar, şu an Türkiye’de gece yarısını çoktan geçtiğini, bu saatte aramanın doğru olmayacağını düşünerek, ofisinden aramaya karar verir...


Ercüment sekreterine, kimse ile görüşmek istemediğini, telefon dahi bağlamamasını söyler. Onca yıldan sonra, olmayacak bir şey gerçek olmuştur! Ümran’ı aramıştır. “Oh be Ümran’ımın sesini duymak da varmış be!”


Ercüment koltuğuna oturmadan, cam kenarlarına, yerlere belli düzenle sıralanmış çiçeklerini tek tek sevdi, kokladı. Ümran’ım” dediği sardunyaların yamacına geçti bir süre seyretti. “ Ah Ümran’ım ah! ”deyip içini çekti. Ercüment’in her bir ahı tekmil çiçekleri kökünden salladı. Yapraklardan süzülüp inen damlacıklar diplerindeki toprakları yaşarttı.

Dile kolay, Allah’ın her günü güne, başlarken, onlara günaydın diyor, okşuyor, kokluyor, yanağını sürüyor. Sardunyanın yanına geldiğinde, iki üç dakika onun önünden ayrılmıyor Ümran’ını düşleyerek seyrediyordu. Oval masa, öteki möbleler uzaydaymışsın gibi bir hava uyandırıyordu adama. Nar kırmızı deri koltuğuna gömüldü, yüzünü ellerinin arasına aldı, gözlerinin önüne Ümran’ın hayalini getirmeye çalıştı. Sağ yanağındaki kara beni her daim gülen gözleriyle “merhaba” diyordu. Ümran karşısındaydı, gülüp duruyordu boyuna. Ercüment, onu bulunduğu yerden alarak, oval masanın üstüne koydu. Ümran karşısındaydı, canlanmıştı yine. Onu çok arzuladığı günlerde ancak canlandırabiliyordu gözünde.  Gözlerini ovuşturdu, ovuşturdu. Sonra Eskişehir lüle taşından yapılmış piposuna tütün doldurup yaktı. İlk dumanı zebil ziyan etmeden bir tamam çekti içine. Sonra başını havaya dikerek, yavaş yavaş üfledi yukarılara doğru. Saatine baktı. “Tamam, şu an Ümran’ı aramak için en ideal saat,” diyerek tuşladı makineyi.


“Alo buyurun!”

“Alo! Ben Ercüment! Ercüment!”


Sesi kısıldı gitti Ümran’ın. Beyni süngerleşmişti sanki. Kolay değildi tabi ki, yıllar önce ayrıldığı bir can arkadaşının sesini duyuyordu... İki dost bir saate yakın konuştular. Telefonu kapatırken, onca yılın özetini birbirlerine yazmaya karar verdiler.


Ercüment, telefonu kapatır kapatmaz yazmaya başladı bile. Yazdı, yazdı, tam otuz sayfa tuttu yazdıkları. Ümran da yazdı, onun ki de otuz sayfa tuttu. Ercüment iki, Ümran, üç günde tamamladı mektubu. Ercüment, hemen postaya verdi. Ümran cesaret edemedi, “evli barklı birine mektup yazmak akıl kârı değil,” diye düşünerek yavaştan aldı. “Ben yuva yıkan bir kadın olmak istemiyorum,” deyip göndermemeyi bile düşündü. Biliyordu, Ercüment’in kendine olan zaafını, onca yıldan sonra izini bulmuştur ya...


O günden sonra, Ercüment’in davranışları değiştikçe değişmiş, yeni bir Ercüment gelmiştir dünyaya. Eşi, Lusi Gafuroğlu bir melekle evlenmiştir adeta! İnşallah nazar değmez deyip Ercüment’ten öğrendiği üzere elini tahtaya vurup” şeytan kulağına kurşun, şeytan kulağına kurşun!” diyordu her fırsatta.


Bu böyle bir yıl devam etmiştir. Lusi Gafuroğlu eşinin davranışlarındaki değişimi merak edip takibe aldırmıştır. Ümran’la yaptıkları telefon konuşmalarının bant kayıtlarına ulaşmış, bunları tek tek dinlemiştir. Bu konuşmaları dinleyince gözlerinden boşanan yaşlara hakim olamamıştır. Lusi,” insan severse böyle sevmeli, böyle bir sevdayı kursa kursa tanrılar kurar, bu sevginin önünde eğilmek lazım,” deyip selama durmuştur... Lusi, bildikleriyle ilgili eşine bir kelime bile etmez!


Lusi Gafuroğlu Ümran’ı arayarak uzun uzun konuşur. Hatta onu Amerika’ya davet eder; eğer gelmek isterse, geliş gidiş biletlerini adresine göndereceğini söyler. Lusi, Ümran’a: "Yeter ki sen peki de! Ben, hemen gereğini yaparım. Biletler bir iki saat içinde elinde olacak, yeter ki sen evet de!”


Ümran’ın içi gider; lakin o böyle bir şeyi hak etti mi? O nedenle “evet” demekten korkar. Hem böyle bir insanın yerini yurdunu küllendirmek, pek ahlaki gelmez.  O nedenle, kesinkes “olmaz,” der.


Ümran, o günden sonra gelen telefonlara bir daha cevap vermedi, ahizeyi kaldırmadı bile!

Bir cuma akşamı kapısının zili çaldı. “Allah Allah, hayırdır! Açtı, baktı: Postacı. Postacı:

“Ümran Hanım’la mı görüşüyorum?”

“Evet buyurun, ben Ümran!”

“Amerika’dan iadeli taahhütlü mektubunuz var!”


Ümran büsbütün şaşırdı. Postacı kimlik tespitinden sonra mektubu teslim edip gitti. Mektubun gönderici kısmındaki isim: Lusi Gafuroğlu’dur. Ümran salona gitti, halının üzerine oturup heyecanla zarfı açtı, okumaya koyuldu. Daha ikinci paragrafta yazılanları okumadan kaynar sular başından aşağı döküldü. Lusi Gafuroğlu, bir ay önce Ercüment’in akciğer kanserinden öldüğünü haber vermekteydi. Ümran dondu kaldı. Mektubun tamamını okuyamadan oracığa halının üstüne yığılıp kaldı. Sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Delirecek, dağlara düşecekti. “Demek Ercüment akciğer kanserinden ölmüş he, demek Ercüment ölmüş he?” Yerinde duramıyordu, her şeyini paylaştığı Onur’u arayıp Ercüment’in kanserden öldüğünü söyledi. Telefonda sesinin Onur’a duyuramaz bir türlü. Sesi kısılır gider. Daha fazla konuşamaz:

“Kapatıyorum Onur! konuşamayacağım. “ Kapatır telefonu.

Sıkıntıların üstüne vicdan meselesi ortaya çıkmıştır şimdi. Artık Ümran durmadan kendini sorgular:

“Senin ölümün benim yüzümden Ercüment, senin ölümüne ben sebep oldum. Seni reddettim, pek önemliymiş gibi meslek sahibi olmak, olduk da ne oldu ki? Sanki dünyada aç mezarı varmış gibi! Kim açlıktan ölmüş ki, ben öleceğim! İhtiraslarımın kurbanı oldum! Bu ihtiraslarım bakalım daha başıma neler açacak? Allah kahretsin! Okudum bir meslek sahibi oldum; lakin adam olamadım. Böyle yüce bir sevgiye yanıt olamadım, yazıklar olsun, bin kere yazıklar olsun! Aşk bir isyandır, kişiliği haykırmaktır, karşı durmaktır, teslim olmamaktır, yüreği ortaya koymaktır. Adamcasına, mertçesine, hiç kıvırmadan” seni seviyorum” demektir. Aşk adam olmaktır, adam! Ferhat’ı, Şirin’i, Leyla’yı, Mecnun’u, Kerem’i, Aslı’yı aşmaktır! Aşk, Yunus’tur, Karacaoğlan’dır, Hallac ı Mansur’dur, Nesimi’dir, kokmadan “Ben Enel Hakk’ım” diyebilmektir işte. Ben diyemedim, karşı koyamadım, esen hafif bir esintiye karşı bile, yelken açamadım. Ben bir hiçim! Hem de koskocaman bir hiçim! Ben hiçbir zaman şafağa bakan penceremden umudun arzunun, Mavili’nin şiirini yazamadım! Ben bir hiçim, koskocaman bir hiçim! Ona yazdığım, Ercüment’ime yazdığım, dünümü anlatan mektubu göndermekten aciz bir hiçim! Ben hatalarımdan korktum, hep mükemmel bir insan olmak istedim, doğal olamadım, sevdama gem vurup kıskıvrak bağladım, zincire vurdum onu! Ben kendimle yüzleşmekten korktum, ben saplantılarımdan korktum! Yazık, yazık, çok yazık, gitti Ercüment’im, bir hiç aşkına gitti! Bir Lusi kadar yürekli olamadım, onun gibi yüreğimi ortaya koyamadım...”


Ercüment’in ölümüyle her şeye, herkese küstü Ümran. Karalara büründü, o günden sonra bir daha ağız dolusu gülemedi, paylaşacak bir dost, tutunacak bir dal da yoktu görünürlerde. Sırrını diyecek bir Allah’ın kulu da yoktu yakın çevresinde. Uzaklarda olan arkadaşlarının telefon konuşmalarıyla karşı durmaya çalışıyordu feleğe. Onların uyarılarıyla savuşturuyordu hayatın alçakça sillelerini. Onur arkadaşı:


“Her şeye karşın mücadele edeceksin, teslim olmayacaksın, teslim olmak yok,” diyordu.”Benim tanıdığım Ümran, Ümran’ın yaşama sevincini kurutmaz,” diyordu.


Bu kış İstanbul’da çok sert geçiyordu. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası kaç gündür terk etmemiştir şehri. Ana arterlerin dışındaki bağlantı yolları, kar altında kalmıştır. Anakent belediyesinin karla, buzla mücadele edecek araçlarının radyatörleri soğuktan donmuş, araçlar çakılıp kalmışlardır yerlerine! Yönetenler de: “İnşallah yakında her şey düzelecek” diyerek, işi Tanrı’ya havale etmişlerdir. Okullar on beş gündür kar ve soğuk nedeniyle tatildir. Yenicami’nin Sultanahmet’in güvercinleri açlıktan kırılmıştır. Balkonlardaki ekmek artıklarıyla beslenen serçeler, soğuğun ilk günlerinde kepeneği giymişlerdir. Okulların kar tatili olması, çoktandır ayrı düştüğü “benim çocuklarım bunlar” dediği kitaplarına kavuşturmuştur Ümran’ı! İşlerinin yoğunluğu, Ercüment’in acısı nedeniyle uzak düştüğü kitaplarına dönmüştür. Saatlerce okur, yine de yoruldum demez. Kaç bin yıllık yorgunluğu çıkarmaktadır, seksen metrekarelik evinde. Evde kimseciklerin olmaması da onun için harika bir şeydir. Telefonları çalışmaktadır bereket. Yalnız o kimseyi aramaz, gelirse “alo” der sadece. Birden adını aklına mı getirdiğinde midir nedir, kulağını tırmalayan bir ses:


“Alo !”

“Alo, anne nasılsın?”

“İyiyim evladım, sen nasılsın?”

“...”

“Sesin çıkmadı ya oğlum!”

“Babam ölmüş anne!”

“Ne.....ne....ne....baban mı ölmüş ?”

“Evet anne, akciğer kanserinden !”

“Vah vah! Mustafa’m! Allah taksiratını affetsin!”

“Eğer, istersen, sana uğrayayım, birlikte gideriz cenazeye!”

“Yazık oldu, Mustafa’ya gencecik yaşamında bu cenabet hastalığa yenik düştü. Zavallım, hiç gün güneş görmedi! Kahve köşelerinde buldu bu Allah’ın belası illeti! Yazık oldu Mustafa’ma, çok yazık oldu! Yürütemedik evliliği, ayrıldık; lakin o bunu kabullenemediğinden kolay pes etti, hiç mücadele etmedi!”


Ümran’la oğlu, o gece İzmir’e uçtular. Yolda Ümran, oğluna babasıyla ilgili öteki bilmediği şeyleri de anlattı bir bir. “En son şunu söylemek istiyorum oğlum: “Beni nasıl tanırsan tanı, ne dersen de! Baban iyi bir insandı; lakin iyi bir eş değildi. Ben nelere dayandım nelere! İçkisi, sigarası, küçük şeylerdi, asıl sana söylemek istemediklerim bir kadının dayanabileceği şeyler değildi oğlum!”


Ümran ölümlere alışmıştır artık, yaşı kemale erdiğinden midir nedir, en yakındakiler, sevdikleri bir bir çekip gitmişlerdir habersiz. Dün Ercüment’i, bugün Mustafa’yı kaybetmiştir. Fakat yaşam devam etmektedir. İnsan sağ olduğu sürece de kim bilir daha nice acılar görecektir. Tanrı hiçbir zaman, insana yaşadığı acıları unutturacak acılar vermesin, sıralı ölümler versin, öleni toprağa yakıştırsın, genç ölümler vermesin! Ümran bunları dilerken oğluna, uçak Cumaovası Havaalanı’na inmiştir bile. Oğlu:

“Anne, bir taksi çağırmaya gidiyorum, sen bekleye koy, tamam mı?”

“Tamam yavrum bir artık varalım, cenaze bekletilmez!”

Sarı taksiye bindiler, Bornova’ya doğru yollandılar...   

Yorumlar


bottom of page