SONRA SONRA... BİR DÜDÜK ÖTTÜ
top of page

SONRA SONRA... BİR DÜDÜK ÖTTÜ


Niyazi UYAR

*

Ben okumaya yazmaya başladım başlayalı her daim, hep güzel şeyler demek, hep güzel şeyler yazmak gelmiştir içimden.

İlk çocukluk yıllarımda yıldızım olacak birilerine yazık ki tesadüf edemedim, geldi geçti. Gençlik yıllarında arkadaşlarımın sarı saman kâğıdı matematik defterlerine veciz sözler, sevda yüklü dizeler yazdığımı hatırlarım. O gençlik yıllarım yani biz yetmiş sekizlilerin “yemek-içmek kadar hayatında yer eden “bu ülke nasıl kurtulacak,” meselelerine dairdi, konular. O sözler, kurtuluşa dair olduğu kadar, adını anmaktan çekinilen, yüreklerde saklı tutulan sevgili içindi de. Hiç olmayan kızlara yazılan, çünkü çevremizdeki öteki cins, bizim devrimci bacılarımızdı, devrimci ahlakımız ne gerektiriyorsa öyle olurdu her şey, o sevda yüklü dizeler, onların yazılmasına sebep olan sevgiliye dair o sözler, o yıllarda yüreklere zincirlenmişken, artık paslandı gitti. Demem o ki, biz bir kuşak, birinci derece elzem olanı değil, ezberletileni yaşamaya ve anlatmaya mecbur edilmiş bir kuşaktık.


İşin ilginci, kendimizi kurtaramazken sevmiştik bu yeni misyonumuzu da...


Sonra… sonra… bir düdük çaldı, herkes koşmaya, koşturmaya başladı. Koşamayanlar, düşenler ayak altında kaldılar, az koşanlar delik demirlerin deliğinden çıkan serseri kurşunlara hedef olup can verirken, hiç koşamayanlar, daha doğrusu korkmayanlar yakalandılar. Sonra… sonra gün sabaha evrilmeden yağlı urganların ilmeklerinde can verdiler. Koşanlar, çok hızlı koşanlar arkalarına bakmadan koşanlar, yani Ahmetler, Cemler, Seldalar, Hasan Gaziler, Kenanlar, Gültekinler… onlar ak donlu, yağız donlu, doru donlu artlara binip terki diyar ettiler.


Düdük sesi, işte o düdük sesi, uzun, çok uzun bir zaman içinde bellekleri esir alırken, ben de yüreğim kabarmış, yaşadıklarımdan dehşete düşmüş, anlatmaya deli olurken, okumayı, yazmayı tatil ediverdim.

Hem de nasıl?

Anlatmaya deli olurken... Bilir misiniz? Olur mu sizde de o hal?

Ne var ki yine de sustum...


Sonra… sonra içimde biriken karlı dağların kestane kızılı perçemlisi, Osman’ın at oynattığı diyarın Mavili'sinin sevdasıyla Çin işi dolmakalemle beyaz sayfalar üzerinde bir dansa başladık. Ama ne dans: Sabah akşam dans, gün yirmi dört dans diyeceğim ama, insan olmanın tanımı, çevresel faktörler. Ben yine de bir sebep uydurup gün yirmi dört saat ya, iki arada bir derede, duygu patlamalarının cümleye, dizeye dönüşlerine ilk şahitlik edenlerindenim.


Hayatta keskin virajlar, bazı rastlantılar vardır ki...

Deprem gibi...

Kim derdi ki, bir büyük deprem olacak, o depremde yıkılan Yalova'dan enkazdan çıkan Şenol Yazıcı İzmir'e savrulacak, okuluma, Bornova Anadolu Lisesine atanacak ve benim ilk kitabımın basımına aracılık edecek?

Çok geçmeden Şenol Yazıcı'nın kitaplarının çıktığı yayınevinden ilk kitabım çıkacaktı. Hep aklımdaydı ama, ancak bir mucizeyle bu kadar kolay olabilirdi.


Sonra… sonra onlar da yazdıklarımı, okuduklarım boğmaya, nefessiz bırakmaya başlayınca düdüksüz komutsuz elveda dedim, okumaya yazmaya. Uzun… çok uzun seneler geçti aradan Osmanlı'nın Fetret'i gibi.


Sonra… sonra birden belime astığım, Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni müzikli telefon çalmaya başladı.

Baktım, arayan Kaptan’dı:


“Bu kadar tatil yeter Uyar, dedi. (Onun bana hitap sözü hep Sayın Uyar’dır.) Yeter tembellik ettiğin, al eline kalemi başla yazmaya, yola çıkıyoruz, sen İzmir’de, ben Bursa’da diyordu. Kaptan’la telefonla konuştuğumda Alsancak Sevgi Yolu’nda, vitrinlerde mankenlerin üstündeki giysilere bakan kadınlar gibi kitaplara bakıyordum. Daha iyi duyayım, hiçbir kelimeyi kaçırmayayım, diye gürültüden, insanlardan uzak beton bir çiçek saksısının üstüne oturup konuşup söyleştik epeyce...


Sonra… sonra düşündüm, epey zaman, gece gündüz yolda belde, okulda derste!

“Huzurum kaçar mı acaba, ilk başta ben de etkilenecektim, sonra yanımda, yönümde olanlar. Her gün sordum bu soruyu kendime. Bir zaman yanıtlar göğe asılı kaldı, asılı kaldı kalmasına da Bay Kaptan'ın canı tezdir, kararını çabuk ver deyip sıkıştırmakta.


Sonra… sonra bir aldım kalemi elime , yaz bakalım, oku bakalım. Yazacağım o kadar çok şey varmış ki, bu sefer de ömrüm vefa etmez diye paniklemeye başladım. Panikledikçe yazıyor, yazdıkça aşka geliyor, aşka geldikçe Osman’ın at oynattığı diyarların Mavili’si, her metnin kıyısından, köşesinden davetsiz iştirak etmekte. Yazdıkça, gök kubbenin altında bugüne değin kimsenin aklına, yüreğine ışık olmayan imgelere imza atıyordum. Yazdıkça yazıyor, yazdıklarımın sevgiliye birer mektup olduğunu düşleyip mavi gökyüzünün altında yeni imgelere imza atıp onları ilk kullananın “ben” olduğu inancıyla mektupların er geç ona ulaşacağı zannıyla yazıyordum.


Sonra… sonra artık yazdıklarım gün güneş görmeye, ete kemiğe bürünmüş okumanın hakikatlisi, “benim,” demeye başlamış okurlara.


Sonra… sonra, ben bir birey tek başına hiçbir şeydir, derim. Ve bir birey önce sevdalarıyla, sonra hakikatli insanlarla çoğalır. Benim için çokluğun her daim ilk omuzdaşlarından olan Erdoğan Tüzen’in, bir faşist saldırıdan dost yüzlünün haberi ile kurtaran İhsan Fidan’ın, yengem Saime’nin, abim Muzaffer’in, Hasan’ın, Nusret’in… ölçüsünde kıvamında, motive edici tenkitleriyle çoğalıyorum. Sonra… sonra yazın destekçim, Düş Yolculuğu adlı ilk öykü kitabımın son okumasını yapan Hülya’yla, her çalışmam için, kalemi güzel Bayan Çetin’in, kadir kıymet ifade eden anlam yüklü ifadeleri daha çok "ben," olmamın yazın yoldaşları oldular…


Değerlidir bunlar benim için… Yalnız yalnız, Bayan Çetin, dünya meşakkatinin yükünden midir nedir, epey zamandır görünürlerde yok. İnşallah bir derdi bir tasası yoktur.


Bu deneme tasarı aşamasında iken, dedim ki, bu denemede suya sabuna dokunmayayım. Çünkü, yukarılarda kılıçlar çekilmiş, savaşçısı, yardakçısı çok olan kılıçtan geçirmesin güzel insanlarla birlikte beni... İşte buna sebep dokunmayayım suya sabuna. Bir şeyler yaz işte dedi ya Kaptan, işte buna sebep yazıyorum suya sabuna dokunmadan. Nasıl dokunayım ki, suya muya zaten her ay zam yapılıyor, pardon fiyat güncellemesi yapılıyor. Sabununun fiyatı dersen, onu hiç deme nerdeyse tedavüldeki en büyük banknota yakın!


Ne su ne sabun. Teyemmüm, teyemmüm…


Sonra… sonra… Boşver diyor içimdeki öteki ben. Bak yücelerden bir yüce o, diye kurguladığım öyküde Köşkün Hanımefendisi vardı ya, işte o, yüceliği kendisine layık görmediğinden bozuvermişti, yürekten yüreğe giden dostluğu… Boşver boşver suya sabuna dokunmayayım yine ben!


Belki, yazık ettik, bir çok özlemi, yaşanılacak güzelliği ahrete sakladık ama sözümüzü ahrete saklayacak halim yok. Hem ne işe yarar ki orda?


Ben yine eski benim, yine aynı yerdeyim. Okumaya da yazmaya da bu can, bu tende olduğu sürece, ömrümün ömürlerini öpüp koklayarak okumaya yazmaya devam edeceğim, ne dersin Kaptan?


Kasım 2023 / Salihli

116 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page