ODACI
top of page

ODACI


İrfan ŞİPAK

*

GÜNEŞ her zamanki yerinden yine erkenden doğmuştu. Hızla yükseliyor, tüm sıcaklığını kıraç toprakların üzerine bırakıyordu. Günün seherinde kavrulmaya başlayan toprak, şimdiden akşam saatlerini özler olmuştu. Ya serinleyecek ya da sahibi olan Remzi Ağa ektiği üç beş sebzeyi sulamak için kanalı açacaktı . O da gelirse.


Gün ağır ağır sıcağın altında ilerlerken tarlanın ağaçlı köşesinden Remzi Ağanın silüeti göründü altı köşe kasketiyle. Kan ter içinde kalmıştı tarlaya gelinceye kadar günün Temmuz sıcağından . Sırtında çıkınlı çapasıyla isteksizce tarlanın kıyından yürüyüp geldi kanal başına. Şöyle bir durdu, topraktan renk değiştirmiş mendilini boynundan aldı, alnında burcu burcu toparlanmış topraklı terini yılgınca sildi. İçinden “Böyle olmaz” diye geçirdi kendi kendine. “Tek başına iki sebze yetiştirmekle geçim olmaz, hele ki böyle zamanda”. Bir çözüm yolu olmalıydı.


Çapayı kaldırdı kanalı kapatan toprağın ortasına kuvvetlice indirdi kızgın kızgın. Bir daha, bir daha, bir daha... Hazırda bekleyen bulanık su tarlanın açılan her arığına akmaya başladı hiddetle. Öbür arık, öbür arık... derken gün boyu sıcakta çatlayan toprak ve ardından daha olmamış sebzeler suya kavuştu özlemle. Remzi Ağa arığın başına giderken tüm tarla sulanmıştı. Kanalın ağzını kapattı, sırayı başkasına savdı.


Boynundan çıkardığı renk değiştirmiş mendili sıyırdı, bir kez daha terleyen alnını, yüzünü sildi. Altı köşe kasketini başına taktı, çapasını omzuna atıp köyün yolunu tutarken aklından binbir sual gelip geçti dalgın haliyle. Köye vardığında meydandaki köyün tek kahvesinde bir yorgunluk çayı hak ettiğini düşündü. Selam verip tahta masalardan birine Mustafa Muhtarın yakınına çöktü. Yorgunluktan omuzları düşmüş olan Remzi Ağanın oturduğunu gören kahveci Hasan masaya seyirtti hemen. Muhtar gür ve babacan sesiyle “Çay getir bize Hasan.”,-”Emrin olur muhtarım”.


Ocakçı çoktan hazırlamıştı Remzi Ağanın çayını. Muhtar ısmarlamasa Remzi Ağa seslenecekti nasılsa. Bir koşum alıverdi yandan çarklı çayları. Vakit geçirmeden Hasan masaya bıraktı iki çayı. Tek şekerleri tavşan kanı çayların içine atıp, şıngırtı ile karıştırırken hatırlı tanıdıkları olan muhtar:

”-Remzi ağa bu tarla seni ne güldürür ne öldürür. Yaşın daha ileri gitmeden kendini bir devlet kapısına at. "

"-İyi dersinde muhtar nasıl olacak bu iş? Yol yordam bilmeyiz. Kimseyi neyi tanımayız."

"-Dur bakalım Remzi Ağa, gün doğmadan neler doğar. Yarın ilçeye gidicem Tanıdığım biri var faydası olacağına inandığım. Yarın akşama haber bekle benden.”


Koyu sohbetle beraber ardı ardına tükenen çaylar bardaktaki son yudumlarını terk ettiler. Kararmaya yüz tutan gün ile beraber, günün yorgunluğu ile dar sokaklardan geçerek evlerinin yolunu tuttular ikisi de diğer köylüler gibi.


O akşam Remzi ağayı uyku tutmadı. Akşam yemeğinden sonra ışıkları kapatıp sigara paketi ve çakmağı aldı. Kapının önündeki sedirin üzerine bağdaş kurdu içindeki cevabını bulamadığı derin düşüncelerle. Paketteki sigaraları sık aralıklarla birer birer çekip yakmaya başladı karanlıkta ışıldayan kibrit ışıkları eşliğinde. Her sigarada gözleri karanlık gökyüzünü düşünceli düşünceli tarıyordu. Bir yanıp bir sönen yıldızlar sabahın umudunu artırıyor, yakınlaştırıyordu.


“Pek olacak şey değil ama neyse, muhtarın bir bildiği vardır,” deyip umudunu içten içe yeşertiyordu. Serinlikte sedirin üzerinde geç vakit içi geçip köy imamının cırtlak sesinden sabah ezanını duyunca kendine geldi, toparlandı. Pakete uzanıp bir sigara çekip acımış ağzında kalın iki dudağının arasına tutturdu. Karanlıkta yaktığı cigarasını tüttürdü acımış ağzı ile yüzünü buruştura buruştura. Günün ağır ağır ışımasını bekledi uzun uzun öten sabah horozların eşliğinde. Az sonra güneş de karşıdaki tepelerden kendini göstermeye başlardı. Toparlandı kuyudan çektiği suyu yüzüne vurup kendine gelmeye başladı.


*

1969 YILI bir ilk yaşıyordu.

Mehmet diğer arkadaşları gibi mezun olduğu okulun kendilerine verdiği iş olanaklarını değerlendirip altı arkadaş aynı bölümde devletin açtığı yeni kadrosuna dahil oldular. Güzel giden çalışmaları araştırmacı karakterlerine yansıdığında üzerlerindeki gözleri bertaraf edemediklerinin farkına vardıklarında artık çok geçti. Çalışkan karakterleri onları yeni görevlerin beklediğinin müjdecisi olacaktı. Geçici görev belgesi ile yeni ufuklar onları bekliyordu. Önlerine altın tepside sunulan imkânlar ile bir üniversiteye ilk bilgisayarı kurmak görevi onların omuzlarına yüklense de acar mühendisler bunu sevinçle karşılamışlar, seve seve yeni görev yerlerine gitmek üzere hazırlanmaya başlamışlardı.

Bavullarını toplayıp çalışacakları üniversitenin bulunduğu yere gittiklerinde görevlerinin bilgisayar dedikleri adeta bir kocaman kabini kurup çalışır hale getirmek olduğunu anladıklarında kendilerini neler beklediğinin farkında değillerdi. Günler bir birini kovalayarak ilerlerken ilk görevlerini yerine getirecek olmanın inanılmaz heyecanı her birinin yüzünden okunuyordu. Hızlı ve keyifle geçen çalışmalarını bir hafta sonu kutlamasıyla geçirmelerinin gerektiğine canı gönülden inanırken, hafta sonu geldiğini anladıklarında özlem duydukları memleketlerini ziyarete gitmelerinin yoğun geçen çalışmalarında moral kaynağı olacağının farkına vardılar.

Özlem ile geçen aile ziyaretlerini bindikleri otobüsün homurtulu motor sesi sonlandırmıştı. Tek teselli kaynakları hareket halindeki otobüsün bir gölge bir güneş vuran camından gördükleri uçsuz bucaksız kıraç tepeleri seyretmekti. Ertesi gün mesaiye gidecekleri evlerine yorgun ve bitap şekilde geldiklerinde vakit hayli ilerlemişti. Bu saatte karın doyuracak bir yer bulmaları zor olduğundan emin, evden koydukları yolluk azıkları akşam yemeği yapıp o günü de atlattıklarına sevindiler genç bilgisayar mühendisleri. Yol yorgunluğunu atmak için yataklarına girdiklerinde, kulaklarında hala bindikleri otobüsün yüksek seviyedeki motor homurtuları, kara şanzuman vites kutusunun dişli sesleri olduğu halde yorgunluktan sızıp kaldı her biri.

Haftanın ilk günü hevesle çalışma odalarına gittiklerinde kapının önünde çömelerek bekleyen, yaşça kendilerinden büyük bir köylü ile karşılaştılar. Mehmet’i görünce ayağa kalkar çekingen, sakin ve olgun tavırlı köylü. Mehmet acar haliyle:

“Amca günaydın sana nasıl yardımcı olabilirim”.

Köylü sakin bir eda ile:

“Bana burada bekle dediler bende bekliyom. "

"-Kim gönderdi seni?"

" -Devlet” Şaşkın halde üç mühendis bir birlerine bakınıp durumu anlamaya çalışırken:

“Müdür yolladı, sen burada bekle geldiklerinde kendini tanıt," dedi.

"-E iyi o zaman dayı sen kimsin” .

Remzi Ağa utangaç tavrı ile:

“Ben Remzi Ağa, köyden geldim. Tarlayı tapanı sattım artık devlet babanın güvenli kanatları altına girdim. Bir emriniz olunca bana söyleyin” der.

Durumu kabullenip şaşkın bakışlarla odalarına geçen mühendisler, evrak gönderecekleri zaman geldiğinde çağırdıkları Remzi Ağa'yı ararlar ama bir türlü odası, masası olmayan adamı bulamazlar.

İçlerinden birisi en sonunda dayanamaz ve sorar:


"-Oturacağın bir yer yok mu?"

"-Yok"

"- E, sen ayakta mı duracan böyle."

"–He”.

Birbirinin yüzüne bakan üç genç sessizce odalarına geçip, kapıyı kapatırlar ve bir birlerinin gözünün içine uzun uzun anlamlı bir şekilde bakarken kafalarındaki soruların cevaplarını bulmaya çalışırlar.

Kısa bir araştırmadan sonra çiçeği burnunda bilgisayar mühendislerine Remzi Ağa’nın odacı olarak tayin edildiğini anlarlar biraz şaşırsalar da. Asıl sorun artık bundan sonra başlar. Yaşı ileri olan Remzi Ağa’ya önce bir masa ve sandalye bularak onu kapının önünde çömelerek beklemekten kurtarıp çalıştıkları odanın bir köşesine transfer etmekle işe başlarlar. Artık tahta bir masa ve yine tahtadan yapılmış bir iskemlesi, yani makamı vardır(!) artık Remzi Ağa’nın tahtadan da olsa.


Devlet onu bir şekilde işe almıştı ama işinin gereği olan beklemek için oturacağı bir yer vermemişti. Ama artık oturacağı bir masa ve sandalyesinin olmasına, hatta odanın bir köşesinde bir mevkisinin olmasına da pek sevinmiştir içten içe Remzi Ağa. Kendini yanında çalışmaya başladığı bu genç insanların gözünde bir işe yarayan biri olarak görmenin mutluluğunu tadıyordu içten içe. Ne var ki Remzi Ağa çoğu kez gideceği yeri bilemez, hatta gittiği yerden dönemez. Haber gönderecekler oda numaralarını bilemez, çay isterler gittiği yeri bir daha bulamaz. Remzi ağanın eline tutuşturdukları evrakların zamanında istedikleri yere ulaşamamasından tedirgin ama şikâyetçi olmayan genç mühendislerden bir tanesi Remzi Ağaya:

“Şu dosyadan şu evrakı verir misin ?” sorusunu yönelttiğinde yüzünde dosya ve evrak aradığının farkına varır. Arkadaşlarını uyarır.

Biraz çekingen de olsa “Remzi Ağa senin okuma yazman yoktu değil mi? diye sorarlar sonunda.

"-Yok, ama paranın üzerindeki rakamları biliyom.”


Büyük bir sorun ile daha karşı karşıya olduklarının o zaman fark ederler. Olgun, yaşlı ve akıllı bir köylü olan Remzi Ağanın hem devlet dairesine okuma yazması olmadan nasıl girdiğini merak ederlerse de bu sorunun yanıtını kendileri içten içe verirler ama Remzi Ağadan alamazlar. Tek çareleri vardır: Remzi Ağaya okuma yazma öğretmek. Remzi Ağaya kendi imkanları ile buldukları tahta masa ve sandalyede akşamları her biri bir gün kalarak akıllı Türk köylüsüne okuma yazma da öğretmeye başlarlar. Görev süreleri boyunca inançla ve azimle genç bilgisayar mühendisleri görevli olarak gittikleri yerde devletin bir şekilde okuma yazma bilmeden işe aldığı yoksul, ama akıllı Türk köylüsüne kendi imkanları ile oturacak bir yer bulup ve okuma yazma öğreterek görevlerini fazlasıyla tamamladıklarına inanarak kendi görev yerlerindeki vazifelerine geri dönerler.

25 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

KARANFİLSİZ

1/3
bottom of page