top of page
1/2

Mübadelenin 100. Yılı ve Girit’ten Türkiye’ye Uzanan Gerçek Bir Yaşam Öyküsü

Tam 100 yıl önce, 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması kapsamında hayata geçirilen ve takip eden süreçte yüz binlerce insanın hayatını değiştiren, belki de o hayatlarda onulmaz yaralar açan mübadelenin ve bir mübadil çocuğun, annemin öyküsü...


MÜBADELE NEDİR

Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi; 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da yapılan ve resmi adı “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” olan sözleşme uyarınca, Türkiye ve Yunanistan’ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına, bir başka deyişle azınlıklarından “değiş tokuş yöntemi” ile kurtulmalarına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise “mübadil” denmiştir.

Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değildi.

Esas alınan kıstas “din” olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşamayan Türk Ortodoks Hıristiyanlar, Yunanistan’dan gelen Müslümanların arasında da Türkçe bilmeyen, Rumca ya da kendi ana dillerini konuşan insanlar vardı.

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında, Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardı.

Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya’dan Türkiye’ye gelen nüfus, Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdi. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.

Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda durumda da bu uygulamaya 1930 yılına kadar devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır.

Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu.

Şimdi 1925 yılında Girit’te yaşayan ve Türkçe bilmeyen bir Türk ailesinin Marmara Adasında dünyaya gelen kızlarının öyküsünü anlatalım kendi ağzından…


Ana Rahminden Göçe

Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan sanki. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni, bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum; ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Sonra sanki bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada; ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum…

Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var.


Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını sıvamışlar, gözlerinde hüzün var sanki, bir ayrılık hüznü… Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Sonra uzaktan babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş. Belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten.

– Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz…

Tepelerden aşağı, sahile doğru inen yük arabalarını görüyorum sonra. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınlar kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, erkekler de ayaklarını sürüyerek takip ediyor arabaları. Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili, gelenleri arabalardan indiriyorlar telaşla. Annem bir yandan kardeşlerimi çağırırken bir yandan da karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni…

Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece…

İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz. Üşüyoruz denizden esen rüzgârla, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bekliyor bekliyoruz… Çünkü biz artık 'mübadilmişiz' başka topraklara gitmek, buralardan ayrılmak zorundaymışız.


Nihayet üç günün sonunda geliyor beklenen gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış ve açılıyoruz yeni ufuklara doğru. O bindiğimiz köhne gemi her dalganın çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı kemanına…

Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor nihayet. Hepimizi alıp eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamlar koşuşturuyor, hasta olanlara bakıyorlar. 'Karantinaymış' buranın adı. Birkaç gün de burada bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında.

Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki… Etrafta koşuşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona… Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin sıcacık ışıkları… Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: “Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu…”

Bu hikâyede anlattığım annesinin karnından dünyayı gözleyen kişi rahmetli annem Latife Bengi’dir. Resmin ortasında yer alan dedemin solunda, kucağında ablamla yer alan güzel ve mahzun kadının 1926 yılında Girit’te başlayıp Erdek’te devam eden yaşamı önce Heybeliada’ya, oradan Mardin’e göç ederek devam etmiş ve yıllar sonra döndüğü İstanbul’da bir sürgün olmanın zorluklarını hissederek hep Girit’i özlemiştir.

72 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

ORMAN

1/669
bottom of page