KÖRLER ÜLKESİ- KADIKÖY
top of page

KÖRLER ÜLKESİ- KADIKÖY

Güncelleme tarihi: 25 Nis

Nurten B. AKSOY

*


Yıllardır yaşamaktan mutlu olduğum ve çok sevdiğim, İstanbul’un Anadolu yakasındaki en güzel ilçelerinden birini, Kadıköy’ü dolaşalım bugün birlikte. Ama gezmeye başlamadan önce kısaca bir tarihini hatırlayalım. Kadıköy’ün tarihi ile ilgili çok rivayet var ama herkesin bildiği öyküsü şöyle: Eski çağlarda göç etmek zorunda kalan bir kavmin lideri nasıl bir yere yerleşeceklerini öğrenmek için bir kâhine danışır. Kâhin, kavimdekilere “körlerin ülkesinin” karşısındaki alana yerleşeceklerini söyler. Bugünkü Sarayburnu’na ulaşan kavim, bulundukları taraf boş iken karşı kıyıda bir yerleşim olduğunu fark eder. Bulundukları yerin güzelliklerini fark etmeyip de karşı kıyıda yerleşen insanların ancak kör olabileceklerini iddia edip İstanbul’a yerleşir bu kavim. Böylece bugünkü Kadıköy “Körler Ülkesi” anlamında Khalkedon adını alır. İstanbul’un fethinden sonra Khalkedonya’nın yönetimi, II. Mehmet tarafından İstanbul kadısı Hızır Bey’e verildiği için, bu tarihten sonra da “Kadıköyü” adını aldığı sanılmaktadır.


Eskiler “Körler Ülkesi” demişler bu güzel beldeye, ilk gelenler karşının güzelliklerini göremeyip de buraya yerleştikleri için. Oysa bu güzel belde bir “Sevgi Ülkesi”… Çünkü Kadıköylüler gerçekten yürekleri sevgi dolu hem de her tür sevgiyle dolu insanlar… Sokaklarında yaşayan tüm canlılar; insan, hayvan, bitki bu sevgiden nasibini alıyor her daim, hem de dolu dolu. Sokak hayvanları öylesine şanslı ki bu beldede mamaları önlerine servis ediliyor, yazın susuz kışın da yuvasız kaldıklarını hiç göremezsiniz bu minik dostların. Yeşil sevgisi, çiçek sevgisi deseniz ha keza! Tüm balkonlardan sarkan sakız sardunyalarına bakmalara doyamazsınız, o koca çınarlar gölgeleriyle adeta her türlü kötülükten koruyup kollarlar sizi…


Gezimizin ilk durağı tabii ki tarihi Haydarpaşa Garı. Yıllarca Anadolu’dan “Taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a gelenlerin ilk ayak bastıkları mekan. Sevenlerin, sevdiklerine kavuştuğu ya da ayrılık gözyaşlarının döküldüğü bu tarihi mekan, şu sıralar belki de kendi akıbetinin bilinmezliğine gözyaşı döküyor.


Denize temel kazıkları çakılarak inşa edilen bu koca bina 1100 adet kazığın üzerine oturtulmuş. Helmut Cuno ve Otto Richter adlı iki Alman mimarın 20. yüzyıl başlarında, 1906-1908 yılları arasındaki ortak çalışması ile yapılmış. Türk filmlerinin vazgeçilmez platosudur adeta burası. Gar binasının ünlü saati 2010 yılında çıkan yangından beri, sanki o anı hatırlatmak istercesine 15:20’yi gösteriyor hâlâ.


Haydarpaşa Garı’ndan ayrılıp deniz kıyısından meydana doğru yürürseniz yoğun bir kalabalığın içine düşersiniz. Anadolu yakasının her semtine kalkan otobüs ve dolmuşların toplanma yeridir burası. Ayrıca karşı yakaya giden vapur ve motor iskeleleri de bu rıhtımdadır. Ama bu iskelelerin içinden, 1920 yılında yapılan ve zarif mimarisiyle dikkati çeken en eskisi, bugün Beşiktaş ve Adalar iskelesi olarak kullanılan binadır.


Eminönü-Karaköy iskelesinin yanındaki salaş çay bahçesine biraz nefeslenmek için oturursanız, günün değişen saatlerine göre muhteşem bir gün batımını ya da martı kanatlarının altından Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın siluetini izleyebilirsiniz. Bu arada kulağınıza bir arya sesi gelirse şaşırmayın sakın. Çünkü hemen yanı başınızda 1927’de İtalyan mimar Ferrari tarafından yapılmış olan ve bir dönem "Hal binası" olarak kullanılan tarihi İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı durmakta, önünde rengarenk çiçekler satan çiçekçileriyle



Rıhtımdan ayrılıp Kadıköy çarşısına gitmek için karşıya geçerken caddenin ortasında bir başka tarihi bina karşılar sizi. 1913’te Kadıköy Belediye Dairesi olarak yapılan ve Kadıköy’ün önemli tarihi yapılarından olan Şehremaneti binası artık restore edilmiş haliyle Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi olarak söyleşilere, sanat ve kültür toplantılarına evsahipliği yapıyor. Başta Kadıköylü aydınlar olmak üzere çok sayıda sanatçıya dair bilgi ve belgeler ile tarih, edebiyat ve sanat koleksiyonları sa yer alıyor bu binada.


İskele Meydanı’ndan çarşıya açılan yolun kıyısında 18. yüzyıldan kalma tek minareli İskele Camisi karşılar sizi. 1760 yılında yapılmış olan bu cami III. Mustafa Camisi’dir. Onun önünden geçerek çarşıya doğru yürüdüğünüz sokağın başında iki başka tarihi mekan daha çıkar karşınıza. Bunlardan biri Baylan Pastanesi, diğeri de Hacı Bekir Şekercisi’dir. Baylan’ın tarihi 1923 yılına dayanır. Cumhuriyet ile yaşıt olan Baylan, İstanbul’un ilk pastanesi olmasa da, kurulduğu günden bu yana aralıksız olarak devam eden en eski yaşayan pastanesidir ve Kadıköy şubesi de 1961’den beri burada hizmet vermektedir. Hacı Bekir’e gelince, 1777 yılından bugüne lokum dediğimizde aklımıza ilk gelen isim olan bu şekerci dükkanı (şimdilerde orası da restore edildiği için yandaki bir başka binada hizmet vermekte) rengarenk vitriniyle önünden geçerken mutlaka sizi içeriye çekecektir, tabii cebinizde yeterli paranız varsa…


Çarşıya girdiğinizde hayatın yeme-içme ve eğlenme üzerine kurulu olduğunu görürsünüz bir kez daha. Kilise ve camilerle çevrili bu çarşıda kahve, çay, bira satılan mekanlar tıklım tıklımdır günün her saatinde. “Çingene palamutu, çinekop” diye bağıran balıkçıların seslerine meydanda konser veren sokak sanatçılarının sesleri karışır. Kokoreççisinden balıkçısına aradığınız her tür lezzeti bulabileceğiniz bu çarşıda, son zamanlarda mantar gibi hızla yayılan kahveci dükkanlarının birinde közde kahvenizi yudumlarken bazen alaturka bazen de pop müzik yapan bu sokak sanatçılarını dinleyip neşelenebilirsiniz.


Çarşı içindeki küçük meydanın köşesinde II. Mahmut döneminden kalma Eufemia Kilisesi ile içindeki Aya Paraskevi Ayazmasını ziyaret edebilirsiniz. Biraz ötede de Surp Takavor Ermeni Kilisesi boy gösterir. Sokakların birinde ise Kadıköy’ün en eski camii olarak düşünülen Kethuda Camii vardır, yaklaşık 450 yıl önce muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış olan bu caminin padişahın kahyasına ait olduğu söylenir. Çarşıdaki hengameden sıyrılıp Bahariye’ye veya Moda’ya doğru çıkarken yolun iki yanındaki antikacılar ve sahafların vitrinlerinde kalır gözleriniz, çeşit çeşit eski kitaplar, plaklar ve kim bilir yıllarca kimlere hizmet etmiş antika eşyalar geçmişin penceresinden göz kırpar size.



Kadıköy deyince herkesin aklına gelen ya da buraya ilk defa gelenlerin mutlaka yanında fotoğraf çektirdiği meşhur Boğa’dan söz etmemek olmaz. Heykel, 1864’te Paris’te heykeltraş İzidor Bonhevr tarafından, Fransız gücünü Almanlara göstermek için yapılmış. Almanlar Fransız’ları yenince de boğa heykeli Almanya’ya getirilmiş. Türkiye 1. Dünya Savaşı’na Almanya ile girerek İngiliz ve Fransızlarla savaştığı için, “Güç simgesi” olan bu boğa heykeli, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya Alman Kralı II. Wilhelm tarafından 1917 yılında armağan edilmiş. Heykel önce Kadıköy’e getirilmiş, sonra Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine yerleştirilmiş, oradan Yıldız Sarayı’nın bahçesine. Oradan da Bilezikçi Çiftliği’ne. Bu şekilde birkaç kez daha çeşitli yerlere götürülen Boğa Heykeli nihayet 1987 yılında Altıyol'daki yerine kavuşup Kadıköy’ün simgesi olmuş.


Boğa heykelinden yukarı doğru giden yol Bahariye Caddesi’dir. Günün her saatinde kalabalık olan bu caddeyi pek çok markanın vitrinleri süslemektedir. Çoğu zaman bu yolda çeşitli gurupların protestolar yaptığını, bildiri dağıttığını görürsünüz, ama Kadıköy’de esen özgürlük havasından mıdır bilinmez herkes birbirine alışıktır, kimse birbirinden rahatsız olmaz. Moda’ya doğru ilerlerken soldaki bir sokağın başında gazeteci Ali Suavi’nin heykelini görürsünüz. Sanatçılar Sokağı denilen bu sokakta bulunan Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde, koca çınarların altında bir yorgunluk çayı içerken burada yapılan kültür ve sanat faaliyetlerinden de haberdar olabilirsiniz.


Bahariye’den Moda’ya doğru yol alırken yine sol tarafta Kadıköy’ün gözbebeği olan o muhteşem opera binasını görürsünüz. Süreyya Opera binası, Kadıköy’de sanata saygının simgesidir adeta… Süreyya Operası, eski İstanbul milletvekillerinden Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) tarafından yaptırılıp 6 Mart 1927 tarihinde açılmış, aradan geçen sürede sinemaya yenik düşmüş ve 31 Aralık 2005 tarihine kadar sinema salonu (Süreyya Sineması) olarak hizmet vermiştir. Bina 2005’te, Kadıköy Belediyesi tarafından 49 yıllığına kiralanarak aslına uygun restore edilmiş ve operaya dönüştürülerek 27 Ekim 2007 tarihinde açılmıştır. O günden beri de pek çok güzel eser sergilenmekte sahnelerinde…



Operayı Moda yönüne doğru geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa girip 100 metre ilerlediğinizde solda köşede Rexx sinemasını görürsünüz. Semtin en eski sinemalarından biri olmakla kalmaz, binlerin buluşma noktası, hatta takılma alanı olarak kaç yıllık görevini sessizce sürdürür. Rexx’ten içeri girince Bahariye’ye paralel uzanan sokak ise Kadife Sokak’tır, semtin barlar sokaklarından belki de en güzelidir. Ufacık bir sokak olmasına rağmen pek çok dev müzik mekanını içinde barındırır, her mekanın ayrı bir çizgisi ayrı bir müziği vardır burada. O yüzden o kısacık sokak kimileri için koca bir İstiklal Caddesine bedeldir.


Bahariye’den ya da Kadife Sokak’tan veya Moda Caddesi’nden geçip Moda burnuna doğru yürürken, o eski ama bir o kadar güzel taş Rum evlerinin ya da yıkık dökük ahşap evlerin hüznü çöker yüreğinize. Hızla çoğalmaya başlayan sevimsiz modern binalar size caka satmaya kalkarlar güya milyarlık fiyatlarıyla. Moda’ya gelinir de meşhur dondurmacı Ali Usta’nın envayi çeşit dondurmasının tadına bakmadan gidilir mi hiç? Bademli, cevizli ahududulu dondurmalarınızı yiyerek gidebileceğiniz Moda Çay bahçesi; koca çınarların gölgesinde emeklilerin, yaşlı madamların, öğrencilerin huzur içinde oturup dinlendikleri, İstanbul’un en güzel gün batımı manzarasını seyredebileceğiniz köşesidir belki de. Dondurma yemekten kurtuldunuz diyelim ki bu kez daha büyük bir tehditle karşı karşıyasınızdır: Kemal Usta ve çılgın kokan tatlıları...



Çay bahçesinden çıkıp yolu takip ederek yürürseniz şu sıralar restore edilerek eski güzelliğine kavuşturulacak olan Şehir Kulübü’nün önünden geçersiniz, sonra da Eski Moda İskelesi’ne gelirsiniz. Artık vapurların uğramadığı boynu bükük, mahzun iskele şimdilerde lokanta mı yoksa cafe olarak mı hizmet verecek İstanbullulara belli değil… Yürümeye devam ederseniz “Kediler imparatorluğunun” hüküm sürdüğü parkın içinden Kurbağalı Dere’ye ve Yoğurtçu Parkı’na ulaşırsınız. Rüzgarın yönüne göre bazen nefesinizi kesecek kadar kötü kokan ve bir türlü islah edilemeyen derenin uzaktan görüntüsü yine de muhteşemdir. İşte tam bu noktada sarı-lacivert renkler karşılar sizi… Şükrü Saraçoğlu Stadı, özellikle derbi maçlarında Kadıköydeki yaşamı cehenneme (!) çeviren en gözde mekandır.


Stadı geçtikten sonra, tıpkı Münir Nurettin‘in dediği gibi “Bir tatlı huzur almak için Kalamış’a” uğramanız gerekir, oradan da Kadıköy’ün en güzel koylarından olan Fenerbahçe koyuna gelirsiniz. Fenerbahçe Parkı muhteşem deniz manzarası, içindeki beş yüz yıllık çınar ağaçları ve özellikle ilkbaharda açan mor çiçekli erguvan ağaçları ile bir renk cümbüşü içinde cennetten bir köşe sunar size



Fenerbahçe’den Bostancı’ya gitmek için iki yolunuz vardır; ya sahil şeridini takip edersiniz ve o eşsiz Adalar manzarasını seyrederek yürürsünüz ya da Bağdat Caddesi’ne çıkar kendinizi şaşırırsınız. Bağdat Caddesi, günün her saatinde her çeşit insanın piyasaya çıktığı, her çeşit lüks araba ve motorun da yarış yaptığı bir koca cadde; ama yetmez ne insanlara ne de araçlara. İnsanlarının geneli süslü, modern ve kibardır; şaşıp kalırsınız. Bir de bu cadde fener alaylarının ve Fenerbahçe galibiyetlerinin bir numaralı kutlama alanıdır.


Caddeyi takip ederek yürürseniz önce, kültür merkeziyle ünlü Caddebostan’a varırsınız, sonra da Erenköy ve Suadiye’ye gelirsiniz. Bu semtler tek tük kalmış, modernliğe ve kentsel dönüşüm denen rant kavgasına direnen köşklerle, koca çınar ağaçlarının gölgelediği plajıyla ünlü eski İstanbul’un sayfiye beldesidir. Altmışlı yıllarda İstanbul’un seçkin aileleri kışları Avrupa yakasında oturur, yazları ise Kadıköy’e, Suadiye’ye gelirlerdi denize girmek ve yazı geçirmek için. İstanbul’un orta halli aileleri de yazın buralardaki dostlarına misafirliğe gelir, bu seçkin semtin güzelliklerinden nasiplenirlerdi.


Bu güzel ilçede yaşamış ve sokaklarına, caddelerine ismini vermiş ya da burada varlığıyla iz bırakmış, hala yaşayan pek çok sanatçı ve ünlü kişiyi anımsarsınız; aklımıza gelen birkaç ismi sayalım sizler için… Afife Jale, Selahattin Pınar, Münir Nurettin Selçuk, Haldun Taner, İdil Biret, Suna Kan, Barış Manço ve daha niceleri… Hepsini saygı ve rahmetle yad ederek bir zamanlar her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlarıyla ünlü Bostancı’da noktalayalım gezimizi.


Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

29 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page