
ÖYKÜ
*
ŞENOL YAZICI
*
Zigana’nın doruğundan, derenin açtığı yatak boyunca denize esen yel, vadiyi dolduran, kabara kabara yükselip dağların doruklarında gelin tacı olmuş dumanı dağıtmaya yetmezdi.
O yumuşak esinti, akşama doğru dağları tarayan solgun günün ışıkları azalıp gökyüzü bulutlarla kararınca canlanır, bir kıyamet gürültüsüne döner, kar yüklü ormanlardan aşağıya sel gibi akar, her bir evdeki feri sönmeye yüz tutmuş ateş böcekleri kadar aydınlığıyla karanlığa hükümsüz kalan köyün üstüne bütün gücüyle yüklenirdi.
Ne duman kalırdı, ne bulut...
O zaman gökyüzü, bir tepeye çıkıp baksan dünyanın öte ucunu görebileceğin kadar temiz bir aydınlıkta pırıl pırıl yanardı.
Ormanların üstünde dolaşan görünmez bir dev el, ulu kestanelerin, çamların doruklarını hoyratça okşar, yüreğimizi ağzımıza getirmek için bir an duralar... ardından güneye bakan evimizin alnında kıyamet bir rüzgâr olur, top gibi patlardı. Ev, kökünden zangır zangır titrer, sıvasız dolma duvarlardan taş toprak yağardı. Yandaki mısır yüklü sarender, çatırtılarla yerinden oynar, rüzgârın kollarında niyetlenir, uçtu, uçacak gibi birkaç kez yekinir, sonra büyük bir gürültüyle toprağa gömülü tahta ayaklarının üstüne, bu yıl da burdayım der gibi çökerdi.
Koca çatıları söküp uçurtma gibi kollarına alıp götüren rüzgârın bir gün onu da alıp dağların, vadilerin, köylerin üstünden Polathane’ye kadar götürüp denize gömeceğini bilirdik. Bilir beklerdik, ama bir şey de yapamazdık. Babam öldüğünden beri bu işlere bakacak, eli erecek kimsemiz yoktu. Ağabeyim yeni yeni meydana çıkmışsa da o kadarı henüz elinden gelmezdi.
Kıble, çıkıp geldiği yerlerde belki sıcaktı ama burada, kar yüklü tepelerden kopardığı buz parçalarıyla jilet gibi keskin bir kırbaca döner, şaklardı Rumlardan kalma evin duvarlarında. Yine de çatıdaki incecik hartamalar, aralarından sızan rüzgârın kükremelerine bana mısın demez, kıyamet gibi hışırdar dururdu yerinde.
Gün geceye devrilirken, artık kılık değiştiren dışarıdan ürker eve koşardık.
Öyle zamanlarda hiç olmadık kadar güven veren ve gençleşen eski evimiz, bel vermiş kapısından sızan gaz lambasının ışığıyla sanki anam gibi sıcak, onun gibi sevecen, kollarını açmış bizi bekleyen yıkılmaz bir kale gibi görünürdü.
Hala öyle midir bilmiyorum, ama o zamanlar kış günleri oralarda hep birbirine benzeyen ama amansız, ama sıkıcı ve dehşetli yoksul günlerdi,
Bir tek gün; nereden, hangi arkaik gelenekten geldiğini bilmediğim, yılbaşı kabul edilen, ama bilinen takvime hiç uymayan kalandar hariç.
Çocuk düşlerimin cehennemi kışında buzdan duvarları paramparça eden bir masal gecesi gibiydi kalandar...
*
Yine bir akşam ağabeyimle eve döndüğümüzde anamı, kazanın altında pilekide uyku veren tıkırtılarla yanan yer ateşinin başında küçük kız kardeşimle bizi beklerken bulmuştuk. Ateşin yalımlarında aydınlanan derin çizgilerle dolu yüzünde huzur veren bir gülümseme vardı. Gözlerini eksiğimiz gediğimiz var mı diye tek tek üstümüzde dolaştırırken bir yandan da kazanı koca bir kepçeyle karıştırmayı sürdürüyordu.
Tavandan yer ocağının yandığı pilekiye sarkan iri zincirin ucundaki zifir zindan kara kazan, çoğu kez zemherinin bu yoksul günlerinde ne bulursa; lahana, pırasa, fasulye ya da fırın lağusuyla dolu kaynardı. Koku eğer açlığımızı artıran türdense yemeğe kuyruk yağından da bir parça atılmış olduğunu anlar, sevinirdik.
O gün başka kokuyordu… Ambarda özel günler için saklanan kurutulmuş mısırlar, yazınki güzellikten uzaktı, ama sakız kabağıyla pişince yine de hoş bir koku veriyordu.
“Ana bu akşam misafir mi var yoksa?” Gerçek sebebi bilen bir sesle sormuştu ağabeyim .
Annem sağlam dişlerini gösterip gözlerine değin gülünce hepimiz dört yana bakınmış, her zamanki kara ışığın yerine tarabaya asılmış camı pırıl pırıl gaz lambasını, süpürülmüş toprak tabanlı yer evini, yıkanıp pencerenin boşluğuna yerleştirilmiş temiz kapları, yandaki ambarın üstüne süzgecin içine yığılı, topraktan çıkarılmış elmaları, ayvaları, fındıkları, hurmalarıyla bir yığın meyveyi görünce ve dışarıdaki karı, evi kökünden söküp götürmeye kararlı esip savuran karakışı düşününce anlamıştık.
Yine de " Kaçı ki bugün Ocak ayının?" diye sormama, takvimle çok işi olmayan annem yanıt vermişti:
"13 Ocak..."
“Calandar,” diye heyecanla bağırmıştı, benden küçük, her zaman “k” harfinin yerine “c” koyan küçük kardeşim Leyla...
Sonra telaşla odaya doğru koşarken beni ayartmaya kararlı en şirin sesiyle seslenmişti.
“Torba atacağız değil mi abi? Sonra da annemin izin vermeyeceği aklına gelip ona da seslenmişti: ”Gideriz değil mi anne?”
Gitmem mi? Ne kadar da hoşuma giderdi. Her kalandar geceleri ev ev dolaşıp kapılardan torba atar, içine doldurulan yemişleri, şekerleri hazinemizmiş gibi tek tek sayar, sonra da keyifle yerdik…
Anneme bakmıştık yalvarır gözlerle…
O da başını sallamıştı.
“Eskiden caminin orda tiyatıro da yaparlardı, hakkı dayım karakoncolos olurdu. Kızlar, kadınlar olmazdı oyunlarda, kadınları da erkekler oynardı, ama biz de seyre giderdik… Şimdi hepsi unutuldu…”
Kim bilir kaç kez dinlemiştik, eski kalandarları. Bayram gibiymiş. Büyükler de katılırmış kalandar eğlencelerine. Hatta çok eskiden buralarda oturan ama mübadelede Yunanistan’a gönderilmiş Rumlar bile... İnsanlar yüzlerini soba, kazan kurumlarıyla, maniyayla siyaha boyar, türlü kılıklara girer, ellerinde çamdan meşaleler, caminin orda toplanır, karakoncolos denilen hortlak kılığına girmiş olanlarla diğer köylülerin mücadelesini izlermiş. Sonra da ellerinde torbalar maniler söyleyerek ev ev dolaşırlarmış…
"Bu gavur icadı Yılbaşı yeni çıktı, daha dün... Hiçbir şeyin de eski tadı kalmadı..."
Annem geçmişi, çocukluğunun o mutlu zamanlarını anlatmayı öyle severdi ki şimdi de maniler dahil hepsini yineleyeceğine emindim, bu nedenle önden kestirdim:
“Hadi anne, çok geçe kalmayalım, kurt murt olur.”
Annemin bizim adımıza endişelerini bilmem işe yaradı. Anlatısını kesip kalkmış, ağabeyime seslenmişti.
“Sen de git bunlarla, ne olur ne olmaz.”
Zaman değişmiş, şimdi torba atmak sadece çocuklara özgü olmuştu. Ağabeyim, sıkıntılı sıkıntılı gülmüştü;
“ Payımı verirseniz ben sizi kollamaya gelirim, ama gözükmem. ”
“ Sen de yüzüne maniya sür ağbi,” demiştim, kazanın siyah kurumlarını gösterip. ”Kimse tanımaz o zaman…”
“Sizinle olacağım da anlamayacaklar... Uğraşamam öyle şeylerle, görünmem kimseye…”
“Yaşasın,” diye sevinçle haykıran Leyla, eski bir şeker çuvalı torbasının kesik yarısını bulup gelmişti hemen. Şimdi kimlere gideceğimizin hesabını yapıyorduk.
Senenin bu zamanında herkeste verecek meyve şekerleme olmazdı. Hali vakti yerinde olanlara gitmek daha akıllıcaydı.
Duyduğumuz sevinci hissettiği ve paylaştığı yüzündeki geniş gülümsemesinden belli annem:
“Topal’a gitmeyin, utandırırsınız adamı, nasıl gitsin pazara o ayakla?”
“Gitmeyiz,” dedim, annemin daha önceki tembihlerinden birkaçını daha anımsayarak.
“Rüstem amcaya da gitmeyiz, onun da karısı hasta...”
Kardeşim atılmıştı.
“Ama Züleyha yengeme uğrayalım, kocası Almanyalı…”
Almanya’da çalışanların evleri bizlere göre zengindi. Hepimizi imrendiren yiyecekleri, giysileri olurdu.
Annemin kızgın bakışlarıyla karşılaşınca hatırlamıştık ama geç kalmıştık. Yeni yılın başlangıcı sayılan gecede ve ertesi gün kimi insanların adını bile anmazdı, bırak evine gitmeyi, evine almayı… Züleyha yenge de onlardan biriydi.
“Anmayın o kaybananın adını, bu mübarek gecede… Hele uğramaya kalkın bak ne yaparım sizi… Onun kadar ayağı uğursuz bir karı görmedim ben… “
Kim bilir ne zaman bir kalandar sabahı Züleyha yenge bize uğramış, haftasına varmadan da anamın tek ineği can vermişti. Onun kademsiz ayağından derdi o gün bugündür.
Yine de çok uzatmadı.
Yemeğimizi gülüşerek yedik.
Annem torbamıza birkaç tane fındık bir iki ceviz de atıp bizi yolcu etti.
Dışarı çıktığımızda ustura gibi kesen bir soğuk karşılamıştı bizi. Ne bulmuşsak kat kat giyinmişsek de gene de üşüyorduk. Karın içinde yokuş çıkmak hayli zordu, biraz yürüyünce ısındık.
Şimdi hafifleyen rüzgârın etkisiyle gökyüzünde tek bir bulut kalmamış, keskin bir maviliğin içinde koca bir tepsi gibi yükselen ay etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Gözün alabildiğine her yer bir gümüş örtü altında parlıyordu.
Yaprakları hala dökülmeyen karayemişler, üzerlerine yığılı karla yolun kıyısında bir duvar gibi uzanıyordu. Bakımsız evimiz, yıkıldı yıkılacak sarender kendini bir giysi gibi kuşatan karın dolgunluğunda gösterişli ağa konaklarına dönmüştü.
İlk bize en yakın Bahriye teyzelerin evine gittik. Kalandar gecesi kapıyı açmamak, torbaya bir şey koymamak hem yoksulluk sayılır, hem de ayıplanırdı. Kocası Almanya’da çalışan Bahriye teyze belli ki kimseyi beklemiyordu, kapısı kapalıydı. Ama perdelerinin ardında ışık vardı.
Evin avlusuna girmeden ağabeyim o gür sesiyle geldiğimizi duyuran bir mani tutturmuştu.
“kalandar gecesi devlet bacası
tasımı dolduran cennet hocası
doldurtmayan cehennem hocası
üstte erkeği altta dişisi...”
Kapalı kapı aralandı, solgun bir ışık karların üstünden fındıklığa uzandı. Ağabeyim yol kıyısında beklerken biz iki kardeş kapıya yanaştık. Usulca kapıyı aralayıp ucuna ipi bağladığımız torbayı içeri attık, ne var ki gücümüz yetmemiş, torba eşiğe düşmüştü. Bu kez yeniden alıp yerocağının başında oturan insanlara doğru savurmuştuk. Sonra da saklanıp beklemeye başlamıştık.
Bulunduğum yerden torbamızı ben yaşlarındaki kızının çektiğini görüyor, içini karıştırırken annesine bir şeyler dediğini de duyuyordum. Heyecanımız artmış koyacaklarını merak ediyorduk.
Neden sonra kız torbayı kapıya getirip bırakmıştı.
Çekerek aldığımız torbayı evden biraz uzaklaşınca açtık. İlk seferimiz başarılı geçmişti. Kocaman bir Alman çikolatası vardı içinde.
Birkaç eve daha uğradık. Umduğumuzdan daha cömert davrandılar bize. Fındık, ceviz, kestane ve kabak tatlılarıyla tıka basa doldu torbamız. Küçük ceplerimize sığdıramadığımızdan hemen hepsi torbada duruyor, öylece atıyorduk kapılardan. Kimse de torbadakilere dokunmuyor, gönlünden kopanı koyup kapının önüne bırakıyordu. Bir evden pişmiş tavuk butu bile koymuşlardı…
Evlerin arası uzaktı.
Karın içinde çok zorlanmadan bata çıka gidiyorduk ama ayaklarımız suyla dolmuş, üşümeye başlamıştık. Hele Leyla çok üşümüş, dönmek istiyordu. Biz de istiyorduk ama gözümüz doymuyordu. Aldıklarıma annemizle yeriz diye dokunmamış, hepsini torbada saklıyor, değişmeli taşıyorduk.
Dönüş yolunu daha düz diye değiştirdik. Çeşmenin başına geldiğimizde soluklanmak için duraladığımızda akasyaların arasındaki Züleyha yengenin evinin ışığı görmüştük. Sanki şeytan dürttü bizi.
“Biz demezsek anam nerden bilecek, bir de buna atalım torbayı sonra da gidelim,” diye hepimiz adına seslendirdi aklımızdan geçeni ağabeyim.
Artık titreyen Leyla eve dönüşe sevinmiş,
“Hemen atıp gidelim ama”... demişti.
Düzlüğün ortasındaki bakımlı evin saçaklarından boyum kadar buzlar sarkıyordu yere, Zenginliğine karşın bende kasvet uyandırdı ev, annemi düşünüp vazgeçmeyi de kurdum bile, yine de bir şey demedim, yürüdük kapıya doğru.
Bu kez mani söyleyip gelişimizi duyurmamıza gerek yoktu. Evin kapısı aralıktı, süzülen ışık pencerenin önündeki kurumuş kasımpatıların üzerine düşüyordu. Ceplerimizden düşecekler diye yarısını yediğimiz çikolata dışında hepsini doldurduğumuz ağır torbayı aralık kapıdan içeri zorlukla atmış, sonra da elimiz de ip duvarın ardına saklanmıştık. Çocukların torbayı aldıklarını, kendi aralarında bir şeyler söyleyip gülüştüklerini duyuyorduk, ama onları göremiyorduk.
Üşümüş, sabırsız bekliyorduk. Arada ipi hafiften yokluyordum, torba bir türlü gelmiyordu.
Sonunda ip gevşedi, çektim yavaşça. Ağırlaşan torbayı kapının eşiğine getirip, uzanıp aldım.
Güçlükle kaldırmıştım yerden.
"Ben taşıyamayacağım ağbi," demiştim, " Sen al bunu. Ne koydularsa böyle…"
Sonunda eve ulaşmıştık. Islanmış üşümüştük, zangır zangır titriyor, dişlerimiz birbirine çarpıyordu. Ama mutlu ve gururluyduk. Torbamızı ateşin başına bıraktık. Üstümüzü değiştirmek için gidecektik ki ağabeyim;
“Tavuk bile koydular anne, dur vereyim sana…” diyerek aldığı torbayı ters çevirip yere serdiği sofra bezinin üstüne devirmişti.
Gözlerimiz faltaşı gibi açılmıştı o an.
Torbadaki cevizler, fındıklar sır olmuş, onların yerine bezin üstüne hala sıcak olan küller dökülüyordu.
*
ŞENOL YAZICI, 13 OCAK 2014
?
ÇOK OKUNANLAR
Kalandarınız kutlu olsun... Keşke o güzel Kalandar gecesi öyle kötü ve hüzünlü bitmeseydi...