Jean Paul Sartre Felsefesi II
top of page

Jean Paul Sartre Felsefesi II


Bilinç


Dünyamı kendi görüşlerime göre tasarladığı m için, o benim için varolmakta olan tek dünyadır. Bir şeyin benim olması için, onu benim kurmam, benim tasarlamam gerekir. O halde dünya, bizim için olan yönüyle,değişmez ve tek olan bir dünya olmayıp, herbirimizin kendimizi merkeze almak suretiyle, beklentilerimize, ilgilerimize, ereklerimize göre oluşturduğumuz bir dünyadır. Tasarladığımız bu dünyalar, herbirimizin tasarımları farklı olduğu için, bize ham bir gerçekliğin varoluşunu göstermekle kalmayıp, kendi varoluşumuzun ve kendi “ben”imizin inceliklerini de gösterir. Sartre, Heidegger’den farklı olarak bilincini dış dünyanın nesnelerinden ayrı düzlemde tutar.


Heidegger’in “Dasein”i mutlaka yol gösterici olmuştur Sartre için. Ancak Heidegger’in özne-nesne ayrımını kaldıran “iç içe geçmişlik” deneyiminin Sartre’nin fenomenolojisinin solipsistik anlayışına uymadığını belirtmek gerekir.


Sartre için varlık dünyayı kavrama gücüne sahip bireyin bilinçli varlığıdır. Bilinç boşluktur. Zira tüm dünya bunun dışında kalır. Ama bir nesnesi vardır yine de (varlık) O yüzden “var olan tek şey benim ve dış dünya benim bir parçamdır” diyen katı solipsizmden kaçar. Bilinç nesneler dünyasına ait değildir ve o yüzden “determinizm/gerekircilik” alanının dışında özgürce konumlanmıştır.


Sartre’nin kaygısı, önceden belirlenmiş bilincin yerine kendi seçimlerini yapabilen bir bilinç koyabilmekti. Klasik felsefe uğraşları olan ontoloji ve epistemolojinin temel sorusu ”dışımızdaki dünyada nesnelerin bizden (bilincimizden) bağımsız olarak var olduğunu” bilebilir miyiz ve bilebilirsek bunu nasıl bilebiliriz şeklindeydi. Bilincimizden bağımsız nesneler olamaz ve olsa da biz bilemeyiz dendiğinde idealizme , bilinç alanımıza girse de girmese de dış dünyada nesneler bizden bağımsız olarak vardır diyenler ise realizme dair görüşleri dile getiriyorlardı. İdealizm ise bilincin a priori (önsel) bazı kavramlarla belirlenmiş olduğunu ileri sürüyordu (Descartes,Spinoza ve kısmen Kant). Sartre bilinci idealizmin öngördüğü ”belirlenmiş konumdan “kurtarmak istemiş ve ”idealizm ile realizm arasında “ ince bir çizgide ilerlemeye çalışmıştır.

İdealizm bilinci her zaman algıların dolduğu bir hazne olarak görmüş ve bu hazne-bilinç ile “kendilik” arasında koşutluk görmüştür. Oysaki bir algı deposu gibi bilinç ile kendilik arasında bir ayrım olsa gerektir.

Bu yüzden idealizmin bilinci; algılarla yüklü ve fenomenolojinin önerdiği gibi daima yönelimsel karakterde sahip ”şeyleştirilmiş “ ,”kendi kendisine ihtiyari olarak gelişen” bir olgu ile özdeşleştirmesini eleştirmiş ve karşı çıkmıştır.


J.P.Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu-David West:


İdealizmin merkezinde, kendi içinde duyumlar (izlenimler ya da ideler) ihtiva eden bir tür hazne olarak, yanıltıcı bir bilinç görüşü bulunmaktadır. Sartre `beslenme ve sindirimi çağrıştıran’ bu bilinç görüşünü, onun belli bir cazibesi dahi olsa, kesinlikle reddeder: `Hepimiz, şeyleri ağına çeken, onları beyaz bir köpükle kaplayıp yavaş yavaş sindirmek suretiyle, kendi maddesinin ayrılmaz bir parçası hâline getiren örümcek-zihin görüşünü kabul ettik. Bir masa, bir taş, bir ev nedir? Belirli bir “bilinç içerikleri” kümesi, bu içeriklere yüklenmiş olan bir düzendir. O, söz konusu bilinç görüşünü aşmak için gerekli olan ipucunu fenomenolojide ve özellikle de, zihin veya bilincin ayırıcı özelliğinin, onun `yönelimselliği’ veya `bir nesneye doğru yönelmişliği’ olduğu kavrayışında bulur. Sartre yönelimselliğin, bilinci -zihni veya `içeriklerini’ şeyler ya da şey-benzeri varlıklar olarak tasarlama anlamında- şeyleştiren herhangi bir bilinç görüşünden radikal bir kopuşu gerektirdiğini düşünmektedir. O, kendisini çok iyi bir biçimde tanımlayan göz alıcı bir üslûpla, bilinci dünya nesnelere doğru aktif bir `patlama’ olarak tanımlar.

Aronson’un burada çok işe yarayan yorumu şöyledir: Bilinç, `bizi kendimizden ayıran, hatta onların gerisinde bir “ben” oluşturacak kadar boş zaman dahi bırakmayan bağlantılı bir patlamalar’ dizisiydi. Bu bütünüyle aktif bilinç, tümüyle ihtiyariydi ve böyle bir bilinç hiçbir şey değildi. O sadece, kendisinin dışına, nesnelere doğru hareket ettikçe, varoluyordu.


Ve, bir şey olmayan bir bilinç, elbette ki, hiçbir şeydir (Varlık ve Hiçlik ‘in başlığının gönderimde bulunduğu husus). Sartre’ın bilincin şeyleştirilmesinin her türüne karşı gösterdiği mukavemet, onu Husserl’i, Kant ‘ın epistemolojik projesine geri dönmekle suçlamaya götürür. Gerek Kant ve gerekse Husserl , tecrübeyi, bir transendental benle, bilincin `gerisinde’ olduğu kabul edilen bir şeyle tanımlar. Ama ben bir kez bu şekilde (ister Descartesçı bir ben veya ruh ya da bir dünyaya ilişkin tecrübeyi mümkün kılan söz konusu transendental güç olarak) bir şey diye anlaşılınca, ben ile dünya arasındaki ilişkinin açıklanması hayli problematik hâle gelir. Kendi kavrayışının gerektirdiği sonuçları yanlış anlayıp yorumlayan Husserl, Sartre ‘a göre, Batı felsefesinin neredeyse ezelî-ebedî iki tuzağı olan solipsizm ve idealizmin kurbanı olmaktan kurtulamaz.


“Önemsiz şeylerin hücumu” konusunda ise Sartre, Heidegger’e katılıyor olmalı. Zira hayatı boyunca burjuva ahlakına, değerlerine önem vermemiş, bu tür bir hayattan uzak durmaya çalışmıştır. Belki de “bira”ya olan düşkünlüğü “önemsiz şeylerin yaptığı saldırının uyandırdığı kaygıya karşı” bilincini duyarsız hale getirmek içindi.



Kaynaklar:


Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ

45 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page