Güvercin Kanadında Özgürlük
top of page

Güvercin Kanadında Özgürlük


Normal yürümeyi bilmiyordu. Hep bir yerlere yetişme telaşı, başka insanların dertlerine çözüm bulmaya çalışmak. O yoğun koşturmaca içinde küçücük güzellikleri yakalamayı seviyordu. Arabanın camından gökyüzünün maviliğini, kışa hazırlıktaki badem ağaçlarının güzel havaya aldanıp çiçeğe duruşunu seyrediyordu.

Belki de şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar aynı güzel şeylerden zevk alırken veya benzer sıkıntılardan üzülüyordu. Pandemi tüm dünyayı etkilemiş minicik görünmeyen mikrop birçok insanın hayatını kaybetmesine neden olurken, herkesi evlere hapsetmişti. Nefesimizi bile doğru düzgün alamıyor maskeler ile nefes almakta zorlanıyorduk. Mahkûm olmak dört duvar arasına kapanmak ne kadar zor olduğunu evde hapis günlerinde daha iyi anlamıştık.

Dışarıda güzel bir hava vardı.

Beynindeki kötü düşünceleri uzaklaştırdı. Arabanın tekerlekleri döndükçe en küçük güzellikleri bile kaçırmamaya çalışıyordu. Şehrin girişine yaklaşınca ne zamandır görmek istediği eski yapı karşıladı. Belki mesleği gereği daha çok dikkatini çektiğinden bu binayı, son halini mutlaka görmeliyim dedi. Eşinden rica etti. Araba yol kenarında durdu. "Sen git gez, ben biliyorum seni beklerim" dedi. Yavaş adımlarla binaya doğru yürüdü. Her anı hafızasına kayıt etmek istercesine incelemek istiyordu. Adımları binaya yaklaşmadan sarmal bir meydan karşılamıştı. Sağda duvarda büyük beyaz bir barış güvercini heykeli adeta duvarları aşmak istercesine kanatlarını açmıştı. Başını yukarı kaldırdı. Bir çınar ağacı dalları ile korumak istercesine özgürlüğü gökyüzüne taşıyordu.

Restore edilen taş bina içinde taşıdığı anıları ve sırları ile yılların suskunluğu sırlarını sırtında taşıyor gibiydi. Kapısının üstünde 1885 rakamları yıllara direnen bir anıt gibi duruyordu. Kapının sağ tarafında pirinç bir levha üzerinde “Datça Kavakdibi Demokrasi Evi" yazıyordu.

Demokrasi ve mahkûmiyet... “Ne büyük çelişki” dedi. Oysa o duvarlar arasında insanlar özgürlüklerinden uzakta dört duvar arasında mahkûm olarak yaşamışlardı.

Mahkûmiyet neydi, bir ceza mıydı? Düşündü sonra suç neydi? İnsanlar neden suç işlerdi? Acaba cezaevine giren her insan suçlu muydu? Peki ya toplum? Ya aile? Onlar da suçlu değil miydi? Daha çocukluktan acaba yeterince sahip çıkıp, güzel bir yarın vaat edilebiliyor muydu?

Düşündü...

“Ya düşünmek… Düşünmek suç olur mu?” dedi

Özgürlük için, eşitlik için düşünmek...

Özgürlük ve eşit bir yaşam için mücadele ederken, kimler özgürlüğünden olmuş, kimler o duvarlar arasına mahkûm edilmişti?

Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Can Yücel ve daha birçok düşün insanı, en güzel düşüncelerinden kâğıda döktükleri kelimelerle düşüncenin hapis edilmeyeceğini bize göstermediler mi? Onların yaptıkları belki de o duvarlar arasında düşlerini yüreklerinden parmak uçlarına dökerek sessizliği şiirle, öyküyle, romanla haykırmak, yazdıkları ile o soğuk duvarlar arasında beyaz kâğıt ile dertleşmek, kalın duvarlardan dışarı seslerini duyurmaktı?


Bahçede dallarını özgürlüğe uzatırcasına açmış koca çınar ağacının altından masmavi gökyüzüne baktı. Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevinde yazdığı dizeleri geldi aklına. Başını yukarı kaldırdı, gözlerini kapattı ve içinden kendi kendine mırıldanmaya başladı;

"Bugün Pazar / beni ilk defa güneşe çıkardılar”.

Gözlerini açtı, pırıl pırıl güneş gözlerini kamaştırıyordu. Ilık esen Eylül rüzgârı sırtını okşadı.

Yavaşça kapıya yürüdü. Ahşap kapıyı açtı, koridorun sonunda masada bir genç kız oturuyordu. .

“Girebilir miyim” dedi.

"Elbette” diye yanıtladı masada oturan kız.


Sessizce içeri girdi. İçerisi loş bir ışıkla aydınlanmış, bir baştan bir başa kitap doluydu. Önce soldaki küçük odaya girdi.

Duvarda Datça ile özdeşleşmiş Datça'nın Can Babasının Sardunyaya Ağıt şiiri asılmıştı ve duvarın içine yapılan oyukta kendisine yakılan ağıt yakılan sardunya. Her köşesinden ışıklar vuruyordu. Tepesinden yakılan ışıklar altında sorguya çekilmek için bekleyen bir şüpheli gibi göründü gözüne.

Yoksa cezasını çekmek üzere mahkûm mu edilmişti sardunya? Oysa ne suçu vardı direnmekten, çiçek açmaktan başka?

Ne demişti Can Yücel Sardunyaya Ağıt şiirinde? Peki nasıl yazılmıştı bu şiir?

İzzet Çapa’nın Nebil Özgentürk ile yapmış olduğu bir söyleşisini anlattığı yazısında bu şiir ile olan öyküsünü şöyle aktarır :

“Can Yücel’i 12 Mart’ta şiir çevirisinden dolayı cezaevine atmışlar. Ve hemen ardından sürgüne göndermişler Adana’ya. Milli Eğitim Bakanı Hasan Yücel’in oğlu Can Yücel ama ailenin durumu iyi değil. Bir emekli maaşı ve Can Yücel’in çeviri parasıyla geçiniyorlar sadece. Güler Abla ve 3 çocuğu, hafta sonları Can Yücel’i ziyaret edebilmek için İstanbul’da yönetmenlik yapan abimin ricasıyla babamda kalmaya başlıyorlar. Ben de 9-10 yaşlarındayım o yıllarda... Babam istisnasız 2 yıl boyunca her hafta sonu onları ağırladı. Biraz da Adana bu demek benim için. Diyebilirsin ki, ‘Kardeşim, misafir ağırlamak çok kolay!’ Ama sevgiyle ağırladı ve büyük şiirler çıktı o evde 2 yıl boyunca.

72’nin Ocak ayıydı. Can Abi, koğuşunun penceresine koymak için, cezaevine sardunya çiçeği istedi. Ortanca abimle Güler Abla bir Ege çiçeği olan sardunyayı zar zor bulup cumartesi günü cezaevine teslim ettiler, pazar günü de Can Abi’ye verildi. Ertesi hafta öğrendiler ki başgardiyan Rıza, “Ya koğuşta sardunya olur mu kardeşim’ diyerek kaldırıp atmış çiçeği. Bu çok hüzün yarattı bizim evde. Ben de bu hüznü gördüm. Aradan geçti 6 ay. 6 Mayıs 1972. Bir çığlıkla uyandım sabah. Herkes ağlıyor. Çünkü Deniz Gezmiş’in asıldığını öğrenmiştik. Sonsuz bir acı...

Yıllar sonra ben üniversite 1. sınıftayım. İzmir’de bir kitapçıda Can Yücel kitabı okuyorum. İçinde ‘Sardunya’ya Ağıt’ diye bir şiir var. (1)

İşte o şiir duvarda asılı duruyor.


Sardunyaya Ağıt

İkindiyin saat beşte

Başgardiyan Rıza başta

Karalar bastı koğuşa

Ikindiyin saat beşte


Seyre durduk tantanayı

Tutuklayıp sardunyayı

Attılar dipkapalıya

İkindiyin saat beşte



Yataklık etmiş zaar

Suçu tevatür ve esrar

Elbet bir kızıllığı var

Ikindiyin saat beşte


Dirlik düzenlik kurtulur,

Müdür koltuğa kurulur

Çiçek demire vurulur

İkindiyin saat beşte


Canların gözü yaşta,

Aklı idamlık yoldaşta,

Yeşil ölümle dalaşta

İkindiyin saat beşte


*

Duvarların arasında, ışıklar altında bulunan bu sardunyayı gördükçe, gözümün önüne yoğun ışıklar altında sorgulanan o insanlar geliyor. “Diren sardunya…” diyorum. “…Ki sen toprağa değer değmez yeşerensin”.

*

Duvarda cezaevinde kalan mahkumlara ait defter ve kayıtlarına ait fotoğraflara bakıyorum. Belki bazıları için sadece sayıdan ibaret olan o rakamların her birinin bir öyküsü olduğunu düşünüyorum.

*

Binayı gezerken burası, eski bir cezaevinden çok bir kültür hazinesi gibi görünüyor gözüme. Aslında oldum olası eski tarihi binaların yıkılarak restore edilmesine karşıyım. Evet güzel bir bina olmuş ancak ben duvarlarda yaşanmışlıkların yok edilmemesini, orada yaşayan insanların duvarlara kazıdıkları anıları ve diğer izleri de görebilmeyi dilerdim.

Karşımda 1886 yılında yapılan 100 yılı aşkın tarihi yapısı ile, Türkiye'nin 60 metrekarelik en küçük cezaevi duruyor.

Evet bu hali ile eski cezaevi halini yitirmiş durumda. Etrafındaki tel örgüler kaldırılmış ve Datça’yı gören, püfür püfür esen bir tepede duruyor. “Özgürlüğe bu kadar yakınken, ona sahip olamamak, belki de daha büyük mahkûmiyet” diye geçiyor aklından.

Şimdi o duvarların içinde bir boydan bir boya, kitaplar karanlığı aydınlatmak için bekliyor gibiydi.

Deniz uzak olsa bile kulaklarında Sabahattin Ali’nin “dışarda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar/ seni bu sesler oyalar/ aldırma gönül aldırma" dizeleri çınlıyordu.

Kitaplara baktı, her birinin ulaşacağı zihinlerde birer çiçek olacağını düşündü.


Bu duvarlar arasında kalanlar neler yaşamış, ne acılar çekmişlerdi. “Acaba bu metinler arasında burada kâğıda dökülmüş olanları var mıydı” diye düşündü. “Datça'nın o deli rüzgarları ve masmavi göğü mutlaka şiir yazdırır insana” dedi kendi kendine.

Çok zamanı yoktu, kısa bir ziyaretti. Dışarı çıktı, güneş hala tepede parlıyordu. Duvardaki güvercin heykeli demir parmaklıklarını parçalamış, düşlerini mavi göklere salmış, özgürlük ve barışa kanat açmıştı. Yüreği ve gözleri ile güvercinin kanatlarını okşadı, imkânı olsa onu da duvardan mavi göklere salardı.

Datça’ya geldiğinde kalemine ruh düşürerek havasının deli rüzgarlarının yazdırdığı eski bir şiiri geldi aklına, güvercinin kanatlarını yüreğine takmış gibi koşar adım arabaya doğru giderken içinden bağıra çağıra bu şiiri okudu.



Bir baştan bir başa

Bir başka dünya

Yürek hücreme kilitlediğim

Sessizliği yırtan

İsyankâr kelimeler uçuşuyor

Beynimin ıssız sokaklarında

Her harf bir çiçek açıyor

Öbek öbek

Kelebekler öpüyor usulca

Serçeler cıvıl cıvıl ötüşüyor

Güneş Masmavi suları

Aşk ile öperken

Kıpkızıl dudağından şehvetle

Martılar yükleyip kanatlarına

Gün batımını

Sonsuz bir aşkla

Tekrar kavuşmak üzere

Usul usul maviliklere batırıp

Uğurluyorlar


Rüzgâr ıslık çalan melodisinde

Dağ başlarından

Bulutları indiriyor

Bereket diye yağıyor yeryüzüne

Yediveren çiçekleri açıyor

Işık huzmesinde

Türküde halaya durmuş gelincikler

Papatyaların yanağını al basmış

Çocuk yüreğinden

Binlerce çocuk gülümsüyor


Issızlığın başkentinde

Çıplak ayak

Patika yollarında yürüyorum

Rüzgâr, dağların heybetli doruklarına uçuruyor sesimi

Maviden yeşile bir türkü doğuyor

Ağustos böcekleri çığlık çığlığa cümbüşte

Karanlığı deliyor fesleğenin kokusu

Ay dede gülümsüyor

Gözlerimi kapatıp

Yüreğimle yakalayıp

Gökyüzünden yağan

Binlerce yıldızı

Gönül kafesimin sevgi dolu dehlizlerine saklayıp

Gökkuşağından renkler...

Gülümseyen çocuklar...

Mutlu bir dünya...

Diliyorum

Dünyada ki tüm silahları

Toplayıp heybeme

Birer çiçek olarak doğmaları için

Toprağa gömüyorum

Beyaz güvercinler uçuruyorum

Gecenin karanlığına

Sarhoş muyum? neyim?

Oysa bir damla bile içki içmemişken

Denizin turkuazını

Gökyüzünün mavisini

Çiçeklerin kokusu ve rengi ile

Yaprakların yeşilini içmiştim sadece

Başım dönüyor, dönüyor

Dönüyorum

Bir Ege türküsünün ezgisinde

Zeybeğe selam duruyor yüreğim

Hayatın yorgunluğundan

Çakırkeyif,

Duraklıyorum kumsalda

Yüreğimden bir tebessümle

Selam çakıyorum dalgalara

Tökezliyorum

Yüreğim yüreğine çarpıyor

Ellerimden tutup

Usulca gözlerimden öpüyorsun

Gecenin karanlığında

Binlerce martı kanadında

Gülümsüyorum…

Gülümsüyorsun…



Semihat Karadağlı /10.12.2021 Saat:23.48 İzmir

Kaynak: 1 - İzzet Çapa 22.Kasım 2019


Not: 1886 yılında inşa edilen 8 kişi kapasitesi ve 60 metre kapalı alan 330 m2 zemin alanı ile Türkiye’nin en küçük cezaevi olarak kabul edilen Datça Cezaevi 1901'den 2001'e kadar kapalı ve yarı açık cezaevi olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra CHP eski Genel Başkanı Bülent Ecevit'in tutuklu kaldığı dönemde hapis yatmak istediği cezaevi olarak da bilinen eski cezaevi kapatıldıktan sonra mülkiyeti şahıslara geçmiştir. Datça Belediye Başkanlığı tarafından kamulaştırılan tarihi bina, restore edilerek Demokrasi Anı evine dönüştürülmüştür.

Demokrasi Evi'nde kurulan kütüphanede Ressam İbrahim Çiftçioğlu tarafından bağışlanan 3 bin 257 kitap yer almaktadır.

Cezaevinin bahçesinde sınırsızlık meydanı ile Datçalı heykeltıraş Elbruz Denge tarafından yapılan, “Ahmet Taner Kışlalı Fikir Sağlığı Heykeli' ile heykeltıraş Halil İbrahim Sever tarafından yapılan “Barış Heykeli” yer almaktadır.

Bu yazı Deliler Teknesi isimli derginin 2022 Ocak/Şubat 91 sayısında yayınlanmıştır.

Cezaevin eski hali hariç diğer fotoğraflar : Semihat Karadağlı

Cezaevin eski halini gösteren fotoğraf internetten alınmıştır.

85 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

KARANFİLSİZ

1/3
bottom of page