top of page

Gri Günler


Yağmurlu günlerin iç daraltıcı gri rengi sinmişti üstüne yine. Kendini içi boş bir teneke kutu gibi hissediyordu; tıngırtılar çıkaran metal bir kutu. Hadi göster bakalım, yüreğinde hiç ölmeyecek olduğuna inandığın sıcak turuncu rengi. Umudu, gelecek güzel günleri anlat, gökkuşağının sihirli renklerine karışan şarkılarını söyle.


Şu kaynayan bulut yığınının içindeki gri binada kimler ne iş yapar? Burası resmi bir dairenin arkada kalan çalışma odalarından biri. Tek penceresi dağlara bakıyor. Hep dağlara bakardı zaten uçarı yüreği Yeter’in. Neler kurardı neler…


Yağmurlu, gri güz günlerinden birinde, küçük bir şehrin kalabalık personelli bir kurumunda, ilk memuriyetine başlamıştı. Henüz yirmi yaşındaydı. Gencecik, umutları dizginsiz, ele avuca sığmayan bir kızdı Yeter.

“Hadi bakalım. Ağır başlı, uslu kız olup masa başında memurluk yapacaksın”

Hiç kolay değildi doğrusu.

Hanımlı, beyli konuşmalara alışık değildi, akranlarına ismiyle, büyüklerine ise, abla veya ağabey diye hitap ederdi. Bir büyüğüne, hanım veya bey, demek saygıdan daha çok samimiyetsizlik gibi geliyordu.

Emekliliği yaklaşmış Sedat Bey’le dağlara bakan büronun pencere yanındaki masalarda, karşılıklı çalışıyorlardı.

Gıcırdayarak açılan çelik dolapların içine sıkıştırılmış özlük dosyaları, anlam veremediği, çoğunun adını becerip söyleyemediği, garip isimli bir sürü resmi defter, ve evrak... Yeter kayboluyordu. Bu daracık odada tek eğlencesi, ilk maaşıyla aldığı kasetçalarlı radyosuydu. Masasının ucuna özenle yerleştirmişti.

Şarkı söylemeyi, dinlemeyi ve şarkılara eşlik etmeyi çok seviyordu. Bazen gün boyu bitmek tükenmek bilmez zorunlu konserlerinden sıkılan annesi:

- Yeter! Kızım azıcık soluklan. Başım, beynim şişti. Hiç yorulmaz mı çenen?

Burnunda tütüyordu: Aynı yatağı, yastığı paylaştığı kız kardeşini, annesinin, Yeter’im, her şeye yeter, deyişini, sarışınlıktan pek eser kalmamış, çocukluk günlerindeki haline takılı kalan babasının, sarı kızım, tatlı kızım, diye şımartışını… ne kadar özlemişti.


Kendini burada cenderede hissediyordu. Bağıra bağıra söylemek istediği şarkıları, mırıldanmak zorunda kalışı sinirlerini bozuyor, memur arkadaşlarının garip bakışlarıyla frenlediği rahat davranışlarının acısını alacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu.


Masanın üzerindeki kâğıtlara gömülmüş, yazılanları anlamaya çalışıyordu o sabah. Henüz mesai arkadaşlarından gelen olmamıştı. Ev soğuk ve uykusu da hafif olduğundan erken kalkmış, tam vaktinde de işyerine ulaşmıştı. Yapması gereken işleri sıraya diziyor, yetişmesi gereken günlü yazıları cevaplamaya hazırlanıyordu.

Daralmıştı. Kapının hızla açılışından irkilip, başını kaldırdı. Gözleri yerinden fırlayacak bakan, koyu renk takım elbiseli bir adam kızgın bir sesle:

- Ayağa kalk hayvan herif! diye gürledi.

Yeter afallamıştı. Ayağa kalkmaya yeltenirken, bu iyi giyimli, ama deli olduğuna kesin adamın, kim olduğu konusunda tahminler yürütmeye çalışıyordu. Neden ayağa kalkması gerektiğine de bir anlam veremiyordu.

Sabah sabah bu hakareti görecek ne yapmış olabilirdi ki? Tam doğrulacaktı ki, adam:

- Sen benim kim olduğumu biliyor musun? demiş, Yeter’in soruyu yanıtlamasını ve kim olduğunu tahmin etmesini beklemeden kapıyı çarpıp gitmişti.

Yeter, koltuğa yığılıp kalmıştı. Hâlâ elinde tuttuğu kâğıtların yazıları birbirine karışıyor, gözyaşları cam kaplı masanın üzerine yeşil misketler gibi düşüyordu. Neden sonra mesai arkadaşları Leyla Hanım ve Sedat Bey gelip Yeter’in dayak yemişten beter ve ağlayan halini görünce:

- Ne oldu, neyin var? diyerek sorduklarına verecek bir yanıt bulamamıştı.

- Hiç tanımadığım bir adam, bir neden yokken, şu kapıdan bana hakaret edip gitti.

Daire müdürü daha sonra Yeter’i odasına çağırarak:

- Yeter Hanım, siz bu sabah bakanlığımız başmüfettişinin geldiğini gördüğünüz halde, oturduğunuz yerden kalkma zahmetinde bulunmayarak saygısızlık etmişsiniz. Kurumumuzun bir elemanı olarak bu davranışınızın teftiş raporunda eleştiriye neden olacağından, kınadığımı yazılı olarak bildirmek zorundayım.

Yeter, yüreği kabarmış haliyle:

- Affedersiniz tanıma… Kıyafet değiştirmiş, halk arasında dolaşan bu adamın alnında IV. Murat yazmadığına göre… diyebildi.

Müdür:

- Çıkabilirsiniz Yeter Hanım.

Yeter, daha sonra öğrenecekti; çılgın bakanlık başmüfettişi, müdür ve diğer görevlilerin işe zamanında gelmeyişlerinin acısını kendisinden çıkartmıştı

İyi de böyle hakaret etme hakkını ona kim vermişti, neden ödüllendirilmesi gerekirken azar işiten kendisi olmuştu?

Derdini kime anlatacak, kimi kime şikâyet edecekti?

Sabırlıydı Yeter. Yeteeeer! diyeceği günler de gelecekti.


Beş yılını, bu büroda Sedat Bey’le birlikte, onun emeklilik hayallerini dinleyerek geçirmişti. Zavallı Sedat Bey emekli olmayı başaramadan ölmüştü.

Zor alışıp zor terk eden bir yapısı vardı Yeter’in. Tam alıştım derken, başka bir şehre gönderildi. Başka bir idari düzene, yeni mesai arkadaşlarına, başka başka idarecilere alışması gerekecekti. Yeter’in bir başka yere sürülmesi, görülen lüzum üzerine talep edilmiş, Yeter de mecbur gitmişti.

Peki efendim, olur efendim, siz bilirsiniz efendim… lerle geçen tam tamına yirmi iki yıl.


Sonunda müdür oldu, Yeter. Bir kaplumbağa kabuğu gibi zorunlu sürüklediği memuriyet hayatının sonlarına doğru, değişen siyasi yaşamın bir cilvesi, hiçbir zaman yer almayı düşünmeyeceği bir partinin o anlık büyüyen rüzgârından o da kısmetini alarak bir kuruma müdür olarak atanmayı başarmıştı. Birkaç gün eski dava arkadaşlarının sorulmayan sorularına da yanıt olacak mantıklı açıklamalar aramakla ve birazcık utanmakla geçmişse de, çabuk alışmıştı müdür olma düşüncesine.

O müdür doğmuştu canım.


Mehil iznini kullandığı günlerde biraz korkmuş, hatta sokağa bile çıkmaktan çekinir olmuştu ya hiç de sandığı gibi olmamıştı. Eski dava arkadaşlarının çoğu, çoktan yeni rüzgâra yelken açmış, bir yerlere kapılanmış ya da kendisinden bir kapı için şefaat ister olunca, tüm geçmişi ve kaygıları silinip gururu tahta geçmişti.

Hem utanacak nesi vardı? Tanrı için geçmişe yönelik o müfettişe bile kin duymuyordu. Hatta bir devir nefret ettiği, ama belki birazcık işte kollar, daha iyi bir masa verir diye, Gül Hanım’la birlikte bürosundan hiç ayrılmadıkları, çayını kahvesini demlediği yapsatçılık da yapan eski müdürünü bile affetmişti.


Belki, ziyaretine gelirse, birazcık kapıda bekletmeyi düşünürdü o kadar. Biraz burnu sürtsündü. Ama gelmesini de isterdi. İtibar edeni olmadıktan sonra zenginliğin ne anlamı vardı?

Bunu mutlaka yapmalıydı. Emrinde çalışacak şöyle güvenilir memurlardan birine bir liste vermeliydi. Şu kişiler geldiklerinde biraz beklet, demeliydi. Bunu diyecek olduğunun güvenilir biri olması gerekecekti ama çalıştırdığına güvenilir miydi? Yarın düzen değişir, sonra?.. Kendisi az mı atıp tutmuştu, bir zaman her gün peşinde dolaştığı müdürün ardından? Ezilenin huyuydu ihanet.


Sonunda çözümü buldu? Kendisine benzer birini bulmalıydı. Öyle ağzı var, dili yok gibi duran mülayim, ama içinde fırtınalar kopan, nefretler köpürten birini.

En çok boyun eğen, en çok nefret edendir, derdi Can.

Bu onu daha da heyecanlandırdı. İşe başlayacağı sabah erkenden kalktı. En ciddi kıyafetlerini seçti. Bir devir iyi arkadaşı olan Can’ın, bu ayakkabılar senin olamayacak kadar güzel, dediği, küçük kız bacaklarının ucunda iki ciddi, asık suratlı palyaço yüzü gibi duran kahverengi kapalı ayakkabılarını giydi. O Can’a, hiçbir şeyini beğenmeyen, eleştiren burnu büyük adama da soracaktı. Herkesi eleştiren, kınayan bu yüzden de kendisi hiçbir şey olamayan ve o yüzden kıskanan o züppeye de… Birden içi sızladı: Can, depremde ölmüştü.


Bu müdürlük aklını başından alıyordu adamın.

Can yaşasaydı ne güzel olurdu, onu da, bekleyecekler listesine alırdı.

Yeni kurumu çok uzak değildi. Memurlarına nasıl davranacağını, onları nasıl sindireceğini düşünürken varmıştı bile. Birkaç dairenin yer aldığı koridorları kalbi çarparak dolaştı. Sonun da üzerinde kurumun adının yazılı olduğu odayı buldu. Derin bir nefes alıp kapıyı çalacakken vazgeçti. Müdür kapı mı çalardı? Kolu sertçe çevirdi. Şimdi memurları nasıl şaşıracaktı. Ne var ki, kapı açılmadı. Yeniden denedi, itti, omuzladı. Hayır kapalıydı.

Tamam, bu memurlar azarlanmayı hak etmişti, bu saatte neredeydiler? Gösterecekti onlara.

- Buyur abla, birini mi aradın?

Ardından gelen sese döndüğünde, sigaradan sararmış bıyıklarını çekiştirerek ona bakan mavi önlüklü hizmetliyle burun buruna geldi.

- Ben buranın müdürüyüm, dedi, sertleştirip, müdür sesi yapmaya uğraştığı bir tonla. Nerde bunlar?

Adam, anlamaz anlamaz yüzüne baktı.

- Orda kimse yok ki, dedi sonra. Hiçbir zaman da olmadı.

Yeter, artık bürokrasinin soğuk gri rengini değil, hiç belli etmeyerek onca yıldır çok derinlerde sakladığı kendi sımsıcak turuncu rengini vereceği, bağıra bağıra şarkılarını söyleyeceği ve söyleteceği bir müdürdü.


Eğer, emrinde bir tane, memur bulabilirse; Bürokrasinin soğuk gri rengine; YETEEEER!.. diyecekti.

54 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments