top of page

Burhaniye Dutluca ve Deliktaş

Güncelleme tarihi: 20 Eyl



Felekten Bir Gün Çaldık

*


ree

Şenol YAZICI

*

Bu yaz gibi hiç olmamıştı Ayvalık; ne soğuğu soğuk, ne sıcağı sıcak ne de insanı bildiğim tat ve kıvamda...


Haziranda gelmiş, karpuz kabuğu yalıları doldurmuş, ama bırak denize girmeyi soğuktan göz açamamıştım. Nerde o cıvıl cıvıl hal? Sokaklar insansız, fare düşse başı yarılır, esnafın yüzü sirke satıyor... Herhalde yanlış ayakla girdim, ondan deyip dönüp gitmiş, Temmuzda yeniden sağ ayağımla denerim demiştim, ne beklemişsem?..


Herhalde Tanrı, haşarı ve ayrıcalıklı çocuklarını; savaş hastası Amerika, İsrail, Rusya'yı ve öteki cümle işini gücünü bırakıp zıvanasını bozduğumuz dünyaya, Şenol kulu denize limonata gibi bir havada girsin diye yeni bir ayar çeker sanmışım demek ki.


Temmuza doğru geldiğimde hava gene aynıydı, gazeteler Karadeniz yaylalarına yağacak kardan söz ediyordu.

Görünen kışlıklarla geçirecektik bu yazı.

Var mıydı öyle bir dua bilmiyorum ama güneş duasının tam zamanıydı, öyle...



Bir sabah uyandık ki Tanrı duymuş, hatta restini çekmiş, fırının kapağını açık bırakmış; Temmuz ağır ağır değil, birden olanca sıcağıyla gibi üstümüze çökmüştü.

Artık sabahın köründen akşamın ayazına değin nefes alınamayacak kadar buram buram sıcaktı.

Eğer klimanız yoksa fırın gibi pişen evlerden, varsa bir anlamsız uğultunun, cehennemi gürültünün eşlik ettiği, ama binaların gölgelediği sokaklardan burnunuzu çıkarsanız sizi arapkızı yapacak astar isteyen bir sıcak...


Gezmek ne mümkün. Dağ gibi büyüyordu gözünüzde sıcak. Sokağa çıktığınızda uzaktan elleri kolları istemsiz sallanan, sarsak sarsak yürüyen, abuk sabuk konuşan, Darvin'in evrim teorisini haklı çıkaran bir avuç insan görüyordunuz.


Her şey tersine dönmüş, denize akşamları giriyorduk artık. Akşam derken öyle ikindi filan değil, son zamanlarda tersini duymaya başlamışsak da, iyi ki bu sularda moby dick cinsi balinalar, jaws türü köpek balıkları yokmuş dedirtecek kadar zifir zindan akşam yani...


Beni ise sormayın.

Anlamsız muhabbetler, bomboş insanlar yerine kitaplarımı ve yazılarımı yeğlerim diyen, belki günlerce bilgisayarın başından kalkmadan çalışan bende ise bir insan düşkünlüğü başladı ki sormayın. Okuduğumu anlamak ne mümkün, her defasında bir önceki sayfanın yitirdiğim anlamını bulmak için çevirdiğim ilk sayfa değil bu. Yazmaya gelince o daha beter; bırakın güzelliği, anlamlılığı, bu paragrafta baştan aldığım ve sonunda yanlışsız yazmayı başardığım kaçıncı cümle bu, hesaplayın.


Bir kez, insan isterim demeye başlamayın, o acziyetin sonu gelmez derdi, padişahı tanımayan ama halayığı olmakla övünen büyük ninem. Bendeki o hal; engellendim ya görmek için aklımı atıyorum.


Burnundan kıl aldırmayan büyük nineme şaşardım, sen ki kibir abidesisin, ataninenden bilmem kimin, yüzyıllar önce Yavuz'un Trabzon yöneticiliği sırasında oda hizmetçisi olduğuyla övünmek nasıl bir şey...

Ben de Malkoçoğlu Cüneyt'in torunuyum desem mi? Oldu mu şimdi, biraz akıl, biraz ince zeka, üstünde çalış; akıncı beyi ünlü Malkoçoğlu tarihi bir gerçek, Cüneyt'se onu canlandıran artist...

Güzel şans bu, güzel taktik de; ortama göre yeni bir tarih yazarak, şecereni oluşturup var olmak... Kime ne zararı var, sen kendini iyi hissedeceksin işte, karşındaki de sıradan bir kulla değil, Koç'un bir yakınıyla hasbıhal ettiği için mutlu olacak... Yazlıkçının var böyle bir şansı... Düşün senin gibi tiridi çıkmış birkaç insan bir araya gelmişsiniz, sonradan gelen biri, ortama geldiğinde "Akbank'tan geliyorum," diyor, öteki "Akbank'tan mı geliyorsunuz?" diye soruyor, gelen "Hayır, Akbank'tan geliyorum " diye yineliyor. Ne sakıncası var ki?

Maksat güzellik olsun.


Ayvalık'tan tanıdığım Uğur arkadaş, uyumsuzluk sergileyen , aklı hala, ona göre şatafatlı günlerinde kalan, uyumsuz yeni emekli arkadaşlarına "Etme eyleme, bir ortak yanımız yok emeklilikten başka..." derdi. Çok doğru, ama biraz eksikmiş o. Çünkü emeklinin soyunu sopunu bilen hep başkaları bulunur, ya yazlıkçının...


Buradaki tek payda YAZLIKÇILIK, bu hiçbir şeye benzemeyen bambaşka bir payda. Belki eskiden de vardı; YAYLACILIK, TÜTÜN KAÇAKÇILIĞI... gibi uğraşılan işle ilgili geliştirilen yaşama biçimleri ve kültürleri, kendine göre de raconları... Derler ya kız isterken söylenen yalan meşrudur, çünkü yuva yapıyorsun; yazlıkta da olmadığın gibi görünmenin hiç sakıncası yoktur, çünkü muhabbet etlensin istiyorsun.


Ben çok bilimsel konuyu, örneğin divan şiirini ya da atomun çekirdeğini parçalama işlevini ya da Marx'ın diyalektiğini... dört, beş saat kan ter içinde anlattığımız, tartıştığımız masadan kalktığımda en ateşli tartışmacı, benden daha güzel ve marka mayosu ve spor ayakkabıları olan masa arkadaşımın ilkokul diplomasını rüşvetle su tesisatçısı olarak işe girmek için aldığını duyacak, şaşıracaktım.

"Sana işkence olmuştur," dediğimde de en samimi halinde "Beni değerli gördünüz ya, hevesiniz kırılmasın, " dediğinde çok şaşırmıştım.


At martini Debreli Hasan dağlar inlesin...


Öyle günler işte. Hiç huyum değil ama aklım fikrim insanda... Sanki aşığım var, öyle aranıyorum. Ama uğultunun, duvarlarda ve tavanda yansıyan sesin senin sesini aştığı Sarızeybek'te ya da fiyatlarda en azından Marmaris ya da Bodrum'u aşacak Kırlangıç'ta değil... Gözümde bir manzara; bir yeşillik, bir ırmak kıyısı, kaynayan bir semaver, burnumda taze çay kokusu, mangalda, çok değil ama, birkaç parça et... ama farklı insanların çeşni kattığı müthiş bir sohbet...

Yani ben eski adamım halini basbas bağıran bir resim...

İnceden alay ediyorum kendimle ama,"yeni adam" resmi nasıl olurdu acaba? HERHALDE İNSANSIZ BİR RESİM...



Siz de bilirsiniz, sohbettir aklı cilalayan, daha işlek, kıvrak, güzel yapan... Ben de insanla onu yapacağım. Buna biraz kullanma deniyor, değil mi? O zaman da mazereti var; herkesin herkese yaptığıdır bu: İnsan insanın kurdudur, insan denilen zehrini alır... sözleri niye dersiniz?

Artık bu yaşamın amentüsü, bilmemiz gerek: İnsan, karşı cinsi, cinsin devamı ilgisiyle evrensel bir yasayı uygulamaya koysun diye ararken, genelde insanı zehrimizi alsın diye ararız. Yani kovduğun ya da küçümsediğinde ötekine ördüğün kale aslında senin hapishanen, bir başka deyişle sen, kendine zarar veriyorsundur. Tanrının hikmeti...


Orta bir yol bulup idare edeceksen, övündüğün o şanlı geçmişine, parana, makamına göre hak etmiş akılda bir adamsın demektir, yoksa itibarsız bir iddiacı, kazanımı olan hiçbir şeyi hak etmeyen bir hırsız ...

Hem senin de büyük annen demez miydi; ötekininkini görmeyen kendininkini Musa'nın asası zanneder.

İddia etmekle, şişinmeyle olsaydı kurbağa fil olurdu.


İnsan yaşlandıkça son anları daha az, en eskileri en fazla anımsar hale gelir. 13 yaşımda girdiğim Trabzon öğretmen okulundan herkesi anımsıyorum, ordayken kalemimi kıran, saçımı çeken, benden daha çalışkan ya da güzel giyinen, ilk aşkımı elimden alan dahil, hiç sevmediklerimi bile... Rumlardan kalan, merdiven basamaklarındaki aşınan her bir taşını ezbere bildiğim, önündeki havuzda üç kırmızı koca balığın keyifle yüzdüğü binayı tüm ayrıntılarıyla anımsıyorum. İşin tuhafı bir zamanlar görmemek için üzerine şeddeli çizgi çektiğim sevmediklerim ne olduysa genel affa uğradı son zamanlarda... 14 Yaşımın ilk aşkını elimden alanı bile affettim.


Yine de bazıları var ki onları asla unutmadım. Dar çevrelerde arkadaşlarınızı kendiniz seçemezsiniz, her şeyden önce bir ölçütünüz yoktur henüz elinizde, bir de yatılı bir okuldaysanız?

Ne var ki Tirebolulu İhsan Çamur, Beşikdüzlü Emin Hasan Doğan benim belki de ömrümde kendi seçimim diyebileceklerim ilk küçük dostlarım oldular.

Sonra yollarımız ayrıldı, ta Facebook icat olunana kadar. Elin gavurundan Allah razı olun, Facebook'tan birbirini bulduk. Ne var ki yüz yüze görüşmemiz 2013 baharına kadar kaldı.


KADIKÖY Caddebostan'da Zuhal TEKKANAT ve Öner YAĞCI'yla bir programım vardı. Program bitişinde bir de baktım Emin Hasan, beni dinlemeye gelmiş.

O günlerde öğrendim, İhsan Çamur erkeninden aramızdan ayrılmıştı.


İşte böyle bir zamanda Hızır gibi yetişti.

Telefonda uzun uzun anlatarak bir güne davet ediyordu. "Felekten bir gün çalalım," diyordu.

Körün istediği bir göz...


Geçen yıl ziyarete gittiğimde görmüştüm EGE Kafede, AKÇAY'da yazlıktaydı . Hatta benle gelen İ. Gözaçan'la tanışmış, aynı ilçeden olduklarını öğrenince sonradan bizi bir yemeğe çağırmıştı, ben de sevinerek gelirim demiş, ama arkadaşımın isteksizliği nedeniyle gidememiştim.

Sözünü kestim: Davetine çok sevindiğimi, zaten amaç ve motivasyon sıkıntısı çektiğimi, isterse ağaca bile çıkacağımı, yani geleceğimi, ama beni birileriyle ilişkilendirerek yapıyorsa bu daveti geçen yılki gibi duruma düşmemek için asla gelmeyeceğimi ona net biçimde belirttim. İstiyorsa buradaki onunla aynı ilçeden insanların numarasını ona verebileceğimi , dilerse davet etmesini ama beni aciz duruma düşürecek bir bağlantıyı kabul etmeyeceğimi ifade ettim. O da anladığını söyleyip numaraları istedi.


1 Ağustos günü yollardaydık.

Daha önce iyi tanımadığı insanlar nedeniyle isteksizleşen GÖZAÇAN bu kez sabahın köründe sabırsızlanıp ne zaman yola çıkıyoruz diye sormaya başlamıştı.


ree

Ne güzel şeydir bu motivasyon ya da güdüleme...


Nerdeyse anadan üryan gezindiğimizi unutmuş,  ayağımdaki şortu ve rengi kaçmış tişörtü atmış, şıpıdık terliklerimi çıkarmış, iki dirhem bir çekirdek, hem de çorap ve ayakkabı giyerek hazırlanmıştım.


Benim arabayla çıktık.


Önce Ören'e İskele'ye uğradık. Aslında arkadaşlarıma açmamıştım ama yazlığa yeni gelen Zeki Sarıhan'ı da almak, Öner Yağcı'yı arayıp onu da dahil etmek geldi aklıma, ama orda kimseyi tanımayacaklar, sıkılıp sorunlu hale gelecekler, bu kez benim yüküm artacaktı.


Oysa çok isabetli bir şey yapmış olacakmışım, hiç haberim yoktu.


Balık yemeye niyetimiz vardı ama kimsenin canı çekmedi.


Daha önceden de defalarca geldiğim İskele ve Ören, birkaç yılda bu yeni başkanın becerikli ellerinde çok sevimli bir yere dönmüştü. Çok katlı olmayan yeşillik, aydınlık bir yerleşim... Eşkıyaya henüz teslim edilmemiş tertemiz sahiller... Evler de burda daha önce ucuzdu, sorunca o yargımızı çabuk değiştirdik, artık ev fiyatları Ayvalık'ı aratmıyordu.


Dolaşırken bir öğretmen evi gördük sahilde, hemen kumsala ve denize açılıyordu. Hevesle daldık, ileriki zaman dilimlerinde belki bir işimize yarar, eşimize dostumuza tavsiye ederiz diyerek, ama o konuda da bütün sahillerdeki güzel öğretmen evleri gibi erkeninden işgal edildiğini anlamamız çok sürmeyecekti.


Buluşma saati yaklaşmıştı, Burhaniye'nin içinden Dutluca'ya sapan yol aradık, çabuk da bulduk. Köy bu, ne olur ne olmaz diyerek benzin almak istedim. O anda telefon etti Emin Hasan, az ilerimizde CEMEVİ'nin orda bizi bekliyordu.


Kolay bulduk, yol kenarında aracın yanındaydı. Camdan konuştuk, artık gidebilirdik.


Ben önde Emin Hasan arkada Dutluca yazan levhaları takip ederek asfalt yoldan gidiyorduk. Emin Hasan'ın çocukluk arkadaşı bankacı Şefik, "Onun önde olması, bizim onu takip etmemiz," gerekmez mi demesin mi? Siz siz olun sakın bir şekilde direksiyona oturmuş insana doğru bile olsa ani manevra gerektiren bir şey söylemeyin. Çünkü kusuru gidermek için hemen uymaya çalışan sürücü ciddi hatalar yapabilir. Allahtan arkaya baktım; Emin düzgün bir biçimde mesafe takip düzenine uyarak geliyordu, ama onun ardında bir minibüs, iyi göremiyordum ama devasa silüetiyle arkadaşımın aracını örter biçimde seyrediyordu, belli ki acelesi vardı. Hemen önümde bir sağa sapan yol vardı, sapacakmış gibi sinyal verdim, ama sapmadım, Emin işaretimi anlar ona göre de bizi geçer gider diye düşünmüştüm. Bir süre gittik, ne var ki arkamdaki araçlarda bir hareket yoktu, hiçbiri beni geçmiyordu. Bu kez önüme çıkan yeni bir sapağa saptım, çok içeri girmeden de durdum.


O metalin metale çarpmasının yarattığı, niyeyse her seferinde dişlerimi sızlatan o meşum sesi ben duymadım. Ama Şefik heyecanla bağırınca durdum, o panikle de anladım ki korktuğum olmuş, takip mesafesini gözardı eden minibüscü Emin'e, Emin de herhalde bize çarpmıştı.


Aynadan bakmaya cesaret edebildiğim zaman gördüm ki Emin'in araç en az 10 metre uzakta, minibüs de normal olmadığı besbelli bir pozisyonla tam onun arkasında dikiliyor, içlerindeki insanlar inmiş el kol hareketleriyle birbirine bir şeyler anlatıyordu. Görünen bize ulaşmadan olmuştu her şey.


Yanlarına ulaştığımda minübüsün şöförü, seyirci, yeni olası tanıklar bulmanın şevkiyle telefonda konuştuğu birine anlattığını daha yüksek sesle tekrarlamayı sürdürdü. O arada konuşmayı kesip arkadaşlarımıza bir şey sordu, aldığı bilgiyle telefondaki kimse onu ya ikna ediyor ya da yatıştırıyordu: " Gel ağbi gel, İstanbulluymuş bunlar, öyle gel, " diyordu.


Yani kolay lokma...

Adapazarı'nda bir köyde tavuğun biri, önüme çıkmış, ben de kaçamamış, ezmiştim yeni şöförlük deneyimimde, nasıl paniklemiştim, dilimin tutulduğunu anımsarım ilk cinayetimden dolayı. Kahveden olayı görüp başıma toplanan, bana bir katil, bir düşman, gibi bakan insanlara bir edebiyat öğretmeni olduğum halde durumu anlatmayı başaramamış, soran birine bir umut kravatımı açıklamıştım; sevimli görünürüm umuduyla "öğretmenim ben," dediğimi anımsarım. Adamın nasıl sevinçle, kravatımı sallayarak "öğretmenmiş," deyişini unutmam. Tümenden bir asker ya da emniyetten bir polis olmadığıma böylesine üzüldüğümü de... Allahtan kan parasıyla kurtulmuş, bana bir küçük dana fiyatına mal olmuştu o tavuk.


Dayanamadım:


"Ne yani, İstanbullu olmamız yağlı börek mi gözüktü sana, takip mesafesi diye bir şey var, besbelli sen suçlusun," dediğim şoför, nasıl bir ağız kalabalığına döndü anlatamam. Ses tonu da tehditkar bir hal aldı, benim yarı yaşımdaydı ama o anda çok da umurumda değildi. Hiç bir şey yapamasam ısırırdım onu, öyle öfkeliydim.

Allahtan Emin beni kenara çekti: "Haklı olduğumu ben de biliyorum. Günü bozmayalım, sigortam var, sen arabana geç otur, bekle... " dedi.


Emin'e de kızmıştım bu kadar alttan aldığı için. Arabaya geçerken içimden hala kavga ediyordum şoförle ya da onun temsil ettiği insan modelleriyle.

Az sonra Emin yanımızdan gülerek geçince unuttum hepsini. "Ben işimi bilirim, doğru insanla arkadaş olmuşum, bak ne güzel yaptı, en azından günü kurtardı," diyordum. İyi de hep bu namussuzlar mı kazanacak diyordu yine de içimden bir ses.


Dutluca'ya eğimi giderek artan bir yoldan bir süre daha tırmandık. Köyün giriş yolunu biraz aradık ama sonunda bulduk.

Dar sokaklardan geçerken bir şey için toplanmış kadınlar gördük, yanlarında durup ne yaptıklarını sordum. "Sünnet," dedi yadırgamadan, "isterseniz buyrun, katılın," demesi hoşuma gitti.

En azından ehil bir köydü burası.


Yeni zamanlarda özenle yapılmış bir yapının yer aldığı bir tepeye çıktık. Dutluca Kafe yazıyordu yanında. Bizi karşılayan arkadaşın anlattığına göre valiyle belediye başkanı birlikte açmışlar kafeyi. Sonra sebebi hikmetini çözdük. Dev bir kaya sunağı vardı hemen ardında. Milattan önceden beri kullanılan: DELİKKAYA .


ree

Delikli Kaya'da katılımcıların hepsiyle birlikte bir fotoğraf çektirdi ev sahibimiz ERHAN KARATAŞ. Ardından bizi birbirimizle tanışmamız için bırakıp kendisi çayı koymak için evine geçti.






Madra Dağı eteğinde yüksekçe bir yere kurulu olan Dutluca Köyü, Delikli Taş'ı Burhaniye’nin doğusunda ve 8 kilometre uzaklıkta. Deliktaş, orta kesimi kemer biçiminde oyuk olan, geniş bir kaya kütlesinden oluşuyor. Halk arasında dişiliği ve üremeyi simgelediği inancı yaygın olduğu hemen dibindeki çalıya bağlanmış çaputlardan da anlaşılıyor, Deliktaş’ın yan taraflarında alev çukurları ve arınma havuzları var. Köyün körfezi panoramik olarak seyreden bu noktasına belediyenin yaptırdığı güzel bir kafe de var, ama çok istediğim halde grup bakmayınca ben de içini göremedim.


Sonra Erhan KARATAŞ'ın evine yöneliyoruz.


ree

Yolda bizi Emin Hasan Doğan bilgilendiriyor: Erhan KARATAŞ, aslen Sivas Zara'lıymış. İstanbul'da mali müşavirmiş, oradan tanışıyorlarmış. Orda bir gazete de yazılar yazıyormuş. Bir ara yoğun olarak siyasetle uğraşmış, 2000'li yıllarda burayı satın almış, bir süre sonra da gelip yerleşmişler. GUGUK KUŞU diye bir kitabı varmış. Şimdi 12 dönümü burada evin altında olmak üzere 70 dönüm zeytinliği işleyen bir çitçi olmuş.



Yükseltinin ucundaki eve yaklaştığımızda ilk göreceğim körfezin müthiş manzarası olacaktı. Önümüzde Burhaniye Ören ve Edremit sahilleri kuş uçusu 10 km uzakta yer alırken, arkada Çanakkale'ye doğru sıralanan KAZDAĞLARI puslu bir silüet olarak uzuyordu.

ree


Özenle ağaçlandırılmış bahçede dik bir eğimle başlayan bahçeye ve körfeze bakarken herhalde hepimizin aklında aynı şey vardı: Faust'un "Dur ey zaman, ne güzelsin," diyeceği bir yerdi burası. Ömrümüzü nerdeyse tamamlamış, belki ummadığımız kadar mal mülk sahibi de olmuş, ama böyle güzel bir yer sahibi olamamıştık. Böylesi bir yer için insan, şeytanla her türlü anlaşmayı yapardı geliyordu.


Bir yandan da herkesin yapacağı değil diye düşünüyordum, bir günlük on günlük değil bu, bir ömür... Aynı dili konuştuğun tek bir insanın olmadan geçecek bir ömür...


ree

Ardından demir bir el arabasına koyulan mangalı yaktık, tedarikli gelen Emin Hasan ve arkadaşlarının aldığı et ve köfteleri pişirmeye başladık. Ev sahibine de zeytin ağacı getirmişlerdi. Böyle ince düşünen bir çocukluk arkadaşım olduğundan mutlu oldum. Ne planlandığını bilmeyişimizden, bir de nasılsa masrafa ortak olacağımızı düşünüp bir şey almamıştık.

Gerçi sonradan Emin Hasan bize misafir olduğumuzu söyleyip katılımımızı kabul etmeyince üzülecektik ama yapacağımız bir şey yoktu.


O arada KARATAŞ'ın eşi de ortaya çıktı, tanıştık.


Afiyetle yedik. Araç kullanacaklar hariç, bazı arkadaşlarımız bir şeyler içti.


Sonra da sohbete oturduk.


ree

Bize burayı nasıl aldığını ve nasıl yerleştiklerini anlatıyordu ev sahibimiz.


O arada bir şeyi fark ettim, aslında her sahnesi iyi planlanmış bir oyunda gibiydik. Biz kendi bildiğimiz gibi davrandığımızı sansak da KARATAŞ, ipleri bırakmıyor, o sahneyi çok belli etmeden bize oynatıyordu. Aynı zamanda iyi bir tiyatro oyuncusuydu sanki, öyle tiyatral anlatıyordu ya da çokça yinelenen bu sahneye otomatikman iyi hazırlanmıştı.


Başka türlü bu kadar insanın yaratacağı kargaşayı düşününce...


Sordum kendisine de ... Tiyatroculuğu yoktu ama diksiyon dersleri almıştı.


Yerleşme öyküsünün bittiğini "hadi birer torba alın incir toplayın," demesinden anlamıştım, yokuşu kastederek "kendine güvenemeyenler gitmesin, kaç incir istediğini söylesin sadece."

Otomatiğe bağlamışım gibi elime tutuşturulan poşetle zeytinliklerin arasında hemen herkesin katıldığı bir grupla, hiç itiraz etmeden incir aranırken buldum kendimi. Demek hava hoşuma gitmiş, bozmaya cesaret edememiş ya da kıyamamıştım.


ree


Oysa kimsenin de bir tane almayacağı o incirler ve poşet başıma bela olacaktı ondan sonra, eve gelinceye kadar da bırakmayacaktım niyeyse.


İncirler küçük, koyu mor, tatlı incirlerdi, herhalde susuzluğa dayanabilen bir tip, bildiğim Aydın inciri değildi. Aşırı olgunlaşıp susuzluktan yer yer yanmışlardı.


Bu arada ilerleyen saatle birlikte körfezin rengi değişiyordu.



ree

Burası her dem güneşli bir tepeydi. Herhalde gece en son inen yerlerden biriydi. Sanıyorum akşam olmak üzereydi. Elimizden bırakamadığımız incirlerimiz, armağan zeytinlerimiz önümüzde, son fotoğraflarımızı da çektirdik.

Şimdi fark ediyordum, yedi incir fidanı vardı, oysa onlar dört kişiydi, yani EMİN arkadaş, bizi de temsilen incir fidanları getirmişti.


Yazıyı bitirdiğimde internetten okuyan KARATAŞ, beni telefonla aradı. Zeytin fidanlarıyla ilgili bir köşe gösterdiğini ama yazıda değinmediğimi soyledi. " Üç fidan," dedi. Her 6 Mayısta misafirler geliyor zeytin fidanları dikiyorlarmış. Bizim getirdiğimiz fidanları da plaketle dikecekmiş bu yıl, bizim adımızla.

Ben teşekkür edecek, nasıl önemi yok diyeceğimi düşünürken, aksine bu beklenmedik ayar canımı sıkmadı değil, ama bozmadım, sakince açıkladım: "O zeytinleri yazıda yazdığım gibi ben getirmedim, Emin Hasan getirdi, bizden de para almadı. İyisi mi siz onun ve arkadaşlarının adını yazın, daha hakça olur. "


KARATAŞ kolay pes edecek biri değildi. " "Bunu ben bilemem," dedi kararlı bir sesle. "6 Mayısta sizin plaketinizle bir zeytin ağacı daha olacak. "

Artık pes ettim; "siz bilirsiniz ," dedim


HOMEROS'un buralarda yaşanan binlerce yıl önceki TRUVA savaşını da anlattığı İLYADA ve ODESA'da geçen gül parmaklı şafaklar dağlara yapışmış, olağanüstü kıvamı arıyor, eşsiz güzellikteki renklerini takınmaya uğraşıyor, belki şafakla son gösterisini yapıp da ayrılacağı doruklara şimdiden yerleşmeye çalışıyordu.

ree


Her ne kadar güzelliğine doyamasak da konuk olduğumuz bir yerdeydik sonuçta. Yol bizi beklerdi. Birkaç kişi seslendirdi. Ne var ki görünen yönetmenin son bir sahnesi daha vardı, bırakmadı bizi.

"Gelin," dedi.


Önümüze geçti, evin üst katına çıktık, bir nedenle elektriği kesik olan büyük salon kütüphane gibi döşenmişti. Gezdirdi, açıklamalar yaptı Erhan KARATAŞ. Sonra herhalde benim de bir rolüm olması gerektiğine karar vermiş gibi sahneye çıkmama karar verdi. Dedim ya iyi bir organizasyoncuydu ve KARATAŞ'ın aklında kırk tilki geziyordu, ama hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyordu. "Aramızda bir yazar Şenol... soyadı neydi?" dedi. Arkadaşlar sağolsun adımı ve soyadımı söylediler, o da tamamını yineleyip "Ona bir kitap imzalayıp verecektim ama gördüğünüz gibi elektrik yok," dedi. Ben de ışık altında olmaktan rahatsız, "Boşverin , almış kadar oldum," ne kadar demişsem de işgüzar arkadaşlarım ellerindeki telefonlarla ortalığı gündüz gibi yaptılar, dahası o kitaba belli ki bir uzun bir sunuş yazıncaya değin beklediler. Sonra da ne olduğunu anlayamayan mahcup olan benim elimden tutup kitabını gösteren bir resmimi çektirdiler birlikte sağ olsunlar.

ree

Fotoğrafta arkada duran kitabı elinde tutan mahcup taze bendim. Allahtan burada kontrol ben de de o çirkin gülüşüm gözükmesin diye kestim fotoğrafı.


O arada soruyorum Öner Yağcı'yla tanışıp tanışmadığını. Tanıştığını hatta onların sitesinin bir üyesi olduğunu, hasta olan orda oturan bir ortak tanıdıktan da bahsediyor, vahlanıyorum Öner'e söylemediğime.


İlahi Erhan KARATAŞ, elin dert görmesin. Güzel bir kitap yazmışsın, onu tanıtan bir yazı da yazıp koymak boynumun borcu olsun. Değer. Bak bu sefer sen söylemedin, ben kendi inisiyatifimle ak'lettim , hatta yukarıdaki resmine ya da buraya tıklayarak o yazıya ulaşabilirsin.


ree

Dışarı çıktığımızda lacivert bir Ege gecesi patladı patlayacaktı. Minik, sarı bir ay gökyüzünde , o lacivertin içinde yüzmeye çalışıyordu, bir bebek ay...


Vedalaştık.


Emin Hasan'la bu kez her zamankinden farklı ayrıldık.

Sizi bilmem ama zihnimin bir köşesini işgal eden güzel bir anıya, bırak o ANa dönmeyi, yeniden ziyaret etmeyi, ikinci kez açıp bakmaya, hatırlamaya bile korkarım; aynı güzellikte bulamam diye. O nedenle geçmişte bir güzellik yaşadığım yerlere gitmeye de korkarım, oysa kötü olaylar yaşadığım yerlerden başkasının aksine hiç çekinmem de... Çocukluk arkadaşlarım da öyledir. İnsanız sonuçta, ya onlar ya da biz bir adım fazla gelişmişsek birbirimizi rahatsız edeceğizdir , yani birbirimize batacağız da ondan. Oysa şimdi gördüm ki Emin Hasan benden daha da insan kalmış, güzel kalmış. Ama ben de dünya görmüş bir yaştayım, kıskanmadım, sevindim.


Teşekkür ederim kardeşim.

Sayende feleğe inat bir gün çaldık. Hem de çıkıp geldiğimiz kaynaklardan çok uzakta, gurbet ellerde...

Keşke İhsan Çamur da olsaydı...

Yorumlar


bottom of page