Bazı romanlar vardır ki yazarlarıyla özdeşleşir, hatta bazen kitabın ünü bu çift yönlü etkiyle yazarlarını da aşar. Jack London'un Martin Eden'i, Oscar Wilde'nin
Dorian Gray'ın Portresi en başta gelen örnekler olarak sayılabilir.
Kitaba geçmeden önce Oscar Wilde'yi tanıyalım.
Oscar Wilde
Ünlü İrlandalı şair ve yazar WİLDE, 16 Ekim 1854'te doğdu 30 Kasım 1900'de öldü.
Tam adı O’Flahertie Wills Wilde’dır.
İrlanda’nın Dublin kentinde dünyaya geldi. 46 yılık ömrüyle adını dünya literatürüne altın harflerle yazdırmayı başardı.
30 Kasım 1900 yılında Paris’te hayata gözlerini yumdu.
Babası Sir William Wilde, dönemin en tanınmış göz doktorlarından biriydi. Mesleğindeki üstün başarılar dolayısıyla 1864 yılında “Şövalye” unvanına layık görüldü. Annesi, İrlanda’nın İngiltere‘den bağımsızlığını savunan devrimci şiirleriyle dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee idi.
WİLDE siyasi anlayışını annesinin etkisinde kalarak oldurur, sosyalist olur.
Döneminin en büyük yazarlarından biri olan Oscar Wilde, kaldığı otelin duvarına “Ya bu duvar kağıtları bu odadan gider, ya da ben giderim!” yazacaktır. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere yaşama karşı pervasız ve minnetsiz olan Wilde ömrünce de bunun sıkıntılarını çekecektir.
Usta kalem, hem iğneleyici hem de gözlemlere dayalı yazdığı eserleri ile çağının en dikkat çekici yazarlarından biri olacaktır. Cinsel tercihin de bunda etkili olduğunu belirtmek gerek. Wilde denince akla edebi kimliğinin hemen ardından cinsel tercihleri ve bu sebeple yargılanmaları ve tutuklanmaları gelir.
Wilde’ın öğrenim başarılarla geçer. Kazandığı bursla okuduğu Oxford Magdalen College’den 1874‘te mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışmaya başladı.1878‘de Ravenna adlı şiiriyle Newdigate Ödülü‘nü alıp Londra‘ya yerleşti. 1881‘de Poems (Şiirler) adlı ilk kitabı basıldı.
Aynı yıl, estetik konferansları vermek üzere A.B.D.‘ye gitti. Başlangıçta dört ay olarak planlanan etkinlikler yaklaşık bir yıl sürdü ve Kanada‘dakilerle birlikte Wilde, dokuz aylık bir süre içinde yüz kırkın üzerinde konferans verdi. Bu dönemde Amerikalı yazar ve şairler Henry Longfellow, Oliver Wendell Holmes ve Walt Whitman‘la tanıştı ve bir yıl sonra New York‘ta sahnelenecek olan Vera adlı oyununu düzenledi.Kuzey Amerika dönüşü üç yıl Paris‘te kaldı. 1883‘te Duchess of Padova (Padova Düşesi) adlı oyunu yazdı.
1887‘de Woman’s World Dergisi‘nin editörlüğünü üstlendi. Aynı yıl Dünyanın Tek Gerçek Hayaleti‘ni (Canterville Hayaleti) kaleme aldı. Bundan sonraki altı yıl, Wilde’ın yazarlık hayatının en verimli dönemi oldu. Çocuk öykülerinden oluşan iki kitap, 1890‘da bir Amerikan dergisinde yayınlanan tek romanı Dorian Gray’in Portresi, A Woman of No Importance (Önemsiz Bir Kadın), An Ideal Husband (İdeal Bir Koca) ve The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) adlı oyunları bu dönemde yayınlandı.
Dergilerde yayınlanan “Dorian Gray’in Portresi”, 1891‘de kitap haline getirildi ve içerdiği homoerotik öğeler, şiddetli tepkilere yol açtı. Aynı kitap daha sonra Wilde’ın kaderini belirleyecek davalarda kanıtmışçasına kullanıldı. Bununla birlikte aynı dönemde yazılan oyunları büyük beğeni topladı ve onu zamanının en önemli oyun yazarlarından biri haline getirdi.
Sanat anlayışı, hayatı sanata yaklaştırmak olan “Estetik Sanat Anlayışı Akımı”dır. Hayatı boyunca bu akımın ilkelerini sürdürmeye devam etmiştir. Yazmış olduğu Ravenna şiiri dolayısıyla, kendisine Newdigate Ödülü verilmiştir. Bu ödülü aldığı zaman takvimler 1878 yılını gösteriyordu.
Kazandığı bursun ardından Oxford’da okumaya başlayan Oscar Wilde, buradan mezun olduktan sonra tekrar Dublin’e dönmüş ve orada iken Florance Balcomb ile tanışmıştır. Çok kısa bir süre içerisinde de ona aşık olduğunu fark etmiştir. Ama Florance Balcomb, Oscar Wilde ile değil de, Yazar Bram Stoker ile evlenmeye karar vermiştir. Sene 1878’dir.
Bu olaydan derinden etkilenen Oscar Wilde, İrlanda’yı terk eder. Sonradan İrlanda’ya sadece 2 kez gelir ve her iki ziyaret de kısa süreli olur. İrlanda’yı terk ettikten yaklaşık 6 yıl sonra 1884 yılında Londra’dayken, kraliçenin danışmanlık görevini üstlenen Horace Llyold’un kızı Constance Llyold'la tanışır ve aynı yıl evlenir.
Oscar Wilde, eşi Constance Llyold’un aylık geliri olan iki yüz elli sterlin maaş sayesinde hayatını büyük bir lüks içinde geçiriyordu. İki çocukları olur: Cyril ve Vyvyan. Ne yazık ki üç yıl sonra Constance, bel kemiği ameliyatı olduğu sırada hayatını kaybeder Oğulları Cyril , Birinci Dünya Savaşı devam ederken, Fransa’da savaşta ölecek, küçük çocukları Vyvyan ise çevirmenlik ve yazarlık yaparak geçimini sürdürecek, 1954 yılında, anılarını yazdığı bir kitabı yayımlanacaktır.
Oscar Wilde’ın yaşamı ve giyim tarzı o dönem hep göz önünde olmuş, elbiselerinin erkeklerdeki dişiliği ortaya çıkarttığı bile iddia edilmiştir. Eleştirmenlerden Higginson, Unmanly Manhood adlı gazetede yayımlanan bir yazısında, Oscar Wilde’nin giyim tarzından etkilenen erkeklerin hem züppeleşeceğini hem de efemineleşeceğini yazmış, Oscar Wilde’ın toplumu ahlaksızlaştıracağını ima etmişti.
Hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirileri görmezden gelen Oscar Wilde, hayatı kendi istediği şekilde yaşamaya devam etmiştir.
Hayatı boyunca inandığı ideoloji sosyalizmdi. İnsanların özgürleşme ihtiyacının önemine değinen Oscar Wilde, Sonnet To Liberty şiiriyle büyük yankı uyandırdı. Ancak kanlı eylemleri değil; pasif eylemleri tercih ediyordu. Bir yazısında aynen şu cümleleri kullanmıştır: "Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zor olacak."
Oscar Wilde, 1895 yılında eşcinsellik suçlamasıyla hapis cezasına çarptırıldı Bu olayın ardından çocukları soy adını değiştirerek Holland soy adını aldılar. Hapisteyken arkadaşı Douglas’a mektuplar yazmış ancak gönderememişti. (Oscar Wilde öldükten sonra bu mektuplar biraz daha kısaltılarak “Oscar Wilde’ın Mektupları” adıyla yayınlandı.)
Dorian Gray’in Portresi Hakkında
Dorian Gray’in Portresi, yayımlandığı zaman hem okurları ve eleştirmenleri sarsmış hem de Oscar Wilde isminin edebiyat tarihine kazınmasını sağlamıştır. Fakat günümüzdeki baskılarda temel alınan metin, kitabın ilk olarak Lippincott’s Monthly Magazine’de çıkan ve tepki çektiği için önce dergi editörleri, ardından da bizzat Wilde tarafından sansürlenmiş halidir.
Oscar Wilde, kendini romandaki Basil Hallward, dünyanınsa onu Lord Henry sandığını, oysa Dorian olmak istediğini söylemiş, “Belki başka çağlarda,” diye de eklemiştir. Yaşadığı çağda zulüm gören ve “ahlak bozukluğundan” hapse atılan Wilde’ın kendiyle böylesine özdeşleştirdiği romanı Dorian Gray’in Portresi gerek edebi anlamdaki başarısı, gerek içindeki heyecan dolu aksiyon unsurları gerekse her insan da olan genç kalma arzusunun çok başarılı bir biçimde tahlilleri nedeniyle büyük üne kavuşmuştur...
Roman genç ve çok yakışıklı Dorian'ın bir portresini yaptırmasıyla başlar. Çok başarılı bulunan tablonun bir gizemi vardır: Dorian zamanın etkisiyle yaşlanması gerekirken, tablo yaşlanır ama Dorian hep genç kalır. Her devir genç ve yakışıklı Dorian zaman içinde bir çok olumsuz işlere bulaşır. Vicdan yükü gittikçe ağırlaşan Dorian ...
İsterseniz bundan sonrasını kitaptan okuyalım.
Okuduktan sonra yorum ve değerlendirmelerinizi FORUMA maviOKUMALARA yazmayı unutmayın, böylece bilgileriniz kalıcı hale gelecek, başkalarının da işine yarayacaktır.
Lord Henry: "Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu –ki ahlakın temelidir–, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar. Öte yandan, gene de ben şuna inanıyorum ki bir tek adam çıkıp hayatını eksiksiz ve tam olarak yaşasa, her duyguya bir form verse, her düşünceyi dışa vursa, her düşü gerçekleştirse... Bence dünyamız öyle taptaze bir sevinçle silkinir ki, insanoğlu ortaçağdan kalma tüm marazlarını unutarak gene Helenistik ideale döner... Belki Helenistik idealden de daha soylu, daha şahane bir şeye. Ne…
Lord Henry: "Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu –ki ahlakın temelidir–, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar. Öte yandan, gene de ben şuna inanıyorum ki bir tek adam çıkıp hayatını eksiksiz ve tam olarak yaşasa, her duyguya bir form verse, her düşünceyi dışa vursa, her düşü gerçekleştirse... Bence dünyamız öyle taptaze bir sevinçle silkinir ki, insanoğlu ortaçağdan kalma tüm marazlarını unutarak gene Helenistik ideale döner... Belki Helenistik idealden de daha soylu, daha şahane bir şeye. Ne…