CAN SIKINTISI
- Niyazi UYAR

- 6 saat önce
- 4 dakikada okunur

Niyazi UYAR
*
Son günlerde, müthiş canı sıkılıyordu. Ağzını açıp kimseyle tek kelime konuşmak gelmiyordu içinden. Hikayelerinin baş kahramanlarından Gök Münevver, canı sıkılınca,
“Pat diye pahlacan, aha şurama bi pıçak saplayazım geliyo. Ayının galbi canımı burnuma getiriyo, aha şure açıp bakem ne va deye!”
Onun da canı sıkılınca, kendine sorup yanıt alamadığı bir sürü soru vardı. Günler olmuş, YouToube’den müzik dinleyememişti. YouToube’den sevdiği sanatçıları hem dinler hem de videolarını izlerdi. Zaten oldum olası saatlerce bir yerde oturamazdı. Bu sıralar iyiden iyiye bir hal olmuştu; o da hikayelerinin kahramanı gibi pat diye patlayıverecekti nerdeyse.
O gün öğretmenevinde öğretmen abisi Ahmet Ali Yıldız ile oturmuş, dereden tepeden söyleşip birer de çay içmişlerdi. Kalkma vakti gelip geçmişti. Daha fazla bir yerde oturduğu vaki değildir; müsaade isteyip yola revan oldu.
“Her şey için teşekkür ederim Ahmet Ali abi, çayın, çorban içilir biliyorum; sohbetin de bir o kadar güzel. Ömürlü ol, bana müsaade, ben daha fazla oturamam; patlayıverecek gibi oluyorum çünkü,” deyip ayrıldı oradan.
Tren yolu boyunca uzayıp giden yürüyüş yolundan, kafasının içinde yanıtsız sorularla, karşısından gelen var mı yok mu diye aldırmadan, yüzünden düşen bin parça evine doğru yürüdü. Ramiz Turan Spor Kompleksi’nin önüne gelince yolu kesip Acısu Caddesi üzerinden sola döndü; yine kimsenin yüzüne, şemailine bakmadan yürümeye devam etti. Can sıkıntısı beş aydır devam ediyordu. Çok sevdiği Ceren kızım dediği kızının o illet hastalıkla tanıştığını öğrenince karalara bürünmüş, keçe kepeneğin başlığını başına çekmişçesine kapatmıştı kendini.
Arkadaşları ile olan iletişimlerde özveride olan hep odur. En son ben aramıştım demez, arardı.“Günaydın gurban, ne var yok, her şey yolunda mı, sağlık keyif yerinde mi…” gibi sorularla arkadaşlarının varsa sıkıntısı ortak olmaya çalışırdı.
Yavaş adımlarla yürürken fıstık çamlarının, ıhlamur ağaçlarının gölgesinden yürüye yürüye Şüheda Caddesi’ne geldi. Önce sola, sonra sağa, tekrar sola bakarak yolun karşısına geçti ve yürüyüşüne devam etti.
Evinin karşısında gösterişli bir apartman vardı. Üç katlı koca apartmanın her bir dairesi 240 metrekareydi. Koca apartmanın son katında üç kişilik bir aile yaşıyordu. Bu aile ne kimse ile konuşur ne kimseye selam verirdi. Acaba kimseyi tanımazlar mı ya da konuşmaya değer mi bulmazlar, kimse onlara dair bir şey bilmez, onlara dair biri bir şey sorarsa sadece “bilmiyorum” deyip geçip giderdi. O aileyle ilgili hiç kimse iyi kötü tek kelime etmezdi.
Havalar sıcak gitmekteydi. Temmuz sıcakları geçmiş yıllarda hiç bu kadar insanların canını acıtmamış, yüreklerini yakmamıştı. Güneş altında bir dakika kal, dakikada kasıp kavurur adamı. Temmuz sıcakları hiçbir şeye iyi gelmemiş, iyi gelmediği gibi ölümlü olaylara sebep olmuştu. Bir türlü söndürülemeyen orman yangınları, yangınlarda kaybolan canlar, yok olup giden bitki örtüsü, yanan hayvanlar, börtü böcek… Temmuz ayı, insanın umutlarını alıp götürmüş, yeşili yok etmiş, ağaçları kurutmuş, dünyanın yarınlarını susuzluğa mahkûm etmişti. Daha neler neler: katledilen kadınlar, katledilen hayvanlar, maden uğruna, taş maş uğruna yakılıp yıkılan doğa, ihanet edilen gelecek…
Altı üstü ikişer sefer kilitlenmiş çelik kapıyı yavaşça açıp tıpırdamadan çalıya giren güneş misali içeri girdi. Banyoda soğuk su ile yıkanıp, beline bağladığı havlu ile yatak odasına geçti. Sonra her daim yaptığı gibi kanepeye uzandı. Banyodan sonra kestirmek, insanı rahatlatır demişler ya, ona sebep uyumayı düşünür; fakat…
Kaç gecedir doğru dürüst uyuyamadığı için bedenen ve ruhen yorgun düşmüştü. Ruhsal ve fiziksel yorgunluğa çare olur diye düşünüp azıcık kestireyim, iyi olur düşüncesiyle uzanmaya devam etti. Aslında test etmiştir: gündüz uyuyunca gece uykusu muhakkak kaçmış, karabasanlar çökmüştür üstüne. Bir taraftan da “uyursam geceleyin yine delik deşik olur mu uykum?” diye gider gelir. Uyuyamayınca yine odadan odaya dolaşır, uyuyamayınca durmadan koyun keçi sayar mı diye düşünür. Günün rehaveti, çok gecelerin uykusuzluğu yaman bir yorgunluktur. Uyumak ister canı, gündüz uyuyunca karabasanlar çökmüştür üstüne. Azıcık, hemen azıcık uyuyayım yine diye düşünür… Ya azıcık uyursam, gecem yine zehir olursa… vazgeçer uyumaktan ve tekrar banyoya gider. Soğuk su ile hafif bir duş almaya karar verir. Uçuk yeşil renkli kovayı Bozdağ’dan süzülüp gelen buz gibi su ile doldurur. Suyu vücuduna döker, soğukluğu iyidir. Daha soğuk olsun diyerek derin dondurucudan buz kütlelerini getirip kovanın içine atar. Buzların erimesi için zamana ihtiyacı vardır. Gider, anadan üryan kısa koridorda gider gelir. Buz kütleleri epey erimiştir, bu kadarı yeter deyip taburenin üstüne oturur, dökmeye başlar üstüne. Müthiş soğumuştur su, oflaya titreye döker, titredikçe pofuldar, pofuldadıkça maşrapa maşrapa döker…
Televizyona bakmazdı, baksa bile ya haber programlarını takip eder ya da TRT Müzik kanalını açar, müzik dinlerdi. Ceren kızı hasta olduktan sonra müzik dinlemeyi bırakmıştır. Ceren kızı tedaviye başlarken Doktor Elvina Almuradova’nın tedavi şansının yüzde yüz olduğunu söylemesi, kuş gibi hafifletmiştir onu. İşte o hafiflikle yeniden dünyaya gelmiş gibi olmuştur, o hafiflik bütün vücudunu sarıp sarmalamıştır.
O hafiflikle TRT Müzik kanalını açmış, turkuaz bluzlu, siyah uzun etekli, yüz hatlarında cefa çekmemiş, bir eli yağda, bir eli balda kasabanın pürüzsüz yüzlü sarı kıvırcık saçlı Feride’sini görünce şaşırmıştır. Televizyonun içine girecek gibi varıp önüne diz gelir, kutsal bir ritüelle izlemeye koyulur. Yaşı altmışı çoktan geçmesine rağmen tazecik, kırışmamış yüzleri vardır. Kıvır kıvır saçlı Feride’nin yalnızca gözleri bozulmuş olacak ki, gözünde kadınsı özelliğini çoğaltan yuvarlak çerçeveli bir gözlük vardır. Yuvarlak çerçeveli gözlük, onu daha bir genç, daha bir alımlı göstermiştir.
“Allah Allah, bu kızın demek böyle meziyetleri de mi varmış, Allah Allah… Ne muhteşem bir ses ne muhteşem bir yorum…”
Kendi kendine konuşup, cevapsız soruları havada kalsa da sormaya devam eder. Kendine güveni, sesini, diyaframını kullanışı… Hele şu Malatya yöresine ait “Bu maral bakışın, ey peri suret…” türküsünü dinlemeye doyamamıştır. Türküyü dinlemiş, televizyonu kapatmış, YouToube’e türkünün adını yazmış, başka sanatçıların da yorumladığını görünce hepsini tek tek dinlemiş; onun yorumu hepsinden daha güzeldir. Döner döner dinler, dinledikçe “Hadi gel teneffüslerde birlikte dolaşalım,” teklifine adam gibi yanıt veremediği için adamakıllı kızar kendine, sonra “Devrimciler aşık olmaz, aşık olmak küçük burjuva, lümpen işidir, bir devrimciye yakışmaz,” talimatına ver yansın eder ağzını doldura doldura...
Zaman ilerleyip giderken, evde kimsenin olmaması, duygularını, geçmişi sorgulaması, basiretsiz davranışlarına sebep kendi kişiliğine yönelik tenkitlerini adamakıllı yapar, tüküreyim senin suratına der, aynada gördüğü cemaline tükürür de tükürür; ayna tükürük içinde kalır…
YouToube’den birkaç müzik parçası daha dinler, o da canını sıkmış olacak ki öfkeyle basıp kumandanın kırmızı tuşuna, sonra tekrar kanepeye uzanır ve gözlerini dinlendireyim bari diyerek kapatır. Bir zaman açmadan gözlerini, kafasının içindekiler tekrar gözünün önüne gelmiş olacak ki patlayacak gibi olmuştur yeniden.
Böyle durumlarda yaptığı şey, geceye gündüze bakmaz; doktor arkadaşına yazdırdığı etkili uyku ilacını alır, deliksiz mi deliksiz bir uyku çeker, karışık rüyalarla dolu…
Kendi gölgesine baka baka odadan odaya dolaştı. Gölgesi bile yorgundu artık. Sonunda balkona çıktı. Sokağın loş ışıklarına baktı, rüzgâr hafifçe yanağını okşadı. Bir insanın içindeki en ağır yükün, kimseye anlatamadığı şeyler olduğunu o an anladı.
“Ceren kızım iyileşecek,” diye fısıldadı kendi kendine.“Ben de iyileşeceğim.”
O anda, içindeki karanlığın ucunda parlayan ışıklar seriliverdi önüne...
Ekim 2025 /SAlihli























































Yorumlar