Daha dokuz on yaşlarında ancak olmalıyım… Yaşadığımız Anadolu şehrinde bugün aklımda kalan- yazlık olanlar hariç- dört beş tane sinema olduğu. Yeni vizyona giren nitelikli filmleri izlememize babam önayak olurdu hep. En çok anımsadığım ise; haftanın iki günü aile matinesi filmlerin oynatıldığı büyük vagonların yapıldığı ve binlerce işçinin çalıştığı cer atölye fabrikasının sinemasıydı. İşçilere indirimli verilen haftalık film biletleri, biz komşu çocuklarının da sebepleneceği, sinema şölenine dönüşürdü. Özellikle yaz tatillerinde mahallenin bütün çocukları payını alırdı bu eğlenceden. En güzel kıyafetlerimizi giyer, istasyon kokan atölyenin, uzun koridorlarının yolunu tutardık… Film çıkışı kimi muzır gülümseme yayılırken yanaklarımızdan, kimi gizli gizli burnumuzu çekerdik…
Sonra… Sokağın boş arsasını film seti yapıp, seyrettiğimiz filmleri, mahalle çocuklarıyla artistlere öykünür dururduk… Kimi Türkan Şoray, kimi Cüneyt Arkın, kimi Tarık Akan, kimi Belgin Doruk… Ne rol düşerse artık… Hele hele şarkılı türkülü filmse, değme keyfimize. Kostümsüz olmazdı ya… Evdeki bütün süslü püslü giysi, aksesuar ne varsa sokağa taşınırdı… Eline mikrofon kordonu diye boş makaraya bağladığımız kalın ipi attıra attıra , renkli grapon kağıtları ve balonlarla süslediğimiz sahnede bulurduk kendimizi. Doğal olarak alkışlatmak için topladığımız, mahallenin büyük küçük izleyicileri.
Annem, sinemaya arkadaşlarımla yalnız yollamak istemez, ille küçük kız kardeşimi yanıma katardı. O da gezme hevesiyle peşime takılır, sonra… ışıklar sönüp, film başladı mı da bir sızlanma tuttururdu… Başım ağrıyor, karnım ağrıyor… diye ağlamaya başlardı. Tabi ben filmin en güzel yerinde… makine dairesinin boş aralığında… kardeşimi bir yandan avutur, bir yandan da çimdiklerimi eksik etmezdim üzerinden: “Hani uslu duracaktın, hani beni rahatsız etmeyecek, güzel güzel film izleyecektin!.. sinir krizleri geçirirdim. Anneme: “bunu peşime takma, film izlettirmiyor bana!..” deyip söylensem de durum pek değişmezdi doğrusu… Hala bugün kardeşimle o günleri konuşur, güleriz… O da: “Ne yapayım?.. hem sinemaya gitmeyi çok istiyor, hem de karanlıktan korkuyordum. Şimdi olsa…”
Evlerimize güler yüzlü arsız bir misafir gibi girip, sonra iyiden iyiye yerleşen ve canım sinemaları bir bir kapattırıp düğün salonlarına dönüştüren televizyon denen teknoloji ürününün, gerçek dost ve misafirlerin hoş sohbetlerinin yerini alacağını, sokak aralarında oynanan çocuk oyunlarının sadece anılarda kalacağını, kim aklına getirirdi. Radyo tiyatrolarının ve arkası yarınların henüz televizyon dizilerine dönüşmediği o yıllarda, kanımca renkli dizilerden daha canlı, gökkuşağı renginde bir hayat vardı… Dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri daha bir başka, hayat daha bir güzeldi. O güzellikleri yaşamış olmaktan kendi adıma mutluyum ancak; Teknolojide yaşanan bu sınırsız gelişme ve yenilikler her ne kadar insanlığın yararına da olsa; çığ gibi büyüyen yoksulluk, işsizlik, kuraklık ve türlü çılgınlıkların, savaşların yaşandığı bu yüzyılda, yaşama yeni merhaba diyen çocuklarımız adına çok kaygılı durduğum da bir gerçek.
Comments