top of page

AKSAK KURBAĞA


ya da

ZiNCiRE VURULMUŞ SEKiZ ORANGUTAN

*

Bu kral kadar şakaya ve şaklabanlığa düşkün birini ömrümde görmedim. Sanki şaka için gelmişti dünyaya. Eğlenceli ve güzel bir hikayeyi iyi anlatmak gözüne girmenin en birinci yoluydu. Bu yüzden, yedi nazırının yedisi de şakacılıklarıyla nam salmış kişilerden seçilmişti. Eşi benzeri olmayan birer şaklaban olmalarından başka, bu nazırların hiçbiri, iri yarı, şişman birer yağ tulumu olmakta kraldan geri kalmıyordu. İnsanların şaka yapa yapa mı şişmanladıklarını, yoksa yağda mı şakacılığa yol açan bir şey olduğunu bir türlü çözemedim, ama cılız bir şakacının yeryüzündeki en nadir bulunan tür olduğu kesin.


Kral, nüktelerin inceliğini, kendi deyişiyle “ruhunu” pek önemsemezdi. O, daha çok yapılan şaklabanlığın aşırı matrak olmasından hoşlanırdı, matrak olsun da, varsın uzun olsundu, gıkını çıkarmadan katlanırdı. Aşırı ince şakalar canını sıkardı. Rabelais’nin Gargantua’sını, Voltaire’in Zadig’ine yeğlerdi: Genel olarak eşek şakaları onun zevkine sözlü şakalardan daha uygundu.


Bu hikayenin geçtiği zamanda saraylarda profesyonel soytarıların bulundurulması adeti tamamen terk edilmemişti. Kıta Avrupa’sının belli başlı hükümranları, alacalı bulacalı giysiler giyen, başlarında çıngıraklı külahları bulunan ve kralın sofrasından dökülecek birkaç kırıntı uğruna her an nükte yapması, bir cevher yumurtlaması beklenen ‘soytarılarını’ yanlarında tutmaya devam ediyorlardı hala.


Pek tabii ki bizim kralın da soytarısı vardı. Bilge yedi nazırının -kendisini söylemeye ne hacet- ağırbaşlı bilgeliklerini dengeleyecek çılgınca bir şeye gereksinmesi vardı.


Kralın maskarası, ya da profesyonel soytarısı, pek öyle sıradan bir soytarı değildi. Cüce ve topal olması değerini kralın gözünde üç katına çıkarıyordu. O günlerde saraylarda soytarılar kadar çok cüce vardı; güldürecek bir soytarı ve gülünecek bir cüce olmaksızın çoğu hükümdar vakit geçirmekte zorlanırdı- günler sarayda, başka yerlerde olduğundan daha uzundur zira. Daha önce de dediğim gibi, nüktedan insanların yüzde doksan dokuzu şişman, yusyuvarlak ve hantaldır; bu yüzden, Aksak Kurbağa’nın (soytarının adı böyleydi) şahsında bu üç değerli özelliği bir arada bulduğu için kral bayağı böbürleniyordu.


“Aksak Kurbağa” adı cüceye pek tabii ki vaftiz anası veya babası tarafından verilmiş değildi; diğer insanlar gibi yürüyememesi nedeniyle bu adı ona yedi nazır oybirliğiyle vermişti. Gerçekten de, Aksak Kurbağa’nın -sıçramakla kıvranmak arası-seke seke öyle bir yürüyüşü vardı ki, kralda sonsuz bir gülme isteği uyandırıyor ve onu çok eğlendiriyordu, çünkü şiş göbeğine ve alnındaki yumruya rağmen, kral saraydaki herkesin gözünde çok yakışıklı biriydi.


Aksak Kurbağa, bacaklarının çarpıklığı nedeniyle yolda düzde güçlükle ve büyük acılar çekerek yürürken, iş ipe, ağaca ya da başka bir yere tırmanmaya geldi mi, doğanın, sanki bacaklarındaki eksikliği telafi etmek için kollarına verdiği muazzam kuvvet sayesinde şaşırtıcı bir maharet sergiliyordu. Bu gösterileri sunarken kurbağadan çok bir sincabı ya da bir maymunu andırıyordu.


Aksak Kurbağa’nın memleketini tam olarak söyleyemeyeceğim, ama kralımızın sarayından çok uzakta, kimsenin adını duymadığı barbar bir bölgeden olduğu kesindi. Aksak Kurbağa ile ondan birkaç parmak daha boylu, son derece mütenasip vücudu ve mükemmel dans eden bir kız, kralın muzaffer generallerinden biri tarafından, birbirine sınırdaş eyaletlerdeki evlerinden zorla alınıp armağan olarak krala gönderilmişlerdi.


Bu koşullar altında, iki küçük tutsak arasında bir yakınlığın doğmuş olmasına şaşmamak gerek. Gerçekte, bu ikisi kısa sürede canciğer dost oldular. Epeyce eğlence konusu olmasına karşın, pek o kadar sevilmeyen Aksak Kurbağa’nın Trippetta’ya fazlaca bir yardımı dokunmazken, kız (cüce olmasına karşın) zarafeti ve olağanüstü güzelliği sayesinde herkes tarafından beğeniliyor ve seviliyordu; bu yüzden sarayda büyük bir nüfuza sahipti ve ne zaman gerekse onu Aksak Kurbağa lehine kullanmaktan geri durmuyordu.


Ciddi bir vesileyle -ne olduğunu unuttum- kral bir maskeli balo düzenlenmesine karar verdi; bizim sarayda ne zaman bir maskeli baloya da bu türden bir eğlence düzenlenecek olsa, mutlaka Aksak Kurbağa’yla Trippetta’nın yeteneklerine ihtiyaç duyulurdu. Özellikle Aksak Kurbağa gösteri düzenlemekte, yeni tipler yaratmakta, maskeli balo için giysiler tasarlamakta öylesine yaratıcıydı ki, onun yardımı olmaksızın sanki hiçbir şey yapılamazdı.


Kararlaştırılan şenlik gecesi gelip çattı. Görkemli bir salon, Trippetta’nın gözetimi altında, bir maskeli baloya renk ve parlaklık katabileceği düşünülen her şeyle donatıldı. Bütün saray heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Hangi kılığa girileceği, ne giyileceği konusunda herkesin kararını vermiş olduğu düşünülebilirdi. Çoğu kimse gerçektende bir hafta, hatta bir ay öncesinden kararını vermişti. Kralla yedi nazırı dışında kararsız kimse yoktu. Neden kararsızdılar, hiç bilmiyorum; belki de şaka olsun diyeydi bu kararsızlıkları. Ya da, daha büyük bir ihtimalle, fazla şişman olduklarından bir türlü karar veremiyorlardı. Her neyse. Zaman su gibi akıp geçti, kralla nazırları son çare olarak Trippetta’yla Aksak Kurbağa’yı çağırttılar.


İki minik arkadaş kralın çağrısına uyup huzura çıktıklarında, kralın kabinenin yedi üyesiyle birlikte oturmuş şarap içmekte olduğunu gördüler; ama hükümdarın pek keyfi yerinde görünmüyordu. Hükümdar Aksak Kurbağa’nın şarap sevmediğini biliyordu, çünkü şarap zavallı sakatın neredeyse aklını başından alıyordu; buysa pek hoş bir duygu değildi. Ama kral eşek şakası yapmaya bayılırdı, Aksak Kurbağa’yı içmeye ve (kralın kendi deyişiyle) “neşeli” olmaya zorlamaktan pek hoşlanırdı.


“Gel buraya, Aksak Kurbağa,” dedi kral, soytarıyla dostu içeri girerken, “şu silme dolu kadehi, uzaklardaki dostlarının [burada Aksak Kurbağa içini çekti] şerefine dik bakalım kafaya, sonra da yaratıcılığından istifade ettir bizi. Yeni kılıklara girmek istiyoruz -yepyeni, hiç görülmemiş kılıklara. Hep aynı olmaktan bıktık usandık. Gel de iç şunu! Şarap zihnini açar.”


Aksak Kurbağa kralın takılmalarına her zamanki gibi bir şakayla karşılık vermeye çalıştıysa da beceremedi. O gün zavallı cücenin doğum günüydü, ‘uzaklardaki dostların’ şerefine içme emri gözüne yaşların hücum etmesine neden olmuştu. Zalim kralın elinden kadehi tevazu ile alırken acı gözyaşları damladı kadehin içine.


Cüce isteksizce bardağı boşaltırken “Ha! ha! ha!” diye gürültülü bir kahkaha koyuverdi kral. “Gör bak ne mucizeler yaratıyor bir bardak şarap! Daha şimdiden gözlerin parlamaya başladı.”


Zavallı adam! İri gözleri parlamaktan çok çakmak çakmak olmuştu, zira şarap hemen başına vurmuştu. Kadehi sinirli bir tavırla masanın üzerine bıraktı ve salondaki insanlara yarı çılgın gözlerle bakmaya başladı. Kralın “şakası” herkesi mest etmişti.


Çok şişman biri olan baş nazır, “Hadi bakalım,” dedi, “şimdi iş başına!”


“Evet,” dedi kral. “Hadi bakalım, Aksak Kurbağa, bize yardım et. Yeni kılıklara ihtiyacımız var -hepimizin-ha! ha! ha!” Bu sözlerle ciddi ciddi şaka yapmayı amaçladığından kahkahaınadiğer yedisi de katıldı.


Zayıf bir sesle ve biraz ifadesiz olmakla birlikte Aksak Kurbağa da güldü.


“Hadisene,” dedi kral sabırsızlıkla, “bize hiçbir öneride bulunmayacak mısın?”


“Yeni bir şey düşünmeye çalışıyorum,” diye karşılık verdi cüce dalgın bir tavırla, çünkü şarap başını döndürmüştü.


“Çalışıyor musun?” diye hiddetle bağırdı zorba kral, “Bununla ne demek istiyorsun? Ha, anladım. Senin canın sıkkın, biraz daha şarap istiyorsun. Al, iç şunu!” Kral böyle diyerek ağzına kadar doldurduğu bir kadehi uzattı sakat adama. Cüce soluk almakta zorlanarak kadehe bakakaldı.


“İç, diyorum!” diye bağırdı acımasız yaratık, “yoksa seni…”


Cüce tereddüt geçiriyordu. Kral öfkeden mosmor kesildi. Saraylılar yılışık yılışık sırıttılar. Trippetta’nın benzi ölü gibi sarardı. Kralın tahtına yaklaşıp yere kapanarak arkadaşını bağışlaması için yalvardı. Böyle bir cürete şaştığı yüzünden açıkça okunan zorba kral bir süre kızı hayretle süzdü. Ne yapacağını, ne diyeceğini -kızgınlığını nasıl ifade edeceğini-bilemiyor gibiydi. Sonra, tek kelime etmeden kızı şiddetle itip kendinden uzaklaştırdı ve elindeki ağzına kadar dolu kadehin içindeki şarabı yüzüne fırlattı.


Zavallı kızcağız iç çekmeye bile cesaret edemeden kalktı, masanın uzak ucundaki eski yerini aldı.


Ortalığa yarım dakika kadar bir ölüm sessizliği çöktü, öyle ki, bu esnada bir yaprak ya da bir tüy düşecek olsa sesi duyulurdu. Bu sessizliği, salonun dört bir köşesinden geliyor hissini veren ağır, boğuk ve uzun süre devam eden bir tür gıcırtı bozdu.


Öfkeyle cüceye dönen kral, “Neden yapıyorsun bunu ha, neden yapıyorsun?” diye sordu.


Beriki epeyce ayılmışa benziyordu, sükunetle, gözlerini kırpmadan zorba kralın yüzüne bakarak sadece “Ben mi?” dedi, “bu sesi çıkaran nasıl ben olabilirim?”


“Ses galiba dışarıdan geldi,” diye araya girdi saraylılardan biri, “sanırım penceredeki papağan kafes tellerinde gagasını biliyordu.”


“Galiba öyle,” dedi kral, bunu duymaktan epeyce rahatlamış gibi, “bana, şu serseri dişlerini gıcırdatıyormuş gibi geldi bir an.”


Bunun üzerine, cüce çirkin görünüşlü, kazma dişlerini göstererek güldü (şakaya aşırı düşkünlüğü herkesçe bilinen biri olarak kralın gülünmesine bir diyeceği yakın). Bundan başka, kralın istediği kadar şarap içmeye hazır olduğunu söyledi. Hükümdar yatışmıştı; cüce ağzına kadar dolu bir kadehi daha, sanki üzerinde hiçbir etkisi olmuyormuş gibi kafasına diktikten sonra, maskeli balo hakkındaki tasarılarını anlatmaya girişti hararetle.


“Nerden aklıma geldi bilmiyorum ama,” dedi cüce, ömrünce ağzına bir yudum şarap koymamış birinin sükunetiyle, “Majesteleri küçük kıza vurup yüzüne şarap fırlattıktan hemen sonra -Majestelerinin bunu yap­masından hemen sonra- dıışarıdan papağanın çıkardığı o tuhaf ses gelirken, aklıma müthiş bir oyun geldi. Bizim memleketin oyunlarından biri, maskeli balolarda sık sık oynadığımız bir oyun, ama burası için yepyeni bir şey olacak. Ne yazık ki bunun için sekiz kişi gerekiyor ve … “


“Biz de sekiz kişiyiz ya!” diye haykırdı kral, rastlantıyı fark etmekte gösterdiği zeyreklikten mutlu kahkahayı basarken, “ben ve yedi nazırım. Anlat bakalım nasıl bir oyunmuış bu.”


“Biz ona Zincire Vurulmuş Sekiz Orangutan deriz,” diye yanıt verdi cüce, “iyi oynanırsa hakikaten çok mükemmel bir oyundur.”


“Biz bunu oynarız,” dedi kral, yerinde dikelip gök kapaklarını aşağı indirerek.”


“Oyunun güzelliği,” diye devam etti Aksak Kurbağa, “kadınlarda yarattığı korku da yatıyor.”


“Harika!” diye kükrediler hep bir ağızdan hükümdarla yedi nazırı.


“Sizleri orangutan kılığına sokacağım,” diye sözlerini sürdürdü cüce, “bu işi siz bana bırakın. Benzerlik öylesine müthiş olacak ki, balodakiler sizi gerçek hayvan sanacaklar ve, doğal olarak, şaşırdıkları kadar korkacaklar da.”


“Muhteşem!” diye haykırdı kral. “Seni adam edeceğim Aksak Kurbağa.”


“Zincirlerden maksat, şangırtılarıyla kargaşayı artırmaktır. Bakıcınızın elinden küçük bir farkla kurtulmuş olacaksınız. Herkesin sahici zannettiği, birbirine zincirlenmiş sekiz orangutanın bir maskeli baloda kalabalığın arasına dalmasının ve o zarif, şık kostümlü kadınların, erkeklerin arasında vahşi çığlıklar atarak sağa sola atılmasının yaratacağı etkiyi Majesteleri dünyada tahmin edemezler. Görülmedik bir karşıtlık ortaya çıkacaktır.”


“Öyle de olacak,” dedi kral; ve Aksak Kurbağa’nın tasarısını hayata geçirmek için konsey alelacele -çünkü vakit geç olmuştu- dağıldı.


Aksak Kurbağa’nın kralla nazırlarını orangutan kılığına sokma tarzı oldukça basitti, ama amacına yeterince hizmet ediyordu. Bu hikayenin geçtiği dönemde söz konusu hayvanlar, uygar dünyanın herhangi bir yerinde pek sık görülmüş değildi; ve cücenin yaptığı taklitler yeterince hayvanı andırıp, fazlasıyla da korkunç olduğundan hakiki sanılacakları kesindi.


Kralla nazırları ilkin sıkı sıkıya vücutlarına yapışan gömlek ve donIarın içine tıkıldılar. Sonra, iyice katrana bulandılar. İşlemin bu aşamasında aralarından birisi üstlerine kuş tüyü yapıştırılmasını önerdi, ama orangutan gibi bir hayvanın kıllarının görsel açıdan en iyi keten lifiyle taklit edilebileceğine onları çabucak ikna eden cüce bu fikri reddetti. Bu fikir gereğince katranın üzerine kalın bir tabaka halinde keten lifi yapıştırıldı. Bundan sonra uzun bir zincir bulundu. Zincirin bir ucu kralın beline dolanıp bağlandı, sonra nazırlardan birinin beline, ardından bir diğerine, derken sonuncu nazıra kadar hepsi böyle bağlandılar. Zincire bağlama işi tamamlandığında grup mümkün olduğunca birbirinden uzak durarak bir halka oluşturdu; Aksak Kurbağa, her şeyin doğal görünmesi için zincirin geri kalanını, o günlerde Borneo’da şempanze veya daha büyük cins maymunlar yakalayan avcıların yaptığı gibi, birbiriyle dik açı yapacak şekilde halkanın içinden iki defa geçirdi.


Maskeli balonun yapılacağı büyük salon, tavanı çok yüksek daire şeklinde bir odaydı ve gün ışığını tavandaki tek pencereden alıyordu. Geceleriyse (ki burası daha çok geceleri kullanılmak üzere tasarlanmıştı) dam penceresinin ortasından aşağı sarkıtılan bir zincirin ucunda asılı olan ve her zamanki gibi bir karşı ağırlıkla yükseltilip alçaltılan büyük bir avizeyle aydınlatılıyordu. Ama görünümü çirkinleştirmemesi için bu karşı ağırlık kubbenin dışından ve çatının üstünden geçiyordu.


Salonun dekorasyonu Trippetra’ya bırakılmıştı, ama bazı hususlarda arkadaşı cücenin serinkanlı yargılarının ona yol göstermiş olduğu anla­şılıyordu. Balo münasebetiyle, cücenin önerisi üzerine avize kaldırılmıştı. Damlayan mumlar (böyle sıcak bir havada bunu önlemek neredeyse imkansızdı) kalabalık nedeniyle salonun ortasından, yani avizenin altından uzak durmaları beklenemeyecek olan konukların şık giysilerine zarar verebilirdi. Salonun çeşitli yerlerine, kalabalığın uzak duracağı noktalara ilave şamdanlar yerleştirildi, ayrıca, duvara dayalı duran kadın heykeli şeklindeki -elli altmış kadar-taş sütunun her birinin sağ eline hoş kokular yayan birer meşale tutuşturuldu.


Sekiz orangutan, Aksak Kurbağa’nın öğüdüne uyarak, salon davetlilerle tıklım tıklım doluncaya, yani gece yarısına kadar ortaya çıkmadan sabırla beklediler. Saat gece yarısını vurur vurmaz da içeri doluştular, daha doğrusu yuvarlandılar – çünkü ayaklarına dolaşan zincirin engellemesiyle içeri girerken çoğu yere kapaklanmıştı.


Davetilerin kapıldıkları müthiş korku ve telaş kralın yüreğini sevinçle doldurdu. Beklendiği gibi, konuklardan büyük bir bölümü bu korkunç görünümlü yaratıkları, tam olarak orangutan olmasa bile, gerçekten bir tür vahşi hayvan sandılar. Birçok kadın korkudan bayıldı; kral salona hiç silah sokulmaması yönünde önlem almamış olsaydı, o ve nazırları yaptıkları bu şakanın bedelini canlarıyla ödeyebilirlerdi. Herkes kapılara atıldı, ama kralın emriyle kendisi içeri girdikten sonra bütün kapılar kapatılmış ve cücenin önerisiyle anahtarlar krala teslim edilmişti.


Kargaşanın doruğuna çıktığı ve herkesin kendi canını kurtarmaya (çünkü gerçekten de korkmaya kapılmış insanların sağa sola atılması büyük bir tehlike yaratıyordu) çalıştığı sırada, eskiden avizenin asılı bulunduğu, şimdi avize kaldmadığı için yukarı çekilmiş bulunan zincirin, ucundaki çengelin yere değmesine üç karış kalana kadar yavaş yavaş alçaldığı görüldü.


Bundan kısa bir süre sonra, etrafta dört dönmüş olan kralla yedi arkadaşı neredeyse zincire değecek kadar salonun ortasına gelmiş bulunuyorlardı. Onlar bu konumdalarken, peşleri sıra sessizce gelip onları kargaşayı artırmaya kışkırtan cüce, birbirlerine bağlanmış sekiz orangutanın oluşturduğu halkayı dik açılarla kesen zincirlerin kesişme noktasını kavradı ve şimşek hızıyla avizenin asıldığı çengele geçiriverdi. Bir an sonra görünmez bir el tarafından yukarı kaldırılan zincirin çengeli ulaşılamayacak bir yüksekliğe ulaştı ve bunun doğal sonucu olarak da sekiz orangntan yüz yüze birbirlerine yapıştılar.


Bu arada, davetliler biraz olsun yatışmışlar, bütün bu olup bitenlerin iyi tertiplenniş bir şaka olduğunu anlamış, maymunların düştükleri duruma kahkahalarla gülmeye başlamışlardı.


“Onları bana bırakın!” diye haykırıyordu şimdi Aksak Kurbağa; bütün şamatayı bastıran tiz bir sesle. “Onları bana bırakın. Galiba onları tanıyorum. Onlara yakından bakarsam, kim olduklarını birazdan size de söylerim.”


O zaman cüce, kalabalıktakilerin baş ve omuzlarına basarak duvara kadar gitti, kadın heykeli şeklindeki taş sütunlardan birinden bir meşale kaparak aynı yoldan geri döndü, bir maymun çevikliğiyle kralın kafasına sıçradı ve zincire birkaç ayak daha tırmandı. Orangutanları incelemek için meşaleyi aşağı uzatırken, “Kim olduklarını şimdi anlayacağım” diye bağırmaya devam ediyordu.


Maymunlar da dahil herkes kahkahadan kırılırken, soytarı ansızın tiz bir ıslık çaldı, bunun üzerine zincir otuz ayak birden yükseldi – korkan ve çırpınan orangutanlar şimdi tavan penceresi ile taban arasında havada asılı durumdaydılar. – Zincire sıkı sıkıya tutunan Aksak Kurbağa da zincirle birlikte yükselmiş olsa da, maskeli yedi adama göre önceki konumunu nispeten korumaktaydı ve hiçbir şey olmamış gibi hala meşalesini maymunların yüzüne doğru uzatıyor, sözde kim olduklarını anlamaya çalışıyordu.


Zincirin beklenmedik bir şekilde yükselmesi herkesi öyle şaşırtmıştı ki, yaklaşık bir dakika kadar süren bir ölüm sessizliği çöktü ortalığa. Bu sessizliği, kral Tippetta’nın yüzüne şarap attığında kralla nazırlarının dikkatini çekmiş olan, diş gıcırtısını andıran boğuk gıcırrtı bozdu. Ama bu defa sesin nereden geldiği gün gibi ortadaydı. Ses, cücenin vahşi hayvan dişlerini andıran dişlerinden geliyordu; cüce ağzından köpükler saçarak dişlerini birbirine sürtüyor, gıcırdatıyor, yüzlerini yukarı doğru çevirmiş kralla yedi nazırını çılgın bir öfkeyle süzüyordu.


“Ah, ha!” dedi sonunda öfkeden deliye dönmüş palyaço. “Ah, ha! Şimdi anlamaya başlıyorum bunların kim olduğunu!” Ve kralı daha yakından incelemek istiyormuş gibi yaparak meşalenin alevini kralın vücudunu saran keten lifi giysiye yaklaştırdı, lifler anında tutuşarak parlak bir alevle yanmaya başladı. Yarım dakika geçmeden sekiz orangutan, onlara en ufak bir yardımda bulunamadan dehşet içinde, yukarı doğru bakan kalabalığın çığlıkları arasında alev alev yanıyordu.


Sonunda, alevlerin birdenbire harlamasıyla, cüce, alevlerin kendisine erişmemesi için zincirin daha yukarısına tırmanmak zorunda kaldı. Cüce yukarı tırmanırken kalabalık bir an için yine suskunluğa gömüldü. Bu fırsattan yararlanan cüce yeniden konuşmaya başladı:


“Şimdi açık seçik görüyorum,” dedi, “bu maskelilerin kimler olduğunu. Bunlar büyük bir kralla sır ortağı yedi nazırı -savunmasız bir kızcağıza vurmaktan vicdanı sızlamayan bir kralla bu canavarlıkta ona söz ve davranışlarıyla cesaret veren yedi nazır. Bana gelince, ben sadece soytarı Aksak Kurbağa’yım, o kadar – ve bu benim son soytarılığım.”


Hem keten lifinin hem de lifin yapıştırıldığı katranın yanıcılığının çok yüksek olması nedeniyle, cüce kısa konuşmasını intikam işi tamamlanıncaya kadar ancak bitirebildi. Sekiz ceset, pis kokulu, kapkara, iğrenç, birbirinden ayırt edilemez birer kütle halinde zincirlerin ucunda sallanıyordu. Topal, elindeki meşaleyi cesetlere fırlatıp attıktan sonra, hiç acele etmeden tavana doğru tırmandı ve pencereden geçip gözden kayboldu.


Trippetta’nın salonun çatısında beklediği, arkadaşının öcünü almasına yardım ettiği ve birlikte memleketlerine kaçtıkları sanılıyor, çünkü ikisini de bir daha gören çıkmadı.



55 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments