top of page

ADA

Güncelleme tarihi: 22 Ağu






ADA

*

Şenol YAZICI

 

Herkesin bir ADA'sı olmalı...

Ne, neresi hiç önemli değildir, Servet-i Fununcular gibi Yeni Zellanda da olabilir, Manisa'da bir çiftlik de... ya da bir dergi; maviADA gibi...


Ömürleri o hayalle geçti.

Onlar da gidemediler....

Zaten as'lolan gitmek değil...Gönül gözünüz de bir ADAnız olması önemli...

Her ADA gerçekte ütopik ideal ülkedir;

ya KAÇIŞ İÇİN ya da HUZUR için...

ADA sizi yaşama çivileyen, ayakta tutan UMUTtur...


Eliniz, gücünüz, aklınız yetmiyorsa, kendinizi düşlerinizin kollarına bırakın, odanızın bir köşesinde oldurmaya başlayın...

Hiç umutsuzluğa düşmeyin... Bir gün o kuru duvarların yeşillendiğini, odanın ortasından mavi bir suyun akmaya başladığını göreceksiniz...


Odanız da mı yok, kalbinizde oldurun; daha ileri gidin...

Hala şansınız varsa bir çocuk yapın, adını ADA koyun... ​

Yok mu şansınız?

Oğlunuza kızınıza moral olun, bu sevimsiz dünyaya başka bir nehir açacak ADA'yı doğursunlar...


Kuşkusuz bir gün o da size benzeyecek, o da yenilecek... Ne var ki o zamana değin O, sizi ayakta tutan en büyük sihriniz olacaktır. Sonrası mı?

O denli karamsar olmayın, İNSANLIĞIN GÜZEL ZAMANLARI DA VARDIR; BAKARSINIZ DENK GELİR...

Hem de başardım sanarak....





ADA UMUTTUR...

Asla TESLİM olmayacağınız, hiç yenilmiyeceğiniz ADAnızı oldurun...


Demedi demeyin; yarın üzülürsünüz. Bir ömür harcadığınız, bin bir emek verdiğiniz şu hayatta sadece size ait ve kayıtsız şartsız hükmünüzün geçtiği bir ADA size çok mu?


AS'LOLAN BİR ADANIZ OLMASIDIR...

*








Altın Postu izlediniz mi? Argonautika'yı yani? Öyküsünü aldığı Rodoslu Apollonius'un İsa'dan önce üçüncü yüzyılda yazdığı altı bin dizeden oluşan destansı yapıtını, Akhalı gemicilerin olağanüstü maceralarını okumadınız mı?

Öyleyse, talihsiz kuşaktansınız demektir. Talihsizliğiniz hep sığ suların balığı olacağınızdan...
Önlem almaz, kendi derinliğinizi, uçurumlarınızı, dağlarınızı ve adalarınızı; yani kendi maceranızı yaratamazsanız, bir süre sonra ne filminiz, ne kitabınız ne de aşkınız kalacak sözü edilmeye değer. Kırkınızda iki ay öncesinin bilgisayar modeli gibi çağını yitirip çiçek saksısı bile olamayabilirsiniz.
İnsanın en azından bir adası olmalı.

O da mı yok? Üzülmeyin benim de yoktu... En ciddi eksikliğimin, o olduğunu bulmam uzun sürmüştü. Sonunda yaratmaya karar vermiştim. Satın alamayacağıma göre...

Var mısınız bir ADA yaratmaya?
*


Niyetiniz beni öldürmekse, bir tatil sabahı, dördüncü taşıyıcı olarak cenazeye çağırın. Gelemem, diyemeyeceğime göre... halim o. Sabah sekiz otuzda bütün güzelliğim üstümde, Gemlik yolundaydık.


Marmara, günde bilmem kaç bin ton zehirli atığın denize döküldüğünü, balıkların terminatör kılığında gözükmeye başlamasından anladığımızdan bu yana, sesini yitirmiş. Dünyanın en büyük açık yüzme havuzu şimdi çöplük. Tarih, buna neden olanları Hitler kadar sevimli anımsayacaktır. Kalabalıksa gene kalabalık ama ses yok, renk yok.


Mudanya'ya doğru sahil, bir yanı zorunlu kalmalarda, bin yanı kalk gidelimlerde... isteksiz isteksiz yaz hazırlığındaydı. Kurtuluş Savaşında önemli bir yeri olan eski tren garını, müze yerine lokanta yapmışlar. O zamanlar gitmiş, dinozorları arar gibi tren yolunu, anlaşma imlerini aramış, "Mudanya'da trenin ne işi var" diye bakan insanlara boşuna sormuştum. Bu Mudanya, o Mudanya değildi.


Ulubat gölü kahverengi dalga. Dilim, kirleniyor demeye varmıyor ama bu renk de su rengi değil. Bir kezinde, kıyıdaki küçük kasabaya közde sazan yemeye gitmiş, sardunyaların ve Türk rengi karanfillerin biber gibi koktuğu bir evde, bahar gecesinin serinliğini aşmak için yaktığımız mangaldan öle yazmıştım. Merdiven merdiven nakıştı yastıkları ve kül suyu kokardı.

Hey gidi gençlik hey!


Karacabey soğanlar şehri... Bin yıldır neyse gene o. Tek çivi çakılmadan, tek bir çılgın ışık göklerine yükselmeden kıyameti göğüsleyecek kesin. Sanki bir olanak verilse, nesi varsa yüklenip başka yere taşınacaklar, hem de yarın... Bu duyguyu iyi bilirim. Bozulan musluğu bile onarmak gelmez içimizden. Yaşadığınız yeri bir öldürmeyin yüreğinizde. Ya da insanı...


Bandırma son hızla, sığamayacağı bir koltuğa oturmaya çalışıyor. Doksan bin nüfus, tıklım tıklım caddeler... bir zamanların şirin sahil kenti değil. Adam gibi bir iki fabrikası daha olsa, tam İzmit.


Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O, sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden, birbirine benzeyen yaşlı ama hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açelyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım.


Erdek'e sapıyoruz. İki yönlü yol denizi karadan koparmış. Geniş kumsal, bedenimde hala dikenlerini taşıdığım denizkestanelerine ve ine cine teslim. Geçen temmuzun yıldız dolu bir gecesi, dibinde sabahladığımız beyaz tekneyi arıyorum gözlerimle. Kuma yan yatmış, kararmış gövdesiyle hüzünlü duruyor. Şimdi benim, o gece olduğum kadar yalnız. Bir zamanlar çok geldiğim Berlin Motel diğerleriyle birlikte satılık. Kıyı boyu kamplar kamplar; özeli geneli.... Çoğu uyduruk, iğrenç bir yapılaşma ve tel örgüleri ya da taş koruma duvarlarıyla denizi kesip almış. Kampsızlar, bir bakıma özgürlüğüne sahip. Buna kimsenin hakkı olmamalı. Anadolu'nun bir kasabasından pek farkı olmayan bu yere, deniz için geliyor insanlar. Para ve yaşam getiriyorlar.


İş, salt görmekse, ayaklarının altında birer leğen, salonlarının duvarlarına bir deli okyanus resmi koyup, daha güvenli ve ucuza görebilirler denizi.


'Gemi' diyor yol arkadaşım, ikide bir. 'Bir gitti mi...' Günde bir kezmiş. Oysa ben, anılar ve sosyoekonomik incelemelerin peşindeyim. Bırak Erdek ekonomisi, turistini Ege ve Akdeniz'e kaptırıp batsın. Anıları göm, onca hatayı da... elveda gençliğim, hoş geldin yarın. Yaşamda ayrılıkların en zoru, gençliğinden ayrılmakmış, demiş adam. Hangi adam? Uydurma... Kimse yaşlanmayı beceremiyor ki. Peki, yaşam kırkında başlar, diyen kim? Bir bulursam... Senin gençliğini de bilirdim, diyenler çıkar. Uzatma.


Günde bir sefer mi? Ölümlük hal filan olsa?.. O durumda ölecektiniz. Adaya ring seferleri konsa, en azından birkaç kez; kurtarmazmış. Biz hep sermayeyi sağlama alan işler yaparız ya. Üç buçukta gemideyiz.


Şimdi ada böyle mi yaratılır demeyin, böyle yaratılır. Öncelikle kara olacak. Bıktığınız, umutlarınız ve dününüzü yiyen insanlarınız; sevgilileriniz,

arkadaşlarınız, amirleriniz, memurlarınız olacak. Upuzun çayırlar boyu koşabileceğiniz dağlar olacak, ovalar, yollar... ve deniz. İlkel bir tekneyle geçeceksiniz adanıza ya da yüzerek... Ve kara, aklınızı atsanız, göremeyeceğiniz kadar uzaklarda kalmalı.


İnsanın aklına 'ada bir intihar mı?' sorusu geliyor, değil mi? Belki ama, en azından kendi seçiminiz.


Şimdi denizdeyiz...


Ben bir Argonaut'um. Altın Post'u tanrıların elinden alacak antik devir savaşçısı. Herakles, Katos, güzel Media yanımda yok, ama olsun; şimdi bireysel kahramanlıklar çağı... Acaba gemim Argo'yu, tanrıça Athena takım yıldız yapar mı?


Bindiğim gemiye bakınca moralim bozuluyor. Arabalı sıradan bir feribottayız. Kurt dedesi ilk tekneden bu yana binlerce yıl geçmişse de o pek değişmemiş; gösterişli örneklerinden değil. Önünde mahmuzu, beyaz yelkenleriyle kabaran bir kuğu gibi, Bosfor'u aşmaya çalışan Argo'ya göre çok zavallı. Tek bir yıldız bile olmaz bundan, değil takım...


Erdek'e onca gelip giderim, Narlı'nın karşısında bu kadar çok ada olduğunu bilmezdim. Marmara, Paşalimanı, Türkeli, Hayırsız, Kaşık, Koyunlu... Denizin ortasında bozkır bozkır duran kara parçalarının üstünde, tüm unsurlarıyla tam bir yaşam olduğunu hiç düşünmedim.


Marmara adaları Erdek'e bağlı. Bir zamanlar Erdek ve diğer adalar, dahası İmralı bile denize adını veren, mermerleriyle ünlü Marmara adasına bağlıymış. O zamanlar Yahudi'si, Rum'u, Türk'ü tam on bin kişi yaşarmış adada. En azından dört bin yıllık işlenmiş mermer geçmişi olan ada, antik devirdeki adıyla Prokonnesos, azınlıklar gittikten sonra da bir süre canlılığını sürdürmüş. Paşabahçe'nin tesisleri , su dolum üniteleri, elini uzatsan yakalayacak kadar çok kılıç balıkları , kendine yeter suyu, ormanı, rutubetsiz havasıyla gösterişli bir süreç geçirmiş.


Ne zaman ki yazlıkçı, Akdeniz'i keşfetmiş, yoksullaşmış. İşletmeler kapanmış, kılıç balıkları göç etmiş... bilinen öykü.


Nüfusu bin beş yüz çevresinde şimdi. Sürekli göç veriyor. Mermeri de olmasa unutulacak. Arsa fiyatları çok ucuz, ama dik yamaçların dibindeki kumsal azlığı, tatilcinin eğleneceği alanların üretilemeyişi gibi nedenlerle üstünlüğü karşısındaki Avşa' ya kaptırmış. Şimdi, bir anlayan geliyor, bir de zorunlu olan. Adlarını duyurmak için de bir şey yapamıyorlar, çünkü paraları yok. Oysa tatili dinlenmek, beyninin ceplerinde unuttuklarını anımsamak, bir boy aynasında kendini görmek olarak alan, yaşama sevincinin insanın kendi yüreğinde olduğunu, vitaminler gibi dışarıdan, gürültüden, vur patlasın çal oynasından alınamayacağını, ancak alkol etkisi gibi alınıyor sanılacağını bilenler için bulunmaz bir yer.


Öyle de daha Paşalimanı'nın dantele kıyılarını bulamamıştık ki ayaklarımı sağlam basacağım, dilersem, bin yıl aynı yere bir kez daha basmadan yürüyebileceğim kara özlemim neden başladı, anlayamadım. Oysa her şey yolundaydı. Yol arkadaşım, beni 'çook ünlü bir yazar' diye tanıtıyor, korkunç ilgi görüyor, benim insanımın, ayaküstü nasıl peygamberler üretebildiğinin gizini fark etsem de önüne geçemediğim çakma bir bilgelikle yere göğe sığamıyordum.


Sadece biletleri toplayan adam: 'Dönecekseniz, sabah yedide iskelede olun yoksa kaldınız,'demişti.

Yetmişti. Yani gece ya da istediğim bir zaman, çıldırsam gidemezdim. Aklıma yarim düşse, 'koynunda uyuyacağım arkadaş' desem, gidemezdim. Arabamı, bu yüzden; kaçma özgürlüğüm hep yanımda olsun diye, evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağalar gibi taşıyor, ağaçlara bile çıkarıyordum. Burada boşunaydı.


Boynumdan tutulmuş, bıçağın altına sürükleniyordum ve hayır diyemiyordum, o haldeydim. Bir yazar yeniliklere hayır, dememeliydi... hayır, yüreğinde dünyayı tutan bir çığlık olsa da mı?

Kaçsa mıydım?


Her yan deniz. Denizleri yüzerek geçenlerden utanıyorum, o denli iyi yüzme bilseydim belki de denerdim. Gözüm kararmış, ardımızda kalan, köpüren dalgalarıyla büyüyen denizin ötesinde, giderek hatları belirsiz bir siyah kütleye dönüşen Narlı'ya kadar yüzmek benim işim değil.


Bir tekne geçse... Tekneden tekneye... aklıma eski korsan filmleri geliyor, bir halatın ucunda sallanarak karşı gemiye geçiyorum. Ya araba?

Sürükleniyorum, öyle gidiyoruz.


İki küçük adanın arasından yüksek tepeleriyle adadan daha çok dünyanın geniş karalarına bağlı bir kıta gibi dikilen Marmara adasına yöneldik. Dik yamaçlarına ilişmiş bir iki yerleşim birimi buradan seçiliyor. Ardında Tekirdağ kıyıları, elini uzatsan dokunacakmışsın gibi yakın. Yazları Şarköy'den kalkan gemiler, Erdek'e yolcu taşıyormuş.

Yanaşıyoruz.


Hep merak etmişimdir. Gemi en eski ulaşım aracı değil mi? Adalı içinse, herhalde tek ve vazgeçilmez araç. O zaman köklü bir kültürü olması gerekir, diye düşünüyor insan. Dağ başlarında trenlerin beklenmesi için küçük kulübeler vardır. Otobüslerin yolları üstünde duraklar... Ne var ki, çoğu liman ve benzerlerinde yolcuya bu tip hizmetler çok görülür. Gerçi çoğu liman da limana benzer, Marmara'da iskeleyi bulmak için gemici deneyimi gerek. Sıra bir rıhtımı var. Bir rüzgar alsa, gemilerin demir tarayıp İstanbul önlerine düşmesi işten değil. Korunaklı bir limanı yok.


Gemiden inince de daha ayılmadan paldır küldür bir caddede alıyorsunuz soluğu. Ne bir bekleme evi, ne bir çay bahçesi; antik devirden kalma denizci bir yerleşim yerinde olmanın farkını duyuran tek im, etkileyici bir anıt. Ne var ki o da çok eskinin değil, Kurtuluş Savaşında ada için savaşırken şehit düşen iki Türk'ün mezarı. Hiçbir mimari özelliği olmayan yeni yetme binalar kıyıyı göğüslemiş, kent varoşlarında biraz arsa azlığı, biraz çok kazanma arzusu sonucu, çoğu kağıttan bile ev yapacak matematiksel bilgisi olmayan yapıcıların diktiği çok katlı binaların, bu adada işi ne olabilir, diye düşünüyorsunuz. Öyle ya, bu zevksiz, kullanışsız yapıların gereçleri, hayli uzak olan Erdek'ten getirildiğine ve ada koşullarına uygun üretilecek evlerden çok daha pahalıya mal olacağına göre. Geçmişe ait izleri, adada olması gereken ya da yakışırdı, diyeceğiniz yapısal dokuyu ancak arka sokaklarda bulabiliyorsunuz.


Arabayı bırakıp belediyeye gidiyoruz. Belediye başkanının işi başından aşkın. Binanın önüne bir şeyler yapmayı planlıyorlar. Kimi yerleri yıkmış bile. Çiziyor, adamlarına anlatıyor, bir yandan da bize söz yetiştiriyor. Çevresindekilerin kimisi Karadenizli. Tanıştırıldığımız Refik, onlardan biri. Ada halkının çoğu Karadenizli ya da Girit göçmeni. Karadenizlilerin burada da olması nedense garip geliyor. Ada sendromuna girdim ya, kendimi uzayda sanıyorum, oysa, Afrika'da zenci hamsi olduğunu duymuştum.


Başkanın işi bitecek gibi değil, sıkılıyorum. Sabah yedide gitmeye mahkum bir adam oturur mu? Refik bize öncü oluyor, çıkıyoruz. En çok Saraylar'ı görmek istiyorum, mermer yataklarını. Tarih boyunca, işlenmiş mermerlerden gönderilemeyenlerin sergilendiği bir açık hava müzesi gibiymiş. 'Uzak' diyorlar. Çınarlı'ya gidiyoruz. Bir arabanın zor sığdığı sokaklardan, eski taş evlerin arasından geçip batıya yöneliyoruz. Tepelerden giden dar yolun altı, kıyıya değin ev, üstüyse çıplak dağ. Birkaç kilometre sonra, yolun bittiği yerde çınarların gölgesinde bir köye iniyoruz. Bir parkı var ilginç. Sadece çimenlerin üstüne oturmaya izin veriliyor. Ne sandalye ne de bank. Denize sıfır bir kahvenin önünde duruyoruz. Geldiğimden bu yana ilk kez kumsal görüyorum. Küçük dar bir alanı kaplıyor. Bir metre eninde var yok. Sanki başka yerden taşımışlar kumu. M. Antonius, Kleopatra güneşlensin diye, ta Mısırdan Alanya'ya kum taşıtmış ya, onun gibi. İnsanlar, sarıyor çevremizi; hepsi Karadenizli. Kahvede saklamaları koşuluyla kitaplarımdan veriyorum.


Güneş denizin üstünden Şarköy yamaçlarına kayıyor, battı batacak. Dönüyoruz.


Ben hala Saraylar'a gitmek derdindeyim. Kimsenin aldırdığı yok, kızıyorum. Küsüp alıp başımı gideceğim ya, nereye? Adanın bence en korkunç yanı bu. Küsme hakkınız yok. Siz insanlara, insanlar size istediği gibi davranır, ama kimse kimseye küsemez. Çıldırtıcı. Küsmek bir eğitim yöntemi değil mi? "Böyle sürdürürsen, ben yokum" demek. İyi de evinizde nasıl küsersiniz birine? Ya da nasıl öyle küskün taşırsınız yaşamı? Ada bir avuç, size benzer topu topu yüz, iki yüz kişi. Hele bir yabancı memur filansanız, on ya da yirmi... Hadi küsün. Küsün ve küstüğünüz insanlarla her gün burun buruna, yani aynı evde yatıp kalkmayı sürdürün. Çıldırtıcı bir evliliği bin yıl yaşayın.

Of... sınıfta kaldın ada!


Dönüşte Refik, 'sizi bulurum,' deyip ayrılıyor. Üzülüyorum, tutunacak bir dal derdindeyim ya, sevecek yanlar bile bulmuştum adamda. İnsan ADA'da farkına varmadan, beni sevin deyip dolaşıyormuş, anladım. Adada birini bulmaktan kolay bir iş yok, bulmama kararınız yoksa. Ne var ki Refik'le görüşemiyoruz bir daha.


Girdiğimiz lokanta tıklım tıklım. Kadın erkek, çocuk, içen içmeyen, çalışan, işsiz... bir arada. Herkes birbirine saygılı, Yüksek sesle konuşan bile yok, büyük bir uyum var. Gerçi kafaların iyice dumanlandığı zamanı da görmek lazım ama çıkıyoruz.


Anıtın önünden belki yirminci kez geçiyoruz ki Salih Hoca’yla, arkadaşı Hüseyin'e rastlıyoruz.

Adalılık boğmuş herkesi, özellikle yabancıları. Git git bitmeyecek karalar özlüyorlar. Geldiğimiz yerlerin nasıl olduğunu soruyorlar. Gerçekte, her yerin bir süre sonra bu yönlü adaya dönüştüğünü düne değin oraların bizim cehennemimiz olduğunu unutmuş; 'cennet' diyoruz, çatlatırcasına. Kara var ya. İstediğinizde terk edebileceğiniz kara.


'Zamanla geçmez mi bu duygu?' diye soruyorum. Geçmezmiş, daha bir artarmış.

'Bir yere gidelim' diyorlar. "Saray..." dememe aldıran yok. Bir gün gelip göreceğim, andım olsun.


Ada lisesinin hizmetlisi de bizimle. Eski hizmetlisi demek daha doğru. Emekli olmuş, Edremit'te içkili lokanta açacakmış. “Satamazsam kendim içerim," diyor. Antik devir filozofları gibi; çok bilir, az konuşur... Burada küsme hakkı olmadığı gibi sınıf farkı da yok. Olsa da sevdim bu adamı. Gerçi bu yoklukta kimi bulsam severdim ya...


Cennet Tepesi dedikleri bir yere sürüyoruz arabaları. Kuzeyde, zeytin ağaçlarının kapladığı bir yamaçta duruyoruz.

Minderleri çıkarıyoruz, dalın birine aküye bağladığımız lambayı tutturuyoruz. Ay, ayla olmuş, büyüyor gökyüzünde. Az aşağıdan, kıyıdan denizin sesi geliyor... Ve akıl almaz bir şey, burada da ateş böcekleri var... Birkaç adım aşağımızda, denize inen patikanın kıyısında, taş oluğundan, suyun uyku veren bir sesle aktığı bir çeşme var. Ateş böcekleri çevresinde halkalar çiziyor.


Cep telefonum çalıyor. Çok uzaklardan, kara denilen o geniş hapishaneden arıyorlar. Yalan ve ihanetin heykeli sayılabilecek en iyi dostlarımdan biri. 'Kardeş olalım' diyorum, ne hikmetse. Kardeşler ihanet etmez ve sırtından vurmaz mı seni? Adının ihanet olması için, yapanın kardeşin, sevgilin olması gerekmez mi? El adamının vurması doğaldır da yakınının vurması beklenmez. Kardeşler seçiminiz değildir oysa, mecburiyetimizdir, dostlarsa seçimimiz. Kimin budalalığıdır yanlış seçimler? Bu bizi, ihanetin kendi seçimimiz olduğuna mı götürür, suçlu biz miyiz, aslında? Öyle ya, adam gibi dost seçsek, ihaneti yaşamayız. İyi de bize omuz verenler de onlar, başımızı göğsüne gömüp dinlendiğimiz de... Sonra kör bıçaklarla gırtlağımız kesenler de. Of ki of! Yoruldum ada.


Kim bilir saat kaçtı ki kente dönüyoruz. Önceden bizi yatıya davet edenler vardı, yol arkadaşımın, iyi arkadaştır, dedikleri. Bu nedenle, Salih Hocanın davetine gitmiyoruz. Ayrılıyoruz. İyi arkadaşlardan hiçbirine rastlamadan turluyoruz sokaklarda, hepsi yer yarılmış yerin dibine girmişler. Burada yıllarca öğretmenlik yapmış yol arkadaşım:

'Bura ada' diyor, kafayı takmayacaksın. Sözleri içindeki zehri akıtmıyor, denize tükürüyor.


Yıllarca bu köy boyutlarındaki yerde öğretmenlik yap, bir gece yarısı sokaklarda kal ve kimse yatıya çağırmasın seni, küsme. Kendine ya da onlara. Çatlar ulan bu yürek, diyemiyorum. Belli etmediğim bir hüzünle düşünüyorum; istersen tak. Küsme hakkın mı var?


Sonunda yaşlı bir noterin evine yığılıyoruz. Adamcağız hiç yüz ekşitmeden yatak seriyor bize. Bende 'saat yedi takıntısı'. Akşamdan uykusuzum, şimdi uyuyacağım ve iki saat sonra kalkacağım. Öldürseler kalkamam.

'Siz yatın' diyorum. 'Ben bir şeyler yazacağım.' Arka odaya kapanıyorum, yazarlığımın en güzel öyküsünü yazacağım, niyetim o.


Saat yediye gelirken bir paket sigarayı bitirmiş, defterime de bir yığın gemi resmi, yüze yakın değişik karakterde harflerle 'saat yedide gemi de ol' diye yazmıştım. Öykü mü? Başlayamamıştım bile. Nedense iri harflerle; 'dünya güzel, ama ahali yaramaz' diye yazmıştım bir tek.


Zamanında sahildeyiz. Çay içtiğimiz kahvenin önünden biri ebruli sarı, diğeri mor iki gül çalıyorum. Salih Hoca, vefalı çıkıyor, belediye başkanıyla birlik iskeledeler. Başkanın varlığı duygulandırıyor beni, uğurlamak için gelmiş adam, çıkarıp kitaplarımdan imzalıyorum. Ben imzalarken başkanın adamı da arabama 'ayak bastı' parası yazıyor. Adam beni uğurlamaya gelmemiş, para toplamaya gelmiş. Salih Hoca basıyor kahkahayı:


"Yahu başkan, Deli Dumrul gibi; geçenden geçmeyenden..."

"Yapacak iş çok, başka gelirimiz de yok,"diyor başkan.

Umarım, Marmara Adası bu zorunlu katkımı unutmaz. Unutsa da sorun değil, ben kurtuldum ya...


Gemide bir anlık çılgınca bir istek duyuyorum; iki yandan akıp giden ıssız adalardan birinde olmayı arzuluyorum. Robinson gibi. Onca yıl olmasa da birkaç gün... Kaptana çıkıp beni oraya indirmesini söylemeyi bile kuruyorum. Yarın işte olmalıyım ama. Bir gün onu da yaparım. Arabaya uyumak için geçiyorum. Son kez gerilerde kalan adaya bakıyorum.


Altın Postu şimdi izlesem sever miydim? Bir adada sürekli yaşayamayacağımı düşünüyorum. Doğal koşullar değil, bu korkunç sınırlama beni çıldırtırdı. Buna katlanabilmek, uzun bir eğitimle ya da genlere yerleşik bir özellikle mümkün ancak. Kimi insanlar acı bibere bana mısın demez, onun gibi.


Ada buydu işte; ya hapishaneniz ya sığınma yeriniz. Çöl ortasında da yaratabilirdiniz onu. Ben gene de sıkıntılı, dertli, yoğun uğraş istese de karayı yeğlerim. Kavga, yaşamın özünde vardı, ama nedensiz sınırlama, ancak cezaydı.


Gözlerimi kapatırken yarattığım adayı yok ettim.


Siz kıyamıyorsanız, bir süre daha saklayın. Küsme hakkınızın kalktığını duyumsadığınız anda yıkın, darmadağın edin. Çünkü, küsemeyen insan, artık dişiyle tırnağıyla saldırmanın ve ihanetin eşiğindedir bilin?

Hiçbir şeyden değil ama ondan korkun; çünkü iHANET en çok size düşmandır; acziyetin ve yenilginin, yedeği olmayan onurunuza ellerinizle ve ateşle çaktığınız damgasıdır, asla çıkmaz...


*

(maviADA 5.SAYI)

30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör