SES
top of page

Ses

Şenol YAZICI

*


Çocuklar, ırmakta yılanlar çıyanlar tarafından yenmiş bir kadın ölüsü bulmuştu.


Dağçileklerinin hareli kırmızı, üzüm salkımı yemişlerinin ballanma zamanıydı. Ceplerini, kuşaklarını doldurmuşlardı, ama gözleri doymamıştı. Frenk üzümlerinin örümcek ağı olup sarıldığı ırmağın kıyısındaki ağaçların daha çok verdiğini hepsi bilirdi. Oraya indiler.


Bayıltıcı bir kokuyla karşılaştılar önce. Sonra da onu gördüler.


Bacakları dışarıda, yüzükoyun suya yatmış bir kadına benziyordu. Sanki suyunu içip doğrulup kalkacaktı. Ne yaptığını merak etmişler, çalıların arasına sinerek gözlemişlerdi. Sabrı tükenen Ermeni değirmencinin kıvırcık saçlı kara oğlu, bir taş atmıştı yanına. Bir yığın kurbağa, birkaç karatavuk cehennemi bir şamatayla kaçışmış, bacaklarını örten kırmızı giysinin içinden ne olduğu belirsiz bir yaratık dalgalanarak suya karışmıştı.


“- Korkuluk gibi bir şey bu,“ demişti biri. “Ne kadar kötü kokuyor.”

Burunlarını tutarak yaklaşmışlar, kımıldamadığını görünce ellerindeki sopalarla dürtmüşlerdi.


Dokundukça yeri göğü tutmuştu koku.


“- Kurtlanmış etleri parçalanıp dökülüyordu,” diye anlatacaklardı, sonradan.


Kıvıl kıvıl kurt kaynıyordu.

Sol elinin parmağında bakırdan yılan şeklinde bir yüzük vardı. Suyun içinde kalan kısmı kemiklerine değin kemirilmiş, kafatasından ayrılan uzun saçları nilüferlerin yapraklarına sarılmıştı.

*

Köyün yetişkin erkekleri, caminin önündeki küçük düzlükte, musalla taşının çevresinde ellerini önlerinde kavuşturmuş, başları yerde dikiliyordu. Kadını bulan çocuklar da oradaydı. Bir grup asker süngüleri takılı tüfekleriyle etraflarını almış bekliyordu. Jandarma komutanı hırsından bıyıklarını yiyor, elindeki kamçıyı vuracak yer arantısında sallayarak, adamların oluşturduğu halkanın içinde dolaşıyordu. İki gündür buradaydılar ve henüz kadının kim olduğunu bulamamışlardı.


Komutan hışımla bağırdı çocuklara:

- Ne işiniz vardı sizin ırmakta?

Yaşları azıcık daha büyük olsa, onları suçlu diyerek falakaya yatırmaya hazırdı.


Çocukların her yaptığında bir mantık olurmuş gibi soruyordu.


"Çocuk bu,.." diye düşündü muhtar. Bıçak ağzı uçurumlara bir yaban gülü ya da kuş yumurtası için inerdi. Karatavuk yavrularının peşinde, karşı köyleri aşıp ormanlara düştükleri az mıydı?

Ermeni değirmencinin oğlu, komutanın akla yakın bir gerekçe bulma derdinde olduğunun farkındaydı, ama ne diyeceğini bulamıyordu. Su almaya gittik, demeyi düşündüyse de vazgeçti, değirmenleri suyun yanında değil miydi?

- Anderhana toplamaya gittik.

- Anderhana? diye tekrarlamıştı asker.


Muhtar açıkladı:

-Çok lezzetlidir.

En rahatları oydu. Jandarmadan çekinmiyormuş, padişahın bir temsilcisi de oymuş, tasası yokmuş gibi duruyordu. Musalla taşına dayanmış, ellerini ardına bağlamıştı. Gerçi komutan, ondan yana bakınca hemen toparlanıyordu, ama gene de çalımlıydı.

- Çok lezzetli meyveleri olur. Mevsimi şimdi. İsterseniz alıp geleyim.

Komutan ağız dolusu sövecekti, vazgeçti. Eliyle istemez diye işaret etti. Çocuğa döndü yeniden:

- Sonra?

- Sonra göle inelim, dedik. Orda çok yemiş veren ağaçlar vardır. Bir de balık olur. Dereden yavrulamaya gelirler, yakalarız diye…

Jandarma işe yarayacak bir şey bulmuş gibi atıldı:

- Doğru söyleyin, en son ne zaman gittiniz?

Kadının ne zamandır orada olduğunu bulacaktı.

- En son?..

Başını kaşıdı çocuk.

- Gitmedik. Fındık ayı, yayla girdi araya.


Fındıklar toplanalı çok olmuş, mısırlar kumul edilmiş, toprak insanoğlunun elinden yakasını bahara değin kurtarmıştı. İlk yağmurlar yağmış, ardından ilkbaharı andırır ılık, güneşli günler başlamıştı. Yazın sıcağına, olanca yeşilini kavrulmuş olarak bırakan toprak, her yıl oynanan oyuna yeniden kanmış, göveriyordu. Tarlalarda kalan fasulye taneleri bitlenmiş, kol atmış, soğan, sarımsak sıskaları filizlenip boylanmıştı. Alev rengine dönmüş çimenler, yer yer göz bebeği gibi dokunsan incinir, taze bir yeşille dalgalanıyordu.

Yaz başında yükseklere, dumanlı dağların üstündeki yaylalara çıkanlar, geceleri dolduran inek böğürmeleri, çıngırak, kemençe sesleriyle dönüyorlardı.

- Yani birkaç ay önce mi?

- O zaman. Hatta sel olmuştu, balık tutamamıştık.


Komutan çocuklarla bir yere varamayacağını baştan biliyordu ya görünür bir şeyler yapmalıydı. Onları gönderdi. Muhtara döndü:

- Bu kadın kim muhtar? Gerekirse herkesi falakaya yatırırım bil. Gönder şimdi köylüleri, konuşup görüşsünler. Bana bir isim getirin.


Bir ölü sessizliğinde dağılan köylüler, caminin ardına, komutanın görüş alanının dışına geçince, sanki uzun bir uykudan ayılmış gibi canlanıyor, değişiyor, yüksek sesle söylenmeye başlıyorlardı.

Askerler de gelen sütü kaşıklamaya caminin mektebine gitti, ortada muhtarla jandarma komutanı yalnız kaldı.

- İstiyorum, dedi komutan. Hem de hemen.

Sesini biraz yumuşattı.

- Falakaya ilk senden başlarım bak.

Muhtarın tüyleri diken diken oldu. Canının acıyacağından daha çok, yitireceği itibarını düşünerek ürperdi.

- Yapmazsın her halde komutanım.

Komutan tıslayarak güldü. Başka türlü bu adamların dilinin çözülmeyeceğini düşünüyor, korkutucu gözükmeye çalışıyordu,

- Görürsün. Şimdi köyün kadınlarını topla buraya. Önce seninkini getir.

Muhtar ağzına gelen "hastır.." ı güçlükle engelledi. Onca peynir, tavuk, yağ taşıdığı komutanın ona kafayı taktığını seziyor, ama ne yapacağını bilemiyordu.

- Benim köroğlu sizlere ömür. Ama ben olsam…

Hışımla baktı subay.

- Sana sormadım. Kadınları getir.

Muhtar rahatsız oldu. İki gündür işinden gücünden alıkonulmaya, itilip kakılmaya katlanan bu adamlar, kadınlarının sorgulanmasından hoşlanmayacaklardı. Onları askerlerin ellerine teslim etmeye razı geldiğinden dolayı, muhtarı da ne yaparlardı, artık Allah bilir. Suskunluk bozulabilir, tatsız şeyler olabilirdi. Komutan delirmiş miydi, bunu düşünemiyor muydu?

Başına geleceklerden endişelense de sürdürdü.

- Üç köy iner o ırmağa, bir biz değil. Ayrıca dere içinden eğlenmeye de gelirler. Belki onlarla gelen biriydi. Bir de oralar denense…


Doğruydu. Bulanlar buralı, diye kadının da olması gerekmiyordu hoş. Yine de subay kabullenmedi hemen. Musalla taşından kalkıp volta atmaya başladı. Mezarlığın kıyısında oturan, beyaz, iri dişlerini gösteren, anlamsız bir gülümsemeyle bakan çocuğu görünce öfkelendi.

- Sen niye gitmedin velet? Yürü!

Hiç aldırışsız oturan çocuk deli etti onu. Bağırdı:

- Git, arkadaşlarınla oynasana!

Çocuk, onu kızdırdığını anlayarak kalktı.

- Ne biçim çocuk bu? Sanki…

Muhtar güldü.

- Çocuk değil o, ben yaşlarda var. Köse deriz.


On üç, on dört yaşlarındaki bir çocuk gövdesine sahip Köse’yi kimsenin adam yerine koyduğu yoktu. Göğsü içeri göçük, sırtı hafiften kamburdu. Tüy adına nesi varsa beyaza yakın sarıydı. Dar alnının hemen ortasından başlayan saçları, hiç budanmayan gür çalılıklar gibi başını sarıyordu. Sakal çıkmayan köse yanakları, parlak mavi gözleri ona iyice bir çocuk görüntüsü veriyordu.


Komutanın önünden geçerken gülümsemesini sürdürdü.

- Sırıtma ulan, diye bağırdı komutan.

Köse, elleriyle yüzünü kapatıp kaçtı.

- Kimin nesi bu ucube? diye sordu muhtara.

-Hiç kimsesi yok. Garip, yalnız, akıl fukarası. Gülmesi ondan. Hayatın sillesini yemiş. Ne boyu büyümüş, ne sakalı.


Komutan askerleri toplayıp diğer köye geçti. Tüm gayretine karşın orda da bir bilgi edinemedi. Kadın, sanki ırmağa gökten düşmüştü, kimdi, belli değildi. Herkes ağız birliği etmiş, köylerinden hiç kimsenin eksik olmadığını söylüyorlardı. Rumlardan, Ermenilerden laf almak daha da zordu. Üstlerine gitmeye de gelmezdi. Hemen Rus ya da İngiliz konsolosluğu devreye girer, İstanbul’u bile ayağa kaldırırlardı. Sıkı emir vardı. Gayri Müslimler, bu tür sorunlarını kendi aralarında aşacak, kendi mahkemelerinde yargılanacaktı. Onların isteği olmadan işlerine karışılmayacaktı.

Sonunda pes ettiler ki, çekip gittiler.

Askerlerin karşı köydeki kilisenin önünde topladıkları kalabalığı dağıtıp dereye inen yola saptıklarını gören Kayış Ömer:

-Gidiyorlar, dedi.

-Sonunda, dedi muhtar. Rahatlamıştı.


Ömer:

-Gene gelmezlerse iyi. Yahu aradığımız şu Köse’nin yanındaki ne olduğu belirsiz kadın olmasın?

-Zevzeklik etme, dedi muhtar hışımla. Başımıza iş çıkaracaksın, yok öyle biri... Hem o kaçıp gittiydi ya...

Yaz ortasında duyulmuştu: Köse, deniz kıyısından bir köyden kimsesiz, sakat birini karı olarak alıp gelmişti. Meraklı kadınlar görmek için gitmiş, ama eli boş dönmüşlerdi. Kadın kapının aralığından şöyle bir görünmüştü o kadar, ne içeri çağırmış, ne yüzlerine bakmıştı. Kapıyı tutmaya çalışan elinin duruşundan belliydi ki çolaktı. Sadece gözlerini açıkta bırakan bir yaşmakla bağlıydı başı. O gözlerden biri de akmış bir beyazlıktı, kördü. Yüzü Arap gibi siyahtı. Gerçi Asiye, o siyahlığın kömür karası olduğunu söylemişse de, Asiye oldum olası iyi görmezdi.

Her ne kadar Köse, nikâhlı olduklarını dese de Cinci Faik’e yeniden nikâh kıydırmaya zorlamışlardı onu. Kadının vekili de Köse’nin uzaktan akrabası Ömer olmuştu. Sonradan, vekili olduğu kadını görebilmek için sık sık Köse’nin evinin çevresinde dolaşmışsa da denk gelememiş, bir tek kez, o da uzaktan, biçimli uzun boyunu görebilmişti ancak.

“- Asiye kimi gördü bilmem, benim gördüğüm kadın, ceylan gibi bir şeydi,” deyip dururdu.

Ayına varmamıştı, evinin etrafında sözde avlayacak tavşan arayan Ömer’i gören Köse, ağlamaklı bir yüzle:

“- Kaçtı gitti,” demişti.

Perişandı, ağlayarak anlatmıştı. Kadın varken olanları, evin tamir ettiği öteberisini, onun için ırmaktan yumuşak yosunlar toplayıp yaptığı yatağı, uzun sohbetlerini anlatmıştı. Ömer, dinlerken Köse’nin derdinin, erkeklerdeki gibi bir kadın isteği değil, farklı bir şeyden, derin bir yalnızlıktan, kimsesizlikten kaynaklandığını hissetmişti.


Muhtar işin ciddiyetini fark etmiş, Ömer'i sıkıştırıyordu.

- Hadi oradan, dedi muhtar. O kadın gideli bir ay ya oldu ya olmadı, oysa ölü, yazdan beri orda. Kadın baktı ki, Köse’de erlik yok, çekti gitti. Adam gibi adamlar karı saklayamıyor, Köse kim? Sen bunu bir de, komutan burada karargah kurar. Falakaya da senin kıçından başlar.

Ömer de durumu algılamış, konuyu açtığına pişman olmuştu:

- Laf olsun işte benimkisi.

- Dur bakayım, dedi muhtar. Nasıl geldiğini gören oldu mu? Yok. Nasıl gittiğini gören de... Dese miydik komutana? İyi de ne olduğu belirsiz bir karı yüzünden komutan herkesi falakaya yatırır ve de öldüreni bulmadan hayatta gitmez. Kesin birkaçımız sakat kalırız. Bırak, Köse’nin ağzını ara yeter.

- Aradım, dedi Ömer. Kaçtı dediğinde aradım. Ağanın fındığını kolluyormuş, bir sabah gelmiş ki karı uçmuş.

- Pek hırlı bir şey değilmiş galiba? Belki de milletin uydurması.

- Ben de duydum. Köçekçe miymiş ne? Zilleri taktığında yer yerinden oynarmış. Öyle de güzelmiş. İyi de Köse’ninkinin gözü kör, kolu çolak, yüzü Arap... Köçeklik kim, o kim?

Muhtar, nerden biliyorsun, der gibi baktı.

- Gören kadınlar dedi. Görmek istedim doğrusunu istersen, ama göstermedi. Eh nikâh vekili değil miydim? Vekili olduğu malı görmeli insan.

Muhtar bir tekme attı ona. Gülerek geri çekilen Ömer:

- Görsem kaçmaz, Köse de yalnız kalmazdı şimdi. Sevabı var işte. Köse, şimdi, her akşam ya senin orda ya da benim ordadır. Ne güzel kurtulmuştuk ondan. Evine gidiyordu, kaç aydır. Şimdi ona bir karı bulmak boynumuzun borcu.

Muhtar sinirlendi:

- Akraban, sen bulursun artık. Zaten anlarsın bu işlerden.


Kadından arta kalanları köyün dışındaki bir çukura atıp örttüler. Hoca bir iki dua okudu. Cemaatte kimse yoktu. Sadece Köse, arkadaki yaban güllerinin arasına sinmiş dua ediyordu.

O günün akşamı Köse, bütün vadiyi, dağlardan denize kadar gören mezarlıkta saatlerce oturdu. Askerlerin köyden ayrılıp ırmağı geçişlerini, dere boyunda gözden kayboluşlarını izledi. Karanlık artıp karşıki dağlar birer gölgeye dönünce kalktı. Geçerken annesinin yeni kazılmış gibi taze toprakla örtülü mezarına göz attı. Yerinden oynamış, tahta baş ayağını eski yerine taktı. Ellerini açıp dua etti. Sonra da akasyaların, Hindistan ağaçlarının gölgelediği yoldan karanlıkta şekilsiz, ürkütücü bir yığın gibi duran eski bakımsız evine gitti. Evin otların, yosunların bürüdüğü hartama çatısı çökmüş, yerevine açılan fırının duvarı yarı yarıya yıkılmış, kuşlara, kertenkelelere yuva olmuştu.

Bir taşın altına saklamış olduğu anahtarı bulup kapıyı açtı. Ağır kapı gıcırtılarla açılırken dışarıya yoğun bir küf, turşu kokusu yayıldı. Raftan aldığı ucu beyaz bir çemberle sarılmış değneği, reçine dolu bir kaba daldırdı. Aynı yerden aldığı çakmaktaşıyla tutuşturduğu kav yardımıyla yaktı. Eski evin dumandan simsiyah duvarları solgun ışığı yuttu önce, sonra şöyle böyle aydınlandı. Kısa sürede ağır kokunun yerini keskin bir reçine kokusu aldı.

Köse, kararsız, pilekinin yanındaki tüylerini yitirmiş pöstekide oturdu bir süre. Duyduğu bir sesle doğruldu. Meşaleden sızan erimiş reçine yere şip şip diye damlıyordu. Teneke bir kutuyu sürdü altına. Çarıklarını çıkarıp odaya girdi. Pencerenin hemen yanında, setin üstünde oturan bir kadın karaltısına bakıp gülümsedi.

- Geldim, çok bekledin mi? dedi.

Başı, gözlerini açıkta bırakan başörtüsüyle sıkıca bağlı, beli peştamallı, çok zayıf bir kadına benziyordu. Işık yaklaşınca, örtünün altında kemikleri bile dağılmaya yüz tutmuş bir kuru kafa göründü. Gözyuvaları bir kuyu gibi karanlık ve boştu.


Köse, bir süre önce annesinin mezarını açmış, dağılmış kemiklerinden arta kalan ne varsa çıkarmış, eve getirmişti.

Pencerenin yanında duvara dayalı, neredeyse tavan kirişlerine değecek kadar uzun tüfeğini aldı. Yerevine döndü. Pilekinin başında oturup temizlemeye koyuldu. Tüfek ona Rusya’da çalışırken ölen babasından kalan tek hatıraydı.

Eskiden insanlar kalkar, kıyı boyu yürüyerek ya da denizden gemilerle, Batum’a, Tiflis’e, Kırım’a çalışmaya giderdi. Yerleşirler, kıyılarda balıkçılık, tütün, mısır tarlalarında işçilik, yarıcılık yaparlardı.

Liman, Rusya’dan gelen uzun boylu, samur kalpaklı, kaftanları dizlerine inen, sürmeli gözlü Çerkezler, yoksul Rus Kazakları, çekik gözlü Kırım Tatarları, pehlivan yapılı Gürcülerle dolardı. Bu insanlar tarım işçiliği bilmeyen, yük taşıyan, ağır işler gören, gemicilikten anlayan, kavgacı, içkici insanlardı.

O zamanlar Köse’nin babası, karısını da alıp Batum’dan ileriye bir yere çalışmaya gitmişti. Köse, orada doğup büyümüştü. Renksiz saçından kaşından mı, Rusya’da doğmasına çok şey yakıştırdıklarından mı ne, Urus derlerdi ona. Ya Köse ya Urus, gerçek adını kendi bile unutmuştu.

Köse pek anımsamıyordu Rusya’yı.

Deniz kıyısında, dönecek babasını beklerken ayaklarının gömüldüğü yumuşacık kumları, açıklarda kelebekler gibi koşturan tekneleri, anasının küfle reçine arası kokusunu ve çalan kilise çanını anımsıyordu.

Babası, bir gün çıktığı denizden geri gelmemişti. Annesi de onu alıp buraya dönmüştü. Harap evi onarmışlar, birkaç dönüm tarlalarıyla, fındıklarıyla geçinmeye çalışmışlardı. Bir süre sonra anne de öksürüklerle ciğerlerini kusa kusa ölmüştü. Götürüp sırttaki mezarlığa gömmüşlerdi.


Köse, annesinin cenazesi götürülürken yoktu, hayvanlarını götürenlere yardım için yaylaya gitmişti. Geldiğinde yaşlı dayısı onu evine almış, annesinin Rusya’ya gittiğini, dönünceye değin onlarla kalacağını söylemişti. Bir şeyler olduğunu sezmiş, elinden kurtulup eve koşmuştu. Ev o güne değin hiç olmadığı dende ıssız gelmişti ona. Algıladığı yalnızlıktan ve çöken karanlıktan ürküp dönmüştü. Mezarlıktan geçerken gördüğü yeni mezarın annesinin olduğunu çok geçmeden öğrenecek, sonra da oradan ayrılmaz olacaktı. Fırsat bulduğu her zaman, soluğu orda alıyor, mezarın dibinde uluyarak ağlıyordu. Otları yolup mezarın içine doğru bir çukur açmıştı çocuk elleriyle. Bazen gece yarılarına değin o çukurda yatıyordu.

“- Mezarı açıyor, çıkaracak kadını,” diyordu köylüler.

Zorlayarak götürmüşler, dayısının kazan zincirine çözemeyeceği bir düğümle bağlamışlardı. Ayvasıl’daki kilisenin papazını, caminin derin hocasını, getirmişler, üç gün okutmuşlardı.

Papazla hocanın ona faydası olmalı ki ağlamayı kesmişti. Düzeldiğini düşünüp çözmüşlerdi ipten. Çok zaman mezarlığa gitmemişti. Daha doğrusu gittiğini gören kimse yoktu. Ne var ki, çok geçmeden yeniden ağlamaya başlamıştı.

Dayısının yaşlı karısı hastaydı. Köse'nin yeri göğü tutan ağlamalarından bıkınca, başka bir akrabasının yanına, oradan başka birine gönderilmişti. Bir yerde barınamayacak gibiydi. Biraz ayaklanıncaya değin damda, ahırda yatmasına izin vermişler, önüne de bir kap yemek koymuşlardı, ama hoşnut değillerdi. Evine dönmek isteyişine ses çıkarmamışlar, o da sevinerek dönmüştü. Artık gecelerin büyük bölümünü annesinin mezarının yanında geçirdiğini kimse görmeyecekti. Arada bir sevabına getirilip bırakılan bir kap yemek, bir parça ekmekle sürdürdü yaşamını. Bulamadığında meyvelerle, zibilankelerin filizlenen uçlarıyla doyurdu karnını.

Köse, yabani ot gibi büyürken, ondan küçük çocuklar boylanıp gelip geçmişti onu. En kötüsü arkadaşları burma bıyık, sakal bırakmaya başladığında onun yüzünde tek bir sakal çıkmadı.

Artık adı unutulmuş, Köse, diye anılıyordu. Urus denilmesi bile, Köse lakabı kadar zoruna gitmiyordu, ama kime anlatacaktı. Bir iki terslenmiş, hiddetlenmiş, arkadaşlarıyla girdiği kavgalardan yenik çıkınca yılmış, değiştiremeyeceği durumuna alıştırmıştı kendini. Artık ona sövülse de gülümsüyordu.

Görülmese de, birkaç kişinin bir araya geldiği her yerde Köse vardı. Hiç öne çıkmaz, bir köşede anlatılanları can kulağıyla dinlerdi. Kimsenin sözünü kesmeden, söze katılmadan, yüzünde aptal bir sırıtmayla sağlıklı dişlerini göstererek, her ne yardım istense koşmaya hazır dururdu. Birini kızdıracak olsa yüzünden korku ve endişe dalgaları geçer, kısa boyu iyice küçülür, bir kedi yavrusu gibi sinerek yiyecek olduğu sopayı beklerdi.

Kimi zaman, küçük çocuklar bahçesine zarar verir, evinin çatısındaki ince hartamaları uçurtma yapmak için söker, kedilerini dallara asarlardı. Başlangıçta derslerini vermeye kararlı, yüzü pancar gibi kırmızı, gözü dönmüş, dişlerini sıkarak üstlerine gitmişse de başa çıkamayacağını çabuk anlamıştı. Çocuklar ona karşı iş birliği yapıyordu. Birine dokunsa hepsi birden mısır kutularına soktukları çivileri ya da tava sapından bozma bıçaklarını sıyırıp üstüne yürüyorlardı.. Anne babalarına da şikâyet etmezdi onları. Etse kim onun yüzünden çocuğuna kızacaktı ki? Ondan sonra kinlenecek çocuklar da yakasını bir daha bırakmazdı. O zaman kiminle konuşurdu. Her şeye alışmıştı ama konuşacak biri olmayışına alışamıyordu. Evde bunalıyor, birini bulabilmek için aklını atıyor, birilerinin evine gidiyor, çoğu kez de kovuluyordu.

Sonunda ona da çözüm buldu. Artık gülümseyen bir yüzle dolaşıyordu.


Günün her hangi bir saatinde Köse’nin evinin yanından geçenler, içerden gelen konuşmalar, kahkahalar duyuyordu. Sanki Köse, bir yığın arkadaşını eve doldurmuş, sohbet ediyordu. Oysa kimse yoktu. İsli duvarlarla, etrafında dolaşan yemeklerle alıştırdığı köyün kedileriyle konuşuyordu. Biri evine gelse, onu azıcık dinlese, neyi varsa vermeye hazırdı, ama kimse gelmiyordu. Kırk yılda bir, süpürge bağlatmaya ya da başka bir işi düştüğü için gelen de kapıdan sesleniyor, içeri girmiyordu.

Köse insana hasretti.


Sonunda biri geldi. Köse’nin derin bir sessizlikte kaybolmuş evine ses geldi.

İlkyazdı, fındıkların toplanmasına daha vardı. Bir gece toprak yerevinde oturmuş, dört yanında oynaşan kedileriyle konuşup süpürge bağlıyordu. Özenle kestiği süpürgeleri yan yana diziyor, demir tarakla tohumlarını ayıklıyor, saplarından sımsıkı bağlıyor, tarayıp dikiyordu. Tarlasının yarısını süpürge ekmişti. Kış boyu süpürge yapıyor, bir ekmeğe, bir tava pidesine dağıtıyordu.


Bir miyavlama duyduğunu sanmıştı önce. Kedilerden biri dışarıda kalmış olmalı, diye düşünmüştü. Nasılsa eve girecek bir delik bulurdu.

Bir süre sonra ses yeniden yükselmişti.

Yerevinin eski bir bezle örtülü camsız penceresinden aşağı baktığında bir şey görememişti. Tarlaya dikili kendirler, süpürgeler rüzgârın önünde nazlı nazlı sallanıyordu. Sonra kapının tırmalanır gibi çalındığını duymuştu.

Elinde sapları kestiği büyük bıçak kapıyı açmıştı. Dış budağın gölgesinin ileri geri oynadığı eşikte, ayırt etmekte zorlandığı bir yığın vardı. Korkmuştu, kapıyı kapatacaktı ki, inlemeyi duydu. Bir kadın sesine benziyordu.

Köçekçeyi o zaman tanıdı. Birilerinden çok kötü dayak yemiş, yaralı, perişan haldeydi.


O gece kendinden geçmiş halde yatmıştı kadın. Köse de ne yapacağını bilmeden başında oturmuştu. Ertesi gün kendine geldiğinde, ayağa kalkmaya çalışmış, ama bir çığlık atarak yere yıkılmıştı. Sağ ayağı kalça kemiğinden çıkık gibiydi. Kolunu da kullanamıyordu.

Kopuk kopuk anlatmıştı. Oyuncuydu. İçkili, erkek eğlencelerinde oynardı. Karşı köylerden birileri, kadını eğlenceye götürmüşler, içerlerken her nedense birbirine düşmüşler, o arada onu da öldüresiye dövmüşlerdi. Kadın ellerinden zor kaçmış, ırmak boyu sürünmüş, buraya ulaşmıştı. Birileri duymasın istiyordu. Bulup öldüreceklerinden korkuyordu. Yalvarmıştı kimseye söylememesi için. Sonra yeniden bayılmıştı.

Köse de korkmuştu. Kadını arayanlar kimlerse, ona da zarar verebilirdi. Ne var ki, yıllardır insansız evinin kavuştuğu bu şenliği ne pahasına olursa olsun bırakmayacak, koruyacaktı.

Önce iyileşmeliydi. Düzelince, nasılsa dışarıda korktuğu birileri olduğu için gitmeyecek, hep onla kalacaktı. Köse de ne bulursa taşıyacak, kedilerinden daha iyi bakacaktı ona. Artık onun da evinde konuşacağı bir insanı olacaktı.

Onu sağaltacaktı, ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Kırıkçı Seher’in yaptıklarını gözünün önüne getirmeye çalışmıştı. Bir kezinde, köpekler tarafından kalçası çıkarılan bir kediyi yarı beline değin hamura yatırmış, bekletmiş, bir zaman sonra da çözmüştü. İyileşmişti kedi.


Kazanla su kaynatmıştı. Kadını soymuş, eskiden fırında pide yapmak için kullanılan büyük hamur kabına yatırmış, sabunlu sıcak suyla bütün bedenini silmişti. Ağlamalarını inlemelerini duymazlıktan gelmişti. Bir iki bağıran kadın sonunda acıdan bayılmıştı. Bedeninin kendine normal gözükmeyen yerlerini çekiştirerek, bastırarak eski haline getirmeye uğraşmıştı, ama çarpık, kemiği derisini zorlayarak dışarı vurmuş kola bir şey yapamamıştı. Büyük bir külekte hazırladığı, mısır unundan hamuru, bulabildiği yumurtalarla karıştırarak bulamaç yapmış, başını dışarıda bırakarak tüm bedenine sıvamıştı. Sonra da annesinin eski yaşmaklarını toplayıp sarmıştı, kadının kırık çıkık olduğunu düşündüğü yerlerini. Günlerce öyle yatmıştı kadın.

Bunları yaparken kadının bedenini merak ve ilgiyle incelemişti. İlk defa bir kadını çıplak görüyordu. Bir ara soyunmuş, yanına uzanmış onun bedeniyle kendininkini karşılaştırmıştı. Kadının biçimli yapısının yanında, içeri göçük, kaburgaları sayılan çelimsiz vücudunu çok çirkin bulmuştu. Onca yara bereye karşın teninin pürüzsüzlüğü, bacaklarının düzgünlüğü onu şaşırtsa da, en çok iri uçları siyah üzüm taneleri gibi kararmış göğüsleri ilgisini çekmişti. Göğüs uçlarıyla oynamış, kaygan tenini okşamıştı.


Kadın, günler sonra kendine geldiği zaman, Köse yanı başında zon iskemlesinde sayıklıyordu. O ayılıncaya değin evden dışarı adım atmamıştı. Korkmamasını, iyileşeceğini söylemiş, sulu bir şeyler yapıp içirmeye uğraşmıştı. Haftalarca başında oturmuş, sıkılmasın diye, öyküler, masallar uydurmuştu onun için.

Kadın da başından geçenleri anlatmıştı. Bu sefer anlattıkları biraz daha farklıydı.


Köçekçe, eğlencelere çoğu yanında silahlı bir adamıyla giderdi, ama o gece yalnızdı. Akşamüstü onu deredeki evinden alan dört kişiyi önceki eğlencelerden tanıyordu. Güvenilir insanlar gibi gözüküyorlardı. Düzlüğe gelmişler, çalıp söylemeye, içmeye başlamışlardı. Köçekçe de kimi kalkıp oynuyor, kimi de yemekte eşlik ediyordu onlara. Her şey yolundayken, içlerinden biri sululaşmaya, kadının orasını burasını mıncıklamaya başlamıştı. Gitgide iyice azıtmış, kadının gömleğini yırtıp zorla çalıların ardına sürüklemeye kalkmıştı. Kadın çığlık çığlığa bağırmıştı bir umutla, ama kimse aldırmamıştı. Adam da susturmak için yüzüne vurmuştu. O arada nasıl olduysa adamın belindeki bıçağı eline geçirmiş, korkutmak için rasgele sallarken karnına saplamıştı. Arkadaşlarını o halde gören diğerleri de kadını döverek bu hale getirmişlerdi. Öldürmeye vurmuşlar, sonra da ırmağa atmışlardı. Suyun etkisiyle olsa gerek kendine gelince, karanlıkta ne yana gittiğini bilmeden sürünmüş, buraya gelmişti işte.


Köse, bir şey anlatılacak kadar ciddiye alınmaktan mutlu, kendinden geçmiş dinliyordu. Söylediği her şeye inanıyor, arada bir onaylamak için şiddetle başını sallıyordu. “Köçekçeyse köçekçe,” diye düşünüyordu. “Herkes bir iş yapardı, iyi kötü. Bu en azından namusluydu ama...”

“- Ben buradayken sana kimse dokunamaz,” demişti. “Kimseye demem, kimse de bulamaz. Bu köyün en namlı adamlarının vuramadığı aynayı iki yüz adımdan vurdum ben, biliyor musun? Bununla…”

Kadına güven vermek için, duvara dayalı uzun tüfeği eline almıştı. Ağızdan dolma, uzun namlulu, ceviz ağacından işlemelerle süslü kocaman dipçiği olan bir Osmanlı tüfeğiydi. Doksan Üç Harbi’nde çok işe yarasa da artık rafları süsleyecek bir hatıra olmuşken, Köse’nin becerikli ellerinde şimdi de iş görüyordu. Ağızdan doldurulan tüfeği taşımakta güçlük çekiyordu, ama bir omuzladı mı uçan kuşu kaçırmazdı. Hem bu becerisinden hem de ne verilirse razı gelmesinden dolayı ağanın fındıklarının bekçisi oydu.


Ona kalsa daha yatmalıydı, ne var ki kadın bunalmıştı. Sertleşip taş gibi olmuş undan kalıbı sökmüştü. Günlerdir yatan bedeni yara, pişik içindeydi. Tuzlu suyla, külsuyuyla temizlemişti kadının yaralarını. Birkaç gün sonra da ayağa kalkacak hale gelmiş, Köse’nin ısıtıp taşıdığı suyla kendi kendine yıkanmıştı. Yaralarının yerleri pembe pembe duruyordu, ama iyileşmişti. En azından kalçası düzelmişti. Bir kolu tutmuyor, bir gözü de akmış, kördü, ama buna da şükürdü.

“- Biraz daha yatsaydın,” diyordu Köse. “Belki kolun da düzelirdi”.

“- Çok çirkinim,” demişti, kadın ağlayarak.

Köse’yse onun yaşamında gördüğü en güzel insan olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, kadını üzeni de anlıyordu. Avutacak söz bulamıyor, boğazı düğümleniyordu.

Kimi zaman küçük cep aynasını çolak eliyle güçlükle tutup kızıl saçlarını tarar, süslenmeye çalışırdı kadın. Yüzünde anlamsız bir beyaz derinlik gibi duran akmış gözüyle görmeye çalıştığını fark eder, içi sızlardı Köse’nin. Onun, kendisinin köse yanaklarına bakıp hissettiğine benzer, ama daha derin, hırpalayıcı bir şeyi yaşadığını seziyordu.


Bir akşam eve döndüğünde, her bir yan tertemiz süpürülmüş, kara ateşte büyük tencereyle mısır ve patates pişirilmişti. Evdeki şenlik hoşuna gitmişti. Çekinerek:

“-Hep kalsan ya, bu ev ses istiyor,” demişti.

“-Ses?..” Kadın tekrarlamış, önce anlamamış, sonra gözleri dolarak ama anlayarak bakmıştı.

Köçekçe o gece odasından çıkmış, yerevinde yatan Köse’nin ot yatağına fırından yeni çıkmış pideleri anımsatan bir sıcaklıkla girmişti. Yanında olmasından çok hoşlanmış olsa da elini sürmemişti ona Köse. Yaşamında kadın deneyimi olmayışı bir yana, doğru da bulmamıştı bunu.

“-Yaptıkların için…” demişti kadın. “Niye uzağa kaçıyorsun?”

Utancından kıvranıp zor konuşmuştu, Köse:

“- Sen daha fazlasını yaptın bana. Konuşacak kimsem olmadı benim.”

Söylerken gözleri dolmuştu. Kadın sevip okşamıştı başını.

“- Şimdi var. Ben kör çolak, sen de… Böyle bulduk birbirini. İyi de erkek değil misin?”

“- Nikâhlım değilsin, el süremem sana.”

Sonra uyumuşlardı.


Birkaç güne varmadan evdeki kadını fark etmişti köylüler. Köse, köylüye kentin oralardan bir yerden kimsesiz birini karı diye alıp geldiğini duyurmuş, camideki Cinci Faik hocaya da vekille -nikâh kıydırmıştı. Bir iki üstünde konuşulmuşsa da, bu bir gözü akmış, Arap yüzlü, kimseyle tek kelam etmeyen, evine gelenle görüşmeyen kadın, ancak Köse’ye yaraşır diyerek unutup gitmişlerdi.

Köse, bir tavuk kesmişti, o akşam. Kadının parmağına anasından kalma, yılan şeklinde bakır bir yüzük takmış, sonra da yatağa girmişlerdi. Sabaha kadar evin kara duvarlarını aydınlatan yer ateşi sönmemişti.

Yere göğe sığmıyordu Köse. Erkekti. O çopur, çelimsiz bedeni, dağ gibi bir erkeği saklıyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş helâyı onarmış, komşulardan bir tencereyle bir tabak almıştı. Irmak kıyısından topladığı en yumuşak yosunlarla yeni bir yatak yapmıştı. Yüzü gülüyordu. Yaranmak, sevilmek için değil, adam gibi gülüyordu. Artık ortalara pek çıkmıyordu, ancak çıktığında hesaba katılması gereken bir edayla dolaşıyordu. Az değil, evli barklı bir adamdı o da.

“- Yaşamda en güzel şey, iki yüz adımdan yüz parayı vurmak, ağa kadar fındığın olması değil. Bir insana, evde seni bekleyen bir sese sahip olmak, en güzeli,” diye söylemişti, Ömer’e.

Birazcık evden ayrılsa özlüyordu.

Her akşam eve büyük bir istekle koşuyor, kuru ekmek ne bulmuşlarsa yiyip uzun uzun konuşuyor, ardından yatağa giriyorlardı. Mutluydu, ne var ki, içinde bir kaygı gitgide büyüyordu. Kadının gideceğini düşünüyordu. Gidecek, birileri onun alıp götürecek, elinden alacaklar ya da bıçakladığı adamın arkadaşları gelip bulacak diye ödü kopuyordu. Gerçi ormanlarda ölen bir adamdan hiç söz edilmemişti, ama kadına, bir ölü bulundu, demişti. Yüzüne birazcık kömür karası sürüp kapanmasını, ola ki gelen olursa kapıyı bile açmamasını öğütlüyordu. Tanıyıp onu bulabilirlerdi. Korkuyordu işte. Bir akşam onu bulamamaktan korkuyordu.

Korktuğu başına gelecekti.

Yaz ortalarında bir geceydi. Günün doğması yakındı. Dağların dorukları, yıldızların solgun bir benek gibi durduğu göğün altında belli belirsiz çizgilerle titriyordu. Uzaklardan bir kemençe sesi geliyordu. Gece boyu ara ara çalmıştı.

Tahsin Ağa’nın Giresun ehiliyle dikili fındıklığı, köyün ortak malı ormanın hemen dibinden başlıyor, Çatlının Kıran’ı, Güvercin Kayaları’nı içine alıp tatlı bir eğimle artık suyu iyice azalmış dereye uzanıyordu. Fındıklığın hemen ortasındaki yüksek çimenliğe dört direk üstüne bir kelif yapılmıştı. Üstü kızılağaç dallarıyla örtülü, her yanı açıktı. Fındıklık tabak gibi önündeydi. Ay varsa ocakların arasına giren kedi bile gözden kaçmazdı.

Köse, kelifte oturmuş, uzun tüfeğini dizine yatırmış fındıklığı kolluyordu. Çakır aydınlık değilse, fındığı dallarıyla bile götürseler görme şansı yoktu. Gene de o, bekçi olduğundan bu yana tek gaga çalınmamıştı dalından. Hırsızlar onu, hele iki yüz adımdan hiç şaşmayan, bir ağacı kalbura çevirecek tüfeğini hesaba katıyorlardı.

Zaman zaman tüfeğini kuşkulandığı yöne çevirir ateşlerdi. Geceyi parçalayan seslerle küçük bir top gibi patlardı silah. Görmesi gerekmezdi. Nişan aldığı her neyse kaçamazdı. Gez, göz, arpacık diye çöktü mü tetiğe, ertesi gün oradan geçenler ya bir yaban domuzu, ya da bir köpek ölüsüyle karşılaşırlardı. Barutu, saçması da ağadan olduğundan hiç sakınmadan ateş ederdi. O yüzden işi olan da o yöreden geçmezdi.


Bir kezinde caminin önünden nişan almış, çeşmenin üstündeki bir incirin dalına takılı küçük aynayı, tek atışta paramparça etmişti. Herkes şaşkınlıktan dilini yutmuştu. Gerçi köyün sözü geçenlerinin yanında yaptığı bu gösterişten dolayı pişman olmuştu ya, sonradan işine de yaramış, ağanın kapısında fındık bekçisi olmuştu.

Aynayı vurduğu zaman köyün en bıçağı kesenlerinin gözlerinde beliren şaşkınlığı anımsayınca neşelendi. Kapanan göz kapaklarını ovaladı. Kalkıp kulübesinden aşağı indi. Direğin dibindeki toprak testiyi alıp başına dikti. Tiril içliğine sızan sular ürpertti onu.

Aşağılara baktı. Dikkat edince fark etmişti. Kemençe sesi durmuştu. Nereden geldiği, yön değiştiren rüzgârdan anlaşılmıyordu, ama Köse’nin kulakları keskindi. Uçansu’yun üstündeki düzlükte olmalıydılar. Kadın kahkahası, kalabalık erkek konuşmaları duymuştu. Sonra hepsi kesilmişti.

Ancak bir silah mermisinin erişebileceği kadar uzak, ırmağın derinlerinde insan kolunun saramayacağı ağaçların arasındaki Uçansu’dan buraya ses gelmesi inanılmazdı. Rüzgârın oyunu da olabilirdi. Yel, zaman zaman öyle dalgalarla, girdaplarla alır taşırdı ki sesi, yanında konuşulan, dağları dolaşır döner gelirdi de, insan uzaklardan geliyor zannederdi.

Her halde kadın oynatıyorlardı. Kim olduklarını düşündü. Dağların içindeyse Rum ya da Ermeni eşkıya olabilirdi. Daha yakındaki ırmaktaysa, ancak köyün bileği güçlüleri yapabilirdi böyle bir işi. Az da olsa başka köylerden, dere boyundan çıkıp ırmak içinde eğlenenler çıkardı, ancak ortalığın karıştığı şu günlerde pek akıl karı değildi. Hele kadın almak gelmek…


Köçekçe oynatmak, beylerin, ağaların işiydi. Masrafını karşılayabilmek, getirdiğin kadına sahip çıkmak, birilerinin gecenin içinde çalacağı kurşuna göğüs gerebilmek gerekti.

Şu dumanlı dağlara kadar kimsenin onun kadar bir köçekçeyi bilmediğini, tanımadığını düşündü; gururlandı.

Bu geceden tezi yoktu. Eve gidecek, kümesteki tek horozu kesecek, görkemli bir bey sofrası hazırlayacaktı. Pilekide ateşi dağ gibi yakacaktı, sonra da ondan oynamasını isteyecekti. Oynar mıydı? Bir kere oynamak istemiş, Köse kızınca sinmişti. Farkındaydı, Köse’nin kedileri, annesini sevmesi gibi kadın da köçeği seviyordu.

Evini özledi. Şimdi çıksa gitse, duyurmadan kapıyı açıp girse yanına, sokulsa sarılsa… Gerçi son günlerde artık eskisi gibi yanında yatmıyordu. Belki de oynamasına razı gelmedi, diye küsmüştü. Gidince, hadi oyna diyecekti, istediğin kadar oyna.

Vahşi bir kuş ötüşü duydu. Herhalde aç bir yılan bir kuşun yuvasına girmişti. Irmaktan gelen ötüş uzadıkça uzadı. Tüfeğini aldı, bekçi kulübesinden ayrılıp evine doğru yürüdü. Yarı yola geldiğinde bile ırmaktan gelen kanat şakırtıları, ötüşler kesilmemişti. Sonra o kemençe, sonra kahkahalar, bağırmalar… Köse’nin içi sıkılıyordu.

Kaç gündür sıcaktı. Gecenin serinliği baygın yaprakları diriltmeye yetmemişti. Dört yan çatır çatır kurumuş, kav kesmiş, ırmak minik bir sızıntıya, bir ıslaklığa dönmüştü. Yine de kızılcıkların ardında, büyük kayanın hemen dibindeki göl canlıydı. Suçullukları suyun içinde keyifli keyifli dolaşıyor, yumurtadan çıkan su sineklerini, kurbağa yavrularını sivri gagalarıyla topluyorlardı. Uykusundan edilen büyük kurbağalar, böcekler önlerinden hızla kaçıyordu. O saatte gölcüğün tek egemeni kuşlardı.

Birden durgun göl fokurdamış, kaynamıştı. Kuşlardan biri suyun içine çekilmiş, deli gibi kanat çırpmaya başlamıştı. Kıyıya çıkmaya çalışıyordu. Bir ara bütün gücüyle havalanmayı denedi, yükseldi. Bir bacağını ağzına almış iri bir su yılanının gövdesi güneşin ilk ışıklarında bir kılıç gibi uzadı. Kuş, yılanın ağırlığıyla tüyleri dört yana savrularak suya düştü. Ayağı kopup yılanın ağzında kaldı. Kan kokusunu alan yılanlar birbirine dolanarak, çılgınca kanat çırparak kıyıya atılan kuşun peşinden fırladılar. Kuş kanlı bir tüy yumağı olmuş çırpına çırpına, peşindeki yılanlardan kurtulmaya çalışıyordu. Arayı epeyce açmıştı ki sürdüremedi, yığıldı kaldı. Derin soluklarla yatarken sazlıkların arasından süzülen bir başka yılan onu olduğu gibi kaptı, suyun içine sürükledi. Çırpınışları bitinceye değin suda sakladı. Sonra da bütün olarak yuttu. Uzun sürecek hazmı için bir nilüfer köküne dolanıp yattı.


Güneş doğduğunda gölün üstü durgundu. Deminki kanlı kavgadan bir iki tüy, yağlı bir ıslaklık gibi duran birkaç kan damlası dışında hiçbir şey kalmamıştı..


Köse, evine ulaştığında ırmaktaki kuş ötüşleri de, dağdaki kemençenin sesi de kesilmişti. Gece, dümdüz bir dinginliğe teslim olmuş sabaha dönüyordu. Kapıyı açıp giremeyeceğine üzüldü. Kapı ancak içerden kargaburnu kaldırılarak açılırdı. Küçük pencereden o bile sığmazdı. Fındıkların, akasyaların içinden evine saptı.

İçindeki sıkıntı artıyordu. O, bekçilikteyken kadına bir şey olacağını, eve gittiğinde bir canavar olmuş, onu yutmaya hazır yalnızlıkla karşılaşacağını sanıyordu. Geçmişte, iyi tanıdığı kimsesizliğe dayanmıştı, ama artık insanın tadını biliyordu, kaldıramazdı. Kapıdan içeri girip her şeyin yolunda olduğunu görünceye değin de sürüyordu korkusu.

Yamaçtan evine sapan küçük patikaya girdiğinde yüreği duracaktı. Kapı açık geldi ona. Daha önceleri de öyle sanmış, yokuşu koşarak inmiş, sonradan gölgelerin kendine oynadığı oyuna eşikte oturup gülmüştü.


Hızlı adımlarla ana yoldan evine indi. Kapı kapalıydı, sevindi. Çalmak için eliyle dokunduğunda ağır meşe kapı gıcırdayarak arkaya yaslandı. Yüreği çılgın gibi çarparak eve daldı. Çarıklarını çıkarmadan elinde tüfek odaları dolaştı. İçi ot dolu yer yatağı yayılmış, külsuyu ve sabun kokan tiril çarşaflar açılmadan baş ucuna konmuştu. Diğer odaya, evin hemen bitişiğindeki kapısı bir çuvalla örtülü helâya baktı. Yoktu.

Kapının eşiğine çöküp ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı.


Tarladan gelen bir hışırtıyla başını kaldırdığında gördü kadını. Mısırların arasından çıkıyordu. Dağınık saçları açıktı, entarisinin önü açılmış, bir göğsü hemen hemen dışarıdaydı. İlk anda sevindi onu bulduğuna, ama yerini en sevdiği kedisi öldürülmüş gibi bir duygu aldı çabucak.

Evin önüne gelinceye değin fark etmedi onu kadın. Görünce de dondu, dizleri çözülmüş karşısına çöktü. Konuşmadan baktılar birbirine.

Köse kalktı, içerden kadının Trabzon bezinden gömleğini getirdi, üstüne attı.

- Biri geçer yoldan, dedi.

Kadın konuşmadan giydi gömleği, topladı üstünü başını. Köse yere tek dizi üstüne oturmuş, tüfeğine dayanmıştı. Yüzüne bakmamaya çalışan kadından gözlerini ayırmıyordu. Öyle durdular. Ağacın birinden kalkan kargaların kanat sesleri dört yanı doldurdu. Bir yerlerde bir horoz öttü.


Sonunda kadın başını ona çevirdi. Köse’nin mavi gözleri kararmış içten içe kaynıyordu. Yüzü kaskatıydı. Rengi sanki durmadan kızarıyordu. Bakışları karşılaşınca konuşmak zorunda kaldı.

- Beni zorla götürdüler. Sen çıktıktan az sonra kapıyı çaldılar. Sen sandım, açtım.

- Kadınlık iyi, dedi Köse. Hep bir isteyenin çıkar.

Kadının bakışlarından söylediği anlamsız geldi, güldü. Sonra tüfeğin ucuyla dürttü onu.

- Kalk! dedi.

Tarlayı gösterdi. Kadın yürürken bir yandan ağlıyor, bir yandan anlatıyordu.

- Dört kişiydiler, ne yapabilirdim? Anladığımca vurduğum adam ölmemiş, demiş birilerine. Sense öldü, demiştin.

Duymazlıktan geldi, Köse. Ne diyebilirdi ki, gitmeni istemediğim için öyle dedim mi, diyecekti?

- Kimdiler? diye sordu.

- Tanımadım ki, yüzleri kapalıydı.

- Artık oynamam, demiştin.

- Bana dokunmadılar diyorum.

- Nerden belli. Sonra dalgın dalgın yineledi. Bana artık oynamam, demiştin.

- Ay halimdeyim, dedi kadın. O yüzden dokunmadılar, oynamadım da.


Köse fındıklıkta duyduğu kemençe sesini, kahkahaları anımsıyordu. Onlarla çok mutlu olmalıydı kadın. Demek ki onu beğenmişler, körlüğüne, sakat koluna aldırmamışlardı. Artık niye dursun, niye katlansındı Köse’ye? Onun yanında hiç kahkaha atmış mıydı? Bir kez ağız dolusu güldüğünü bile anımsamıyordu.

Adamları kıskandı Köse:

- Gülmeni duydum. Benim yanımda hiç gülmezdin?

- Oynamamı bile istemezdin.

- Oynamak için gittin. Sen gittin, kimse zorlamadı. İçin çağırdı, güleceğin, oynayacağın yere çağırdı seni.

Durup aydınlanan dağlara baktı.

- İçindeki or..pu çağırdı seni.

- Ben or..pu değilim, dedi kadın şiddetle. Bir insan yüzü görmeden, bir soluk almadan evde oturmak kolay mı? Ben oynadığım zaman…

Köse onun nasıl dans ettiğini hiç bilmediğini düşündü. Bir gece kadın ateşin başında otururken birden kalkmış, eteğini beline sokup yalımların, gölgelerin duvara çizdiği bir iki dönüşte bulunmuştu ki, Köse başını dizlerinin arasına gömüp:

- Sevmedim bunu, diye homurdanmıştı.

Nasıl anlamamıştı? Kendisi nasıl süpürge bağlamayı, tüfeğiyle avlanmayı seviyordu, kadın da erkeklere oynamayı seviyordu. Kim bilir o oynarken, erkekler, ter içindeki kıvrak bedenine nasıl bakıyorlardı, ilgiyle, hayranlıkla? O da ne kadar mutlu oluyordu?

- Köçekliği, oynamayı çok seviyorsun, değil mi?


Yumuşayan sesine, geri gelen çocukluğuna ümitlendi kadın. Tek gözü, acıklı bir biçimde büyüye büyüye anlatmaya çalıştı.

- Başka bir şey bilmedim ben, dedi. Annem de köçekçeydi. Sen, nasıl iyi süpürge bağladığında seversin kendini, öyle işte. İki yüz metre uzaktaki aynayı vurmakla övünürsen, öyle... Ben de izleyen kendinden geçtikçe övünürüm. Çağırsalar duramam. Durmam, açlığa dayanmak gibi bir şey. Oynamazsam ne işe yararım ben?

- Kimdiler? Ermeni, Rum mu?

Hoca, camide nikâhlarını kıydıktan sonra, ne zaman Köse, bir yere gitse, bir adam dolaşırdı evin çevresinde. Boylu poslu, çakır gözlü, bıçkın bakan bir adamdı. Çok bir zaman saklanmıştı ondan. Sonra bir gün kapıyı açıp,

“- Kimsin sen?” demişti.

“- Ben Ömer’im,” demişti adam. “Senin nikah vekilin.”

Dese miydi şimdi, adamların biri akraban Ömer’di diye?


Umut gibi sormuştu, Köse. Öyle olsa belki vazgeçecekti. Çevrede çoğalan Ermeni ve Rum eşkıyası olsa, belki bir daha yineleyemezler, en azından kimsenin haberi olmazdı. Ama köyden birileri varsa işin içinde, artık onları kimse durduramazdı.

- Rumca konuşuyorlardı. Ama…


Azıcık Rumca bilen herkes, onların Türk olduğunu anlardı. Başları poşularla bağlıydı. Karanlıkta yüzleri seçilmiyordu. İçki şişesi elden ele dolaşıp bitmeye dönünce ne poşu kaldı, ne de gizli saklı. Arada bir kullandıkları bozuk Rumcayı bir yana bırakıp Türkçe konuşmuşlardı. Başlarında Ömer vardı. İki de bir:

- İşe bak, ağa da yok bu saltanat, bizim Köse evde köçekçe saklıyor, diyordu.

Kadın başlangıçta çekingendi. Kırık kolundan, akmış gözünden utanıyordu. Bir iki ortada döndü. Sarhoş erkeklerin onun kusurlarına aldırış etmediğini fark edince rahatlamıştı. Bir ara oturup bir kadeh de o içmişti. Artık her şey eskisi gibiydi. Ayakları yere değmeden dans ediyordu. Diğerleri Uçansu’ya elini yüzünü yıkamaya gittiğinde, erkeklerin biriyle hemen ateşin başında yattı. Sırt üstü çimenlerin üstünde uzanırken ağlamıştı.

“- O pis cüceye nasıl katlandım, Allah’ım?” diye mırıldanmıştı. O zavallı bedeniyle üstünde çırpınmalarını anımsıyordu. Kararlıydı. Yarından tezi yok çıkıp evine gidecekti. Nasılsa bıçakladığı adam ölmemişti.

“- Bir yerin mi acıdı?” demişti, adam şaşkınlıkla.

“- Yok, demişti. Yok, bir şey.”


Onları tanıyordu, ama ele vermeye hiç niyeti yoktu. Kim oluyordu bu cüce, ona neydi?

- Dön, dedi, kadına Köse.

- Öldürecek misin beni?

- Seni içimde öldürdüm. Yolu yok başka. Şahadet getir.

- Delirdin mi sen? Bırak beni gideyim. Neyinim ben senin ki?

- Karım.

- Onu sen çıkardın, millete karşı öyle diyelim diye.

- Andımız vardı, namusumdun. Yapmayacaktın. Dua et.

- Boşa beni, diye yalvardı kadın. Üçten dokuza kadar şart et, boşa.

Köse sıkıntıyla başını salladı. Gözleri yaş içindeydi.

- Sen benim evimdeki sestin. Vermem seni. Dua et!

Tüfeği doğrultmuştu.

Dağların arasından doğan güne, gökyüzünde nazlı nazlı beliren maviliğe doğru ellerini kaldırdı kadın. Bildiği bütün duaları okuyordu. Ne var ki çok değildi bildikleri. İki eliyle yüzünü sıvazlamak için kaldırdığı anda vurdu onu. Sağ kürek kemiğinin altından girdi kurşun.


Kadın, sırtından girip koca bir delik açarak göğsünden çıkan saçmaları yediği anda bir kütük gibi düştü. Çırpınmadı. Ayakları suyun dışında, belden yukarısı suyun içindeydi. Köse, hiç bakmadı, koca tüfeğini bir kavak kerestesi gibi ardında sürükleyerek uzaklaştı.


Biraz önce bir suçulluğunun kopardığı bacağını yutan yılan, kirpi, bilcümle hayvan, suya karışan kanın kokusunu çabuk aldılar. Otların, dikenlerin arasından çıkıp ona yöneldiler.

*

kitap hakkında:

(tıkla)



PAZAR KİTAPLARI:



Şenol Yazıcı,

Öykü, ATP Yayın pazarlama,

ADA KİTAP 2006 İSTANBUL


86 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

UZATMA

1/3
bottom of page