-pazar kitapları-
Şenol Yazıcı,
Roman,
*
Bölüm 7
" "Son Kez Mavileşti Gökyüzü""
/
roman
/
"Son Kez Mavileşti Gökyüzü"
Gün bir maviliğe sarılmış usul usul sallanıyordu. Havada sararacak ot, devşirilecek başak kokusu vardı. Aşağıdaki dere, çevresindeki görüntülerin yansımalarıyla canlı, kırık bir ayna gibi paramparçaydı. Kimi bir bulut, kimi mavi gökyüzü, kimi iki zavallı söğüt...
Öğretmenle misafiri okulun az ilerisinde, dereyi gören bir sırtta oturmuşlar, konuşuyordu.
Hülya, olaylardan, öldürülen arkadaşlarından, açılmayan okulundan yorulmuş, bırakıp ayrıldığı köy öğretmenliğine dönmüştü. Başlangıçta zor alışmıştı. Öğrenciliğini, kent yaşamını, arkadaşlarını çok özlüyordu, kaç kez dönmeyi de düşündü. Ne var ki dünyayla tek bağlantısı küçük radyosundan duydukları hiç de iç açıcı değildi, her şey daha kötüye gidiyordu. O korku dolu günleri bir an önce unutması gerektiğini fark ediyordu. Gökçe gibi mektuplaştığı birkaç kişi dışında geride kalan arkadaşları, gitgide birer sisli fotoğrafa dönmüştü.
Hiç beklemediği bir anda bir gün önce, akşama doğru çıkıp gelmişti Gökçe. Köyün muhtarını yanına almış, eliyle koymuş gibi bulmuştu köyü ve onu.
Muhtar, yüzünde altın dişini gösterecek kadar geniş bir gülümseme:
- Hoca hanım gözünüz aydın, ağabeyiniz gelmiş, demişti.
İyi akıl etmişti bunu Gökçe. Köylülerin şehre indiklerinde kaldıkları otele uğramış, havalar ve yol iyiyse haftada bir kez gelen minibüsü beklemişti iki gün. Orada muhtara rastlamıştı. Dedikodu olmasın diye, ağabeyi olduğunu söylemişti demek ki.
Şimdi derenin tam üstünde, yukarılara doğru iyice kahverengileşen bozkırın başında, tek başınalığıyla tuhaf bir yalnızlık yayan yaşlı ahlat ağacının dibine oturmuşlardı.
Okuldan, ortak arkadaşlarından, olaylardan, ülkenin durumundan, en çok da Mavi Kız’dan konuşuyorlardı. Bir ara Hülya, cebinden sararmış bir kâğıt çıkarmış okumaya başlamıştı. Gökçe, önce anlamamış, sonra tanımıştı, Mavi’ye çok önceden yazdığı mektubu.
“... Ve bilirsin sevgili,
Tüy kesen bir kılıç ağzı gibi incecik bir ışıktır önce, ardından kıyamet orduları gibi ağarak dört yana, Mavi gelir, ışık gelir. Bekle!
Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır. Bekle, hep sürmez bu zemheri, düşer cemre. Durur fırtına, mavi kız. Yüklenir zulmünü, bir minik kardelene yenilir, gider, bu kar ve buz,
Önce yalnız bir atlı gibi öyle aydınlık ve beyaz, ulu dağların doruklarında gelir. Yürek kaldıran, kanat açtıran bir eski zaman atlısı gibi dolanır karanlıklarını memleketimin, ses olur dev ıssızlıklarında, bir müthiş ışık olur, bekle şafak gelir.
Onurunla dikil ayaklarının üstünde, daldır köklerini toprağa, bırak öte yüzünden çıksın yer kürenin, ancak, o zaman bahar gelir.
Bekle Mavi Kız, o günü bekle.
O gün geri döneceğim. Müthiş serüvenleri yaşamış, ama artık yorulmuş ihtiyarlar gibi, seninle kalacağım..."
Kız kâğıdı katlamış cebine sokuyordu.
Düşünmek için doğru bir başlangıç bulamadan, geçmişi içi gözükmeyen bir çuvalı karıştırır gibi karıştırdı. Sürdüremedi.
- Anımsamıyorum. Bir akşam...
Erguvani bir akşamda, sığırcık sürüleri, Çankaya sırtlarından çığlık çığlığa akıyordu, sokaklar beklenmedik yağmurlarla toprak kokuyordu ve her bir şey maviydi.
"- Sizi Dil Kurumuna götürürüm," demişti.
Hiç umursamaz gibiydi,yerdeki kâğıtlara tekme atıyordu. Gelseler de olurdu, gelmeseler de; öyle duruyordu.
Oysa yüreği doludizgin koşuyordu. Kantinde derste şöyle bir bakıp tüm dünyasını maviliklere saran kız olmaz der miydi?
Onca kız varken, o kız özel bir yere oturdu kaldı sonrasında. Çıkarmak da istemedi hiç.
Ona yaklaşırken niye hep korkak, hep hep...
"- Arkadaş'ı seyrettin mi? Harikaymış."
Yılmaz Güney, yeni bir solukla geri dönüyordu; herkes dönüyordu. 1975'te, aydınlık yüzlü kim varsa, sokaklara dökülmüş, elinde bir uzun fırça yıldız çiziyordu, mavi gök çiziyordu.
Onunla bir karanlığı bölüşmek sevimliydi.
Gökçe, zenginim demişti, sokaklarda dilenen annesini bir yana atıp. Güzel giyimli insanların oturduğu, çiçekli bahçelerle sarılmış evlerde ışıklar yanardı. Onların bir parçasıymışlar, oralarda büyümüşler gibi çevrelerinde dolanır dururlardı.
Dalları göklere ağmış, salt çiçek bir ıhlamurun gövdesine sığınıp, sanki öyle denk gelmiş, sanki suçlusun, deseler inkâr etmeye hazır, dudaklarından öpmüştü onu. Tepkisinden kaygılıydı, ama kız, uzun kirpiklerini devirip mavi gözlerini çağlayanlar gibi akıtarak gülümsemişti.
"- Adın ne güzel. Gökçe Işık. Kim taktı?"
"- Dedem. Beğenmedin mi?"
"- Olur, mu, çok ilginç."
"- Seninki daha ilginç: Mavi Kız."
"- Bizde doğal, bir benzerlik kurup derler. Ak Kız, Ak Gül. Benim gözlerim mavi diye, Mavi Kız olmuşuz. Şimdi neyse de, ilerde, evlendiğim de filan yani... Azıcık uymaz olacak sanki. Sevmedin mi?"
Sadece adını değil, bin türlü şeyi... der gibi sormuştu.
Dere dümdüz ovada ne yana aktığı belirsiz, ama tek yaşam kıpırtısıydı. İnsansızlıkta bir ses, ıssızlıkta ayna ayna kalabalık akıyordu.
Gökçe huzursuz düşünüyordu.
" Şimdi ne vardı, o mektubu çıkarıp gösterecek? Sanki hiç unuttuğum mu var? İnsan tüm yaşamında bir doğru dürüst iş yapar da unutur mu? Mavi Kız'ı anımsatacak, saplı duran bıçağı yarada çevirecek ne vardı şimdi?"
Unutmaya çalıştığı için de utandı. Unutmak çözüm değildi belki, ama yüreğin de nefes almaya hakkı vardı, unutmak belki de en çok oydu.
Yine de konuyu değiştirmek istedi:
- Tuhaf değil mi? Belki elli yıl, belki yüzyıl önce, bir fındığın, bir mısırın ardında ömür sürükleyenler, ipek böceği yetiştirirmişiz. Kızlar, daha el değmemiş, daha sevgilice öpülmemiş göğüslerinin arasında ısıtırmış kozayı aylarca. Anam derdi ki…
Kız ağacın cılız gölgesinden aldı yüzünü, güneşe çıktı. Çıplak ışıkta, genç yüzündeki çizgiler çoğaldı.
- Bana baksana sen, ne bu? Birden ipek böceği nerden çıktı?
Anlar bir tavırla gülümsedi kıza. Kız yine de başını çevirdi, küstü.
- Hülya! dedi bir kez. Yanıtsızlıkta oyuna çevirdi. Hülya! Hülya! Hülya! Daha bağırayım mı?
- Adımı mı, ezberliyorsun, ne var?
“Niye küsüyorsun, böyle beklenmedik, bilmiyor muyum?” diye düşündü, Gökçe. "Geldim geleli, bulup buluşturup onu anımsatman, beni denemen, sevişmenin orta yerinde, Mavi Kız'a benziyor muyum, demen..."
- Oynar mıyım seninle? Birden öyle anımsadım, düşünürken. Ne kadar olağanüstü değil mi ama? Karadeniz'de ipek... Kimse sözünü etmiyor. En pis işlerini unutmazlar da. Dağ taş dutlukmuş o zaman.
“ İnanmam mı, gerekli? Başka seçenek yoksa..." dedi, Hülya kendi kendine. "Büyütsem öfkemi ne olacak? Desem ki, okulda hep ışığın önündeydim, hep gözünün önünde, baktın mı? O yoksa eğer ya da durduk bir kavgayla ayrıysanız ya da sevdanızı yenilemek, büyütmekse derdiniz o zaman baktın bana. Ben, sizin ayrılıklarınıza bir umut diye yelken açtığımda, sen ayrılığa dayanma gücü buldun bende sadece. Onu beklemeye dayanma gücü. Her şey tuz buz olunca, bırakıp öğretmenliğe dönmeye karar verdiğimde, gün akşama dolaşmadım mı, Siyasal'ın önlerinde. Dur, gitme, diyemez miydin?”
- Biz, tam yüreğimizden yirmilik bir kiriş çivisiyle, Ankara'ya çakılmışız, demiştin.
Dereyi izleyen delikanlı, bağlantıyı kuramadı, şaşkınlıkla baktı kıza.
- Siyasalın önünde, gidiyorum, dediğimde öyle demiştin: Unutamazsın, Ankara'yı demiştin. Ayrıca seni unutmayacağım, demiştin.
- Unuttum mu? Unutsam burada olur muydum?
Kız önceden de düşünmüştü, beklenmedik gelişinin nedenini: " Burada olman kim bilir niye? Kentler artık insan avlanan ormanları geçmiş. Belki de bir şeylere karıştın, ortadan yok olman gerekli. Niyeyse, gelişine ne sevindim bir bilsen." Düşündü, ama seslendirmedi.
Kız bunaldı, sustu. Erkek dönüp dikkatle aklından geçenleri anlamak ister gibi inceledi onu. Güneş, kim bilir ne zaman kına yakılmış saçlarda alev çemberiydi şimdi. Kaynayan gözlerine, esintiyi kapmış bir buğday tarlası gibi içten içe dalgalanan yüzüne, titreyen dudaklarına baktı. Ayrıntılara değin egemen olma gayretinden, böylesine önemsenmekten hoşlandı. Yine de bu sorgulamalarda rahatsız eden bir şey vardı.
- Burada çok zamandır tatmadığım bir huzuru yaşıyorum. Sanki yarın hiç olmayacak. Yarın olmayınca da dertlenecek bir şey kalmıyor, farkında mısın?
- Anlıyorum, dedi Hülya. Ama beklediği değildi, anladığı.
" Anlıyorsan niye yalan söylemeye zorluyorsun beni?"
Uzanıp kızın omuzlarından tuttu, kendine çekti.
Dizlerinin üstüne yatmaya zorladı.
- Gel, yanağını avucuma uzat ve öylece gözlerini kapa.
Öyle gözleri kapalı sordu, Hülya.
- İnsan iki kez sevemez mi? Mavi Kız'ı sevdin diye bir başkasını sevemez misin, örneğin?
- Bilmem, neden sevmesin? Gerçi Mavi başka, bir ölü o. Bir ölüyle kimse rekabet edemez. Sevilen ölüler adına müthiş bir şanstır bu. Bir başkasını sevsem bile, Mavi hep olur. Seversin tabi, insanın temel özelliklerinden bu, belki en önemlisi, ama sadece bir özelliği. Aynı anda başka insanları da sevmiyor muyuz? Anneni de seviyorsun, sevgilini de, kardeşini de. Neden olmasın?
- Bence, dedi kız. Bu yalanı erkekler üretti. Bir kez sevmek yanılgısına düşen kadını tutsak etmek için üretilmiş bir yalan. Böylece kadın koşullanıyor. Öyle de, giderek erkek de kendi söylediğinin tutsağı olmuş.
Öyle durdular. Erkek dikilip köye baktı.
- Otların yükseltisi bizi saklar ya, biri çıkıp...
- Bu çok yüksek, ayrıca buraya pek gelmezler, dedi kız. Gelseler de bizi kardeş biliyorlar nasıl olsa.
"Birileri görür mü? Görüp bu yerden bitme kardeşliği düşündüğü yere oturtur mu? Öğretmen hanım gün ortası, köy ortası aşna fişne yapıyor der mi? Desin. Yalnızlığımı, ne kadar sevmek zorunda olduğumu kim anladı? Gidecek biliyorum, gene gidecek. Sonra…”
Sonralara deli oluyordu. Haklıydı Gökçe. Yarın, mutlak güzellik değilse, eskimeyen, tükenmeyen güzellik değilse yarın, hiç olmazsa da büyük bir eksik değildi. Doğrulup oturdu.
- Yarın olmayınca gerçekten hiçbir sorun kalmıyor.
.- Dediğime aldırma. İnsanın görevi yarını güzel kılıp yaşamak, bunun için savaşmıyor muyuz?
- Sanki hiç başaramayacağımız bir kavga bu. Baksana her bir yan genç ölüsü. Devlerle savaşa durmuş çocuklar gibiyiz. Şakası yok bu işin, tüketecekler bizi. Yarın olacaksa bile, hiçbirimiz görmeyeceğiz.
" Sanki devlerle savaşan çocuklar gibiyiz. Biz, teker teker yok oluyoruz, ama onlarda bir tek çentik açamıyoruz. Oysa söylencelere bak, devler hep yenilmiştir insanoğluna. "
Bir yürüyüş başlangıcındaydılar. Kol kola girip ana caddeyi kaplamışlar, sloganlar atarak devlerle savaşa gidiyorlardı. Bütün sorumlular, yetişkinler, evlerinde, sıcacık yataklarında, tatil sabahının zevkini çıkarırken onlar, binlerce çocuk, yürüyerek sokakları aşındırmaya gidiyorlardı. Yürüyerek, bağırarak yanlış buldukları ne varsa düzelteceklerdi. Seslerini, derin uykularında uyuyan büyüklerine duyurabilirlerse düzeltmelerini isteyeceklerdi.
Gök yağmura kesmişti. Dalga dalga ıssız caddeler boyu, dört yanları polisle kuşatılmış, duyması gerekenlerin camları sıkıca kapalı, yürüdüler.
Yağmur, onları bozgunda yakaladı. Ara sokaklarda sığınacak bir yer arayarak kaçıyorlardı. Polisler, yeri göğü sarsan metal çığlıklarla panzerler üstlerine geliyordu. Mavi kız topal bir ayak gibi, ama hiç vazgeçmeyen bir ayak gibi koşuyor ve ağlıyordu. Orda, bir soluk alabildikleri, hanımellerinin arasında, gözyaşları gülmelerine karışarak demişti:
"Devlerle dövüşen çocuklar gibiyiz."
Hülya’yı da anlıyordu. Umutla başladığı okulu bırakıp, can azizdir, diyerek ki, can koşulları oluşmazsa hiçbir şey değildi aslında, bu dağlarda yalnız keşişliğe özenmek kolay değildi. Kolay olsa bırakıp üniversiteye gider miydi?
"Umutlarımızı yiyorlar," demişti Gökçe'ye yazdığı mektuplarında." Kimse buraya öğretmen olarak gelmiyor, gelen durmuyor. Bense onları ışığa götürecektim, o umutla... Onlarsa ışık istemiyorlar ya da ışıkları başka..."
Doğruydu, bu insanların ışıkları başkaydı. Yaşamak, sağ kalabilmek tek istedikleriydi. Bin yıldır bu köyden bir tek okumuş çıkmış mıydı? Daha bin yıl geçse de çıkmazdı. Tek beklentileri ölmeden bahara, sıcak günlere ulaşmaktı. Çocuklarını zorla okula alan, jandarmayla tehdit eden öğretmene kızıyorlardı. Niçin, diğer öğretmenler gibi bırakıp, kente daha yakın bir okula gitmiyordu. Yezit, diyorlardı, ona.
" Yezit, diyorlar bana. Ali taraftarlarına zulmedenlerden biri sayıyorlar beni. Halkım için ölmeye hazır, benim gibi bir devrimciyi, mezhep ayrılığıyla saf dışı etmeye çalışıyorlar. Bu halk kurtarılmak istemiyor Gökçe. Beni şikayet ettikleri müfettişe de anlattım. Burada durman, sadece durman, yılmadan ödün vermeden, kentli giyneğiyle, kentli yaşama biçimiyle ve olanaklarıyla durman yeter. Varsın okula gelmesinler. Bir teki sana imrense yeter, bir teki senin gibi olmaya, giyinmeye, yaşamaya niyetlense yeter. Seni böyle görürlerse kenti tanırlar, imrenirler. Unutma, insan ancak bildiğini hayal eder, diyor. Diyor ya, hazmedemiyorum, güya ben mezhep ayrımı yapıyormuşum, şikâyet etmişler… Ben ki, ne bir dua bilirim, ne de namaz. Niye? Çocuklarını okula getirtmek istiyorum.
- İnsan insandır, hangi dinden olursa olsun. Zayıflıklarıyla, erdemleriyle. Hepsi insan işte. Çıkarlarına dokundun mu, acımasız olabilirler böyle. Başka bir köyde de komünistlikle suçlanırdın, sadece çocuklarını okula getirtiyorsun diye. Cahil halkı bu haliyle sevmek zordur, ama terk etme şansımız da yok. Aydın olarak onu kendi düzeyimize çıkartmak zorundayız ki, bu da ancak onu sevmekle mümkündür.
- Onlar istemese de, öyle mi? Bu Pantürkçülerin yaklaşımıydı. Halkı, bu tarz sevmenin, onu tanrılaştırmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Ne bileyim, halk halk, diyerek öyle bir çizgiye varıldı ki, onlar gibi yaşamak, halkı sevmek oldu. Halkı kendi düzeyimize çekecek yerde, biz onun düzeyine inmeye çalıştık. Bu halkla bir yere varılmaz.
- Zoru değil de, kolayı seçtik, hepsi bu. Ne var ki, sözüne katılmıyorum. Dünyanın her yerinde aydınlar, halktan birkaç adım ilerdedir ve olması da gerekir. Atatürk, olmayacak bir şeyi bu halkla başardı, daha zor koşullarda hem de. Sorun onu yönlendirmekte.
Kalktılar, yamaçtan aşağı dereye inen patikadan yürüdüler.
Dere, şimdi ıssızlığın ortasında kımıltısız, Güneş ufka doğru indikçe siyahlaşan, donuk mavi bir yılan gibiydi.
" Bu dere de olmasa, bir kâbus gibi olur burası her hal."
Yanında yürüyen kıza göz attı. Yüzündeki katı çizgiler yumuşamamıştı.
" Ben olsam duramazdım," diye düşündü. O ise daha yaşamın başında, burada böyle bir yalnızlığa razı gelmek, yürekten öte, inançtan öte bir şey ister, nefret gibi ateşli bir duygu. Belki de halktan yana olmak buydu. Bu katlanış, halka rağmen halkı sevmek...”
Gülümsedi kız, gamzelerini göstererek gülümsedi.
İnsanlar birbirlerini yakalamak için güzellikleri büyütüyorlar mıydı? Mavi kız da öyleydi. Zorlukla ayarladıkları bir arkadaş evinin küçük odasına ilk birlikte kilitlendiklerinde...
Mavi olayın büyütülecek bir yanı olmadığını söylüyordu ya, yanakları al al, öylece sandalyede oturup kalmıştı. Eline geçirdiği bibloyu evirip çevirmiş, sonunda kırıvermişti ortadan. Gökçe’yse ürkekliğini saldırgan bir neşeyle örtme derdindeydi. Yine de, ellerini ne yapacağını şaşırdığını anımsıyordu. Kırılan bibloyla birlikte komik bir suskunlukla bakışmışlardı.
"- Gözlerin ne güzel, mor mavi," demişti Mavi. "Bir erkekte o kadar güzel göz, yazık."
Hoşlanmıştı. Ama yakınlaştırıcı yanıtı bilse de, diyememişti.
Sokakta el ele, sarmaş dolaş yürürlerdi. Kaç kez başkalarının önünde öpüşmüşlerdi. Şimdi ne oluyordu daha elini bile tutmadan?
Hemen kalkıp gelemedi, Mavi Kız. Ayağının ucuyla doğu işi kilimin desenlerini sayıp durmuştu. Sonunda biriktirdiği bütün yüreklilikle doğrulmuş, ölümüne uzanır gibi öyle gelmişti.
Tavrına sırıtan bir pervasızlık, rahatlık yüklemişti.
İnce tişörtünü sıyırmış duruyordu. Anımsadığı tek şey, yaşlı birinin teninin rengine benzeyen sutyeniydi. Bakamamıştı. Bu anı çok özlemişti, ama onun bir bıçağın altına uzanır gibi...
”- Giyin üstünü," demişti öfkeyle. "Ben, seninle yalnız olmak istedim, sadece."
Öyle dargın durmuştu. Başını yastığa gömüp durmuştu. Ağlamak bile istemişti. Mavi okşamış, öpmüş, döndürememişti.
"- İkimiz bu işte çok acemiyiz. Sokakta öpüşmeyi, el ele dolaşmayı gördük, ama burası başka bir şey. Filmlerde olsa bile, tamamen kişiye özgü bir olay, emanetle olmuyor. Sen bilirsin sandım, öyle duruyordun, ne bileyim, çok deneyli gibi," demişti.
Bütün erkekler bu işi çok iyi bilirmiş gibi durmak zorundadır, diye düşünmüştü. Düzgün bir cümle kuramadığını, bisiklet kullanamadığını söyleyebilirdi bir erkek, ama bunu bilmediğini söyleyemezdi. Eli tek bir kadın eline değmemiş biri bile anlar gibi durmak zorundaydı. Bir kadın, rahmini ameliyatla aldırdığını her yerde söylerdi, ama bir erkek, orasında bir sorun olduğunu öldürsen diyemezdi. Erkeklik sanıldığından dertli işti.
Tutmuş, şimdi bile şaşırdığı bir utanmazlıkla, bütün cinsel deneylerini, öyle birbirinden kopuk, çoğu görsel, çoğu filmlere, kitaplara dayalı bildiklerini anlatmıştı.
"- Ya sen?" diye sormuştu kıza. Sanki anlatması mümkünmüş gibi sormuştu.
Gökçe büyük bir inanmazlığı bakışlarına yükleyip bakınca, kızarmış, mavi gözleri, tutunacak yer arantısında dolaşmıştı odanın içinde. Sonra dönüp:
"- Niye zorluyorsun ki? Hiç yalansız güzel olur mu insan?" demişti.
İlk kuşku, ilk bilmek arzusu o zaman mı başlamıştı, yoksa sevmenin doğasında hep var mıydı? Onu öğrenmek istemişti. Dünyanın belki de en zor işi, bunu istemeyen bir kadını tümüyle öğrenmeye çalışmaktı herhalde.
"- Tut ki, bildiğin gibi değilim, sever misin beni gene?" demişti Mavi. Ama öyle, oynar gibi, şaka gibi.
Yüreğini bir çelik pençe kavrayıp sıkmıştı. Konuşamamıştı.
"- Fazla değil, bir iki kez öptü beni o kadar."
Bilerek öptü, diyordu. Öpüştük demiyordu. Bu tek yanlılıkta bile, bir namusluluk, bir avuntu bulmuştu o zaman.
Dahasını dememişti. Gökçe öğrenmeye deli divane olduysa da üstüne gitmemişti. Yüreğinde bir şeyler kırılmış, darmadağın olmuş muydu? Aklıyla kendini rahatsız eden şeylerin, kadına sahip olma gayretinin bir ürünü olduğunu düşünüyor, ama yüreği çığlık çığlığa baş kaldırıyordu. İşin bir öpüşmeyle kalmadığını hep bildi sanki.
Gene de sezmişti. Gözlerinde o endişeyi yakalamasaydı, her şeyi anlatacaktı kız. Yakalanınca yalana soyunmuştu ya da daha az doğruya.
"- Sadece öpüşme mi?" diye sorduğunda, kızın duraklamadan, evet, deyişine sevinmişti. Sonraları, binlerce yıldır ezilen kadının, yalanı, doğrudan daha rahat söylediğini öğrenecekti.
Dere boyunca suyun ve kurbağanın sesine kulak vermeden yürüyorlardı. Güneş çok ötelerde gri, camlaşmış bir sisle örtülü can çekişiyordu.
- Arada bir orayı deniz gibi düşünürüm, diye mırıldandı Hülya.
Dalgın dalgın o yana baktı. Görmeden baktı. Mavi'den söz etmek istiyordu. Uzun süredir hep onu düşünmüş, ama kimseye söz edememişti. Şimdi söz etmeseler, çıldırırdı.
- Aylarca para verdi bana, kendinden esirgeyip. Oysa benim yüzümden o akraba evinde sığıntı kaldı. Bir gün yemeğe gitmiştik. Esat'ta, Karınca sinemasının orda...
Hülya'nın ilgisizliğine baktı. Anlatmak zorunda olduğunu anlamıyor muydu? İlk kez Mavi'yi birine anlatabildiğini...
- Rahatsız oluyorsan anlatmam.
- Yok, ondan sonrasını biliyorum da... Şampanya içmenizi önermiş. Hiç yaşamında içmediğinden seninle denemek istemiş. Kim bilir, seninle böyle de olsa, bir ilki yaşamak istediğinden mi, ne? Sense...
Gökçe anlamazlıktan gelmek istedi. Mavi'nin her şeyi anlatabileceğine inanmak istemiyordu. Öfkesini denetleyerek mırıldandı.
- Sonra? Madem her şeyi biliyorsun, anlat.
- Bildiğime kızdın, değil mi? Senin mavi kızın, seni kimselere anlatmaz öyle mi?
- Kızdın, dedi inatla. Haz alırcasına.
Dimdik baktı. Gözlerde bir öç ışığı aradı.
- Ben gitsem mi? Böyle birbirimizi yiyeceksek, giderim.
Akşam yeli, otların arasından bir yılan gibi süzülüp geldi. Ürpertici bir serinliğe battılar. Uzanıp tuttu elini Hülya.
- Kızdın sizi anlattığı için.
- Kızmamam gerekiyordu değil mi? Ne var ki, kızdım. İnsan sevgiyi, sevgiliyi çoğu kez kendi yaratır, büyütür. Görmek istediğini görür olursun. Aşkın gözü kördür, derler ya ondan. Kötü değil bu. İnsanın kusursuz, katıksız sevgiye gereksinmesi var, ondan kimi şeyleri görmez. Ama Mavi'de, bir konuyu saymazsan, bir kusur bulamadım. Anlatması, her ne kadar insanca da olsa, büyük bir kusur geldi bana. Belki de onu yeterince tanımıyorum. Sana ne dedi?
Kız karar veremedi. Onu yeniden gerginleştirmek istemiyordu:
- Boş ver bana dediğini, sen anlat?
- Sonrası yok. Biliyorsun. Bir süre öyle okuduk. Kendi sorunlarımız varsa da okuyorduk, hiç olmazsa. Ecevit büyüyen sola ve Kıbrıs Çıkartması’nın getirdiği onura yaslanıp bir başına, ortaksız iktidar olmak için çekilince kargaşa başladı. Sürgünler, kıyımlar, saldırılar... Tek başına büyük şehir, parasızlık... bizi allak bullak etmişken, bir de ölüm korkusu eklenince üstüne, ürkek güvercin sürüsü olduk. Dayanamıyordum. Açlığa, yokluğa en kötüsü o kentin sevgisizliğine dayanamıyordum. Sözde boykot nedeniyle, gerçekte bize haddimizi bildirmek için, bir umarımız kredilerimizi kestiklerinde iyice bitmiştim. Mavi, o günlerde, ben kendimi taşıyamazken, beni sürükledi. Sadece sevgili değil hiç vazgeçmeyen dost oldu, onsuz yapamazdım. O zamanlar, hele o öğretmen konusu gündeme geldikten sonra onsuzluğa dayanırım, gelirdi bana. O adamı içimden atamaz, belli de edemez, durduk kavgalarla giderek büyüyen ayrılıklarımız olurdu. Adam et ve kemikten olsa o kadar hissedilmez, aramızdan hiç çıkmazdı. İnanır mısın onu öperdim, severdim ama onunla yatamazdım, adamla ilgili bir iz bulacağım diye. Oturup anlatmadı da. Anlatmayışını bir şeyleri saklama olarak alıyor, ona güvenimi yitiriyordum. Bir anlatsa, düğüm çözülecek, ne yaşanmışsa kabulleneceğim geliyordu. En azından onun çok özel bir şeyleri benimle paylaşması güvenimi artıracak ve bir yerden, ama sıfırdan başlayacaktık. Yapmadı. Kuşku beni yedi bitirdi. Adam hala var sanıyordum. Çevresinde gördüğüm her erkeği o adamla ilgili sanıyordum. Sonra...
Sesi titredi. Yüzünde beliren acıyı, dolan gözlerini belli etmemek için sırtını dönüp artık yok olan güneşin çok yükseklerdeki kızıl esintilerine baktı.
- Sonra, salt beni yiyen, uykularımı alıp giden merakımdan kurtulmak için onunla birlikte oldum ve...
Kuşkularına yanıt olacak bir şey arıyordu, ama hiçbir şey anlamamıştı seviştiklerinde. Ne var ki, olması gerekene, bildiklerine ya da duyduklarına aykırı bir şeyler vardı, hissediyordu. Kız hiçbir açıklama yapmamış, o da soramamıştı, ama ip kopmuştu artık. Hissedilir bir küskünlük, durgunluk içine girmişti. Sonra bir gün okul kütüphanesinde kadın anatomisiyle ilgili bir kitap bulup getirmişti kız. Sanki rastlantısal gibi, kızlık zarı ile ilgili bölümü açmış, yüksek sesle okumuştu: Kimi kızlık zarları yapısal olarak esnekmiş, kanama olmazmış diye. Sonra, anla, der gibi bakmıştı.
Onu terk edememişti, denemiş, ama yapamamıştı. Ne var ki, artık sevgisine denk bir nefret de büyüdü içinde.
Hülya bütün öyküyü biliyordu. Onun neyi anlatmak istediğini de. O yüzden bir süre kaskatı kesilen erkeği izledi, bekledi. Sonra yaklaşıp elini beline doladı.
- Hep böyle mi, olacak? Onu Tanrı yapıp saklayacak, sonra onun da bütün kadınlar gibi zaaflara sahip olduğunu düşünüp kahrolacak mısın? Dedin ya insan büyütür sevgiyi, güzel de bu. Ama insan sevgiyi ve sevgiliyi büyütürken gözünde, sevgi ve insan gerçeğini aşarsa, kendi yanılgısını da evrensel ahlak değeri sanırsa, sonuç korkunç olabilir. Sen feodal bağlarını aşmış bir devrimci değil misin?
Onun yanıtsızlığına sinirlendi. Çekiştirdi kolundan. İnatla direnen erkeğin gözlerindeki yaşları fark etti. Gitmedi daha üstüne.
- Dünyayı değiştirmeye çalışan insanların kendilerini değiştiremeyişleri asıl acıklı. Hep dedim ya, sizin bilinen anlamda bir ideolojiniz yok. Korkularınız bir araya getirmiş sizi. Yaşadığınız eziklikleri, yüreğinizdeki kahramanlık hevesini, yurt kurtarıcılık ereğine sarılıp tatmin ediyorsunuz.
Dönüp baktı Gökçe. Gözleri ıslaktı.
- Bu doğruysa bile, salt benim sorunum değil en azından. En devrimcimiz, en öndekimiz bile ondan, namustan dem vuruyor. Yapıtlarında, eylemlerinde anamın bana anlattığını, toplumun öğrettiği namusu alkışladığı için seviyoruz onları. Ahlak değerlerimiz olmamalı mıydı?
- Güldürme. Senin ahlakın, senin dışında bir yerde nasıl oluyor, o güne değin hiç tanımadığın bir kadının bilmem neresinde?.. O kendinde olanı sergiler. Ne biçim devrimci düşünce bu? Herhalde baban da aynı düşünürdü.
- Bildiğimiz, öğretilen bu. O kadar devrimci olamadık demek. Arada ben de söylediğin gibi düşündüm. Bana ne el alemin akılsız ya da ahlaksız seçimlerinden diye…
Dönüp konuşmak isteyen kıza baktı, gülümsedi, sürdürdü:
-Bak benim kızlık zarı gibi bir sakıncam yok, ama hiçbir bayan arkadaşım, o varken başka kızlara yakınlığımdan hoşlanmadı. Yani paylaşmamak insanın, en çok da aşkın doğası…
- Ama bu ahlak değil Bak anlatıyorsun Mavi, bana her şeyini verdi, diyorsun: Arkadaşlığını, dostluğunu, sevdasını. Bir kızlığını unutmuş. En önemlisi bu muydu? Seni sevdiğini söylerken başkalarına da, aynı şeyi mi, diyordu. Bundan söz et. Senin daha bilmediğin birçok şeye rağmen tanıdığım en namuslu kızdı, Mavi, gerçek bir insandı o.
- Bu belki doğru, ama ben, üstün insan ya da evliya aramıyordum, sevgili arıyordum… Ve sevgili binlerce yıldır hep aynı tanımlanıyor, Diğerlerine ise, herkesle her şeyini paylaşanlaraysa, insanlık derecesi ne olursa olsun, orospu deniliyor. Bir yerde haklısın, kötüsü de bu belki de. O kadar mükemmel erdemlere, o ululuk da yakışır demiş olmalıyım. Onun bir insan, zayıf bir insan olduğunu anlayamadım. Belki öyle bir insana çok ihtiyacım vardı.
"- Beni bu kadar sevme, " derdi Mavi. " Beni böyle bir ululuğa oturtup sevme. Kavgalarına, hiçten büyüttüğün dargınlıklarına dayanıyorum, günün birinde beni bırakıp gideceğin düşüncesine dayanıyorum, ama buna dayanamıyorum."
" Doğruya bu kadar açık olması da az şey değil. Ne var ki bunca geç..." diye düşündü Hülya.
- Belki de aranızdaki en ciddi sorun da buydu. Onu tanrılaştırman. Öyle anlatırdı.
Bu kez kızmadı, incinmedi. Hüzünle gülümsedi.
- Biz kızlar, siz erkekler gibi egemenlik kaygılarıyla donatılmadık. Yüzyıllarca sadece analığa öyle şartlandırıldık ki, sizin ilkelerinize sahip değiliz. Sahip gözükenler uydurmadır, sonradandır. Kadınlar birbirine gereksinme duyarlar, anlatırlar. Bizim hiçbir şeyimiz yok. Kendi namusumuz bile. Erkeğin namusunun emanetçisiyiz sanki. E, başkasının malını da o kadar korur insan, değil mi? Bir kadının gerçek namusu, ancak kendine saygı duyuyorsa, kendine emanetse, ama bilinci varsa mümkündür. Yoksa niye anlatmayalım, sizin bize komik gelen kaygılarınızı. Mavi, ilk kezinde öyle kararlaştırdığınız halde arkadaşınızın evinde onunla yatmayışına gücenmişti. Aşağılandığını düşünmüştü. Belki de, o öğretmenle öpüşmekten öte gittiğini anladığını ve bunun senin için önemli olduğunu hesaplamıştı. Neyse ne, ama bir kadını sevişmeye hazırlayıp öyle bırakmak sarsıcı bir eylem.
.- Öğretmen, o anda girmişti aramıza. Tutsa anlatsa, kandırdı beni dese, zorla oldu dese...
- İşine gelirdi. Beklediği, kendini sakladığı erkeğin, seni tanımadığı zamanlarda bile, sen olduğunu düşünüp mutlu olurdun, ama Mavi yalan söyleyecek kız değildi. İsteyerek, bilerek gitmiş öğretmene. Adam sürgün gelmiş oraya, bir de ideolojik yakınlık var. O da doğuluymuş galiba. Aynı mezhepten olduğunu biliyorum da... Ne tuhaf bir ülkeyiz, dostluğumuzun altını eşele, ya aynı din, ya aynı şehir, ya aynı takım unsuru var. Evliymiş, ama her şey olup bittikten sonra öğrenmiş Mavi. Onu bilirsin, bir sevmesin, nesi varsa verir, almayı düşünmeden verir. Öğretmen orda durdukça da, sürmüş ilişkileri.
<