Atları Vurma Çağı
ROMAN
Bölüm 4
Acımasız, uzun zemheriden sonra gelen bahar, şimdi rengarenk kanatlı dev bir masal kuşu olmuş, almış başını, üstünden geçtiği her şeyi bin bir renge boyayarak, Zigana boyunca denizden yukarıya, dağlara uçuyordu.
Artık leylekler dönüyordu.
İki yandan, kadife gibi gür ve parlak bir yeşille göklere yükselen yamaçların tam üstünde, mavi göğün içinde güneş altın bir top olmuş dönüyordu. Bahar, kuzukulağı, zibilankesi, tomarası, patlayan tomurcuğu, gümbür gümbür çiçeği, deli yeşili, mutlu ötüşlü kuşları ve o muhteşem çılgın telaşıyla geleli çok olmuştu. Artık uzun yağmurlar da azalmıştı. Yine de, vadinin iki yanından duvar gibi yükselen dağların dorukları, güneşin altında bir gelin tacı gibi parlayan karlarla kaplıydı. Deniz kıyısından Zıgana'ya değin uzanan, en geniş yeri beş yüz adımı geçmeyen dar vadinin orta yerinden yılan kavi akan küçük dere, eriyen kar sularıyla iyice doygun, kirli bir sarılıkta yatağını zorlayarak köpürüyordu. Çok gitmez, iki yanına dizilmiş çok eski zamanlardan kalma gibi duran kulübeleri, dükkânları da kaplayarak geçit vermez duruma gelirdi.
Bu derin ve dar vadi, derenin denize döküldüğü, kentin hemen yanı başından başlayarak dumanlı dağlara değin geçit vermeden uzardı. Tam orada, dere de, vadi de birden tükenir, yükselen bıçak ağzı keskin yamaçlar kör bir kuyuya düşülmüş izlenimi verirdi. Hemen her mevsim karlı, aşılması güç dağlar çoğu acıklı söylencelerin kaynağı olurdu. Gün olup, o, sarı dev makineler Trabzon'dan yola çıkıp ona ulaşıncaya değin sürdü beyliği Zıgana'nın.
İnsanoğluna yaratılışından bu yana zulüm olan koca dağlar yenildi makinelere. Kaymak gibi yollar yapıldı üstünde. Dün atlarla zor geçilen yerlerden şimdi, limandan mal yükleyen kamyonlar, yeri göğü tutan homurtularla, salt kuşların uçabildiği yüksekliklerden geçip İran'a değin gidiyorlardı. Dağların makineye yenilgisi bir bozguna dönmüş, tarih öncesinden kalma devler gibi uyuyan tepeler, el değmemiş ormanlar paramparça edilmiş, ağaç kökleri, ağlayan bir ölü kemiği gibi toprak üstünde bembeyaz bırakılıp, adı bilinmeyen köylere yollar vurulmuştu. Doğanın parçalanan mahremiyetiyle birlikte, artık gizemli hiçbir şey kalmamıştı. Şimdi geceleri gökle dağların birleştiği yerde, birden parlayan dehşetli bir ışığın, uzun bir kılıç gibi havayı yarıp diğer yakadaki evleri bir sabah aydınlığına boğduktan sonra, hiç olmamış gibi başladığı tepenin ardında ya da bir ormanda yitip gitmesine sadece çocuklar şaşırıyordu. Cin peri söylenceleriyle deli divane akılları, hiçbir büyücünün başaramayacağı dende görkemli bir gösteriyle allak bullak oluyordu. Orada bir araba olabileceğine bir türlü inanamıyorlardı.
Çok değil bir iki yıl önce, sahibini tek başına varsıl ve güçlü göstermeye yeten at, arabanın yanında bir çocuk oyuncağı gibi kalıyordu. Derenin doğu yakasında at ölmüştü. Batı yakasında ise düzen hep aynıydı. Ne yol vardı, ne araba… Demirkırat iktidarı, kendisine silme oy veren derenin doğu tarafını bolluğa güzelliğe boğmuş, ama yeterince oy alamadığı batıyı ise başka ülke sınırlarındaymış gibi öylece bırakmıştı. Ardından gelen Küheylan da benzer yolu izleyince, batı yakasının Atatürk'ün altı okunun ve sözü geçen birkaç kişinin peşinde koşmakta direnen halkı, yolsuz yolaksız, ha umut diyerek uygarlığın sihirli gücüne müthiş bir imreniyle bakarak, coğrafyada beş yüz metre öteye düştüler diye, kendi ülkelerinde yabancı tavrı görerek bekleyip durmuşlardı. Yine de değişen yaşamın onları hiç etkilemediği söylenemezdi. Söz gelişi, artık her hafta burada kurulan pazara gelip, hepsi doğu yakasındakilere ait dükkânlardan alışveriş edebilirler, ürettiklerini de, fındık ve tütünü saymazsak hiçbir şey üretmezlerdi, getirip onlara satabilirlerdi.
Yüz kilometrelik, bir alan içinde herkes bu pazara gelirdi. Gelenler, aldıklarını eğer yolları varsa arabalara yükler götürürken, olmayanlarsa, ağır sepetleri kemikleri sayılan kadınların sırtına verir, keçilerin zor tırmanacağı patikalardan uzak evlerine götürür ya da üç beş kuruş karşılığında bir ata verirlerdi. Hiçbir geliri olmayan, avuç içi tarlalardan olağanüstü sonuçlar almaya çalışan, ama gösteriş ve harcamaya düşkün bu insanlar için atın geliri önemli bir kazançtı. Yollar, çoğaldıkça bu olanak da ortadan kalkacak gibiydi, ama göründüğü kadarıyla güneş böyle parladıkça batı tarafı değişmeyecekti.
Yusuf, arkasında kendi kadar yaşlı, boz bulanık atıyla dere boyunda, pazar içindeki dükkânların önlerinde yol ağızlarında dolanıp duruyordu. Araba yoluna dizilmiş kahvelere, köylere yükselen yol çataklarına bakıyor, elinde bir çuval, bir sepet gördüğü herkese yaklaşıyor, anlamlı anlamsız bir şeyler soruyordu, ama bir Tanrı kulu çıkıp da beklediği çağrıyı yapmıyordu. Ağır sepetleri, kırmızı kolanlı çuvalları cılız omuzlarına vuruyorlar, ölümüne dik yamaçları tırmanıyorlardı da, bir teki canına acıyıp, üç beş liraya kıyıp, şu yükü köye atıver, demiyordu. Dolanmaktan ayaklarına kara sular inmiş, karnı da acıkmıştı. Bezginlikle atı çekip kavaklığa bağladı, torbasını başına geçirdi.
- Ye melun. Bir kuruş kazancın yok, ye dur.
At aldırışsız samanları yemeye koyuldu. Yusuf, fırına doğru yürürken kalabalığın içinden çıkan bir çocuk, ondan yana koştu.
Duymadı. Yüzü alabildiğine asık, aklı, araba ve yollara takılı, hızlı hızlı yürüyordu. Yetişti çocuk, asıldı ceketinden.
- Dede, Hacer annem dedi ki...
Anlamaz anlamaz, anlayınca da öfkeli baktı Gökçe'ye. İster istemez geriledi çocuk. Yine de görevini tamamlamaktan vazgeçmedi.
- Hacer annem dedi ki, dedene de…
- Senin dedenin de, Hacer annenin de!.. Yıkıl ulan yıkıl karşımdan.
- Bana ne kızıyorsun? Ben ne yaptım? dedi giderken.
"Cevaba bak, cevaba. Okut da gör işte. Dili uzadı köpeğin. Ona ne kızıyormuş. Sanki keyfimden at peşinde deli dana gibi koşturuyorum dere bayır.
- Ulan senin kitapların olmasa, ulan senin defterlerin olmasa, senin önlüğün, pantolonun, ulan senin ve Hacer'in şehri olmasa...
Kendi kendine söyleniyordu Yusuf.
Birden çocuğun görünürde olmadığın fark etti. İçi pişmanlık ve acıyla doldu. Gökçe'ye her kızışından sonra böyle olur, gönlünü nasıl alacağını şaşırırdı. Haklı da olsa bunu hep yaşardı. Kızının o hali gözünün önüne gelir, kimselere belli etmese de, onun ölümünü biraz namusuna sürülen bir leke saysa da, kendini sorumlu tutar, çocuğa karşı, derin bir merhamet ve sevgi duyardı. Bunu belli etmezdi ama. O bir erkekti, Hacer gibi yüreği ağzında dolaşamazdı ya. Öyle düşünmese, Gökçe okumak istiyor diye, canını dişine takıp teper miydi bu yolları? Sonunun geleceğine inanamadığı bu okuma sevdası uğruna, toprağını bile satılığa çıkarır mıydı?
Doğrusu iyi okuyordu oğlan. Okuyordu da ne, köylünün büyük okulları okuduğu nerede görülmüştü. Deliydi bu Hacer, kızının ölümü onu deli etmişti. Yok, okuyacaktı da, köylülükten, cahillikten kurtulacak, vali olacakmış. Köylüden vali olduğu duyulmuş mu hiç? Bu köylüyü, onca gayretine karşın yedi düvele kök söktürmüş Atatürk kurtaramadı da, şimdi mi?.. Şimdi köylünün kentli kapısında uşak olmaktan başka yolu kalmamışken mi? Gökçe de bir diğer köylüler gibi bir yerlere kadar, Yusuf'un dayandığı günce okurdu işte. Sonra bir kapıda üç kuruş maaşla bir kâtip olsa, o da yeterdi. Kentte herkes okumuş, kâtiplik için sıra beklemekte, Gökçe gidecek onların arasından iş bulacak da, para kazanacak da, Hacer'e basma, ona tütün, yeni gömlek, şapka alacak da... Ölme eşeğim ölme. Partili bir adamın olmasa, iş miş, düş. Bir adamın olsa da, iş gene düş. Adamlar, yedi sülalenin de partili olmasını istiyorlar. Köylünün yapacağı, toprakla uğraşmaktı. Ne varsa toprakta vardı. Bin yıldır onca itilip kakılmasına bana mısın, dememiş, vermiş de vermişti, hala da veriyordu. Şöyle iyi bir toprağın olacak, dikeceksin karpuzu, mısırı, yığacaksın parayı… Kaçağa gittiği yerlerde görürdü. Gözün alabildiğine buğday tarlası. Ne para kaldırırdı o adamlar? Gerçi öyle uçsuz bucaksız tarla burada ne gezerdi, ama burada da verim çoktu. Adam diksen büyürdü. Yok, ille de okuyacak. Ulan, şehir dediğin para öğütme makinesi. Yusuf'un beş ton fındığı yok, hanı yok, hamamı yok. Bunları sen bilmez misin azgın karı? Altmış yaşından sonra vurmuş aklına şehir. İlkokulu bitirdi, çocuk, verelim bir sanata, bir yorgancının yanına söz gelimi. İki, üç bilemedin, beş yılda usta olsun, para kazansın para. Cebimizden para vermeyelim biz. Hem öğrensin, hem kazansın. Yook, okuyacak. Para her yanımızdan o biçim akıyor. O zaman, bir yerlere harcamamız şart. Okullara verelim, ne olacak ki? Tek eksik şehirli olmaktı, o da oldu.
Yok, günahını almamalıydı, çocuğun. Bir zayıfsız geliyordu karneleri. Bir kezinde, utana sıkıla gittiği ortaokulun bir hoş kokan bayan öğretmeni ne dediydi?
"- Felaket kafası var, sanki köylü çocuğu değil."
Ne gururlanmıştı ama. Kadının o hoş kokusu başını döndürmüş, gözleri öjeli tırnaklarında, açık siyah saçlarında ne diyeceğini bilemeden yutkunup durmuş en son:
"- Torunum o, benim," demişti, dünyanın kıvancını göğsüne sığdırıp.
Gökçe, peştamalcının yanında dikilmiş, sözde onu hiç görmemiş gibi tam yolunun üstünde bekliyordu. Yanına gidince sımsıkı kucakladı çocuğu.
- Gel bakalım buraya. Karnın aç mı?
Fırının önündeydiler. Sıcak, nar gibi kızarmış, burmalı, beyaz ekmeklerin kokusu baş döndürüyordu. Tok gözlülükle güldü çocuk:
"Domuza bak, sözde naz yapıyor".
- Köyde ne var, küflü mısır ekmeğinden başka. Gel.
Sıcak ekmeklerden birini yardı, fırıncı. İçine sapsarı inek yağı koydu.
- Koy biraz daha, dedi Yusuf. Burda aslanım var, yoksa yok anasını satayım. Delikanlı olmuş benim oğlum, delikanlı da yemeli.
Biraz daha yağ koydu, fırıncı.
- Tabi ye, Yusuf dayı. Kefenin cebi yok.
- Yok ya. Bu dünya da cep çok, ama bomboş. Varsın olmasın, aslanıma helal olsun.
Alışılmadık övgülerden rahatsız olup önündeki ekmekten başını kaldırmayan torununa gururla baktı.
- Lisede okuyor bu aslan, hem de ikide. Öğretmeni ne dedi bana biliyor musun?
- Ne dedi, diye sordu fırıncı, pek ilgilenmeden.
- Bu oğlanda Atatürk kafası var, öyle çalışıyor. Okut onu, dedi. Bir hoş kokuyordu ki kadın sorma, onun yanında bizimkiler Trabzon çarığı...
Gökçe, neye güldüklerini anlamadı ama övülmesinden utanmıştı, ama dedesini böyle anlarda susturmanın olanaksızlığını da bilirdi. Bütün dikkatini yemeğine vermişti. Ekmeğini özenle küçük parçalara bölüyor, yağa batırıyor, ağzına koyuyordu. Ekmek ve yağın ağzında bıraktığı olağanüstü tattan yüzü ışıl ışıldı.
Dedesinin seslenişini duymadı.
- Ne istedi Hacer Anan? diye bağırdı, Yusuf.
- Efendim! dedi çocuk irkilerek.
"Okumanın güzel yanları da vardı. Efendim ha, ağzını yesin senin," deden.
- Hacer Anam, dedi ki... Bir kalıp sabun, gaz, yağ bir de...
- Bal istemedi, değil mi, kuş sütü kuru üzüm?..
Demin fırıncıyla yaptığı açık saçık şakaların gevşekliği vardı üzerinde.
- İstemedi, dede, dedi çocuk ciddi ciddi.
Bu ciddiyet güldürdü, Yusuf'u. Dişsiz ağzıyla ekmeğin kabuğunu kemirmeye çalışırken tuhaf bir sesle güldü.
- İyi, git, Hasan'a selamımı söyle. Dedem verecek de. Ne alacaksan al.
Bire iki yazacaktı ama olsun.
Ekmeğin kalan parçasını kaptığı gibi fırladı kapıdan çocuk. Sıkıntıyla baktı ardından. Fırıncı masayı sildi.
- Ne güzel gözleri var bunun, hiç görmemiştim bu rengi. Okutacan mı, liseden sonra?
- Olurunu bulursam elbette. Nereye kadar gücüm yeter, nasıl ederim bilemem, ama niyetim öyle. Köylülüğün sonu yok, devlet kapısına bir anahtar uydurmasını bilmek lazım.
Söylediklerine kendi de şaştı. Değişen zamana uygun övünebileceği bir şey yakalamıştı. Böylece hiç alışamadığı, hep dışında kalmanın tedirginliğini yaşadığı zamanın bir parçası olmanın, o anlık da olsa, erincini duymak hoşuna gitti. Birden okumaya tüm karşı çıkışının, alıştığı yaşama biçiminin dışında olmasından, dünyanın onun bir tüfekle yönlendirebileceği küçüklükten, dev büyüklüklere açılmasından kaynaklandığını algıladı. Yusuf, ne denli istemezse istemesin dünya değişmeden durmuyordu ve artık ne onun ne de kimsenin saklanacağı, değişime sırtını döneceği kuytu bir köşe yoktu.
Fırıncı dertliydi. Bir müşteriye ekmeğini verip geldi gene.
- Benimki okumadı. Devlet gelmiş ayağımızın dibinde ortaokul açmış, git oku işte. Okumadı hayvan.
Fındık çalınınca, hiçbir umutları kalmamıştı. Gökçe’nin okuması için bütün yollar kesilmişken birden buraya ortaokul açılmıştı. Yalan değildi ya, içinden çıkamadığı sorun birden çözümlenmiş, çocuk, o okula gidip gelmeye başlamıştı.
- Köylülük pis iş, dedi pişmanlıkla. Zamanında akıl edemedik, in şehre. Hele savaş sonunda Rumlar gidince evleri, hanları verecek adam aradılar. Ne var dağlarda? Bir iş tutarsın değil mi? Millet Almanyalara gitti, bizse becerip bir şehre inemedik. Tuttuk bir atın kuyruğundan, tuttuk bir kaçak dalgası. Onu da yoluyla yapamadık ya, böyle işlerde az biraz zalim olacaksın. Silah götüreceksin. Götürenler yükünü tuttu, şimdi eleklerini asmış, ellerini yıkamış, hacı hoca kesilmişler bakma. Karıya dedim, ta o zaman, inelim şehre diye.
Nasıl da yalan söylüyordu? Kente inmek zulüm gelmişti ona. Korkudan ödü patlamıştı. Üstüne üstlük dünya böyle değildi ki. O devir şehirlilik temiz üst baş, kravat, devlet kapısında işin olursa kolay çözümlemekti. O kapıda ne işleri olurdu ki? Bir nüfus, bir askerlik dairesi... Elindeyse hiç yazılmamakta yarar vardı. Bilmem ne vergisi diye aramazdı devlet, ama bir kayda geçtin mi, cehenneme gitsen gelir bulur, kursağındaki ekmeği vergi diye alırdı. Sonradan şehir, ekmek kapısı olup bir iki kişi iş tutunca, Hacer bir diyecek olmuş, delileşmişti.
"Şehir ha," diye bağırmıştı. " Ne o, kıçını açıp gezmek mi, istiyorsun? Ne yapacağız orda? Şehirli, ekmek vesikaya bağlanınca kaçıp köylere gelmedi mi? Attığımız ekmekleri kapışmadı mı? Para mı dağıtıyorlar? Ha tamam, ben gidip onun bunun kapısında, sakalı çıkmamış oğlanlara, kıçı açık bayanlara çay taşıyacağım da... Bana bak karı, ben bu yaştan sonra Allah kuluna hizmetçilik yapmam." Şimdi öyle düşünmüyordu. Ona buna hizmetçilik yapmazmış. Allahın dağlarında, at peşinde yaptığı neydi? Karnı bile doymuyordu, üstüne üstlük.
"O deli karının kafası, benden daha iyi çalışırmış da, anlamadım," diye düşündü.
- Okutacağım ulan, nereye kadar okursa. Yaşarsam okutacağım, diye hınçla söylendi.
Bu umut canlandırdı onu. Ardından okumanın getirdiği yükü düşününce yeniden canı sıkıldı. Ortaokulu burada okumuştu çocuk. Şehirdeki iki yılı da atlatmışlardı sayılır. Nasıl atlattıklarını kendileri bilirdi ayrı. İlk yıl fındık da çalınınca çok zorlanmıştı. Dünya kadar borca girmişti. Tarlada satılmayınca… Bu sene nasıl geçecekti? Fındıkları zaten kaç kabuktu, onu ya karşılar ya karşılamazdı. Ondan sonra?.. Sıkıntıyla bunaldı. Dursunlar durmasınlar, her ay evin kirası çalışıyordu. Onu neyle verecekti? Gene kızdı karısına. Arabalara, yük vermeyen insanlara kızdı. Hükümete kızdı. Ulan, her yeri yol yapacak ne vardı? Allah atların kısmetini gökten indirmezdi ya, öyle vermişti. Şimdi, dağ taş yol olunca, ekmeğini köylere yük taşıyarak kazanan onca insan ne yapacak, bir insandan çok daha fazla tüketen atlar ne olacaktı? Duymuştu, Onbaşıların Mahmut, geçenlerde, derenin orta yerine tam karakolun önüne çekmiş atı, çıkarmış barabenli tabancayı saymış mermiyi. Sonra da çöküp ağlamış hayvanın başında hüngür hüngür. Öyle ya, bir işe yaramayan, durmadan tüketen atı ne yapacaktın? Öyle gösterişe binek saklamak ağaların harcıydı, çulsuzların değil.
Bir yerden para bulmalıydı. Kimde vardı ki para? Yerini satılığa çıkarmış, bir Allah kulu alıcı olmamıştı. Olan da, dağ başında ne var, deyip kente yatırıyordu. Ne kalıyordu geriye? Bir tek at... Böyle giderse onu da satacaktı. O zaman hiçbir geliri olmayacaktı. Kente inmek söz konusu olunca, atı satmayı kurmuş, sonra akrabalarından biri isteyince ona bırakmıştı. O kentteyken çalıştırıyor, bakıyor, gelince de alıyordu. Silahını mı satacaktı? Bir erkek silahını da sattı mı, bitmişti artık. O erkekten korkacaktın gün olur, hiç bakmaz avradını da satardı.
Para... Ne namussuz şeydi?
Fırıncı radyoyu açtı. Sağır’ı, kafasında kırk tilki dolaşan, kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen Sağır’ı, alaşağı eden Karaoğlan konuşuyordu. Herkes bu adamdan, yapacaklarını ötekiler gibi esneklikle değil, çok kesin bir dille anlatan, güzel konuşan bu adamdan umutluydu. Yusuf, onu dinlerken sık sık yinelenen umudu algılıyor, ama gene de bir huzursuzluk duyuyordu. Bu adamın tavrında bir şey vardı onu kaygılandıran. Güçlü değildi, öyle konuşmuyordu. Bu adam inanıyordu, gücünü de inancından alıyordu. Hakkı olduğuna inandığından ölümüne kavga etmeye kararlıydı. Gene de o kavgayı, bugüne tercih ederdi.
Kendini unutmuş, dikkatle dinlerken biri dürttü.
Kışları atı emanet ettiği Ahmet'ti. Bir umutla, hayvanı satın alacağım, ele gitmesin der mi, diye baktı.
Tedirgin etrafına bakındı.
- Ne tütünü oğlum, bende tütün ne gezer?
Ahmet, etraftakilerden iyice rahatsız güldü.
Fırından çıkıp şose boyu yürümeye koyuldular. Yusuf, bu denli gizliliği bir yerlere oturtamıyordu.
- Ne var, hırsızlığa mı gidiyoruz?
Anlattı. Yusuf'un paraya duyduğu gereksinmeyi bilerek daha bir coşkuyla anlattı. Kahvede bir adam gelmiş yanına. Kara Mehmet mi, ne? Atı sormuş. Bir iş varmış. Ahmet, olur gibi yaklaşınca anlatmış, tütün işi demiş. Şimdi orda olmalıydı adam.
Kanı bir hoş, deli gibi akmaya başlamıştı, Yusuf'un. Kara Mehmet’i iyi bilirdi, kaçağı da... Ama uzun yıllar olmuştu, çok uzun yıllar. Nusaybin'e kadar at sırtında giden adam kendisi değildi ki, artık.
- İyi gözün kesiyorsa, git. Ulan, kaçak mı kaldı daha? Kara Mehmet bunamış da farkında değil.
- Sen uyuyorsun, asıl kaçak şimdi. İnsanlar açlıktan kırılıyor. Devlet tütüne para vermiyor ki, tüccar alsın, alsın da daha bir zengin olsun istiyor. Ovada tütün altın, felaket para. Hele bura tütünü. Ovalı hazır sigaraya dünyanın parasını vermektense... Alışmışlar sarma sigaraya hem.
" Dağ taş yol oldu. Kurdun bile saklanacağı yer kalmadı, artık. Jandarma, o da olmazsa kolcu kaynıyor dağlar," diye düşündü Yusuf.
- Tütünü değerli yapan da bu. Dün herkes gidiyordu, şimdi bir Kara Mehmet. Adamın kanına işlemiş, dağlara değil araba, uçak inip kalksa, o gene gider.
Yusuf'un itirazları cansızdı zaten. Yüreği hep kaçaktan yanaydı. Duyunca eski bir sevgilinin adını duymuş gibi olmuş, heyecanlanmış, Mehmet' i kıskanmıştı. Kaçağa hala gittiğine inanamıyordu, ama insanın alıştığı düzeni her bir şeye, arabaya, uçağa, aya giden füzeye kafa tutarak sürdürmesi, hatta öyle ölmesi kıskanılacak gibi değil miydi? Teslim olmamak bu değil miydi?
- Ooo! Bende o yürek nerde? Sonra yeğenin yani köroğlu bildiğin gibi iki canlı, karnı burnunda. İşin açığı bu işi artık bilen yapar, bir o kadar da yürekli olan. Bir de umarı olmayan. Demem o ki, sen para mara diyordun ya...
- Git işte, elin alışık. Dağlar yabancın değil, Kara Mehmet kurtsa sen de az değilsin. Nenem durmadan anlatır da...
- Bırak nenenin galibaradan kalma masallarını şimdi. Demek sence ben gidebilirim. Ulan yaşım kaç benim be? Beyaz ekmeği kesmiyor dişim. Hangi diş, damağım damağım… Kaçağa gidecekmişim.
Böyle konuşuyordu ya, daha ilk anda bu işe olur diye sarılmıştı. Kaç lira vereceklerini bilmiyordu, ama kaçak iyi bırakırdı. Yer satmaktan, atını satmaktan kurtulacaktı. En önemlisi şu değişen dünyada, artık onun bildiği hiçbir silahı, yöntemi kalmayan dünyada, çok iyi bildiği bir yolun hala olmasına müthiş sevinmişti. Onların en gencinin biraz tırmansa, ağzı tavuk gibi açık düşüp kalacağı dağları aşacak, kolcusuna, jandarmasına, urlusuna, uğursuzuna kafa tutup, ölümle oynaşıp geri gelecekti. İlk işi de...
Ahmet bu hızlı değişime hem şaşırmış, hem de sevinmişti.
- Kahvededir. Gidecek misin, dayı, helal sana?
İlk işi ayağındaki külot pantolonu atıp yeni bir pantolon almak olacaktı. Lastiklerinin yerine de ayakkabılar. Sonra o mezar gibi odadan, yüksek mi yüksek bir eve çıkaracaktı, Gökçe'yle Hacer'i.
Mehmet yoktu, ama kahveci konuyu biliyordu.
-Gelir, dedi. Sen mi, gideceksin, Ahmet?
-Ben değil, dayım gider belki, bir konuşsak...
Adam şöyle bir tartar gibi baktı.
- Bu yaşta? Hoş Mehmet Agam da az değildir ama... Kusura bakma dayı, kaçlısın sen?
- Bilmem, dedi, Yusuf, canı sıkkın. Muhacirlikte delikanlıydım, bildiğim. Hem de...
Birden Keşişin Düz, alev alev geldi kuruldu gözünün önüne, itti hemen. Bu adama hesap vermek canını sıktı. Hışımla devam etti.
- Kaçağı iyi bilirim, dedi. Sen doğmamıştın, ben o dağlarda gezerdim.
Kahveci taşı anladı, ama kendini hatalı bulup güldü.
- İyi. Güzel para verecek aslında, gidilir.
- Bilmem ama, gene de bin lira filandır, her hal.
Bin lira... Yusuf birkaç kuruşa gittiğini anımsıyordu. Çok büyük para geldi, ona bin lira. Neler yapılmazdı? Hacer'e hiç söz etmeyecekti. Gidip gelecek, Hacer’i de, Gökçe'yi de alacak önce bir giydirecek, sonra Hamsiköylünün Lokantası’na sokacak, yiyin ulan, diyecekti. İçine düştükleri şaşkınlık bitmeden, tomar tomar paraları çıkarıp gösterecek, nazlana nazlana anlatacaktı.
"Senin herifte daha iş var," diyecekti.
Bin lira, büyük paraydı. Birazını bir yana kor, Gökçe'nin ilersi için... Öyle daldı, düşündü, Yusuf.
- Selamünaleyküm ağalar, dedi biri. Yusuf bu sesi tanır gibiydi.
O dağ gibi adam, tüfeğin elinde bir değnek gibi küçük ve oynak kaldığı, Bayburt'ta bir Halt’ın çenesini bir yumrukta kıran Kara Mehmet bu muydu? Gene çivi gibi dikti, ama bir deri bir kemik kalmıştı. Sanki kızgın ateşe tutulup ne kadar yağı, eti varsa eritilmiş gibi incelmişti. Külot pantolonu, yamalı ceketi vücuduna bol geliyor, acıma duygusu uyandırıyordu. Yalnız gözleri, post kaşlarının altında yeni menevişlenmiş bir sürmene bıçağı kadar parlak ve keskin bakan gözleri ve sesi eski arkadaşını anımsatıyordu.
Adam, selamını verdikten sonra, kapının ağzında durmuş, bakıyor bakıyor, kendisine seslenen bu yaşlı adamı, bir türlü çıkaramıyordu. Yusuf ondaki değişikliklerinin benzerlerini kendisinin de yaşadığını o an algıladı.
- Beni tanımadın mı ula? Dağlarda, kostel kemençesiyle karı oynattığımız günleri unuttun.
Adamın bir yarı gece kadar anlamsız bakışları çözüldü.
- Tanımadım baba. Kusura bakma beynim bulandı artık. Kimsin sen?
- Yusuf, Deli Yusuf, dedi biraz bozulmuş. Demek silah arkadaşını tanımadın, dünya ne değişti?
Mehmet dişsiz ağzını açarak hırıltılı bir kahkaha attı.
- Dünya değil, değişen biziz yahu. Baksana canlı cenazeye dönmüşsün. Sen ölmedin mi, daha?
- Bana diyor, kendine baksana. Ben senin gibi kaç tanesini gömerim.
Bir süre sonra, oturmuş, anımsarken ve anlatırken sonsuz haz aldıkları geçmişi didik didik ediyorlar, birlikte yaşadıkları ortak öykülerden birini bırakıp diğerine geçiyorlardı. Sonunda sabırsızlanan Ahmet'in de etkisiyle olsa gerek bugüne gelebildiler.
- Şimdi ne yapıyorsun? diye sordu, Yusuf.
- Ne yapacağım, tütüne gidiyorum. Ben evde oturup da karı ağzı dinleyemem. Ya sen?
Yusuf torunundan, okulundan dem vurmayı kurmuştu, ama bu ona pek uygun gelmedi.
- Pas tutuyorum. Seninle kaçağa geleceğim.
Gülmeyi bırakıp arkadaşının yüzüne dikkatli dikkatlı baktı Mehmet.
- Benimle, sen?.. Başka zorun mu yok senin?
- Ben hiç bırakmadım, dedi Mehmet. Antramanlıyım yani... Gene de, bir gün o dağlarda öleceğim geliyor bana. Belki bunun için gidiyorum. Öyle ölmek, burada dünyanın değiştiğini ilenerek, hırıltılarla yatakta ölmekten yeğ geliyor bana. Yeni yetmelerin, kulağının ardı bile sağlam kalmamış bana, dünyayı öğretmelerinden yıldığımdan gidiyorum. Senin zorun ne?
Aynıları, diyemedi Yusuf. Üstüne üstlük, bir de şehir belası var başım da, diyemedi.
- Şöyle erkekçe bir iş yapayım, dedim ve öleyim. Sen bırak onu bunu. Atım var, senin de atlı birine ihtiyacın...
- Var. Sen bilirsin. Yaparım dersen gel. Ölüp kalırsan yollarda, günah bende değil.
- Sağımız bir işe yaramıyor, ölüden ne olur? Gömersin bir yerlere. E, kaç para vereceksin?
Kara Mehmet kedigözleriyle ta içini, yüreğini okuyormuş gibi baktı. Bu tiridi çıkmış adamın paraya duyduğu ihtiyacı fark etmiş, kafasından ona göre hesap yapıyordu. Torununu okuttuğunu duymuştu. Herkese verdiğinden fazlasını verecekti.
- Bin iki yüz elli. Yedi yüz elli ata, beş yüz de sana, iyi mi?
- Yalnız, dedi Yusuf. Raconu bilmez değilim, iş bitince para alınır. Bilmez değilim, ama yüz ellisini şimdi versen.
Tütün işinde kuraldı, mal satılır, paranı alırdın. Daha önce para verildiği görülmüş şey değildi. Mehmet ikiletmedi, elini cüzdanına attı. Çıkardığı iki ellilik bir yüzlüğü sürdü masanın üstüne. Kalktı.
- On gün sonra. On gün sonra, kayaların oradan. Hadi eyvallah.
- Güle güle. Sağ ol.Allah razı olsun...
Kapıda durup gülümsedi, Mehmet. Sanki yıllar önce olduğu gibi birden irileşmiş, gençleşmişti, Yusuf'un gözünde.
- Boş ver, biz arkadaşız. Hem de eski arkadaş. Bu şerefsiz dünyanın anlamayacağı iki eski dost. O toruna iyi bak...
Yusuf gözleri dolarak kederle gülümsedi. Paraya ihtiyacı olduğunu anlamıştı, demek. Acımıştı.
- Şu elli lirayı boz, dedi kahveciye.
Dışarı çıktıklarında bir yirmi lirayı Ahmet'e uzattı.
- Ata iyi bak, dedi. Bir hafta sonra alayım.
Gece, her yan mavi bir ışık seli içinde yüzüyor, dere parçalanan gümüş bir yılan gibi parlıyordu. Güvercin Kayanın orda, kayaların bittiği yerde düzlükteydiler. On, on iki kişi kadardılar. Yüzlerini seçemiyordu. Bir kısmının ay ışığında parlayan silahları vardı. Yaklaştıkça artan, hoşuna giden, kanını kızıştıran bir heyecan duyuyordu.
Öksürerek geldiğini haber verdi.
- Mehmet, dedi, üç beş adım uzaktan.
Mehmet karanlıktaki adamlardan ayrıldı, yanına yaklaştı.
- Gel kardaşlık, seni bekliyoruz. Atın orda, Osman tutuyor.
Ahmet, atı yüklensin diye sabahtan götürüp bırakmıştı. Yularından çekip getiren adamı tanır gibi oldu. Yukarı köylerden yük taşıyan Duman Osman'dı gerçekten. Bak buna inanamazdı. En az kendi yaşındaydı, adam.
- Sen de mi? dedi şaşkınlıkla. İyice moruklara kaldı bu iş, yahu.
- Kendine bak, tiridin çıkmış... Mehmet dediydi de, hem şaşırdım, hem sevindim. Ne zorun var senin?
Ne zorum yok ki, diye geçirdi içinden.
- Evet, yoksulluk. Oğlan evlenecek, evden borcum var, evdekilerin boğazı değirmen oluğu. De oğlu de, işte.
Kederli güldü. Sonra gülmesi aydınlandı. Sarı dişleri ay ışığında parladı.
- Hep gençlerin arasında kalırım diye korktum. Gelmen iyi oldu, diye ekledi.
- İyi oldu, dedi Yusuf da.
Biri seslenince toplandılar. Mehmet bir adım öne çıktı. Kuralları koyan oydu. Parhana başıydı. Herkes onun dediğini onaylıyordu.
- Artık her yerde kolcular varmış. Anlatmama gerek yok, kolcu domuzunu benden daha iyi bilirsiniz. Padişahtan daha padişahçıdır. O yüzden köylerden uzak durup yaylalara sapacağız.
İlçeye değin dere içi gidecekler, sonra asfaltı bırakıp dağlara tırmanacaklardı. Yol uzayacak zorlaşacaktı, ama jandarmanın eline düşmeyi isteyen var mıydı? Gerçi köylerde de kolcular vardı. Jandarmayı mumla aratırdı, kolcu dediğin. Kim bilir nerelerden gelmiş, bir an önce şu askerlik bitsin, diye bekleyen çocuklardı jandarma. İhbar, yukardan emir olmasa, tütüncünün pek üstüne düşmezdi. Kolay iş değildi, kaçakçıyla uğraşmak. Bu dağları, ibi dibi görünmez yarları, ormanları avucu gibi bilen hepsi silme silah, silahla oynamaya düşkün, bir ekmek parası uğruna canını tehlikeye atmış kaçakçı, ha deyince teslim olmazdı. Jandarmanın da canı vardı, bekleyen yavuklusu. Kolcu öyle değildi, hepsi birer eski kaçakçı, kurt mu kurttular. Kaçağın her bir hilesini bilirlerdi. Üç kuruş bahşiş alacaklar diye, öz kardeşlerini ihbar eden, jandarmayla pusu kurup tutan, vuran kolcu vardı. Hırsızdan bekçi dikmişti hükümet.
- Hadi uğurlar olsun, diye bağırdı biri.
İp dizimi yürüdüler. Araba yolundan dere kenarına indiler. Yol ortasından ayna gibi gidilmezdi. Kimse konuşmuyordu. Arada bir engellenmeye çalışılan bir öksürük, bir fısıltı, derenin uykulu hışırtısına karışsa da, herkesi dehşete düşüren bir gürültü gibi algılanıyordu. Gittikçe, vadinin tabanını örten küçük ova darlaşıyor, yürüyüş zorlaşıyor, doğa sertleşiyor, vahşileşiyordu. Derenin iki yanından bıçakla kesilmiş gibi dümdüz kayalıklar, gecenin ala karanlığında daha da görkemli görünen uzun çamlarla kaplı ormanlar yükseliyordu. Kumlu dere yatağının iyice daraldığı yerlerde, suya girmek zorunda kalıyorlardı.. Bu ılık bahar gecesinde bile kar sularıyla beslenen dere buz gibiydi. Yusuf daha şimdiden donmuş, dişleri birbirine vuruyor, vıcık vıcık ayaklarını zorlukla taşıyordu. Önünde yalın kılıç koşturan Osman’la Kara Mehmet olmasa, şimdiden bu işi beceremeyeceği yargısına varacaktı.
Hacer haklı mıydı, yoksa?
Yola çıkmadan bir gün önce, bir şey anlatmadan cebinden yüz lirayı çıkarıp vermişti. Şaşkın şaşkın daha önce hiç görmediği kâğıt paraya bakan karısına,
"- Yarın işe gidiyorum. Ben gelene değin idare edin," demişti salt.
Kadın giderek artan bir merakla sormuştu. Yusuf söylerse, endişenin artacağından emin, hiç ağzını açmamaya kararlı durmuştu ya, son anda birden gevşemiş, gözleri dolu dolu Gökçe’ye sarılmıştı.
"- Oku," demişti. "Bizim gibi sürünme."
Saklayamadığı hüzün sesine yansımıştı.