top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

AŞKARAYAN

ÖYKÜ

*




GÜN, kiraz ayının başları olsa da, başka baharlara benzemeyen bir sıcaklıkla cayır cayır yanmış durmuştu. Yaprak, bayılıp dalına serilmeye başlamıştı ki, akşam yetişti. Gökyüzü, parmak parmak renklenip günden geceye dönerken sık ağaçların dibinde, derin vadilerin kuytularındaki nem, buhar olup göğe ağdı. Uçurumlar, derinlerden akan ırmaklar, ağaçlar, yamaçlara kurulu yuvarlanacak gibi duran evler, o sis denizinin altında kaldı. Sisin altı bir gece yarısı karanlığını; üstüyse bulutlara takılıp yansıyan son güneş ışıklarıyla düşsel bir sabah aydınlığını yaşıyordu. Arada bir kuş, karanlıktan ödü kopmuş, ötmeden, sade, bir kanat şakırtısı olup koyu dumanı yarıp çıkıyor, derelerden fırlayan alabalıklar gibi parlayarak göğe yükseliyordu. Bir süre ne yana gideceğini bilmeden havada sallanıyor, sonra da ok gibi ağaçlara uçuyordu.



Yükseklerden bakınca vadi, sel yemiş bir ova gibi dümdüzdü. Yükselen birkaç gürgenin salkım saçak uçları ya da diken gibi bir çam tepesi olmasa, aşağıda hiçbir şeyin yaşamadığı sanılırdı. Ancak kulak verilirse, sisin altından, başka bir dünyadan gelen inek böğürtüleri, bir çakala yem olacak tavukları toplamaya çalışan çocukların bağırışları duyuluyordu.

Ses ve ışık birden bitti. Gece, itici bir renksizlikle, önce sisin altını kucakladı, sonra kuytulara, dört yana ağmaya başladı. Genç bir kız, elinde bakırı yok olmuş siyah bir güğüm, iki yanını çalıların kapladığı dar toprak yoldan gelip geçti. On beş, on altı yaşlarında ya var ya yoktu, ancak gösterişliydi. Ormanın başına varmadan durdu. Ayaklarının dibinden başlayan, hışırtısı duyulan akşam rüzgârının önünde bir deniz gibi dalgalanan sisi seyretti, uzaklarda kara gemiler gibi pusun üstünde yüzen tepelere, bir tek uçları görünen ağaçlara baktı bir süre. Sonra ardıçların arasından uzayan yolu izleyerek yürüdü. Sık dalların örttüğü yola girince, uyku veren bir çağıltıyla akan suyun sesi duyuldu. Ağaç bir oluktan akan suyun altına güğümü yerleştirdi. Oluktan akan su etrafa dağılıyor, kaba çok azı dökülüyordu. Yandaki tespih çiçeğinin kalın, geniş yapraklarından kopardı, biraz çamur ile birlikte tahta oluğun ağzına yapıştırdı. Suyun bulanıklığının geçmesini bekledi. Sonra güğümü bir iki kez çalkaladı, eski yerine koydu. Geri çekildi.


Ağaçlar dört yanı duvar gibi örüyor, dışarıdaki akşam alacası burada koyu bir karanlığa dönüşüyordu. Tedirgin etrafına bakındı. Bir iki kez, varlığını duyurmak ister gibi öksürdü. Suyun ardındaki çam dallarını kaldırdı. Kestanenin dibine baktı. Böğürtlenlerden kalkan bir top ateşböceği parçalanarak dört bir yana dağıldı, yanıp sönmeye başladı.

Bir şey arıyor gibiydi. Sonunda vazgeçti. Geldiği yoldan aydınlığa çıktı. Kabın dolmasını orada bekleyecekti.

Sis, şimdi rüzgârın önünde yok olmuş, vadi gümüş örtüsünü atmıştı. Metalimsi renklerini yitiren gökyüzü, tepelerin üstünde büyüyen ayın önünde, gittikçe açılan bir su mavisi aydınlığında parlıyordu. Her ne kadar akşam karanlığı çökmüşse de, karşıki köyde odun toplayan Rum gelinin allı beyazlı giysisi seçilebiliyordu.

Bir karatavuk öttü. Kuşun sesini andırıyordu, ancak bir insan sesi olduğu belliydi.

Yeniden oluğa döndü. Dolup taşan güğümü bir yana çekti. Yüzünü yıkarken boşluğa söylendi.

- Sen misin Hüseyin? Çok çirkin ötüyorsun.

Çam dalları kıpırdadı. Genç bir erkek sesi:

- Senden önce geldim. Merak ettim ne yapacaksın? Nasıl çıktın evden? dedi.

- Bütün suları ineklere döktüm. Anneme abdest suyu bile kalmadı. Şimdi söyle, nereden çıkardın bu askerliği?

Hüseyin’in sesi sıkıntılıydı:

- Ben çıkarmadım, dedi. Eli tutan herkesi askere alacaklarmış. Büyük bir savaş varmış önümüzde. Boş ver bunları şimdi de…

- Niyeymiş? Hem senin yaşın tutmuyor ki…

- Yaşı tutan mı kaldı? Yemen’de, çöllerde bitirdik askerleri. Şimdi sağlam kimi bulurlarsa… Neyse, gidince unutursun. Refik’in karısına bak, adamın ucu yanmış kâğıdı geldi, ayına varmadı kocaya vardı.

Kız hışımla dallara atıldı. Yakaladığı oğlanı çekti. Artık iyice keskinleşen karanlıkta, kızdan bir iki yaş büyük, gözleri ay ışığında parlayan bir yüz belirdi.

- Çekme düşeceğim.

- Deli, dedi kız bırakırken. Seni ömrümce aradım. Doğruyu bulmak, sevgiyi tanımak kolay mıydı sanıyorsun? Tıpkı bir aşkarayan kuşu gibi. Sana rastlamadan ömrümü tamamlamak vardı, anderhana sanarak bir mora kafulunda dikenlere takılıp ölüp gitmek de... Unutabilir miyim seni?

Söylediğinden utanmış önüne bakıyordu. Şimdi düzlüğe sızan ışığın aydınlığında, delikanlının yüzü belirgindi, gülen yüzünü görünce kızdı.

- Geri çekil. Şimdi biri görecek, ondan sonra annem…

Çocuğun yüzünü çam dallarıyla örtmeye çalıştı.

- Kim görecek? Ne olur yanına geleyim? Söylediğin ne güzeldi. Aşkarayan kuşu hangisi?

- Orda dur anlatırım. Minik bir kuş var, belki görmüşsündür, gagası kendinden büyük. Her halde büyük serviye yuva yapmış. Her sabah sığıra giderken oradan geçiyorum. Benim gürültümle uyanıyor sanki. Yem aramaya başlıyor, mora, zibilanke, tüm meyveleri dolaşıyor bir bir, sadece kokusuna bakıyor öyle. Hiçbirini de beğenmiyor, sonunda anderhananın yemişlerinde karar kılıyor ve artık gün akşamaca hiç ayrılmıyor oradan. Be kuş, baştan gitsene anderhanaya! Sanki hafızası yok, aşkını deneyerek buluyor her gün, ama her gün. Adı ne bilmem, ama ben ona aşkarayan diyorum.

- Allahım neler de bilir! Geliyorum.

- Olmaz! Görürler.

- Görürler de, senin kendi kendine konuştuğunu duyan ne der?

- Ne diyecekler? Gülbeyaz’ı cin çarpmış, der. Zaten pek akıllı değilim ya. Dur bir ses var.

Kulak verdiler. Bir atın yumuşak toprakta çıkardığı yeknesak nal sesleriydi.

- Muhtar Tufan bu. Bu saatte o gelir. Hadi ben gidiyorum. Yarın akşam burada…

Sonuncuyu fısıltıyla söyleyip çamın ardından ayrıldı delikanlı. Kız bir süre otların arasından sürünen bir kirpinin çıkardığı seslerle uzaklaşan sevdiğine kulak verdi. Sonra eğilip güğümü aldı, beline koydu. Kolunu sapından geçirdi. Ağırlığı bel ve koluna dağıttığı için güğümü rahatlıkla taşıyordu. Yola koyuldu.

Ağaçların arasından açıklığa vardığında yetişti atlı. Öksürdü, varlığını duyurmak için. Yol veren kızı geçti. Ay ışığı arkasından vuruyor, iri, uzun bedenini daha da gösterişli yapıyordu.

- Dayı, bu akşam erkencisin, dedi kız.

Sesinde akşamın alacasına karışan bir endişe, yaranma kaygısı vardı. Hüseyin’le konuşmalarını duymuş muydu acaba?.

Atlı gülerek yanıtladı. Kız onun gülümsemeden konuştuğunu hiç görmemişti.

- Bana boş ver Gülbeyaz. Bu saatte senin ne işin var suda? Mehmet niye gelmiyor?

- Mehmet’i bilmez misin? Ne yapayım?


- Anladım da yalnız gelme. Ortalığın bin türlü hali var. Eşkıya kaynıyor dağlar. Senin gibi güzel kızı görünce…

Gülbeyaz övgüden hoşlansa da utandı. Bu Tufan da hep böyleydi. Hiçbir erkeğin akıl edemeyeceği, kadınların yüreğini kaldıran şeyler söylerdi. Başkalarının, Tufan’ın yaşıtı kadınların anlattıklarını düşündü. Adam, karısı ölüp bir kızıyla kaldığından bu yana, tarlasına, çayırına giren, yakaladığı her kadına sarkıntılık ediyor, hele bir yalnızsa neler yapmıyordu ki? Gerçi kadınlar da ne hikmetse hem hakkında demediğini koymazlar, hem de onun tarlasından, bağından ayrılmazdı ya.


Geceyi düşündü, yalnız olduklarını. İçi bir hoş oldu. Kızdı kendine, içindeki tuhaflıktan dolayı.

- Aman dayı!..

Konuyu değiştirmeye yöneldi.

- Gene geceye kaldın, dedi.

Atlı önde, kız arkada yürüyordu. Zaman zaman atın savrulan kuyruğu yüzünü yalıyor, geri çekiliyordu.

- Ne yapayım, şehir dünyanın yolu. Her akşam o yolu atın sırtında da olsa kat etmek ölüm. Hele ırmağı bir görsen, sis yüzünden göz gözü görmüyor, öyle duman. At bir yana yuvarlanacak diye ödüm koptu, inip yedeğe aldım. Ee, at da yaşlandı benim gibi.

Kız onun gösterişli bedenine yakıştıramadı yaşlılığı.

- Olur mu? dedi. Sen daha gençsin.

Atlı durdu. Dar yolda kızın yürüyüp yanına gelmesini bekledi.

- Sağ ol. Keşke senin kadar genç olsam.

Uzanıp başını okşadı.

- Dur, bu güzel sözün için sana bir şey vereyim.

Eğildi. Atın terkisini karıştırırken destek almak ister gibi kıza dayandı bir eliyle. Kız ürperdi. Rastlantı gibiydi, göğsüne gelmişti el. Uzayan arama sırasında iri parmaklar hafiften ileri geri oynuyor muydu? Ona mı öyle geliyordu, yoksa? Donmuş kalmış, öyle durdu. Çekmedi de kendini. Dahası ağırlığını ele verdi. Bir tedirginlik, rahatsızlık duysa da, öyle bıraktı kendini. Bedeni sıtma yemiş gibi anlamadığı bir biçimde titredi o ara. Adam, neden sonra buldu aradığı şekerleri, uzattı. Huysuzlaşan atı sürdü.

Ter içinde kalmıştı kız. Elin çekilmesine üzülmüş müydü? İçinde bir şey, hiç bulamasın şekerleri, daha arasın ister gibiydi. Ya duyumsadığı o suçluluk, utanma neydi? Birkaç adım geri kaldı. Suskun gittiler. Tufan açmasa belki de hiç konuşmazlardı.

- Beğenmedin mi? Şekerleri…

Gülbeyaz yanıt vermedi. Boğazı düğümlenmişti sanki. Başını salladı. Neden sonra konuşabildi.

- Güzeldi! Şekerler… Oysa daha yememişti bile.

Evlerine ayrılan yolun ağzına geldiğinde, attan indi adam. Kız, elinde olmadan bir adım geriledi.


- Neyse. Anneni çağır da, tuzu vereyim.

Kız adamla daha fazla yalnız kalmaktan ürküyor gibiydi. Patikadan ayrılıp evlerine tırmanan dar yolda bir iki adım atıp uzaklaştı.

- Sen öylece bırak, ben güğümü koyup gelip alırım.

Dayı diyememişti bu kez dili varıp da.

Tepede, rüzgârın aralarında ıslıklar çaldığı birkaç servi ve köyün mezarlığı vardı. Az ileride, küçük harmanın bitiminde de evleri.

Terkisindeki tuz çuvalını indirdi Tufan. Yükleri aktarıp dengeledi. Yamacı aşmış olan kıza seslendi:

- Ablama selam söyle. Yarın gene şehre gideceğim. O zaman da yağı getiririm, merak etmesin. Atın yükü ağırdı bugün. Sen de, her ne istersen de, çekinme olur mu?

Kıza öyle geldi ki, son cümleyi bir garip söylemişti.

Hayvanı ardına alıp karayemişlerin top top dizildiği yolu izleyerek karanlığa karıştı.

Kız onun gittiğine emin olunca olduğu yere çöktü kaldı. Ateş basmış bedenini serin akşam yeline verdi. Sanki el hep oradaydı, bastırıyor ve parmaklar yalnız onun anlayacağı biçimde oynuyor, o da kendini, ne yapacaksa yapsın, der gibi bırakıyordu. Bir yandan suçluluk duyuyor, bir yandan da o dokunuştan çok hoşlandığını algılıyordu. Belki de, gerçekten bilmeden gelmişti adamın eli. Öyle olduğunu düşünmek içindeki utancı, pis bir şeye bulaşmışlık duygusunu yok ediyor, hoşlanmayı arttırıyordu. Bilerek memesinin avuçlandığını düşününce de bir tiksinmeyle sarsılıyordu. Bir anlık da olsa kendini bırakışını anımsıyor, kızıyordu.

Nedense, Hüseyin’in görüntüsü, tam karşısına dikilmiş, kaşlarını çatmıştı.

- Of anam! diye inledi. Kasıklarındaki yüklenme, ateş artmıştı. İki büklüm oldu. Of anam! Ne

yleyim, elimde miydi sanki?

Başını kaldırdığında gözleri yaş içindeydi.

- Pis Tufan, dedi. Ben, ona dayı diyorum, onun yaptığına bak. Namussuz herif!

Suçluyu bulmak rahatlattı onu. Kalktı, güğümü beline vurdu. Boş eliyle tuz çuvalını kaldırmaya uğraştı. Olmadı. Önce güğümü bırakmalıydı. Yürürken, Tufan olmasaydı ne yapacaklarını, düşündü. Şehre git, tuz al, en az üç saatte Ayvasıl’a gel, bilmem kaç kiloluk teneke sırtında. Sonra da gel bu yokuşa vur. Bir yağmura denk gelirsen tuz, tuz suyu olsun. Tufan’a vereceği birkaç kuruşu olmayanlar, zorunlu buna katlanıyordu, ne yapsınlar? Duyuyordu, Tufan, kimisine paraları olmasa da getirirdi. Niye getirirdi acep? Memesini tutmak için mi? Adam, zaman zaman insanın içini gıdıklar gibi konuşurdu doğru, ama ilk kez böyle davranışına denk gelmişti. Belki de rastlantıydı. Gecenin karanlığında sokulmasaydı ona o kadar da. Bir daha üç adımdan fazla yaklaştırır mıydı, onu?

Harmandan geçti.

Ayın gümüş ışığında ev, karayemiş dallarının altında ürkütücü, ne olduğu anlaşılmayan bir yığın gibi duruyordu. Tam üstündeki her biri hortlamaya hazır bir yığın ölüyü saklayan mezarlar, rüzgârın önünde hareket eden, eğilip kalkan servilerle beraber korkutucu görünüyordu. Gülbeyaz mezarlıktan, ölülerden değil, canlılardan korkulması gerektiğini bilecek kadar yürekliydi, ama yine de ürperdi.

“ Babam başka bir yer bulamadı mı, evi yapacak?” diye düşündü. ”Tam mezarlığın dibine, servilerin gölgesine yaptı. Millet cenazesi olunca öteki dünyayı hatırlar, biz Allah’ın her günü. Ne günü, her saat…”

Kocaman bir mağara karaltısıyla duran evin bir yerinde bir alev parladı. Kapı açılmış, yer ocağının ateşi dışarı vuruyordu.

-Sabire ana! diye bağırdı, karanlıktaki dikdörtgen aydınlığa doğru.

Annesi homurtuyla karışık yanıt verdi. Herhalde geç kaldığına kızıyordu. Öfkesini durdurmak için telaşla ekledi.

- Tufan tuzu getirmiş. Ben dönüp alacağım.

Daha anası yanıt vermeden evdeki parlayan alevin önünden bir gölge fırladı.

Genç bir erkek sesi:

- Ben alırım, diyerek ondan yana koştu.

Gülbeyaz, yanına gelen ay ışığında yüzü Arap gibi kapkara, gözleri inadına çakır çocuğu görmekten hiç memnun olmamış gibi yüzünü buruşturdu.

- Nerede? dedi kıza.

- Sen bu güğümü al. Ben alırım.

Suyu çocuğun önüne bıraktı, çuvalı almak için döndü. Birkaç adım gidince ardına baktı. Çocuk, beline yerleştirmeye çalıştığı koca göğümü nasıl taşıyacağını şaşırıp çarpa çarpa üstünü başını ıslatmıştı. Güldü.

- Dökme suyu! Nerelerden getirdim onu biliyor musun?

Evin kapısına ulaşıp kapıdan taşan aydınlığı kesinceye kadar izledi onu. Sonra tuzu almak için birkaç adım atmıştı ki, ayağına çarpan sert bir şeye takıldı. İrkildi, geriye sıçradı. Tuz çuvalıydı.

Aşağıdaki yolun kıyısına bırakmıştı çuvalı, buraya kim getirmişti? Merak ve korkuyla bakındı, kimseyi göremedi. Sadece ilerde, harmanın sonunda yerde ay ışığı altında bir gölgenin şöyle bir gözüküp yok olduğunu fark etti. Birkaç saniye sonra da kötü bir karatavuk ötüşü taklidi duyuldu.

“ Deli! ” dedi içinden. Demek gitmemiş, onu izlemişti. Gülümsedi. Yok, bir de çekip gidecekti. Kız halinde, onun için dağ bayır dolaşacaktı, o ise evine ulaşmasını beklemeden gidecekti, daha neler. Tükürürdü onun erkekliğine. Birden aklına Tufan’ın memesini tuttuğunu görmüş olabileceği geldi. Endişeyle ürperdi. Sonra, o karanlıkta fark edilemeyeceğini düşünüp rahatladı.

Tuzu sırtlayıp yürüdü. Nedense, koca çuval şimdi hafif gelmişti ona.

Eve geldiğinde annesi aşhaneden elinde bir tencereyle çıkmıştı. Kapıda karşıladı kızını.

- Allah razı olsun Tufan’dan, dedi. Tuz gibisi var mı?

- Neyin eksikse onun gibisi, dedi. Tufan’ın övülmesine kızmıştı.

Kapının ardına bıraktı çuvalı. Ambara kaldırması gerekliydi, ancak gözü kesmedi. Güçlü kuvvetli kızdı, ama gene de nefes nefese kalmıştı. Yerevini içerdeki iki odadan ayıran tahta sete oturdu. Ağrıyan bileklerini, kollarını ovaladı.

Pilekinin başında odunları yontmakla uğraşan iki genci gördü. Bağırdı onlara.

- Sorarsan erkek olacaksınız. Ne yapıyorsunuz orda?

Esmer olanı diğerinden bir iki yaş daha büyük gözüküyordu.

- Güğümü aldım ya.

- Sana güğümü al, diyen mi, vardı? Ben asıl o yanındakine diyorum.

Öteki genç, Gülbeyaz’ın kardeşi Mehmet’ti. Hiç yanıt vermeden işini sürdürüyordu. Onun aldırışsızlığı kızı iyice çileden çıkardı. Fırladı, elindeki tahta parçalarından birini kaptı. Şaşkın şaşkın bakan çocuğun kaçmasına izin vermeden bacaklarına vurmaya başladı. İskemlesinden yere yuvarlanan çocuk, bir ara elindeki tahtayı almayı başardıysa da kaçamadı. Üstüne binen Gülbeyaz, bir eliyle saçlarına yapışmış, bir eliyle tokatlıyordu. Annesi zor ayırdı onları.

- Delirdin mi kız?

Gülbeyaz, saçı başı darmadağınık, yüzü kıpkırmızı kesilmiş söyleniyordu.

- Erkek olacak. Ablası gecenin karanlığında tuz taşıyacak, o burada oynayacak. Hayvan, evlendirsen evlenir.

Esmer çocuk, gözlerini açılan yakasına, göğüslerinin belli belirsiz birleşme çizgisine dikmişti. Hemen kapandı.

- Ne bakıyorsun? Gitsene evine, evin yok mu senin?

Çocuk hiç şaşırmadı, hemen toparlandı.

- Ben de gidecektim, dedi. Sesi darılmış gibi değildi.

Duvara dayadığı sopasını aldı, kapıya doğru yöneldi. Kadın kızına öfkeli bir bakış fırlatıp koştu ardından.

- Dur sana biraz patatesle ekmek vereyim, evde yersin.

Sahana doldurduğu patateslerin yanına ateşten yeni çıktığı belli olan mısır ekmeğinden büyükçe bir parça koydu.

Gülbeyaz’ın yerde oturan kardeşi Mehmet, arkadaşının gittiğini görünce fırladı peşinden.

- Ben de gidecektim, dedi.

Gittiler.

Anasıyla kız, bir zaman sessiz oturdular tahta sette. Sonra Sabire kalktı. Taş duvara asılı sofrayı indirdi. Patatesleri süzgeçte süzdürüp üstüne koydu. Kocaman ekmeği bölmeden öylece yanına bıraktı. Tahta iskemlelerden birini çekip oturdu. Bir patatesi kabuğundan ayıklayıp tuza banıp yemeğe koyuldu. Öylece oturup tavandaki duman deliğine, oradan gözüken gökyüzüne bakan kızına neden sonra seslendi.

- Açlığım yok, dedi kız.

- Sana gel, diyorum.

Kız daha fazla bekletmedi, kalkıp gitti.

Yemeklerini konuşmadan bitirdiler. Anne geriye yaslandı. Zayıf yüzüne yırtıcı bir görünüm veren eğri burnunun tam yan tarafında hiç iyileşmeyen bir yara vardı.

- Yaptığın yanlış, dedi.

- İyi de anne. Mehmet de erkek gibi davranıp bize yardımcı olmuyor. Benden topu topu iki yaş küçük. Güya büyüyecek de sıkıntılarımız azalacaktı.

Annesi, burnundaki yaraya dokundu, belki de böyle kurcaladığı için bir türlü iyileşmiyor yara, diye düşündü kız.

- Ona iyi yaptın. Ben, dedim: Git, ablan suda, al gel diye, aldırmadı. Bir garip. Sanki Mustafa’mın oğlu değil. Mıymıntı. Ama çok ezme onu. Karılardan iyice ürkecek. Ben, bir umut, sonunda isyan edip seni ayağının altına alacak, erkekleşecek diye bekliyorum, ama nerde? Benim kötü dediğim başka. Kadın kısmına yaptığın yakışmaz.

- Ne yakışır kadın kısmına? Hayvan gibi çalışmak mı? Erkeğin yapacağı işleri yapmak mı?

Anası, iyi zamanlarındaki gibi güldü.

- O yüzden evlenir kadınlar, zor işler için. Yoksa niye çeksin erkeğin derdini? Sen de…

Sözün tamamlanmasını beklemedi kız. Anasının ne diyeceğini biliyordu. Sen de evlen, diyecekti. İsteyenlerden birini al, malı mülkü olan birini… Gönülmüş mönülmüş anlamaz mıydı, anası? Belki o da, Hüseyin’i tanıyıp öğrenmeseydi sevmeyi, öyle bilir, kabullenirdi, ama artık… Sevmek bir kez öğrenildi mi, unutulmazdı. İyi de aşkarayanlar her gün unutuyordu.

- Ben yatacağım, dedi. Çok yorgunum.

Odanın kapısının eşiğinde öfkesine yenildi. Döndü.

- Kiminle evleneyim isterdin anne? Kara domuzla mı?

- Nesi var çocuğun? Bir de akrabamız üstüne üstlük.

- Akrabaymış. Babam, peygamber emanetlerini beklerken Kabe’de, dindaşımız Araplarca öldürülüp künyesi geldiğinde kimden fayda gördük? Hangi akrabamızdan? Sen anlatırdın, mısırımız tarlada kuruyup gitti de, toplayamadın bizi bırakıp. Gece gelip çaldılar. Urum gelip toplamadı ya. Bu köylüler topladı. Bizim akrabalarımız. Unuttun mu ana?

- Dünyanın kaderi bu, düşene vururlar. Düşme sen de.

Kadının sesi buğulandı. O günleri hatırlamak rahatsız etmişti onu. Gözleri ıslandı.

- Ey gidi ana, dedi kız içini çekerek. Ben yatıyorum.

O akraba dedikleri kara domuzdan nefes alamadığını, kenefe bile gidemediğini, sürekli peşinde dolaştığını, orasını burasını mıncıklamaya çalıştığını söyleyecekti. Onunla evlenmeyeceğini, bir sevdiği olduğunu diyecekti, demedi. Kalktı. Soyunup yattı.

Bir süre sonra dayanamadı. İçerde oturan annesine seslendi.

- Ana! Kalk yatsana.

Ateş sönmüştü. Sacayağını üstüne devirdi, Sabire. Evin içi karanlığa kesti iyice. Kapıları kontrol edip kızının yanına gitti. Yere yatağını serdi. Üstüne oturup dua okumaya başladı.

Gülbeyaz:

- Yatıp uyusana. Belin ağrımıyor mu senin?

- Belim biraz daha iyi sanki. Bu Cinci Hoca’nın nefesi dedikleri kadar gibi, iki okudu, ağrılarım bitti.

“Nefesi mi, eli mi?”diyecekti, vazgeçti. Hocayı bir kez okurken görmüştü. Ağrıyan yeri açtırıyor. Sözde namahrem diyerek gözlerini yumuyor ama eliyle sıvazlıyordu iyice. Sonra da insanın içini geçirecek bir mırıltıyla bir şeyler okuyordu.

- Biraz daha okunsaydın hocaya ya?

- Neyle? İki okumaya bir tavuk verdik. Boğazınız olmasa...

Gülbeyaz annesinin okunmak için büyük bir istek duyduğunun farkındaydı.

Nasıl oluyorsa, Cinci’nin bütün hastaları kadındı. Hepsi de hocanın nefesinden şifa bulduğunu söylüyordu. Bir Duman’ın yaşlı babasına bir yararı olmamıştı. Belindeki geçmeyen ağrı için okunmuştu adam. Cinci, iki metre uzaktan, şöyle yasak savar gibi, eliyle de sıvazlamadan üfleyip geçmişti. Sonra da, çağrıldığında gelmemiş, hep yapması gereken acil işleri olmuştu.

Aklına gelenleri, annesine yakıştırmak rahatsız etti onu. Sonra, o da insan, diye geçirdi aklından.

- Bizi düşünme o kadar, sen sağlığına bak

- Yapabilsem. Ana ol da gör.

Ana. Bu sözcük genç kıza sevdiğini, Hüseyin’i anımsattı. Dokunamadığı yüzünü, yapraklar gibi hare hare gözlerini… Demek gidiyorum deyip gitmemiş, dönüp izlemiş, tuzu da oradan oraya taşımıştı. İçi acılandı. Gerçekten askere alırlar mıydı, onu?

- Bir olsam, dedi kız.

- Ne dedin? dedi, Sabire.

- Hiç. Uyuyalım artık.


Hüseyin’i cinci yaptı düşünde. Okuyordu. Sadece onu... Sarığını sarmış, kaftanınını giymiş, orman gibi sakallı, tıpkı hoca... Dört yanı kapalı bir odada, Gülbeyaz'ı çırılçıplak soyuyor, gözleri kapalı, ağrıyan göğüslerini okuyup üflüyordu. Daha yeni düşe dalmıştı ki, ter içinde kaldı.


Mısırlık yeşil yeşil kokuyordu. Yalınayak girdiği toprak sıcaktı. Ayazın vurduğu çıplak ayaklarını yüzeydeki ince toprakta örttü. Bir yer buldu oturdu. Ay bulutların ardındaydı, ama yağacak gibi de değildi. Ağustosböceklerinin sesi geliyordu. Bu yıl erken başlamışlardı. Sıcağın etkisiydi herhalde.


Sıkıldı. Oturduğu yerden kalktı. Mısırları kırmamaya çalışarak, daha yeni biçilmiş buğday tarlasına ulaştı. Başakları yukarı, mezarlığın altındaki harmana taşıyıp yığmışlardı.

Salatalıkların keskin çiçek kokusunu duydu. Yaprakları karıştırırken koku daha da arttı. Allah’ın cezası çocuklar bırakmıyordu ki. Güldü, nedense bütün çocuklar, salatalık hırsızlığını severdi. Geçen yıldan kalma çekirdekleri, mısırların arasına ekerek karpuz da yetiştirmişlerdi. Kafa kadar karpuz vermişti her biri. Nasıl bulmuşlarsa, beyaz beyaz karpuzları orada yemişlerdi.

Sonunda el yordamıyla küçük bir salatalık buldu. Çiçeği düşmemişti. Minik dikenleri ellerine battı. Eteğine sildi dikenlerini. Bir tane daha bulmak için devam etti aramaya.

Yapraklara sürünen birinin hışırtısını duydu. Kim olduğunu bilse de tedirgin olduğu yere çöktü. Mısırlar aralandı. Uzun boylu bir gölge açığa çıkmadan dikilip etrafına bakındı. Seslendi ona:

- Hişt!

Gölge ona doğru yürüdü. Hüseyin’di.

- Orda açıkta kalıyoruz, diye fısıldadı. Böyle gel.

Sıcak toprağa çöktüler. Birbirine çok yakınlardı. Dokunmak için aklını atarak, ama dokunmaya korkarak öyle oturdular.

- Yeşil ne güzel kokuyor, dedi erkek.

- Hele salatalıklar. Bak sana da buldum. Al.

Elleri salatalıkları verirken birbirine değdi. Bir sıcak alev yaladı ikisini.

Gece kuşlarının, kurbağaların sesi geliyordu.

Hüseyin, uyuşan ayağını bir mısır kökünden kurtarmak için uzattı. Dizi Gülbeyaz’ın baldırına geldi. Çekecekti, vazgeçti, kızı bekledi. Kızın baldırında bir kasılma, bir geriye çekilme olmadı. Farkında değilmiş gibi, bırakmıştı dizini.

- Çok kalamam, dedi. Annem halamlarda sanıyor, beni. Gittim de bir soluk, sonra buraya geldim. Endişeleniyorum onun için. Sırtı ağrıyor. Bir şey olursa, Allah vermesin, yapayalnız kaldım o zaman…

- Ben varım ya, dedi Hüseyin.

Biraz döndü kız. Oğlanın bükülü ayağına değdi.

- Sen varsın ya. Varsın da, nasıl ortaya çıkacaksın, kapıma nasıl geleceksin?

Gülbeyaz, sevdiğinin dizinin hemen yanında olduğunu biliyordu, ama görmüyordu. Nefes aldıkça giysisinin sürtünmesini hissediyordu. Kim demiş insanın iki eli, iki gözü var diye. Dizi, koca bir göz olmuş, o tüy gibi dokunuşu, iğne batırılıyormuş gibi alıyordu.

Biraz öne kaysa… Yapamadı. Konuşmaya vurdu. Daha hızlı nefes alıyor, nefesiyle şişirdiği bedeninin Hüseyin’in dizine değeceğini umuyordu. Sesi iyice tuhaflaşmıştı.

- Sen istemeye gelmeyecek misin, beni? İstersen o zaman…

Daha önce konuşmuş anlaşmışlardı. Hüseyin yaz bitmeden ailesini gönderecekti, harmanları bekliyordu. Harman bitsin, şehre gidip bir iki şey alsın armağan diye, öyle.

- Bunu benim kadar kimse isteyemez de, biliyorsun.

“Biliyorum da,” diye düşündü kız. “Elimde değil ki, aklım sende. Şimdi dizin onca uzakken bedenim boydan boya göz kesmiş ateşini alıyor. Ne kadar dayanırız böyle? Sonra Tufan belası var, haber salıyor. Ne istersem çeyiz olarak yapacak. Yeter ki ben, he deyim…”

-Tufan rahatsız ediyor mu seni?

- Haddine mi düşmüş? Neylerim onu, biliyor musun?

İyi de ya anası kanarsa altındır, liradır, bilmem nedir? Ne olacak yani, adam dulsa dul, yaşlıysa yaşlı. Yaşlı al da, kıymetin bilinsin kızım, derse. Ama Hüseyin’i tedirgin etmek istemiyordu. Birazcık anlatayım demişti, daha önce. Biraz da kıskandırmak, zorlamak istemişti de, salt öfke kesilmişti erkek.

Bir sabah çeşmeden su alırken gelmişti Tufan. Atı yanında yoktu, belli ki onu kolluyordu. Rastlaştıklarında öyle gözlerini dikip bakardı, ama bu kez kalkıp direk yanına gelmişti. Şöyle bir etrafına bakınmış, sokulmuş, sırnaşmıştı.

“- Bak,” demişti. Ben bu köyün nesiyim? Muhtarı. En büyüğü. Padişahın fermanı kime gelir? Bana. O zaman ben padişahın adamı mıyım? He. O sıfatla işte bir diyeceğim var.”

Adam eskisi gibi değildi. Kendini beğendirmek için parçalanıyordu.

“- De,” demişti, saf saf.

“- Ben seni Allah’ın emri, peygamberin kavliyle almak isterim. Annenle filan konuşmadan önce senle konuşmak istedim.”

Bakakaldı. Adam gözlerini kırpıştırarak hemen burnunun dibinde ona bakıyor, evlenmelerden söz ediyordu. Daha düne kadar önünde saygıda kusur ederim, diye ödünün koptuğu babası yaşındaki adam, ergen bir delikanlıymış gibi yüzünde yılışık bir sırıtma yaranmaya çalışıyor, kırılıp dökülüyordu. Gerçi gururu okşanmıyor değildi, ama gülünç, delice bir şeyler vardı bunda. Sinirleri boşalmış, bir gülme almıştı onu. Tufan da bunu iyiye yormuştu.

“- Düşün, ” demişti. “ Seni sultanlar gibi yaşatırım, söz. ”

Evde anasına bile anlatamamıştı. Çünkü annesinin aklı, kızının yaşmağı çalılarda kalmadan evlenmesindeydi. Tufan’ı beğeneceği tutardı. Hüseyin’e şöyle bir diyecek olmuştu, Hüseyin delirecekti. Adamı öldürmekten dem vuruyordu. Allah’tan adamın kendisine baktığını söylemişti, sadece. Ya göğsünü, bacağını tuttuğunu deseydi? Hele, bir anlıkta olsa bundan hoşlandığını?.. İnsan ne tuhaftı. Gün olur, bir yılanın sürtünmesinden de zevk alabiliyordu.

Hatırladıkları kanını kızıştırdı. Karanlıkta göremediği Hüseyin’e sokuldu. Sıcak nefesi gerdanını yaktı. Dizini şimdi tam olarak hissediyordu.

- Tufan beni kaçırsa vurur muydun onu?

- Sade onu değil, seni de vururdum. Razı geldiğin için.

Yani göğsünü tutmasına razı geldiğini duysa, öldürecekti. Öldürmese bile bir daha bakmayacaktı yüzüne.

Çocuğun eli dizinin üstündeydi. Göğüslerinin biri o ele değdi, çekildi hemen. Hüseyin endişeli sordu:

- Var mı, öyle bir şey, yoksa?

- Denedim seni, dedi. Bakalım sevdiğine sahip çıkıyor musun?

Yeniden Hüseyin’in eline değdi göğsünün ucu. Birden titremeye başladı. Yaz sıcağında sıtma yemiş gibi titriyordu. Engellemek istedi, başaramadı.

Ne biçim işti bu, insan sevince böyle mi oluyordu?

Tufan bir kezinde de fındıklıkta kanaviçe işleyen Gülbeyaz’ın yanına gelip oturmuştu. Gülbeyaz, son gördüğünden bu yana aklını kaçırdığına iyice inandığı adamı tatlı dille ikna etmeyi kuruyordu. Adamın yanına oturmasına ses çıkarmamıştı. Elini dizine koyduğunda irkilmişse de, dayanmış, farkında değilmiş gibi sürdürmüştü işini. O anda Tufan’a bir hal olmuştu. Sıtma nöbetindeymiş gibi zangır zangır titriyordu adam.

Kız dizini kurtarıp öfkeyle sormuştu:

“- Ne oldu sana, verem mi oldun?”

Heyecanlı anlaşılmaz bir sesle homurdanmıştı adam.

“- Seni Allah’ın emriyle zevcem yapacağım,” demiş, sarılmaya, öpmeye uğraşmıştı.

Kız öfkeden kendini yitirmiş, koca adamı tekmeleyerek devirmişti çimenlere.

“- Defol deyyus! ” diye bağırmıştı.

Ayağa fırlayıp kafasına vuracak bir şey aramıştı. Adam, kızın eline geçirdiği değnekten daha çok, bağırmasından çekinmiş olmalıydı. Bırakıp giderken söyleniyordu.

"- Elletirken iyiydi de, şimdi ne oldu?"

Beyninden vurulmuştu, Gülbeyaz. Teslimiyetinin anlaşılıp hatırlatılmasından rahatsız oldu. Ya birine derse?.. Ya Hüseyin duyarsa?.. Elinden gelse, bir daha sözü edilmesin, diye öldürebilirdi Tufan’ı.

Tufan’ın o günkü titremesinin anlamını da şimdi çözüyordu. “ Domuz,” dedi içinden. “Demek böyle şeyler hissediyor benim için o pislik. Bir daha görürsem onu peşimde… ” İyi de kendi hoşlanması ne oluyordu?

Peki sevmek bu muydu? Sana dokunduğunda titriyorsan seviyorsun demek miydi? Kendisi de, atın yanında, Tufan elini göğsüne dayadığında bir an zangır zangır titremişti. Tamam, hoşuna gitmişti doğru da, Tufan’ı sevmiş miydi? Şimdi niçin iğreniyordu ondan? Yok, bu başka bir şeydi. Sevmek gibi güçlüydü ama sadece bir anlık. Üstüne üstlük geride bir iğrenme, bir suçluluk bırakıyordu.

Ne var ki, bazen değişik düşünüyordu. Örneğin, şimdi değil, şimdi Hüseyin’e bu kadar yakınken aklına gelenler farklıydı; onu ısırmak, sıkmak geçiyordu içinden, ama başka zaman ona baktığında, ona dokunduğunda, içinden ağlamaya benzer duygular geçerdi. Dokunduğunda alıp koynunda bir yere sokma arzusu duyardı. Çılgınca onun içinde bir yerlere girmek isterdi. Kimi zaman onun için hiç düşünmeden öleceğini hissederdi. Bazen Hüseyin gözünde azizleşir, bir eksik, çirkin yanını görmesin isterdi.

Titremesinden utandı bu kez. Geri çekildi. Hüseyin çekilmesini istemiyordu, ancak bir şey demedi.

- Askere falan almazlar değil mi? dedi.

- Daha yaşıma var, ama her yer karışık. Dağlar asker kaçağı, Rum, Ermeni çeteleri dolu, diyorlar. Kız kaygıyla sordu:

- Buralarda da başlar mı?

- Başlamış bile. Hele Rus, Trabzon’u bombaladıktan sonra azmış hepsi. Fandak’ta birinin evini yakmışlar. Kimin yaktığı belli değil, ama belli ki gâvurlar.

- O zaman ne olur, seni askere alırlar mı?

- Ne bileyim? Kimsenin askere gittiği yok, zaten. Herkes kaçak. Ama yakaladıklarını asıyorlarmış. Oracıkta kurşuna diziyorlarmış. Enver diye biri varmış, Enver Paşa. Büyük bir ordu topluyormuş, Rus’un üstüne gidecek. Askerliğim muhtara bağlı biraz da. Muhtar bildirirse yaşı gelen var, diye, götürürler. Sen bilirsin, istersen ortalık durulana değin bekleyelim.

Muhtarın sözü geçince kızın tüyleri diken diken oldu. Tufan, bir bilse, elinde yetki varsa Hüseyin’i divanı harbe verirdi. Gene de çok düşünmedi üstünde.

Hüseyin’in dediklerini savsaklama olarak aldı. Kızdı, damarına bastı.

-Olur. Anneme de anlat bunu. Tufan isterse verir beni.

Hüseyin, öfkeyle kollarına yapıştı kızın.

-Bana bak!

- Ne bakacağım, ipe un seriyorsun sen.

Şimdi daha yakındılar. Kız iyice yaslandı ona. Kendini bıraktı. İnledi. Hüseyin’de beline attı kolunu. Titreyen öteki eliyle göğsünü bulmaya çalışıyordu. Gülbeyaz, Tufan’ın kendi malıymış gibi kolayca bulduğunu anımsadı. Hüseyin’in yavaşlığı, kızın utanması geri gelecek kadar sürdü. Elini tutup durdurdu.

-Sakın, dedi fısıltıyla. Evlenmeden olmaz. Arif Reis’in kızı gibi olamam, nikâhsız, kocasız…

-Peki, dedi Hüseyin. Söylediği anlaşılmıyordu bile

Sabire kara kara düşünüyordu.