İstanbul'un Göbeği Sultanahmet
top of page

İstanbul'un Göbeği Sultanahmet

Nurten B. AKSOY

*

İstanbul'un yerli ve yabancı turistlerce ilk gezilen ve en kalabalık yerlerinden olan Sultanahmet Meydanının bilinen tarihi Romalılara kadar uzanır. Roma İmparatorluğu ve sonrasındaki Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom olarak kullanılan bu meydan, bugün de olduğu gibi şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10. Yüzyıla kadar önemini sürdürmüş. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri hep burada yapılırmış. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırmış. Bu Saraydan günümüze sadece büyük salonun bir yer mozaik panosu gelebilmiş.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler At Meydanı denilen Sultanahmet Meydanında yapılır, yeniçeri isyanları da bu bölgede gerçekleşirmiş. 17. Yüzyılda çıkan ve Vaka-i Vakvakiye diye bilinen askeri bir ayaklanma sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler At Meydanı'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asılmış. Ayrıca İstanbul'da 1920 yılında işgale karşı yapılan büyük mitingde, Halide Edip de o ünlü konuşmasını bu meydanda yapmıştır.


Meydanın tarihine kısaca göz attıktan sonra buradaki tarihi eserlere şöyle bir bakalım. Meydanın ilk göze çarpan eserleri tabii ki dikili taşları. Bizans Döneminde at yarışlarının yapıldığı Hipodrom meydanında yer alan üç dikili anıt, hipodromu ikiye bölermiş. Yarışçılar hipodromu yedi kez döner ve başlangıç noktasına ilk ulaşan takım yarışı kazanırmış. Yani bugün hala ayakta olan bu üç anıtın çevresinde döner dururmuş yarışçılar.

Bu üç dikili anıt arasında en ünlüsü olan Obelisk, 390 yılında Mısır’dan getirilmiş ve tam otuz bir günde bugünkü yerine dikilebilmiş. Obelisk, MÖ. 1450 civarında Mısır Firavunlarından biri için yapılmış. Meydanı süsleyen Yılanlı Sütun ise kenti haşarat istilasından korusun diye Apollon’daki Delphi Tapınağı’ndan getirilen ve birbirine dolanan üç yılanın (günümüzde başları kopmuş durumda olsa bile) temsil ettiği bir tılsımmış. Meydandaki son anıt ise otuz iki metre yüksekliğiyle, son derece etkileyici görünen ve meydana tepeden bakan Örme Dikilitaş'tır,


Günümüzde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan ve adını Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve ikinci veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa'dan alan saray, daha önce "At Meydanı Sarayı" olarak bilinirmiş. Tarihin, Topkapı Sarayı'ndan daha büyük ve görkemli olduğunu yazdığı İbrahim Paşa Sarayı, pek çok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemler ve isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da boğdurulmasından sonra da aynı adla anılmış. Türk ve İslam Sanatı eserlerinin pek çok güzel örneğini bir arada görebileceğiniz bu tarihi saray, bu alandaki ilk Türk müzesidir.


Meydana girdiğinizde zarif mimarisi ve mozaikleriyle ilk dikkatimiz çeken eser Alman Çeşmesi adıyla bilinen görkemli bir çeşmedir. Türkiye'ye üç kez gelen Alman imparatoru II. Wilhelm'in 1898'de İstanbul’a ikinci kez gelişinin anısına ithaf edilen Alman Çeşmesi, imparatorun sultana ve İstanbul'a hediyesiymiş. Almanya'da yapılıp 1901'de İstanbul’daki yerine monte edilen çeşme Neo-Bizanten üslubunda olup, içerisi altın mozaiklerle süslüdür.


İstanbul'un siluetine tüm görkemiyle damgasını vuran ve Sultanahmet'e geldiğinizde zarif minareleriyle ellerini semaya açmış bir derviş edasıyla duran Sultanahmet Camisi 1609-1616 yılları arasında Osmanlı Padişahı I.Ahmed tarafından Tarihî Yarımada'da, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılarca Mavi Camii "Blue Mosque" olarak adlandırılan cami, Ayasofya'nın 1934 yılında müzeye dönüştürülmesinden sonra, İstanbul'un ana camisi konumuna ulaşmış. Sultanahmet camisinin bir başka özelliği de Türkiye'de altı minaresi olan dört camiden biri olmasıdır.

Meydanın alt kısmına geçtiğimizde karşımıza tüm haşmetiyle dikilen Ayasofya karşılar bizi. Asırlardır zamana kafa tutarcasına dimdik ayakta duran bu mabet, Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından, MS 532 - 537 yılları arasında yaptırılmış ve aynı yerde üç kez inşa edilmiş. 1500 yıl boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin en önemli simgesi olan Ayasofya Dünya’nın en eski katedralidir.


Ayasofya'nın biraz aşağısında bulunan Arkeoloji müzesi, barındırdığı çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasındadır. Türkiye'nin müze olarak inşa edilen en eski binası olan Arkeoloji Müzesi 19. Yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuş ve 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmıştır. Ana bina, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk müzesinden oluşan müzenin koleksiyonunda, Balkanlar'dan Afrika'ya, Anadolu ve Mezopotamya'dan Arap Yarımadası'na ve Afganistan'a kadar, Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait yüzlerce eser bulunmaktadır.


Ayasofya'nın arkasında bulunan Bâb-ı Hümâyûn'dan (Saltanat Kapısı) bahçesine girilen Topkapı Sarayı; yönetim, eğitim yeri ve padişahın ikametgahı olması sebebiyle oluşturulan yapılanmaya uygun olarak hizmet yapılarından oluşan Birun ile iç örgütlenme ile ilgili yapılardan oluşan Enderun’dan oluşmaktadır. Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında kalan Tarihi Yarımadanın ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde kurulan saray, kara tarafından Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz tarafından ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır.


"Tanrısal Barış ya da Kutsal Barış" anlamı taşıyan ismiyle İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nın avlusunda, Ayasofya'nın yanıbaşında ve onunla çağdaş olan Bizans kilisesi Aya İrini, İstanbul'da bulunan, camiye çevrilmemiş en büyük Bizans kilisesidir. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak, 1v. Yüzyılın başlarında I. Constantinus (324-337) zamanında yapılmış olan Aya İrini Müzesi, aynı zamanda Türkiye'de müze çalışmalarının ilk başladığı yerdir. 1973'ten beri başta İKSV bünyesinde olmak üzere, birçok sanat etkinliğine de ev sahipliği yapmaktadır.

Sultanahmet Meydanından ayrılmadan önce çok da sözü edilmeyen ama meraklılarına çok şey anlatacak iki mekandan daha söz etmekte yarar var. Bunlardan biri, Ayasofya'nın kuzey-doğusundaki İmaret binasında bulunan Halı Müzesidir. Dünyanın en zengin halı koleksiyonlarından birine sahip. Selçuklu ve Osmanlı Döneminde eski bir İslam geleneği ile camilere, türbe ve külliyelere bağışlanan tarihi ve sanatsal değere sahip halıların sergilendiği müzede ayrıca kendi yörelerine özgü desenler ile Anadolu'nun çeşitli dokuma merkezlerinde 14. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar dokunan en nadide halı ve seccadeler ile, İran ve Kafkas halıları da sergilenmektedir.


Bir açık hava müzesi niteliğindeki diğer mekan ise Soğukçeşme Sokağı. Ayasofya Cami ile Topkapı Sarayı arasındaki Sur-ı Sultani’ye yaslanmış olan on iki adet cumbalı, ahşap evle bir Roma sarnıcının yer aldığı Soğukçeşme Sokağında ayrıca Ayasofya’nın cami olarak kullanıldığı dönemden kalma Osmanlı yapısı iki anıtsal kapıyla sokağa adını veren tarihi çeşme, konak hamamı ve Naziki Tekkesi Şeyhinin konağı da vardır. Türkiye Cumhuriyetinin 6. Cumhurbaşkanı ve babası Şura-yı Devlet azası olan Fahri Korutürk'ün doğduğu ev de bu sokaktadır.

Topkapı Sarayının önünden geçip sahile, Cankurtaran'a doğru yol aldığınızda ağaçlarla çevrili, sakin bir bahçenin içinde bir başka Ayasofya çıkar karşınıza. Bizans İmparatoru I. Jüstinyen ve karısı Theodora tarafından kilise olarak 530’lu yıllarda inşa edilen Sergios ve Bakhos adlı bu kilise, İstanbul’un fethinden sonra II. Bayezid döneminde Dar-üs Saade Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş, daha sonra da avlunun etrafına zaviye hücreleri ve Hüseyin Ağa’nın türbesi inşa edilmiştir. Zarif mimarisi, sessiz ve sakin bahçesindeki kitap ve hediyelik eşya satan dükkanlarıyla gezilmesi gereken yerlerden biri de Küçük Ayasofya Camisidir.


Cankurtaran semtinden ayrılmadan önce dar bir sokakta dikkatimizi çeken ahşap bir evi de ziyaret etmekte yarar var. Türk Müziğinin en büyük bestecilerinden olan Hamamizade İsmail Dede Efendi'ye padişah tarafından hediye edilen bu şirin ev, yıllarca kaderine terk edilmiş bir halde kaldıktan sonra Türk Evleri Vakfı tarafından restore edilip sanat ve kültür meraklılarının ziyaretine açılmış. Aslında İstanbul'un her yeri gibi, bu sokaklar da buram buram tarih kokuyor ve her bir köşesi bir sırrı saklıyor. Bu sırları keşfetmenin en kolay yolu da buraları adım adım gezmekten geçiyor... Keyifli keşifler dileğimizle...

61 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page