KAPI ÇALINIYORDU
top of page

KAPI ÇALINIYORDU


On saat sonra uyanabildi. Sola devinip, başucundaki saate baktı. Esnedi, gerindi. Yorgunluğunun damlacıkları gözlerinin arkından yuvarlanıp süzülüverdi. Sırt üstü döndü. Ellerini başının altına aldı. Bir süre beyaz tavanı, tavandaki yer yer dökülmüş sıvaların oluşturduğu biçimsiz nesnelerde gezindirdi gözlerini. Bilinci de onunla birlikte dolaştı tavanda. Sulu, puslu gözlerinde o nesneler bir bir canlandı; soluk alıp veren, koşan, atlayan çırpınan varlıklara dönüştü. Tüm hatları oldukça belirgin, dörtnala kalkmaya hazır bir küheylan geldi göz ucuna bağlandı. Uzun uzun kişnedi. Sol ön toynağıyla yerleri tekmeledi. Bir fırça aldı adam eline. Boyayı harmanladı, sürdü atın sağrısına, karnına, bacaklarına. Sağrısını, bacaklarını benekledi. Yelesini güneş kızılına boyadı. Bir de eğer harmanladı, bir de gem taktı ağzına, atladığı gibi küheylana, sürdü onu mor sümbüllere, lalelere, nergislere belenmiş, bin bir böceğin, bin bir rengin birbirine karışıp oynaştığı ovalara, oradan dağların arasından volkan gibi patlayıp coşan Tortum Çayı’na, Şenkaya yaylalarına, fırtına gibi koşan küheylanın toynakları çayırları ezerek Zuvart’ın çavlanlarını geçip, köyünün sokaklarına vardı:


”Toto’nun oğluyum ben, küçük yaşta dillenen, hazır cevaplarımla sizi kahkahadan kırıp geçiren, köyün Tını dedesi ölünce, onun adını bana verdiğiniz, iki yaşımda anamın koynundan sökülüp alınan, Tını’yım ben Tını.”


Kadınlar bir ağıt yakarcasına sarılıp kokluyorlardı. Çok ev gezdi, çok dert döktü, el öptü, dil döktü, nefesler dinledi, türküler söyledi, saz çaldı, dem çekti. Döndü dolandı fırtınalara karıştı. Poyrazlara erişti. Sürdü küheylanını anlarının koyaklarına, düşlerine, sevincine, öfkesine, kartal kanatlarıyla süzüldü. Dörtnala kucakladı mutluluklarını, bir anını bir anına ekledi. Tam, çiçek çiçek, tam, domur domur açmışken düşleri, karısı kapıyı aralayıp gülüverdi. Kızıl yeleli küheylan aldı başını çekti gitti.


Tekrar dişlilerin arasında buldu kendini. Fabrikanın dişlileri dönüyor, öğütüyor, un ufak ediyordu her şeyi… Elleri yara bere içinde... Tozun dumanın arasında, ciğerleri parçalanırcasına öksürüyordu. Ter içindeydi. Sıkıntıyla yan döndü.


Bir süre kalkmamaya dirense de; kalktı. Tıraşsız bir yüz, çökmüş avurtlar, gözler altındaki morluklarla kırış kırış bir yüzle karşılaştı aynada, göremedi kendini. Avuçlarını çökmüş avurtlarında dolaştırdı. Gözlerinin altındaki mor halkaları yokladı.


Uzun ve yorucu yolculuğunda, aşklarını, düşlerini, birer birer bırakmak zorunda kalarak, yıpranarak, nefretle, acıyla, çığlıkla, küfürle düşe –kalka, aksaya-seke ardından gelen çocukluğuyla, gençliği aynada göz göze bakışıyordu…


Oturma odasına geçti. Muhabbet kuşunun kapısını araladı. Kuş kanat çırptı, uçtu, vitrine kondu. Günlerce bilincini oyalayan kuş ve balık tüketiminde yoğunlaştı adamın düşünceleri. Bu günlerde kafes, kuş, akvaryum, balık tüketimi ne çok artmıştı. Kendini özgürleştiremeyen insan, hayvanları kulübelere, kafeslere kilitliyordu hayvan sevgisi adına.


Pencereyi açmayı, kuşu bırakmayı, çocuklara özgürlüğü anlatmayı düşündü. Kuşun dışarıda yaşayamayacağından endişelendi. Düşüncesinden vazgeçti. Bilinciyle bedeni arasındaki bu uyumsuzluğa canı sıkıldı. Odada amaçsız gezinmeye başladı. Vitrine baktı. Televizyona, çiçeklere; yeni sulanmışlardı. Akvaryuma baktı sonra. Yarım metrelik dünyalarında, balıklar hiç durmaksızın, yüzgeçlerini sallayıp duruyorlardı (iki küçük Japon balığıydı bunlar). Akvaryumun suyu kirlenmiş diye düşündü.


Karısı mutfakta. Ağzında bir sigara, masada patates soyuyordu.

“Günaydın,”, dedi.

“Günaydın” dedi, adam.

Sönmeyen sigarayı kül tablasına iyice bastırıyordu karısı. Yüzünde küçük bir tebessüm belirdi.

“İyi uyudun mu uykucu?”

“Evet.”

“Acıktın mı?”

“Evet.”

“Evet mi?”

“Evet.”

Tekrar gülümsedi, Losyonlu tıraşlı yanağa bir öpücük kondurdu:

“Hemen bir şeyler hazırlarım” dedi, kadın.

Adam, başını salladı, oturmadı. Mutfağı gözden geçiriyordu. Ocakta, kapağı yarım açık bir tencere vardı. Buharı davlumbaz boşluğuna yükseliyordu. Tezgâhta, yıkanmayı bekleyen üç domates, yanında bir tutam maydanoz, birkaç sivri biber… Müthiş bir açlık hissetti. Buzdolabını açtı, raflar boştu.

“Pazara gidemedim” dedi, karısı.

Nikotin açlığı, açlığını kamçılıyordu. Karısı ocağa çay suyu koydu.


Salona döndü adam. Muhabbet kuşu hala vitrinin üzerindeydi. Dışarıdan gelen kuş seslerine kanat çırptı, pır diye uçtu, televizyonun üzerine kondu. Vitrinin üzeri ve televizyon, onun en uzak uçuş alanıydı. Bir süre kuşa baktı. Kuş televizyonun üzerindeki menekşenin yaprağını gagalıyordu. Vitrinden rasgele bir kitap aldı. Kitabın kapağına uzun uzun baktı. Sonra ilk sayfasına; nereden aldığına, not düştüğü tarihine…


Bilincinde bir görüntü parladı. Bu görüntü ışığa, renklere, nesnelere dönüştü. Bir şeyler belirdi gözlerinin önünde. Renkler, nesneler canlandı. Onu çocukluk günlerinin gizemli, silinmiş anlarının derinliğine sürükledi. Sonra, bu nesneler, renkler buğulandı, soldu ve yok oluverdi. Bu an, o kadar kısa sürdü ki, onlara uzandı ama onlara tutunamadı.


Kitabın arasından solmaya yüz tutmuş yazılarla yıpranmış, bir kâğıt düştü yere. Eğildi kâğıdı aldı.


"Beni kurtardın mı baba? Okudum meslek sahibi oldum belki ama kurtuldum mu şimdi ben? Bir yanım nasıl eksik kaldı anladın mı? Ceberut bir kadına teslim ettiğini anladığında, iki yitik kent arasında kayboldum işte. Tüm sokaklarım çıkmaza açılıyor. Sen de yoruldun, manevi duygularınla yanlış verdiğin bir kararın bedelini hem sen hem ben çok ağır bedeller ödeyerek verdik. Bana oğlum dediğini anımsamıyorum, "Koçum, aslanım hadi göreyim seni" diye cesaretlendirdiğin bir durumu bir anı yaşamadım. Hep başkalarının koçu aslanı oldum. İkimizin de kurtardığı bir şey olmadı baba. Ben gördüğüm baskıyla asileştim hırçınlaştım. Nasıl unutur bir çocuk henüz iki yaşındayken ana diye seslendiği kadından “bana ana deme ben senin anan değilim” azarını. Ana neydi nasıl bir duyguydu hiçbir zaman öğrenemedim büyüdükçe çoğalacağıma büyüdükçe eksildim… Ne kadar çabaladıysam aramızdaki mesafeyi kapatamadım. Öyle uzaklardaydın ki yanı başımdayken. Sana tutunmak sarılmak, kucaklamak mümkün olmadı. Sonrası malum iyice koptuk birbirimizden…


Çoğaldık, gürül gürül aktık kentlere. Biz çoğaldıkça herkes kendi yalnızlığından korktu. Zaman ayrılık çığlıklarını çoğalttı. Yeri doldurulmayan boşluklar açıldı yüreklerimizde. Boş kaldı odalarımız inkâr etmeyelim. Ses vermiyor duvarlar. Çoluk çocuk hasret taşıdık umutlarımıza. Kendi yalnızlığımızın duvarlarını yumrukladık. Hüzünler devşirdik gün doğumlarına. Aynı çatı altında, birlikte paylaşmadık mı yılları? Aynı kaba kaşık sallamadık mı? Aynı yazgıyı kuşanmadık mı? Bayramlaştık, helalleştik. Umuda çiçeklerimiz açarken gurbette, balkonda gül goncalarıyla şakımadık mı? İsyana duran suskunluklarımızla… Hep sen mükemmeldin, kusurlu bendim sevemedim kadını bir türlü. Daha önce evlendiğini o evlilikten bir çocuğunun olduğunu saklayıp söylemediğin kadının beni neden sevmediğini sorgulamadın. Saldırdığı, yerden yere vurduğu çocukluğum değildi, sendin anlamazdan geldin. Evet, asiydim, aynı şeyleri düşünmedik hiç, hapis yattım, aykırıydım. Bu mektubu sırf üzülmeyesin diye sana gönderemedim…”


Mutfaktan karısı seslendi.

“Kahvaltı hazıııır.”

Adam, kâğıdı kitabın arasına bıraktı. Kitabı aldığı yere yerleştirdi. Oturdu. Başını geriye yaslayıp düşüncelere daldı. Karısı tekrar seslendiğinde bilincinden uzaklaştı anlar.

“Babam aradı mı? Dedi adam, kahvaltıya başlarken.

“Nerden çıktı şimdi bu? Sen içerdeyken bile sormadı halimizi,” dedi, karısı.

Adam tekrar düşüncelere daldı. Nereden çıktı bu soru? Niye sorulmuştu? Öylesine iki dudağının arasından savrulmuştu işte.

Adamın o sözü asılı kaldı soru işaretinin çengelinden tavana. Adam başını kaldırdı, tavandaki söze baktı. Bilinci onunla alaya başladı. Kalktı, uzandı tavandaki sözü yakaladı, avucuna aldı, sıktı, ufaladı, savurup attı pencereden dışarı.


Çatalını isteksizce peynire batırdı. Çayını karısı karıştırıyordu.

“Kuşla balıkları komşuya verelim,” dedi, adam.

Kadın, kocasına baktı, gülümsedi. Adam da ona baktı. Kadın yine gülümsedi.

“Ne oluyor sana?”

Adam dudak büktü. Kadın kahkaha ile güldü.

Bir bardak rakı ver bana dedi, adam.

Kapı çalınıyordu…


F.Kemal Tekin /Akçay

33 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Hişt, Hişt

1/3
bottom of page