
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- Hasta
Maliye Veznesi’nden Tevfik Efendi, banka önünde vezne arabasından inerken nasıl oldu ise ayak bileğini incitmiş, iki gündür hasta, evde yatıyor. Komşuları hatır sormaya geliyorlar. İki gündür evde yaşayış değişmiş, herkesten sıcak bir sevgi görüyor. Karısı, sanki o eski karısı değil, tanıdıkları eski tanıdıkları değil. Hepsi değişmişler, hepsinde, yalan da olsa tatlı bir sokulganlık, bir yaltaklık var. İki gündür; tavuk suyuna çorba pişiyor, ıhlamur kaynatılıyor, ayağını sadef yağı ile ovup üstüne sıcak tülbent koyuyorlar. Havacıva muşambası yapıp sarıyorlar. Komşular içinde öyleleri var ki sabahleyin işlerine giderken uğramışlardı, akşamüstü gene uğruyorlar. “Bize bir hizmet varsa yapalım.” diyorlar. Herkes, her şey tatlı, ılık, yumuşak! Tevfik Efendi yatağa uzanmış, bu tatlı yaşayışı sanki yudum yudum içiyor, inleyerek, gözlerini bayıltarak nasıl düştüğünü anlatıyor: “Innh, kaderde bu da varmış… Innh… Dedim ya olacak olduynan oluyor… Yer düz, güzel yaya kaldırım, bizim vezne arabası durdu, ben de indim. Düşmedim, kimse bana dokunmadı, atlar ürkmedi, araba kımıldamadı, dedim ya, hiç. Bu ayağımı yere koydum, vay efendim sen misin koyan! Nasıl anlatayım size… Sanki topuğum iki taş arasında ezildi. Innh, oraya yığılmışım. Herkes de ne oldu diye şaşırdı. Innh… Ne ise bizi oradan kaldırdılar, eczaneye. Ayak olmuş bir kütük! Ya acısı… Innh… Ayakkabıyı çıkaracak oldular, ben dokundurmuyorum ki adamlar çıkarsınlar. Neyse çıkardılar. O aralık açıkgözün biri de ayağımdan çıkan potini almış savuşmuş. Eczacılar o kadar aradılar, bulamadılar. Tek kunduranın da çalındığını yeni gördüm. Innh…” “Canım, senin canın sağ olsun. Kunduranın lakırdısı mı olur!” “Hay, hay. Uzatmayalım bizi arabaya koyup daireye götürdüler. Kim gördü ise şaştı. Innh… İnanır mısınız belim, elim, kolum, ensem her yerim ağrıyor. Innh…” “A, elbette! Sen bir ayak deyip geçme, bin bir damarı var. Her biri bir yana bağlı. Adamın budunda bir çıban çıkıyor da bir hafta baş ağrısından kurtulamıyor. Benim kendi başımdan geçti. Kolay mı? Neyse bununla geçmiş olsun. Damar damara binmiştir. Taze inek mayısı olsa da sıcak sıcak üstüne vurulsa, birebirdir. Yahut çiğ bal sürmeli. Üstüne de bolca karabiber kirli yapağı sarmalı. İki günde ne varsa çeker, alır.” Yoklayıcıları ile konuştukça Tevfik Efendi açılıyor, inlemesi kesiliyor, artık gözlerini süzmesi, burnundan soluması kalmıyor. Kahveler içiliyor, konuşuluyor; sonra misafirler giderken Tevfik Efendi yeniden hasta. İnliyor, göz süzüyor, burnundan soluyarak konuşuyordu. “Innh, eksik olmayınız, size de rahatsızlık oldu… Innh…” Yataktan doğrulmak ister, arkadaşları bırakmazlar, selamlaşırlar, çıkıp giderler. Tevfik Efendi yeniden yumuşak yatağa uzanır. Biraz sonra karısı gelir: “Nasılsın? Biraz rahat ettin mi? İstersen tülbendi gene ıslatalım. Şahver Hanım, erkek incir yaprağı, diyor. İşletir, uhunetini alır, diyor.” “Bilmem, sen bilirsin! Hem zonkluyor hem ateş gibi yanıyor. Yorgan bile ağır geliyor. Ne zor şeymiş…” “Geçer, bir şeyciğin kalmaz inşallah!” Yorgan açılır, ayağın yanına bir yastık konur, gene yorgan örtülür.Biraz sonra bacanağı gelir. Tevfik Efendi yeniden başlar: “Innh… dedim ya! Olacak olduynan oluyor! Yer düz, güzel yaya kaldırım, bizim vezne arabası durdu, ben de indim. Innh, atlar ürkmedi, kimse bana dokunmadı, düşmedim, ayağımı yere kor komaz, vay efendim sen misin koyan…” Yatak yumuşak, oda ılık, yaşayış tatlı, herkes sevimli, yalnız ne kadar yazık ki çok sürmüyor! On gün sonra gelen giden seyrekleşti. Karısı da tavuk suyuna çorbayı pişirmez oldu: “Sen pek gayretsiz oldun. İnan olsun ben senden daha hastayım. Yatsam, yatacağım. Bak bugün gene başım çatlıyor, ayakta zorla geziyorum.” demeye başladı. Tevfik Efendi’nin bileğinde şişlik kalmamışsa da daha ağrısı varmış. Bir sargı, üstüne bir çorap, daha üstüne de bir terlik, eline de bir baston aldı, sokağa çıktı. Haber alamamış, alıp da gelememiş olanlar rast geldikçe soruyor, o da nazlarını yapıyor, anlatıyor, kırıtıyor, dinleyenler de: “Vah vah, geçmiş olsun, büyük kaza geçirmişsin.” diyorlardı. Tevfik Efendi, eşe tanışa biraz da böylece nazlandıktan sonra bir gün kalemine gidip işine başladı. Bütün arkadaşları: “Acele ettin.” dediler. “Birkaç gün daha çıkmamalıydın.” Dedi ki: “Doğru söylüyorsunuz, bizim evden de çıkma, dediler, dediler ama doğrusu dayanamadım. Yatak güç… Çıktım işte!”
- EVDE BİZ BİZE
İnsanlığın endemik ve pandemik salgınlara karşı geliştirdiği bir tür kolektif önlemdir karantina. Sanayi devrimi çağında özellikle liman kentlerini salgınlardan korumak için geliştirilmiş."Quarentin" yani İtalyanca kırk -40- kelimesinden türetilmiş... Osmanlı İmparatorluğu'nda İstanbul'dan sonra ikinci Karantina İdaresi İzmir’de kurulmuş. Nostaljinin İzmir'e özgü yansıması ‘Karantina’ bir süre sonra bir semtin adı oluvermiş... * Yaş aldıkça, geçmişe özlem duyarak yazdığım yazılar bana güç veriyordu . Etrafımda yaşanılan olaylarda insanların duyarsızlığı, hayatın adil olmaması, yeni neslin yaptığı yanlış davranışlara üzülüyordum. ‘Bir kırılma noktası olacak, nasıl ve ne zaman’ diyordum. Sorumun cevabı tez elden geldi. Kıyamet alametleri bir bir gerçek olup, filmin sonuna geldik, perde kapanıyor diyen biri çıkacak diye düşünmedim dersem yalan olur. Annemin ev oturmalarına giderken, adres tarifi olarak bildiğim Karantina‘nın gerçekleşeceğini, günlük olarak yazacağımı nerden bilirdim. Aniden çıkan bir virüs; halay başı olmuş, mendili eline almış, hepimizi peşinden sürüklüyormuş gibi geliyor. Virüs ilk duyulduğunda her zamanki gibi karşıdan olup biteni seyrettik. Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diye düşünerek umursamadık. Ne zaman ki okullar tatil oldu, sosyal medya ortalığı yangın yerine döndürdü, Evinde kal! Elini iyi yıka! Limon kolonyası dök! emir cümleleri hep bir ağızdan söylenmeye başlandı; işin önemi anlaşıldı. Eğitim öğretime zorunlu ara verilmesini öğretmenler olarak ‘’son hızla giden bir aracta, aniden frenine basmış ve tepetaklak olmuşuz gibi o hissettik.’’ Üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerimin, ne kadar şanssız bir zamana denk gelmişiz, sözlerine üzüldük. Yakında evlenecek olan genç yakınımızın nişan, düğün yerlerinin geçici kapatılması kararı üzerine ''evlenmek için tam yılını seçmişiz'' demesi ayrı bir sıkıntı oldu. Alışveriş merkezinde rafların talan edilircesine boşaltılması, haksız kazanç sağlayanların çoğalması, evlerinde oturan insanları dolandıran fırsatçıları gördükçe, dünyanın sonu gerçekten geldi mi, diye düşündüm. Düşün düşün nereye kadar. Ruh halimizin bozulması vücudumuzun kimyasını da bozmadan çareler aramaya başladım. Baharda çiçek açmış, üstüne de kelebek konmuş onu seyrediyormuş mutluluğu için günce tutma kararı aldım. Her gün şükür ailecek beraberiz, birlikte olmanın keyfini çıkarabiliriz dediğimde kızlarım ‘şükürcü annemiz’ lakabını taksalar da mutluyum. Bugün ihtiyaçlarımız için tedbir alarak dışarı çıktık. Normal yaşam seyrini yavaşlatmış, trafik yok. Bankanın önünden geçerken, içeriye alınmadığı için kavga çıkartan bir adama ,durumu izah etmeye çalışan banka görevlilerini izledik. Polisin bir anda gelmesine şaşırdık. Virüs yüzünden bankaya alınan kişi sayısı beşi geçmeyecek kuralı konmuştu. Dışarısının Mart ayında olmamıza rağmen soğuk ve rüzgarlı oluşu bekleyenler için sıkıcı bir durumdu. Hastalığa yakalanıp, ölenlerin yaş grubunun elli yaş üstü olması sinirleri yıpratmış da olabilir. Marketten kızlarımızın verdiği siparişleri almak için girdiğimizde, insanların birbirine bakışı, korku filmi gibi hanginiz vampir kanımı emerek beni de vampir yapacak edasındaydı. Hayal dünyamın geniş olmasına dayalı olarak abartıyormuş olabilirim; gördüklerim ve hissettiklerim böyle oldu. Oradan ayrılırken maskesi olmayanların selpak mendille ağız ve burunlarını kapatması, hapşıran biri olunca marketin aniden boşalmasına sebep oldu. İhtiyaçlarımızı alamadan çıkınca başka bir markete gittik. Kasa görevlilerinin maskeli oluşunu kıskanan amca sorularıyla herkesi çileden çıkardı. Ödeme yaptıktan sonra limon kolonyamızı dökerek tedbirimizi aldık. En güvenli alanımız evimize döndükten sonra ellerimizi uzun uzun yıkayarak, karantinayı doğal yoldan uygulamanın iyi bir şey olduğuna inandık. Yemek sonrası yaptığımız sohbetlerde yaşanmış güzel anılarımızı konuşmak ilaç gibi geldi. Herkes aldığı kararları uygulayarak, yakalanan bu fırsatı iyi değerlendirmeye başladı. Okumaya zaman bulamayıp keyifle okunacak kitaplarımızı seçtik. Eskiyen, küçük gelen kıyafetlerimizi ayıkladık. Evde erzak konusunda tedarikli olduğumuzdan alışverişe gitmeme kararı aldık.Yarın ola hayrola diyerek günü geçirmiş olduk. Ev hali şimdilik güzel; umarım çok uzamaz dileğiyle.
- KARANTİNALI DESPİNA
Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına Çıktı mı deprem sanırdın ' kara kız ' kantosuna Titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan Muammer Bey’in gözdesi karantina'lı despina Çapkın gülüşü şöyle faytona binişi kordelia'dan Ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan Sınırsız bir mutlulukta uyuturdu muammer bey'i Ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından Işgal altüst etti nasıl da izmir'de her şeyi Öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi Körfez’de parıldayan yunan zırhlılarına karşı Miralay zafiru'yla ispilandit palas'ta sevişmeyi Gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması Havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı Demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması / E:N.A
- Bir Saldırı
Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgar öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşalıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı. ….. Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı; ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmaya mecbur oldu, bekledi. Rüzgarın uğultusu içinde boğuk bir ses: -Cüzdanını!.. Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla; -Aman, dedi, peki, vereyim! Fakat gırtlağı hala o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı. ….. Hırsız, karanlığın içinde telaşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik lambasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kağıtların üzerindeki yüz rakkamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşi sesiyle: -Kımıldarsan vururum! Dedi. Eli bir süre, kağıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı. Hayrullah Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acaip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu. …… Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi. Hayrullah Efendi, duvar dibinde sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, traşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kah zeytin çanağını, kah sucuk halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi. Rahatlamış gibi telaşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkana girdi: -Bu çıkan adam kimdir? Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kim bilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti… Çünkü mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felakete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlak ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı. Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada karına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, ta uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi. * Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam dönüşünde anlatıyordu: Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, dayatmadı, başını öte yana çevirdi, peki iyi göremedim ama sanırım ağlıyordu! ……
- Devlet Adamı
Yıl 1934, o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin ÖZMEN'dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır. Bakanın gür sesiyle "Giriniz!" demesinden sonra Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Konuklara yer gösterir ve yaverin getirdiği zarfı açar. Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu: Abidin ÖZMEN mektubu dikkatle okur: "Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukların, uygun göreceğiniz, bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırın..." Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan ÖZMEN, Orta Öğretim Genel Müdürünü çağırtır ve şu direktifi verir: "Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukların Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz." der. Bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin ÖZMEN de kısa bir mektup yazarak Yaver Bey'le Atatürk'e yollar. Mektubun içeriği şöyle: "Muhterem Atatürk, Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum..." Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek: "Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı." diyerek olayı anlatmış. İnönü, Bakan adına özür dilemiş. Atatürk: "Yok! demiş özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse." Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni yüksek mimar H. Rahmi ÖZMEN, 15.08.1985 günü bu mektubu gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15.09.1985'te KOLAY İLAN adlı gazetesinde yayımlar. Ayrıca bu anı Cumhuriyet Gazetesinde 09.01.2002 günü yayınlanır.) İşte devlet böyle kurulur, devlet böyle adamlarla yönetilir... Mustafa Kemal'in Bakanları böyleydi. * DERLEME:
- Murat Seven
Murat SEVEN * 2003- 2006 arası maviADA dergisinde yer alan Murat Seven'in yazılarını görmek için RESME tıklayın .
- Semihat KARADAĞLI
Semihat KARADAĞLI / TÜM YAZILAR 2020-yılından bu yana maviADA yazarı, aynı zamanda İZMİR TEMSİLCİ' si olan, Semihat KARADAĞLI'nın bütün yazılarına ulaşmak için RESME tıklayın. maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.
- Küçük Şeyler
Tüm insanlar küçük şeylerle mutlu oluyor başlangıçta. Çünkü hemen hepsi benzer aşamalardan geçiyor büyümek için. Ayakları üzerinde ilk kez durabilen bebeğin mutluluğu, ya da atılan ilk adımın dudaklarda ki bebek kahkahası. Hayvan sevgisi mesela. Bir kedinin yumuşak tüylerine dokunduğunda yüzünde oluşan o mutluluk ifadesi. Annesinin elini tutup parka giden, veya bir külah dondurmayı keyifle yalayan çocuğun mutluluğuna büyüklerde şahit olmak mümkün müdür? Okulda öğretmeni aferin dediğinde öğrencinin mutluluğu görülmeye değer değil midir ? Genç olduğunda platonik aşklar yaşar önce. Sonra değişmeye başlayan bedeni ile aşk denilen duyguyu tadar. Beğendiği kızın yada oğlanın da ondan hoşlanması dünyalara bedeldir o dönemlerde. Sevdiği bir müziğin nağmelerinin her notasına sevdiceğini yerleştirir. Dünyanın en mükemmel insanıdır o ve ölünceye kadar sadece onu sevecektir. Bu kadar kuvvetli yaşanır ilk aşklar. Çok detay unutulur hayata dair, ama ilk aşk unutulmaz biliyorsunuz. Şu anda hepinizin aklına ilk aşkınız gelmedi mi? Bunlar bana göre masum, insani minik mutluluklardır… İnsanlar büyüdükçe küçük mutluluklarla yetinmeyi bir kenara bırakıp, daha çok şey istiyor mutlu olmak için. Çocukken sıra arkadaşının başarısına sevinen çocuk, büyüdüğünde iş arkadaşının başarısını kıskanır hale geliyor. Buna da rekabet deniyor. İyi olan her zaman kazanır mantığı ile yarış atına döndürülüyor zavallı yavrular. Kapitalist sistemin getirisi olan marka kıyafetler giyip, en fonksiyonlu cep telefonuna sahip olmak istiyor. Bunlar başarıya endeksli olarak çocuğa alınıyor. Maddeyi öğrenmeye başlıyor yavaş yavaş, ve paranın gücünü. En güzel saate, en güzel arabaya, en görkemli eve vs sahip olmak istiyor… Daha başarılı olmayı daha çok kazanmaya, başarısını kazancına, kazancını mutluluğuna endekslemeye başlıyor. Sahip olduğu şeyler onu heyecanlandırdıkça daha çok çalışıyor. Böylelikle para gelip ilk sıraya yerleşiyor mutluluk kaynağı olarak. Manevi doyumlarını bastırıp önce kazanmak istiyor, insani zaaflarını öteliyor. Ben demeye başlıyor. Bencillik açmazında sıkışıp kalıyor farkında olmadan. Daha daha daha istiyor… Ama bu süreçte bir tek şeyi yapmayı ihmal ediyor. Uçurtma peşinde koşan çocuklar gibi kahkahalar atarak hayattan haz almayı… Sanıyor ki ömür sonsuz ve gençlik baki. Ellili yaşlardan sonra tekrar küçük mutlulukların peşinden gitmek istiyor. O pişmanlıkla öteledikleri küçük mutlulukları yaşamak istiyor… Ama geçmiş zamanı tekrar yaşamanın olanaksızlığının farkına varıyor. Dönüp geriye baktığında, deli gibi çalışan gençliğini, ileri baktığında ise yolun sonunu görüyor… Heba ettiği onlarca yılın ardından hayıflanıyor doğal olarak. Çocukluğumuzun mahalle kültürü de kalmadığı için, koca koca evlerde yaşayan yalnız ve mutsuz insanlara dahil oluyor. Hayata dair minik mutluluklar içinse ne zamanı kalıyor ne de enerjisi… Karşıyaka/ İZMİR 23.09.2015
- Fetullah'ın Ayağı Nerde?
Kabul etmek gerekir ki, Fetullah örgütünün en büyük düşmanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü Fetullahçı örgüt, Erdoğan’ın elinden iktidarı almak istedi. Hatta onun canına kast etti. Hiç kimse Fetullah’a Erdoğan kadar düşman olamaz. Gene gün gibi açıktır ki, 17-25 Aralık dedikleri Fetullahçı polislerin Erdoğan ailesi ve bakanlarına karşı yaptığı operasyona hele 15 Temmuz 2016’daki silahlı darbe girişimine kadar Fetullah’ın en yakın dostu da Erdoğan’dır. Hiçbir kişi ve siyasi parti onunla bu konuda yarışmazdı. Bu dostluğun nedeni, her ikisinin de laiklik karşıtı olmalarındandı. El ele vermişler, Türkiye’de bir din devletine doğru gidiyorlardı. Orduyu kendilerine bağlamışlar, adalet sistemini yerle bir etmişler, devletin bütün kilit noktalarına adamlarını yerleştirmişlerdi. Her ikisi de Amerika’dan icazetli idiler. Her iki taraf da yüzlerine maske takmışlardı. AKP milli görüş (İslamcılık) gömleğini çıkardığını söylüyor, muhafazakâr demokrat geçiniyor, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokacağını söylüyordu. Zaman kazanmak için meşruiyet gerekliydi ve bu meşruiyet sandıktan çıkacaktı. Bu nedenle AKP, ihmal edilmiş yoksul kitlelere bir şeyler verdi ve bunun karşılığı aldığı oylarla üst üste seçimleri kazandı. Fetullah örgütünün de meşruiyete ihtiyacı vardı. O da okullar, yurtlar açtı. Türkçe olimpiyatları düzenledi, sureti haktan göründü. Her iki örgütün de hak, adalet, hukuk, eşitlik ve “halk İslamı” dediğimiz doğruluk, dürüstlük, alçak gönüllülükle bir ilgisi yoktu. Din, onların gözünde servet ve iktidar kapılarını açan bir araçtı. Halkın çoğunluğu hem yoksul, hem cahil olduklarından bunların peşinden gitti. DÜŞMAN KARDEŞLER Köylerle ilişkili olanlar bilirler. Bir ailede kardeşler, birbirlerine çok düşkündürler. Aile aynı zamanda bir ekonomik birimdir, dayanışma örgütüdür. Ne zaman ki baba ölür, çocuklar evlenip yeni bir yuva kurarlar, kardeşler arasında geçimsizlik başlar. Artık birbirleriyle konuşmaz olurlar. Nedeni, mirasın eşit bölünmediği, ya da birbirlerinin tarla ve bahçelerinin sınırlarından doğan sorunlardır. Balta bıçakla birbirlerine düşen, mahkeme kapılarından geri gelmeyenlerin sayısı az değildir. AKP ile Fetullah örgütünün ilişkisi köydeki bu tip ailelerin ilişkisine benziyor. Mirasta fena halde kavga çıkmıştır! FETULLAH’IN AYAĞI NE DEMEK “Gülen örgütünün ayağı” tartışması nereden çıktı? 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra pek çok insan tutuklandı, yargılandı, devlet hizmetlerinden atıldı. Tutuklamalar halen sürüyor. AKP, Fetullahçıları pertavsızla bütün kurumlarda ararken kendi partisinin kadrolarını bunun dışında tutuyor. “Ankara’yı parsel parsel Fetullahçılara veren” Melih Gökçek örneğinde görüldüğü gibi, bunlardan pek azı yalnızca görevden alınmakla yetinildi. Parti kadrolarından olup Pensilvanya’daki Fetullah karargâhını suyolu yapanlar da yargılanmaktan yırttılar. Bunlar AKP Genel Başkanının koruması altında. Onarın artık Fetullahçı olduğu söylenemez. Fetullah örgütünden olmak, bir zamanlar olduğu gibi onlara ikbal sağlayamaz. Şimdi ikbal sağlayacak tek bir kurum vardır: iktidar. Bu “ayak” sözünü muhalefet kullanıyor fakat söz o kadar etkili olmuştur ki, iktidar aynı suçlamayı muhalefet için yapıyor ve onların “Fetullahçı ayak “ olduğunu, şiddetli bir kızgınlık içinde ileri sürüyor. Dinci bir şarlatan olduğu için darbe yapmaya giriştiğinden çok önceden beri, Gülen örgütünden nefret eden, yazılarıyla bunu defalarca dile getiren, kitaplar yazan kişiler iktidar tarafından “Fetullahçı ayak” ilan ediliyor. Buna suçluların telaşı denir. Bu tartışma bir kez daha kanıtladı ki, kimin suçlu kimin masum olduğuna karar veren iktidardır. Hele adalet mekanizması da iktidara bağlıysa ve kuvvetler ayrımı ortadan kaldırılmışsa… AKP, psikolojik bir yıkımın altında. Kendisini, kadrolarını suçlu gösterecek açıklamalar yapamaz. Onlar hakkındaki işlemler belli ki, iktidardan düştükleri zaman yapılacak. Bunun için AKP, iktidarda kalmak için gayri meşru her yolu deneyecek. Ne zamana kadar? İpin ucunu elinden kaçırıncaya kadar. Gelişmeler bunun da uzak olmadığını gösteriyor. (15 Şubat 2020
- GÜNEŞ DOĞUYOR
FÜRUĞ FERRUHZAD * Bak nasıl içinde gözlerimin Eriyor damla damla keder Karanlık ve isyancı gölgem nasıl Tutsağı oluyor güneşin Bak Yok oluyor tüm varlığım ve beni İçine alıyor bir kıvılcım Fırlatıyor taa doruklara Bak nasıl Sayısız yıldızla Doluyor gökyüzüm benim Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan Ve kokular ve ışıklar ülkesinden Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte Fildişi, bulut ve kristal Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum Götür şiirlerin ve coşkuların kentine Yıldızlarla dolu bir yol, beni götürdüğün Çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek Bak Nasıl yandım ben bu yıldızlarla Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi Yıldızlar topladım Eskiden ne kadar uzaktı toprak Gökyüzünün mor köşelerine Yeniden duyuyorum şimdi Senin sesini Karlı kanatlarının sesini meleklerin Bak nerelere ulaştım sonunda ben Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi Yıka beni dalgaların şarabıyla İpeğine sar beni öpüşlerinin İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde Bırakma artık beni Beni yıldızlardan ayırma Bak tam karşımızda gecenin mumu Damla damla nasıl eriyor Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla Gözlerimin simsiyah kadehi Senin ninnilerini dinlerken Ve bak nasıl Şiirlerimin beşiğine Sen doğuyorsun, güneş doğuyor... (Türkçesi: Onat Kutlar-Celal Hosrovşahi) Füruğ Ferruhzad ( D. 5 Ocak 1935-Ö. 13 Şubat 1967 ) Biz de " Kuş ölür, sen uçuşu hatırla " dizeleriyle herkesçe bilinen, yaşamı ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad, kadınların sorunlarına da değindiği yapıtlarıyla şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca şiirlerinde İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. 5 Ocak 1935'te Tahran'da dünyaya gelen Furuğ Ferruhzad, mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar okuduktan sonra kız sanat okuluna gider. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrenir. Füruğ, 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şapur ile evlenir. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam eder. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār dünyaya gelir Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında eşinden ayrılan Füruğ, mahkemenin Kāmyār'ın velayetini babasına vermesinden sonra oğlunu bir daha göremez. Eşinden ayrıldıktan sonra yaşamını yazarlık, gazetelerde editörlük yaparak kazanmaya başlayan Füruğ, İbrahim Gülistan’la tanışır ve sinemacılığa başlar Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yapar. 1962 yılında yaptığı belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filimler Festivalinde birincilik kazanır. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya'da düzenlenen Ober Havzen Film Festivalinde en iyi film ödülünü alır. Düşünceleri ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad’ın kadınların sorunlarını ele aldığı şiirleri ve fikirleri şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. Kadınların daha iyi koşullarda bir yaşama kavuşmasını ve medeni haklar elde etmesini savunur. Şair, Şah Döneminin despotluğuna da karşı çıkar, bazı şiirleri kimi zaman erotik bulunduğu için de sürekli eleştirilere maruz kalır. 13 Şubat 1967'de geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren Ferruhzad ile ilgili, birisi Unesco diğeri Bernardo Bertolicci tarafından olmak üzere 1962 yılında iki belgesel film hazırlanır ve yayınlanır. Çağımız İran şiirinin önde gelen kadın yazarlarından olan Furuğ Ferruhzad ilk şiirlerini İlkokulu bitirdiği yıllarda yazar. Gazel türü bu şiirlerin ardından İlk şiir kitabı “Tutsak”, bir yıl sonra da kocası Pervez Şapur’a ithaf ettiği “Duvar” adlı kitapları yayınlanır. "Yeniden Doğuş" adlı kitabıyla şiirinde zirveye ulaşan Ferruhzad’ın şiirleri ölümünden sonra” Soğuk Mevsim” adı altında bir kitapta toplanır. EKLEYEN: Nurten B. AKSOY
- ZORAKİ TEKST
Yaşamak bir oyundur. Roller dağıtılmış, herkes hayat tekstini ezberleme ile meşgul. Ne tuhaf bir oyundur ki Dayatılan rolleri kabul etmeme gibi bir şans yok. Etiyopya'da bir Afrikalı rahmine Düşmüş olabilirsin mesala Hayatın açlık, yokluk rolü senin. Ortadoğulu rahmine düşmüş de olabilirsin Bombalar, mermiler arasında Çocuk olup Ölümler eşliğinde oynamak rolü senin. Oysa bunların hiçbiri Tercih edilen bir oyun Sergilenen sahne değil. Adına ne denilir bilmiyorum? Kimi kader der, Kimi alın yazısı İnsan olmanın Kahreden çıkmazı. Dünyanın sofrası büyüktür Herkese bir lokma vardır. Bırakın ağalar! Oyunu istediği gibi oynasın Dünyadaki tüm çocuklar. OCAK-2020
- Mavi Buluşmalar
21 OCAK 2020 PROGRAM *20 OCAK Saat 19.00 Yalova Uygulama Otelinde Yemek *221 OCAK Saat 14.00 Etkinlik *21 OCAK Saat 16.00 İbrahim Müteferrika Kağıt Müzesi Ziyareti *21 OCAK Saat 16.30 Yürüyen Köşk Ziyareti ve Çay Saati
- Morgue Sokağı Cinayeti
Syren’ler hangi şarkıyı söylerlermiş? ya da Achilles kadınların arasına saklandığı zaman hangi adı takınmış? Gerçi şaşırtıcı sorulardır bunlar, ama bütün tahminlerin ötesinde oldukları da söylenemez. Sir Thomas Browne Çözümleme diye adlandırdığımız düşünce gücünün kendisi çözümlenmeye pek elverişli değildir. Onu, sadece, vardığı sonuçlarla değerlendirebiliriz. Bildiğimiz bir şey de şu: çözümleme gücüne aşırı derecede sahip olmak, insanoğlu için her zaman gerçek bir tat kaynağıdır. Güçlü bir adam nasıl vücudu ile övünür, adalelerini çalıştıran hareketlerden hoşlanırsa, çözümleyici de karmakarışık şeylerin içinden çıkmaya çalışarak kafa yormaktan hoşlanır. Yeteneğini göstermesine yarayacak en saçma işlerden bile tat alır. Bilmecelere, bulmacalara, anlaşılmaz yazılara pek düşkündür; bunları çözerken o derece beceriklilik gösterir ki, alelade kimselere doğaüstü bir iş yapıyormuş gibi gelir. Yöntemli düşünceyle vardığı sonuçların havasında, gerçekten de, bir içe doğmuşluk vardır. Bu çözümleme yeteneğinin canlanmasına, herhalde, matematiğin, hele onun en yüksek kolu olan ve karışık işlemleri var diye –âdeta değerini artırmak içinmiş gibi– yanlış olarak analitik dediğimiz çeşidinin çok etkisi vardır. Gene de, aslında, hesaplamak çözümlemek demek değildir. Örnekse bir satranç oyuncusu hiç çözümleme yapmadan bazı hesaplamalar yapar. Şunu da söylemeli: satranç oyununun düşünce üzerindeki etkileri çok yanlış anlaşılmıştır. Bir bilim kitabı yazmıyorum, sadece biraz tuhaf bir öyküye başlangıç olarak gelişigüzel bazı görüşlerimi sıralıyorum; bunu fırsat bilerek, gösterişi sevmeyen dama oyununun, ustaca bir araya getirilmiş saçma zorluklarla dolu satranç oyununa oranla, düşünce gücünün en yüksek katlarını kullandırmak bakımından daha kesin, daha yararlı olduğunu ileri süreceğim. Satranç oyununda taşların değişik, başka başka hareketleri vardır, değerleri de çeşitlidir, birbirine uymaz; karışıklığı derinlik sanıyor, yanılıyorlar, (görülmemiş bir yanılma değil doğrusu). Bu oyun bütünüyle dikkate dayanır. Bir an dikkatiniz gevşeyecek olsa, hata yaptınız demektir, ya bir taş kaybedersiniz ya da yenilirsiniz. Hareketler sadece türlü türlü değil, üstelik karışıktır da, o yüzden bu gibi hatalara düşme olasılığı çoktur; on oyundan dokuzunu, kafası derli toplu işleyenler kazanır, zeki olmak yetmez. Damada ise, tam tersine, hareketler tek çeşittir, pek öyle bir değişiklik yoktur, dikkatsizlik olasılığı azalmıştır, dikkat kullanılmaz bile, her iki taraf da kazandıklarını kendi beceriklilikleriyle kazanırlar. Daha elle tutulur bir örnek verelim; bir dama oyunu var diyelim, sadece dört tane dama olmuş taş kalmış ortada; elbette ki böyle bir durumda hata yapılması beklenemez. Kazanmak için (oyuncular eşdeğerde iseler) görülmemiş bir hareket yapmak gerekir, öyle bir hareketi de insan ancak kafasını kullanarak bulabilir. Basmakalıp çarelere başvuramayacağından, çözümleyici, karşısındakinin ruhuna girmek, düşünüşünü anlamak zorundadır; böylece, bir bakışta, (bazen gerçekten gülünecek derecede basit olan) ana yöntemler, baştan çıkarıcı, yanlış hesaplara sürükleyici oyunlar buluverir. Briç denilen iskambil oyununun hesaplama gücüne dayandığı söylenir; öte yandan, en akıllı kimseler bile, satrancı saçma bulurlar da, bu oyundan açıkça görülen ama nedeni pek bilinmeyen bir tat alırlar. En küçük bir kuşkum olmadan söylüyorum, çözümleme gücünü onun kadar çalıştıran başka hiçbir oyun yoktur. Yeryüzündeki en iyi satranç oyuncusu, satrancı en iyi oynayan kimsedir, o kadar; briçte ustalık ise bir insanın kafasını kullanabildiğini, akılların çarpışacağı çok daha önemli işlerde de başarı sağlayabileceğini gösterir. Ustalık derken, elverişli yardımların geleceği bütün kaynakları bir anda kavrama gücüne sahip olan, örnek bir briç oyuncusunun olgunluğunu düşünüyorum. Bu kaynaklar hem pek çoktur, hem de pek çeşitlidir, üstelik düşüncenin öyle kuytu köşelerinde saklıdırlar ki, alelade kimselere, erişilmez, yanına varılmaz şeylermiş gibi görünürler. Dikkatle gözlemek, iyi hatırlamak demektir; onun için, kafası derli toplu işleyen bir satranç oyuncusu briçte de kendini gösterebilir; sonra Hoyle kuralları da (oyunun mekanik yapısına dayandıklarından) herkesin yeteri kadar anlayabileceği şeylerdir. Böylece, sağlam bir belleği olup, “kitaba” uyarak oynayan herkese iyi oyuncu demek bir alışkanlık haline gelmiştir. Ama kurallara sığmayan şeyler de vardır, işte çözümleyicinin ustalığı öyle durumlarda belli olur. Sessizlik içinde, bazı gözlemler yapar, bazı sonuçlar çıkarır. Belki arkadaşları da yapar aynı şeyi; ama herkes kendine göre bir bilgi elde eder; bu bilginin azlığı ya da çokluğu, sadece varılan sonuçların doğruluğundan gelmez, daha çok, gözlemlerin niteliğinden gelir. İş neyi gözleyeceğini bilmektedir. Bizim oyuncumuz dikkatini sınırlamaz; kendimi oyuna vermeliyim diyerek, oyunun dışındaki şeylerden çıkarılabilecek sonuçları bir yana atmaz. Ortağının yüzündeki değişikliklere dikkat eder, öbür iki oyuncu ile inceden inceye ölçüştürür. Her elde kâğıtların nasıl dağıtıldığını kestirmeye çalışır; oyuncuların bakışlarından kozların, onörlerin kimlerde olduğunu anlar. Oyun devam ederken yüzlerdeki bütün değişiklikleri kollar, güven, şaşkınlık, utku, can sıkıntısı gibi kolayca belli olan değişikliklere bakarak bazı düşünceler elde eder. Bir elin alınışından onu alanın aynı cinsten başka bir kâğıdı olup olmadığını kestirir. Şaşırtmak için oynanan bir kâğıdı masanın üstüne atılışındaki edadan anlayıverir. Ağızdan kaçan ya da rasgele söylenen bir söz; bir kâğıdın düşüşü, ters dönüşü, görülmemesi için harcanan çaba ya da umursamazlık; kazanılmış ellerin sıralanıp sayılışı; sıkıntı, duralama, heveslenme, heyecan –bütün bunlar, onun sanki içine doğmuşçasına ortaya attığı gerçekleri bulmasına, durumu görebilmesine yardım eder. İlk iki üç kâğıt oynandı mı, herkesin elinde neler olduğunu öğrenir, ondan sonra da, bütün eller yere açılmış gibi, rahat rahat, hiç çekinmeden oynamaya başlar. Çözümleme gücü, bildiğimiz beceriklilikle karıştırılmamalıdır; gerçi çözümleyici ister istemez becerikli bir kimsedir, ama becerikli kimselerin hepsi çözümleme yapamazlar. Kuruculuk ya da birleştiricilik gücü diye adlandırılan ve bilginlerin (bence yanlış olarak) ayrı bir organdan geldiğine inandıkları, ilkel bir yetenek sandıkları beceriklilik, kafası işlemeyen, aptal denilebilecek kimselerde de sık sık görülen bir şeydir; o kadar ki, insan düşüncesi üzerine eser veren yazarların aşağı yukarı hepsi bu gerçeğin farkına varmışlardır. Çözümleme gücü ile beceriklilik arasındaki uzaklık, çeşitli hayalleri kafaya toplama gücü ile bunlardan yeni bir hayal yaratabilme gücü arasındaki uzaklıktan bile fazladır; ama büyük bir benzerlikleri de var. Gerçekten, becerikli kimseler kafası hep hayallerle dolup taşan kimselerdir; yaratma gücü olanlar ise birer çözümleyiciden başka bir şey değillerdir. Aşağıdaki öykü, okuyucuya, sanki ileri sürdüğüm bu düşüncelerin bir açıklamasıymış gibi görünecektir. 18. yılının ilkyazı ile yaz başlarını geçirdiğim Paris’te, Monsieur C. Auguste Dupin adında biriyle tanışmıştım. Gerçekten ünlü bir aileden olan bu genç, bazı talihsizlikler yüzünden iyice yoksul düşmüş, hayatın yükü altında ezilerek her türlü hareketten bezmişti; eski servetini elde etmek için uğraştığı da yoktu. Alacaklılarının hoşgörüsüyle, baba malının pek az bir parçası elinde kalmıştı; oradan gelen parayla, hayatın kaçınılmaz gereksinimlerini karşılayarak, hiç şatafata sapmadan, güçlükle geçiniyordu. Tek lüksü kitaplardı. Onları da elde etmek, Paris’te, öyle pek zor bir iş değildir. İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı’ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu; ikimiz de aynı kitabı arıyorduk, ender bulunan, pek önemli bir kitaptı; bu olay bizi birbirimize yakınlaştırmaya yetti. Tekrar tekrar buluştuk. Bir Fransızın kendisinden söz ederken takınacağı tam bir açık yüreklilikle anlattığı aile öyküsü, beni pek ilgilendirmişti. Okuduğu kitapların çokluğuna da şaşıp şaşıp kalıyordum; ama, asıl, ruhumu bir ateş gibi saran, yaratıcı hayallerinin sıcaklığı, canlılığı, tazeliğiydi. Paris’te, o zaman aramakta olduğum şeyleri ararken, böyle bir adamın dostluğu, benim için, değeri ölçülmez bir hazineydi; bu düşüncemi ona açıkça söyledim. Sonunda, kentte kaldığım sürece birlikte oturmaya karar verdik; ben onun kadar darlık içinde olmadığımdan, bir ev tutup ruhlarımızın karanlık havasına uyacak bir biçimde döşemeyi üzerime aldım; tuttuğum ev St. Germain’in dış mahallelerinde, ıssız bir yerdeydi; zamanın aşındırdığı, çirkin, nerdeyse yıkılacak, eski mi eski bir yapıydı; ne olduğunu sorup öğrenmediğimiz bazı boş inanlar yüzünden yıllarca boş kalmıştı. Orada geçirdiğimiz hayat bilinseydi, herkes bize deli gözüyle bakardı –ama işte, zararsız delilerden. Tam bir yalnızlık içindeydik. Hiç konuk kabul etmiyorduk. Evimizin yerini eski arkadaşlarımdan saklamıştım; Dupin’in ise zaten yıllardır Paris’te hiç kimseyle bir alışverişi kalmamıştı. Kendi başımıza, yapayalnız yaşıyorduk. Geceyi salt gece diye sevmek arkadaşımın bir eğlencesiydi, hayallerine hız veren, garip bir eğlence (başka ne diyebilirim buna?); bütün öbür huylarına olduğu gibi, bu değişik huyuna da sessizce uymuştum; kendimi bütün bütün onun kaprislerine bırakmıştım. Tanrının karanlığı her zaman yeryüzünü sarmadığından, gündüzleri onu biz yaratıyorduk. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, yaşlı evimizin bütün pancurlarını kapatıyor, soluk, cansız ışıklar saçan bir çift şamalı fitil yakıyorduk; bu fitillerden keskin bir koku yayılıyordu. Onların ışığında ruhlarımızı hayallere bırakıyor –saatin vuruşları gerçek karanlığın geldiğini haber verene kadar, okuyor, yazıyor ya da konuşuyorduk. Sonra, kol kola, caddelere fırlıyor, kalabalık kentin ışıkları, gölgeleri arasında, geç saatlere kadar, oradan oraya, başı boş dolaşıyor, sadece sessiz bir seyirci olarak tadılabilecek sonsuz heyecanlar arıyorduk. Böyle zamanlarda Dupin’in gösterdiği o garip çözümleme gücüne (kolayca hayal kuran bir insan olduğunu bildiğim için şaşmamam gerektiği halde) pek şaşıyor, hayran oluyordum. Gösterişinden değilse bile –çözümleme işini yapmaktan büyük bir tat alıyordu; saklamıyordu bunu. Kıkır kıkır gülerek, insanların çoğunun göğüslerinde kendisine doğru açılmış pencereler olduğunu söylüyor, övünüyordu; bu gibi sözler söyledikten sonra benim üzerime bilgisinin genişliğini gösteren şaşırtıcı şeyler anlatmayı alışkanlık edinmişti. Böyle anlarda tavrına bir soğukluk, bir anlaşılmazlık gelirdi, gözleri boş boş bakardı; aslında kalın olan sesi üç kat tizleşirdi, kelimeleri söyleyişindeki açık seçiklik, konuşmasındaki ağırbaşlılık olmasa, insan huysuzlaştığını sanırdı. Onun bu haline bakarken, ruhun ikiye bölünüşü üzerine kurulmuş olan eski bir felsefe anlayışını hatırlardım, Dupin’i kafamda ikiye bölmek pek hoşuma giderdi –biri, yaratıldığı gibi, herhangi bir insandı, öbürü ise bir çözümleyiciydi, bambaşka bir insan. Bu söylediklerime bakarak, olmayacak şeyler anlattığımı ya da düşsel bir öykü kaleme aldığımı sanmayın. Fransızın bu halleri, sadece, heyecanlı, belki de hasta bir ruhun yarattığı şeylerdi. Ama öyle zamanlarında yaptığı çözümlemelerin şaşırtıcılığına gelince, bunu bir örnekle anlatmak daha iyi olur. Bir gece Palais Royal yakınlarında, uzun, pis bir caddede dolaşıyorduk. İkimiz de düşüncelere dalmış olduğumuz için, en aşağı on beş dakikalık bir zaman boyunca tek kelime bile konuşmamıştık. Dupin birdenbire şu sözlerle yırttı sessizliği: “Gerçekten pek ufak tefek bir adamdır o, Théâtre des Variétés‘ye daha yakışır.” “Şüphesiz öyle,” diye cevap verdim; hiç düşünmeden vermiştim bu cevabı (artık o anda ne kadar dalgın olduğumu anlayın), onun bu sözlerinin kafamdan geçenlere tıpatıp uyduğunun farkına varmamıştım. Bir an içinde kendimi toparladım, ama şaşkınlığım pek derindi. “Dupin,” dedim, ciddi bir sesle, “aklım almıyor bunu. Şaşkınlığımı saklayacak değilim, duygularıma inanamıyorum. Nasıl olur da benim şeyi düşündüğümü –?” Burada durdum, kimi düşündüğümü bilip bilmediğini, hiç kuşkuya yer kalmadan öğrenmek istiyordum. “Chantilly’yi düşündüğümü, desene,” dedi, “niye duraladın? Ufak tefekliği yüzünden trajedilere yakışmadığını düşünüyordun.” Gerçekten de düşüncelerimin ana konusu buydu. Chantilly, eskiden, St. Denis Sokağı’nın ayakkabı tamircisiydi, ama sahneye heves ederek Crébillon’un Xerxes adlı trajedisinde, Xerxes rolünü oynamaya kalkmış, bu yüzden de dile düşmüştü. “Tanrı aşkına söyle,” diye bağırdım, “hangi yöntemle –eğer bir yöntemin varsa– nasıl böyle ruhumun derinliklerine giriyorsun, anlat bana.” Aslında, gösterebildiğimden çok daha fazla bir heyecana kapılmıştım. “Yemişçi neden oldu,” dedi arkadaşım, “bu kundura tamircisinin Xerxes (et id genis omne) rolü için epeyce kısa boylu olduğu sonucuna varmana yemişçi yol açtı.” “Yemişçi mi? –şaşırtıyorsun beni– tanıdığım yemişçi filan yok benim.” “Bu sokağa saptığımız sırada sana çarpan adam –on beş dakika kadar bir şey oldu.” Hatırlamıştım; C– Sokağı’ndan, bulunduğumuz caddeye saptığımız sırada, başının üstünde koca bir sepet elma taşıyan bir yemişçi istemeyerek bana çarpmıştı; az daha yere yuvarlanacaktım; ama bunun Chantilly ile ne ilgisi olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Bir damla bile olsun şarlatanlığı yoktu Dupin’in. “Açıklayacağım,” dedi, “hepsini anlarsın şimdi; önce, yemişçi ile çarpıştığından bu yana aklından geçirdiğin şeyleri, geriye doğru, bir sıralayalım. Zincirin ana halkaları şöyle gidiyor –Chantilly, Orion, Dr. Nichols, Epicurus, Stereotomy, caddenin taşları, yemişçi.” Hayatlarının herhangi bir çağında, düşüncelerinin vardığı birtakım sonuçları nasıl elde ettiklerini araştırmamış, böyle sıralamalar yapmaktan tat almamış kimseler pek azdır. Bu iş çoğu zaman ilgi çekicidir; hele ilk olarak deneyenler, başlangıç noktası ile sonuç arasındaki uzaklığı, birbirini tutmazlığı görünce pek şaşırırlar. Fransızın bu sözlerini dinlediğim, söylediklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldığım sırada, ne derece büyük bir şaşkınlığa kapıldığımı, artık siz kestirin. Şöyle devam etti: “Yanılmıyorsam, C– Sokağı’ndan ayrılırken atlardan söz ediyorduk. Tartıştığımız son konu buydu. Köşeyi saparken, başının üstünde koca bir sepet taşıyan bir yemişçi sürtünerek yanımızdan geçti, sana biraz hızlıca çarpmış olacak, kaldırımı tamir etmek için kenarda yığılı duran taşlara doğru sendeledin. Oynak bir taşın üstüne basınca ayağın kaydı, topuğun biraz incindi, kızdın, hırçınlaştın, birkaç kelime mırıldandın, dönüp taş yığınına bir baktın, sonra sessizce ilerledin. Yaptıklarına bile bile dikkat etmedim; ama ta eskiden beri gözlem benim için kendiliğinden olagelen, kaçınılmaz bir şeydir. “Gözlerini yere dikmiştin –canı sıkkın bir halde, kaldırımdaki çukurlara, oyuklara bakıyordun (hâlâ taşları düşünmekte olduğunu bundan anladım); Lamartine Pasajının oraya gelene kadar bu böylece devam etti; orada, bir deneme olarak, kaldırımı tahtadan, küçük taşlar biçiminde kesilmiş, düzgün tahtalardan yapmışlardı. Onları görünce yüzün aydınlandı, dudakların kıpırdadı, ‘stereotomy’ kelimesini mırıldandın, buna kuşkum yok; kesme, biçim verme anlamına gelen bu kelime ile kaldırımın tahtadan oluşu arasında kolayca görülen bir ilgi vardı. ‘Stereotomy’ kelimesini ise, atomları düşünmeden söyleyemeyeceğini biliyordum; atomları düşününce de, Epicurus teorilerini hatırladın; bir zaman önce bu konuyu tartıştığımızda, kozmografya biliminin ileri sürdüğü son nebülöz teorileri ile bu değerli Yunanlının tahminleri arasındaki benzerliğe dokunmuştum; son buluşlarla o tahminlerin doğrulanmakta olduğunu söylemiştim; bunları hatırlayacağın için gözlerini Orion yıldızlarının oradaki büyük nebülöze doğru kaldıracağını umuyordum, bu hareketi yapacağına emindim. Gerçekten de, başını kaldırıp yukarı baktın; böylece, düşüncelerinin akışını doğru olarak takip ettiğimi anladım. ‘Musée’nin dünkü sayısında çıkan o acı yerme yazısında, yazar, Chantilly’nin ayakkabıcı oluşuna dokunan birtakım terbiyesizce sözler söylerken, seninle üzerinde sık sık konuştuğumuz, Latince bir dizeyi aktarmıştı. Hani şu dize: Perdidit antiquum litera prima sonum. Bunun önceleri Urion diye yazılan Orion ile ilgili olduğunu ta ne zaman anlatmıştım sana; o açıklamayı yaptığım sırada beni öyle bir dinliyordun ki, sözlerimi hiç unutmayacağını anlamıştım. Bu yüzden de Orion ile Chantilly kelimelerinin kafanda birbirini kovalayacağı açıktı. Böyle bir çağrışımın olup bittiğini dudaklarında dolaşan gülümseme belli etti. Zavallı kundura tamircisinin harcanışını düşünüyordun. O ana kadar kendini bırakmış bir halde yürümekteydin; birden doğrulup dikleştiğini gördüm. Bunu gördükten sonra, artık Chantilly’nin ufak tefekliğini düşündüğünden kuşkum kalmadı. İşte tam bu noktada, düşüncelerini keserek, onun –Chantilly’nin– gerçekten pek ufak tefek bir adam olduğunu, Théâtre des Variétés‘ye daha yakışacağını söyledim.” Bunun üzerinden çok geçmeden bir gün, Gazette des Tribunaux‘nun gece baskılarından birine bakıyorduk, aşağıdaki satırlar dikkatimizi çekti. “OLAĞANDIŞI CİNAYETLER. – Bu sabah saat üçe doğru St. Roch Mahallesi halkı, birbiri ardına gelen korkunç çığlıklarla uyanmışlar; bu çığlıklar, Morgue Sokağı’nda, Madame L’Espanaye ile kızı Mademoiselle Camille L’Espanaye’in oturmakta oldukları bir evin dördüncü katından gelmekteymiş. Kapıyı içeridekilere güzellikle açtırmak için boşuna harcanan birkaç dakikadan sonra, aralarında iki de jandarma bulunan sekiz on komşu, bir demir çubukla kilidi kırarak içeri girmişler. Bu sırada çığlıklar kesilmişmiş; ama komşular merdivene saldırdıkları anda, evin yukarılarından doğru, kavga eden, kızgın sesler gelmiş. İkinci katın sahanlığına vardıklarında, bu sesler de kesilmiş, her şey tam bir sessizliğe gömülmüş. Komşular hemen dağılıp bütün odaları aramaya başlamışlar. Dördüncü katın arka tarafındaki büyük odaya girince (bu odanın kapısı içeriden kilitli olduğundan kırılarak açılmış) hepsi büyük bir şaşkınlık ve korkuya kapılarak duralamışlar. “Odanın içi karmakarışıkmış – paramparça edilmiş eşyalar sağda solda darmadağın duruyormuş. Bir tek yatak varmış; onun da şiltesi ta odanın ortasındaymış. Bir sandalyenin üstünde kanlı bir ustura görmüşler. Şöminenin ocağında, iki üç tutam, köklerinden zorla çekilip çıkarılmışa benzeyen, kan içinde, kırlaşmış insan saçı bulunmuş. Yerlerde ise, dört Napolyon altını, bir topaz küpe, üç büyük gümüş kaşık, metal d’Alger’den yapılma üç daha küçük kaşık, içlerinde dört bin franga yakın altın olan iki torba bulunmuş. Bir köşede duran konsolun çekmeleri açıkmış, içleri yağma edilmiş gibi bir haldeymiş ama büsbütün boşaltılmamışlar. Şiltenin altından (yatağın değil) küçük bir demir kasa çıkmış, onun da kapağı açıkmış, anahtarı üstünde duruyormuş. İçinde birkaç eski mektup ile değersiz kâğıtlardan başka bir şey yokmuş. “Odada Madame L’Espanaye’in varlığını gösteren bir ize rastlanmamış; ama ocakta biraz fazlaca kurum olduğu görülerek baca araştırılmış, (anlatılması bile korkunç!) dar deliğin epeyce yukarılarına itilmiş olan ve tepetaklak duran bir ceset, genç kızın cesedi dışarı çıkarılmış. Daha sıcakmış. Şöyle bir gözden geçirmişler, her yanı yara bere içindeymiş; kuşkusuz bütün bunlar, bacaya sokulduğu, çıkarıldığı sırada olmuş şeylermiş. Yüzünde tırmık izleri, gırtlağında çürükler, derin tırnak yaraları varmış, boğularak öldürülmüşe benziyormuş. “Evi baştan aşağı iyice araştırıp başka hiçbir şey bulamayan komşular, arkadaki küçük bir taşlığa çıkınca ihtiyar kadının cesediyle karşılaşmışlar; boynu ta dibine kadar kesikmiş, kadını yerden kaldırmaya çalışırlarken başı ayrılıp düşüvermiş. Bütün ceset kırık içindeymiş, parça parçaymış –insana benzer yeri yokmuş. “Öyle sanıyoruz ki, bu korkunç olayın içyüzünü ortaya dökecek bir ipucu ele geçirilmiş değildir.” Ertesi günkü gazetede şunlar yazılıydı: “Morgue Sokağı’ndaki Facia. – Bu olağandışı ve korkunç olay dolayısıyla” (olay, yani ‘affaire‘ kelimesinin, Fransa’da, bizde olduğu gibi, öyle önem bakımından hafiflik duygusu veren bir anlamı yoktur) pek çok kimse sorguya çekilmiş, ama durumu aydınlatacak bir bilgi elde edilememiştir. Sorguya çekilenlerin söylediklerini aşağıda veriyoruz. “Pauline Dubourg, çamaşırcı kadın, öldürülenlerin ikisini de üç yıldır tanıdığını söylüyor; çamaşırlarını yıkarmış. Yaşlı bayanla kızı pek iyi geçinirlermiş –pek severlermiş birbirlerini. Günü gününe para verirlermiş. Ne çeşit bir hayat sürdüklerini, gelirlerinin kaynağını bilmiyor. Madame L.’nin falcılık ettiğini sanıyor. Biriktirilmiş parası olduğu söylenirmiş. Çamaşırları almak için gittiği ya da onları yıkadıktan sonra geri götürdüğü zamanlar, evde başka hiç kimseyle karşılaştığı olmamış. Hizmetçi kullanmadıklarına emin. Sadece dördüncü kat döşeliydi diyor, öbür katlarda eşya yokmuş. “Pierre Moreau, tütüncü, dört yıla yakın bir zamandır, Madame L’Espanaye’e tütün ve enfiye satmakta olduğunu söylüyor. Doğma büyüme o mahalleli. İhtiyar kadınla kızı, aşağı yukarı altı yıldır, öldürüldükleri evde oturuyorlarmış. Daha önce bir kuyumcu otururmuş orada, üst kattaki odaları da çeşitli kimselere kiraya verirmiş. Ev aslında Madame L.’nin malıymış. Kiracısının evi hor kullanmakta olduğunu görünce, onu çıkarıp kendi taşınmış, bir kere de canı yandığı için, boş kalan katları da kiraya vermemiş. İhtiyar kadın çocuk gibiymiş. Kızını ise, tanık altı yıl boyunca ya beş ya altı kere görmüş. Her ikisi de, son derece içe kapanık bir hayat sürüyorlarmış –herkes paralı olduklarına inanırmış. Komşular arasında, Madame L.’nin falcılık ettiği söylentileri dolaşırmış– ama o inanmıyor bu dedikodulara. Evlerinin kapısından içeri, ihtiyar kadınla kızından başka, bir iki kere hamal, sekiz on kere de doktor girdiğini görmüş, o kadar. “Daha birçok kimseler, komşular, bu sözlere uyan şeyler anlatmışlar. Eve sık sık gelip giden bir tanıdıkları yokmuş. Madame L. ile kızının, yaşayan akrabaları olup olmadığını da kimse bilmiyor. Ön pencerelerin pancurları pek ender açılırmış. Arka pencerelerinkiler ise hep kapalıymış, sadece dördüncü kattaki o büyük arka odanın pancurları açık dururmuş. Ev iyi bir evmiş –çok eski değilmiş. “Isidore Musét, jandarma, sabah saat üçte çağrıldığını, kapının önünde içeri girmek için uğraşan yirmi, belki de otuz kişi olduğunu söylüyor. Kapıyı kasatura ile açmış –demir çubukla değil. Zor olmamış bu iş, kapı çift kanatlıymış, üstelik alt ve üst sürgüleri de açıkmış. Çığlıklar kapı zorlanana kadar devam etmiş –sonra birdenbire kesilmiş. Çok acı çeken bir insanın (ya da insanların) çığlıklarına benzeyen, yüksek, uzun haykırışlarmış bunlar –kısa, kaçamak şeyler değilmiş. Tanık merdivenden yukarı koşmuş. İlk sahanlığa vardığında, kızgın kızgın kavga eden iki yüksek ses duymuş –biri hırçın, boğukça bir sesmiş, öbürü daha keskinmiş– çok tuhaf bir sesmiş. Birincisinin bazı kelimelerini anlamış, bir Fransızın sesiymiş bu. Kadın olmadığına emin. Anlayabildiği kelimeler şunlar: ‘sacré‘, ‘diable‘. Keskin ses bir yabancınınmış. Kadın mı, erkek mi, bilemiyor. Ne söylediğini de anlayamamış, dilini İspanyolcaya benzetmiş. Tanık, odanın, cesetlerin halini, dünkü sayımızda okuduğunuz gibi anlatmıştır. “Henri Duval, bir komşu, mesleği kuyumculuk, eve ilk girenlerden biri olduğunu söylüyor. Genel olarak, Musét’nin söylediklerini doğruluyor. İçeri girer girmez kapıyı kapamışlar, çünkü dışarda, saatin uygunsuzluğuna karşın, kaşla göz arasında toplanmış olan büyük bir kalabalık varmış. Bu tanığa göre, keskin ses bir İtalyanınmış, öyle sanıyor. Fransız değilmiş, buna emin. Erkek sesi olduğuna emin değil. Belki de kadın sesiydi, diyor. İtalyanca bilmezmiş. Kelimeleri seçememiş, konuşanın İtalyan olduğunu sesinin ahenginden anlamış. Madame L. ile kızını tanırmış. İkisiyle de sık sık konuşurmuş. Keskin sesin onlardan birinin sesi olmadığına emin. “Odenheimer, lokantacı. Bu tanık bildiklerini kendi isteğiyle gelip anlatmıştır. Fransızca konuşamadığı için tercüman yardımıyla sorguya çekilmiştir. Amsterdam’lıymış. Çığlıklar atıldığı sırada evin önünden geçmekteymiş. Dakikalarca sürdü diyor –belki on dakika sürmüş. Uzun, yüksek– çok korkunç, acıklı çığlıklarmış. Tanık eve ilk girenlerden biriymiş. Daha önce söylenenleri her bakımdan doğruluyor, yalnız bir noktada ayrılıyor onlardan. Keskin sesin bir erkek sesi olduğuna emin –hem de bir Fransızmış. Kelimeleri anlayamamış. Yüksek sesle, çabuk çabuk –kesik kesik– söylenen kelimelermiş bunlar, sadece kızgınlık değil, biraz da korku varmış söylenişlerinde. Sonra ses kaba bir sesmiş –keskinliğinden çok, bir kabalığı varmış, durmadan ‘sacré‘, ‘diable‘ kelimelerini tekrarlıyormuş, bir kere de ‘mon Dieu‘ demiş. “Jules Mignaud, bankacı, Deloraine Sokağı’ndaki Mignaud et Fils bankasının sahiplerinden. İhtiyar Mignaud. Madame L’Espanaye’in bir yerden geliri varmış. 18.. yılının (sekiz yıl önce) ilkyazında onların bankasında bir hesap açtırmış. Sık sık ufak miktarlarda paralar yatırırmış. Ölümünden üç gün önceye kadar da hiç para çektiği olmamış; o gün kendisi gelip 4000 frank almış. Bu miktar altın olarak ödenmiş; parayı eve götürsün diye de kadının yanına kâtiplerden birini katmışlar. “Adolphe Le Bon, Mignaud et Fils bankasında kâtip, o gün öğleye doğru, iki torba içinde 4000 frank taşıyarak, Madame L’Espanaye ile birlikte, eve kadar gitmiş olduğunu söylüyor. Kapı açılınca, Mademoiselle L. görünerek elindeki torbalardan birini almış, öbür torbayı da ihtiyar kadın almış. Bunun üzerine selam vererek yanlarından ayrılmış. O sırada sokakta hiç kimseyi görmemiş. Sapa bir yan sokaktır –pek gelip geçen olmaz. “William Bird, terzi, eve ilk girenlerden biri olduğunu söylüyor. İngiliz. İki yıldır Paris’te oturuyor. Merdiveni en önde çıkanların arasındaymış. Kavga eden sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Birkaç kelimeyi anlamış, ama hepsini hatırlamıyor. ‘Sacré‘ ile ‘mon Dieu‘ kelimelerini iyice duymuş. Bir ara öyle sesler işitmiş ki, birkaç kişinin boğuştuğunu sanmış –ayakların yere sürtünmesinden, itişip kakışmadan çıkacak seslermiş bunlar. Keskin ses epeyce yüksek çıkıyormuş –hırçın sesten daha yüksekmiş. Bu sesi çıkaranın İngiliz olmadığına emin. Alman olduğunu sanıyor. Kadın sesine benzetmiş. Almanca bilmiyor. “Yukarda adı geçen tanıklardan dördü, yeniden sorguya çekilince, şunları söylemişlerdir: Mademoiselle L.’nin cesedini buldukları odanın kapısı içerden kilitliymiş. Her şey tam bir sessizliğe gömülüymüş –bir inilti ya da herhangi bir gürültü yokmuş. Kapıyı zorlayıp açtıklarında kimseyle karşılaşmamışlar. Arka odanın da, ön odanın da pencereleri kapalıymış, içerden sıkıca sürgülüymüş. İki odanın arasındaki kapı da kapalıymış, ama kilitli değilmiş. Ön odadan aralığa açılan kapı ise içerden kilitliymiş. Önde, gene dördüncü katta, aralığın başındaki küçük odanın kapısı aralıkmış. Bu oda eski şilte, sandık gibi şeylerle doluymuş. Hepsi çekilmiş, kaldırılmış, aranmış. Evin inceden inceye aranmamış olan tek noktası kalmamış. Bacalar tepeden tırnağa gözden geçirilmiş. Dört katlı olan evin bir de tavan arası varmış (çatısı dimdikmiş). Ama tavandaki deliğin kapağı sağlamca çiviliymiş – yıllardır açılmamışa benziyormuş. Kavga eden seslerin duyulması ile oda kapısının kırılıp açılması arasında geçen zamanı, tanıklar pek kestiremiyorlar. Kimi üç dakika diyor – kimi de beş dakika. Kapı epeyce zor açılmış. “Alfonzo Garcio, müteahhit, Morgue Sokağı’nda oturduğunu söylüyor. İspanyol. Eve girenlerin arasındaymış. Yukarı çıkmamış. Sinirliymiş, fazla heyecanlanıp bir sinir buhranına kapılmaktan korkmuş. Kavga eden sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Ne söylediğini anlayamamış. Keskin ses bir İngilizinmiş –buna emin. İngilizce bilmiyor, sesin ahenginden anlamış. “Alberto Montani, pastacı, merdiveni ilk çıkanların arasında olduğunu söylüyor. Sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Birkaç kelimesini anlamış. Bir şeye engel olmak ister gibiymiş konuşması; üzgünmüş. Keskin sesin kelimelerini ise hiç anlayamamış. Çabuk çabuk, kesik kesik konuşuyormuş. Bu sesin bir Rusa ait olduğunu sanıyor. Öbür tanıkların söylediklerini doğruluyor. Kendisi İtalyan. Hayatında hiç Rus görmemiş. “Yeniden sorguya çekilen birkaç tanık, dördüncü kattaki bacaların hepsinin son derece dar olduğunu, içersinden bir insanın geçemeyeceğini söylemişlerdir. Bacalar ‘gözden geçirildi’ demekle, temizleme işinde kullanılan silindir biçimindeki fırçaların evin bütün bacalarına sokulup çıkartıldığı anlatılmak istenmiş. Komşular merdivenden yukarı doğru koşarken, bir kimsenin onlara görünmeden aşağı inmesini sağlayacak herhangi bir yol, bir arka merdiven yokmuş. Mademoiselle L’Espanaye’in cesedini bacadan çıkarmak için dört beş kişi bütün güçlerini harcamak zorunda kalmışlar, o kadar sıkışık bir haldeymiş. “Paul Dumas, doktor, gün ağarmak üzereyken cesetleri muayene etmeye çağrıldığını söylüyor. İkisi de yukardaki odada yatağın üstündeymiş. Genç kızın cesedi yara bere içindeymiş. Bu durumuna, bacaya sokulmuş olması neden gösterilebilirmiş. Boğazında sıyrıklar varmış. Çenesinin hemen altında derin tırnak izleri, parmakların sıkmasıyla oluşmuş mosmor lekeler görülüyormuş. Yüzü korkunç derecede beyazmış, gözleri yuvalarından dışarı uğramış gibi bir haldeymiş, dilinin yarısı kopukmuş, ısırılarak koparılmışa benziyormuş. Midesinin üzerinde, orasına bir dizin dayanmış olduğunu gösteren büyük bir çürük varmış. M. Dumas’ya göre, Mademoiselle L’Espanaye bir ya da birkaç kişi tarafından boğularak öldürülmüştür. Ananın cesedinde iler tutar yer yokmuş. Sağ bacakla sağ kolun bütün kemikleri kırıkmış. Soldaki incik kemiği ile kaburgalar paramparçaymış. Vücudu baştan aşağı çürüklerle doluymuş, mosmormuş. Doktor bunların nasıl, neyle yapıldığını kestirememiş. Ağır bir odun ya da kalın bir demir çubuk –bir sandalye– herhangi büyük, ağır, yara açmadan zedeleyen silahla böyle şeyler yapılabilirmiş, ama bu aletleri çok güçlü bir insan kullanırsa… Hangi silahla olursa olsun, bir kadın böyle darbeler indiremezmiş. Tanık, gördüğü zaman ölünün başı vücudundan ayrıymış; kafatası da paramparçaymış. Gırtlağını kesen, çok keskin bir aletmiş –ustura olması mümkünmüş. “Alexandre Etienne, operatör, M. Dumas ile birlikte cesetleri muayene etmek için çağrılmış. M. Dumas’nın sözlerini ve düşüncelerini doğruluyor. “Daha birkaç kişi sorguya çekilmişse de, yukarda okuduklarınızdan başka önemli bir bilgi elde edilememiştir. Bugüne kadar, Paris’te, bu derece anlaşılmaz, her bakımdan karışık bir cinayet daha işlenmiş değildir –bunun gerçekten bir cinayet olup olmadığı bile bilinmiyor. Polis tam bir şaşkınlık içindedir –görülmemiş bir durum karşısındayız. Ortada herhangi bir ipucunun gölgesi bile yoktur.” Gazetenin gece baskısında, St. Roch Mahallesinin hâlâ heyecan içinde olduğu –evin yeniden dikkatle araştırıldığı, tanıkların tekrar sorguya çekildikleri, ama hiçbir sonuca varılamadığı bildiriliyordu. Son dakikada alınan bir habere göre de, Adolphe Le Bon tevkif edilerek cezaevine gönderilmişti –ama suçu ona yükleyecek yeni bir bilgi, bir ipucu elde edilmiş değildi. Dupin bu olayın gösterdiği gelişmelere karşı büyük bir ilgi duyuyordu –takındığı tavırdan anlıyordum bunu; düşüncelerini söylemiyor, konuşmuyordu. Le Bon’un cezaevine gönderildiğini okuyunca, bana cinayetler için ne düşündüğümü sordu. Bütün Paris gibi ben de bunun anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir olay olduğunu kabul ediyordum. Cinayeti işleyenin izini ele geçirmeye yarayacak herhangi bir çare göremiyordum. “Öyle bir çare bulunup bulunamayacağını,” dedi Dupin, “bu sorgu taslağına dayanarak söylemeye kalkarsak yanılırız. Becerikliliği ile ün salmış olan Paris polisi sadece kurnazdır, o kadar. İçinde bulundukları an neyi gerektirirse onu yaparlar, doğru dürüst bir yöntemleri yoktur. Bir sürü önlem alırlar, ama çoğu zaman, bunlar amaçtan öylesine uzak şeylerdir ki insan Monsieur Jourdain’in müziği iyi duymak için sabahlığını istemesini hatırlar. Sık sık, herkesi şaşırtan sonuçlar elde ederler, ama bütün başarılarını çalışkanlıklarına, hareketliliklerine borçludurlar. Bu gibi niteliklerin çözemeyeceği bir durumla karşılaştılar mı, planları hep boşa çıkar. Vidocq, örnekse, iyi tahmin yürüten, tuttuğunu sonuna kadar götüren bir adamdı. Ama düşüncesi gereken eğitimi görmemişti; araştırmalarının ateşliliği yüzünden durmadan yanılırdı. Her şeye çok yakından bakması görüşlerinin darlaşmasına neden oluyordu. Bir iki noktayı olanca açıklığıyla görür, ama bunu elde etmek için bütünü gözden kaçırırdı. Gereğinden fazla derine inerdi. Gerçek her zaman bir kuyunun dibinde değildir. Daha önemli bilgi alanlarına bakıyorum da, onun hep yüzeyde olduğuna inanıyorum. Biz onu vadilerin derinliklerinde ararız, o ise dağların tepesindedir. Bu gibi yanılmalara neden, nasıl düşüldüğünü anlamak isteyenler gök cisimlerini seyretsinler. Bir yıldıza şöyle bir bakıp geçmek – yan gözle bakmak, retina‘nın kıyılarına aksetmesini sağlayacağı için (kıyıları hafif ışıklara karşı ortasından daha duyarlıdır), o yıldızı iyice görmek demektir – parıltısını tam olarak tatmak demektir – bakışlarımızı doğrudan doğruya onun üzerine çevirdik mi donuklaşıverir. Gerçi bu durumda göze daha çok ışık gelir, ama öbür durumda tertemiz bir kavrayış gücü vardır. Yersiz bir derinlik düşünceyi karıştırır, zayıflatır; bir noktaya toplanmış, devamlı, dümdüz bir dikkatle bakarsanız, Çoban Yıldızı bile gökyüzünden silinip yok olabilir. “Bu cinayetlere gelince, bir karara varmadan önce, kendimiz bazı incelemelere girişelim. Böyle bir araştırma insanı epeyce eğlendirir, (bu kelimeyi kullanması tuhafıma gitmişti, ama sesimi çıkarmadım) üstelik Le Bon’un bana bir işte yardımı dokunmuştu, ben de ona yardım etmek isterim. Gidip kendi gözlerimizle bir görelim şu evi. Emniyet Müdürü G – tanıdığımdır, gerekli izni almak için zorluk çekeceğimi sanmıyorum.” İzin alındı, hemen Morgue Sokağı’na gittik. Richelieu Caddesi ile St. Roch Caddesini birleştiren karanlık ara sokaklardan biriydi. Bizim oturduğumuz yerden epeyce uzak olduğu için, oraya ancak akşamüzerine doğru vardık. Evi kolayca bulduk; çünkü yolun karşı kıyısında, önüne geçilmez bir merakla kapalı pancurlara bakmakta olan birçok insan vardı. Önündeki küçük giriş avlusu, onun bir kıyısındaki, kutu gibi, sürgülü pencereli kapıcı odası ile, bildiğimiz Paris evlerindendi. İçeri girmeyip yol boyunca yürüdük, bir yan sokağa saptık, sonra bir daha saptık, evin arkasına geldik –bu arada, Dupin, evi olduğu kadar çevresindeki şeyleri de, nedenini bir türlü kestiremediğim aşırı bir dikkatle, inceden inceye gözden geçiriyordu. Geri dönüp ön kapıya gittik, zili çaldık, izin kâğıtlarımızı göstererek içeri girdik. Dördüncü kata –Mademoiselle L’Espanaye’in bacasında bulunmuş olduğu odaya çıktık, cesetlerin ikisi de oradaydı. Oda karmakarışıktı, polisler hiçbir şeyin yerini değiştirmemişlerdi. Benim gördüklerim, Gazette des Tribunaux‘de anlatılanlara tamamıyla uyuyordu, gazetede hepsi iyice anlatılmıştı. Dupin her şeyi dikkatle inceledi –cesetleri muayene etti. Derken öbür odaları dolaşarak aşağıdaki taşlığa indik; bütün bu işleri yaparken yanımızda bir de jandarma vardı. Araştırmamız karanlığa kadar sürdü, sonra ayrıldık. Eve dönerken, arkadaşım gündelik gazetelerden birinin yönetimevine uğradı. Dediğim gibi, dostumun türlü türlü kaprisleri vardı ve işte Je les ménagais:–dilimizde bu sözün karşılığı yoktur. Ta ertesi gün öğlene kadar cinayet üzerine tek kelime söylemedi. Sonra, birdenbire, o katı yüreklilik sahnesinde dikkatimi çeken, tuhafıma giden bir şey olup olmadığını sordu. Bu “tuhaf” kelimesinin üzerine basarken öyle bir eda takınmıştı ki, nedenini bilemediğim bir korkuyla irkildim. “Hayır, tuhafıma giden bir şey olmadı,” dedim; “gazetede okuduklarımızdan başka bir şey dikkatimi çekmedi.” “Gazette des Tribunaux,” dedi, “korkarım, bu işin eşi görülmemiş dehşetini kavrayamamış. Ama şimdi onun saçma düşüncelerini bir yana bırakalım. Bana öyle geliyor ki, bu cinayetlere çözülmez, içinden çıkılmaz bilmecelermiş gibi bakılmasına, aslında onların çözülmesine en çok yardımı dokunacak şeyler neden oluyor –işin dış görünüşündeki başkalıktan, tuhaflıktan söz etmek istiyorum. Polisi şaşırtan – cinayetlerin kendisi değil– işlenişindeki acımasızlık; neden bu kadar katı yüreklilikle hareket edilmiş, onu anlayamıyorlar. Sonra, birleştirilmeleri olanaksızmış gibi görünen birtakım gerçekler var –duyulan sesler; öldürülmüş olan Mademoiselle L’Espanaye’den başka, odada hiç kimsenin bulunmaması; yukarı doğru çıkan komşulara görünmeden kaçmayı sağlayacak bir yolun olmayışı– işte bu durum polisi kararsızlığa götürüyor. Odanın karmakarışıklığı; tepetaklak, bacanın içine sokulmuş olan ceset; ihtiyar kadının paramparça edilişindeki korkunçluk; bunlara, az önce anlattıklarım ve anlatılmasında bir yarar görmediğim birkaç şey daha katılınca, hükümet memurlarının gücü sıfıra indi, dillere destan beceriklilikleri işe yaramaz oldu. Alışılmamış ile anlaşılmazı birbirine karıştırmak gibi kötü, ama sık sık görülen bir hataya düştüler. Oysa düşüncenin gerçeğe doğru gidişine asıl bu alışılmamış şeylerin yardımı dokunur. Böyle araştırmalarda, ‘ne olmuş’ sorusundan çok, ‘görülmemiş bir şey olmuş mu?’ sorusu sorulmalıdır. Bu olayı çözmek polise ne kadar zor geliyorsa, bana da o kadar kolay gelecek ya da geldi.” Ona sessiz bir şaşkınlık içinde bakıyordum. “Şimdi birini bekliyorum,” diye devam ederken, oda kapısına bir göz attı, “şimdi birini bekliyorum, doğrudan doğruya suçlu değilse bile, cinayetlerin işlenmesiyle ilgisi olan bir kimse. İşin kötü yanlarında parmağı olduğunu sanmıyorum. Bu tahminimde yanılmadığımı umarım; çünkü bütün düşüncelerim onun üzerine kurulu. Adamı, her an, burada –bu odanın içinde– bekliyorum. Belki gelmez; ama bence gelecek. Gelirse yakalayacağız. İşte tabancalar; gerekirse onları nasıl kullanacağımızı ikimiz de biliyoruz.” Tabancaları aldım, ne yaptığımın farkında bile değildim. Duyduklarıma inanamıyordum; Dupin sanki kendi kendine konuşur gibi sözlerine devam ediyordu. Böyle zamanlarda tavırlarına bir anlaşılmazlık geldiğini, daha önce söylemiştim. Konuşması bana yöneltilmişti; ama sesi, hiç de yüksek olmadığı halde, ta uzaklardaki bir insana göre ayarlanmış gibiydi. Boş boş bakan gözlerini duvara dikmişti. “Komşuların merdiveni çıkarken duydukları kavgacı sesler,” dedi, “kadınların sesleri değildi; sorgu sırasında söylenenler bunu açıkça gösteriyor. O halde, ihtiyar kadının önce kızını, sonra da kendini öldürmüş olduğunu düşünemeyiz. Bu noktaya salt yöntemin hatırı için dokunuyorum; yoksa Madame L’Espanaye’in gücü, kızının cesedini bacanın içine sokmaya yetmezdi; sonra kendi cesedindeki bereler de intihar etmediğini açıkça gösteriyor. Demek ki cinayeti işleyen bir üçüncü grup vardı; duyulan kavgacı sesler de onların sesleriydi. Şimdi dikkatimi –tanıkların bu sesler üzerine söylediklerine değil de– söylenenlerin tuhaf yanlarına çevireceğim. Senin tuhafına giden bir şey var mıydı?” Hırçın sesin bir Fransızın, bir erkeğin olduğunda bütün tanıkların birleştiğini; buna karşılık, keskin ses ya da birisinin dediği gibi kaba ses üzerinde bir türlü anlaşamadıklarını söyledim. “Bu elde edilen bilgi,” dedi Dupin, “insanın tuhafına gidecek bir şey yok bunda. Demek farkında değilsin, göremedin. Oysa görülecek bir şey vardı. Dediğin gibi, hırçın ses üzerinde bütün tanıklar birlikti; bu noktada anlaşıyorlardı. Keskin sese gelince, işin tuhaflığı –tanıkların bir türlü anlaşamamalarında değil– bir İtalyan, bir İngiliz, bir İspanyol, bir Hollandalı ve bir Fransızın, hep birlikte, bu sesin bir yabancının sesi olduğunu söylemelerindeydi. Hepsi de bu sesin kendi memleketlerinden bir insanın sesi olmadığına emin. Sonra, hangi ulustan olduğunu tahmin ederlerken de, hep, bilmedikleri –şöyle bir duymuş oldukları– dillere kaçıyorlar. Fransız, İspanyol sesiydi diyor, ‘İspanyolca bilseymiş, birkaç kelimesini seçebilecekmiş.’ Hollandalıya göre, ses bir Fransızın; ama bir de bakıyoruz, ‘Fransızca bilmediği için tercüman yardımıyla sorguya çekilmiş.’ İngilize sorarsan, Alman sesi, kendisi ‘Almanca bilmiyor’. İspanyol, sesin bir İngilizin olduğuna ’emin’, ‘ahenginden anlamış’, ‘çünkü İngilizce bilmiyor.’ İtalyan, sesin sahibinin bir Rus olduğuna inanıyor, ‘hayatında hiç Rus görmemiş.’ Bir ikinci Fransız, birincisiyle uyuşamıyor, ona göre ses bir İtalyanın; ama İtalyanca bilmediğinden, İspanyol gibi, ‘ahenginden anlamış.’ Şimdi, tanıkların bu kadar birbirini tutmaz şeyler söyleyebilmeleri için, duydukları sesin son derece tuhaf, alışılmamış bir ses olması gerekiyor –öyle ki, Avrupa’nın beş büyük memleketinin insanları bu seste kendilerine bir yakınlık bulamıyorlar! O halde bir Asyalının sesiydi diyeceksin –ya da bir Afrikalının. Paris’te, ne Asyalılar, ne de Afrikalılar pek çok değildir; ama vardığımız bu sonucu yalanlamadan, üç noktaya dikkatini çekeceğim. Tanıklardan biri sesin ‘keskin değil de kaba’ olduğunu söylüyor. İkisi de, ‘çabuk çabuk, kesik kesik‘ konuşuyordu diyorlar. Tanıklardan hiçbiri kelime –ya da kelimeye benzer sesler– duymamış, seçememiş.” “Buraya kadar anlattıklarım,” diye devam etti Dupin, “sende ne etki yarattı, bilmiyorum; ama, ben, tanıkların bu sözlerinden –hırçın ve keskin sesler üzerine söylediklerinden– çıkan akla yakın sonuçların, bu işi çözmek için girişeceğimiz, her türlü araştırmalara yol gösterebilecek bir kuşku yaratmakta olduğunu söylemekten çekinmeyeceğim. ‘Akla yakın sonuçlar’ demekle düşüncemi iyice anlatamadım. Bu sonuçların kendi başlarına güvenilir şeyler olduklarını, o kuşkunun ise bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığını anlatmak istiyorum. Bunun ne gibi bir kuşku olduğunu daha söylemeyeceğim. Ama, benim üzerimdeki etkisinin, odada yaptığım araştırmalara bir biçim verecek –bir yol çizecek– kadar güçlü olduğunu bilmeni istiyorum. “Şimdi kendimizi o odaya gitmiş sayalım. Önce ne arayacağız? Cinayetleri işleyenlerin hangi yoldan kaçtıklarını. İkimizin de doğaüstü şeylere inanmadığımızı söylemekle aşırılık etmiş olmayacağımı sanıyorum. Madame ve Mademoiselle L’Espanaye’i ruhlar öldürmedi. Bu işi yapanlar elle tutulur varlıkları olan kimselerdi; bir yolunu bulup kaçtılar. Öyleyse, nasıl? Bunu çözmek için bir tek düşünüş yolu var; kolayca kesin bir karara varabiliriz. Birer birer, bütün kaçma yollarını gözden geçirelim. Komşular merdivenden çıkarlarken, cinayeti işleyenlerin Mademoiselle L’Espanaye’in ölüsünün bulunduğu odada ya da onun yanındaki odada oldukları açık bir gerçek. Öyleyse aradığımız çıkış yolu da bu iki odanın içinde. Polis döşemeleri, tavanı, bütün duvarları iyice yoklamıştır. Gizli bir yol olsa, hemen bulurlardı, böyle işlerde uyanıktırlar. Ama ben gene de onlara güvenmeyip hepsini kendi gözlerimle inceledim. Gizli bir geçit yoktu. Odalardan aralığa açılan iki kapı da içerden kilitliydi. Bir de bacalara bakalım. Bunlar ocaktan sekiz on ayak yukarılarına kadar bildiğimiz genişlikteydiler, daha yukarıları ise büyücek bir kedinin geçemeyeceği kadar dardı. Bu saydığımız yollardan kaçmanın olanaksızlığı anlaşıldıktan sonra, iş pencerelere kalıyor, ön odanınkilerden, sokaktaki kalabalığa görünmeden kaçılamaz. Öyleyse cinayeti işleyenler arka odanın pencerelerinden geçmiş olacaklar. Şimdi, böylesine kesin bir yoldan vardığımız bir sonucu, salt görünüşteki olanaksızlıklara bakarak geri çevirmeye kalkmak, bizim gibi, düşünceye saygı besleyen kimselere yakışmaz. Bize düşen, görünüşteki bu ‘olanaksızlıkların’ gerçek olmadığını kanıtlamaktır. “Odada iki pencere var. Birisinin önünde eşya yok, bütünüyle ortada. Öbürü ise kıyısına dayalı olan hantal yatağın başıyla yarı yarıya örtülü. İlkinin içerden sıkıca kapalı olduğu görülmüş. Kaldırmaya çalışanlar olanca güçlerini harcadıkları halde yerinden kıpırdatamamışlar. Çerçevenin solunda büyücek bir delik varmış, içine de, ta köküne kadar, koca bir çivi sokuluymuş. Öbür pencereyi araştırınca gene öyle bir çivi bulmuşlar; o da sıkıca kapalıymış, açılmıyormuş. Polis, bunun üzerine, pencerelerden kimsenin çıkmamış olduğu düşüncesine varmış. Bu yüzden de, çivileri çekip onları açmamış, boşuna yorulmak istememişler. “Ben incelemelerimde biraz daha titiz davrandım, nedenini de söyledim, biliyorsun –görünüşteki olanaksızlıkların gerçek olmadığını kanıtlamak zorundaydım.” Düşüncelerime şöyle devam ettim –a posteriori. Cinayeti işleyenler bu pencerelerden birinden kaçmışlardı. Öyleyse onları içerden kapatıp sürgülemiş olamazlardı; –polisin araştırmalarını başka yola çevirmesine neden olan düşünce. Ama pencereler sürgülüydü. Öyleyse kendi kendilerine sürgülenebilmeleri gerekiyordu. Bu sonuçtan kurtuluş yoktu. Önü açık olan pencereye gittim, epeyce zorlukla çiviyi çıkardım, kaldırmaya çalıştım. Açılmıyordu, tahminim boşa çıkmamıştı. Gizli bir yay vardı; gerçi çivilerin neye yaradığını daha anlayamamıştım, ama bu tahminimde yanılmamış olmam, öbür düşüncelerimin de doğru olduğunu gösteriyordu. Dikkatli bir araştırma ile kısa zamanda gizli yayı buldum. Üstüne bastım, bu buluşum yeterdi, pencereyi kaldırmadım. “Çiviyi yerine sokup iyice gözden geçirdim. Bu pencereden çıkmış olan bir kimse, onu dışardan kapatabilir, yay da kilitlenmesini sağlardı –ama çivi deliğe sokulamazdı. Bu sonuç da açıktı ve araştırma alanımı daraltıyordu. Cinayeti işleyenler öbür pencereden kaçmış olacaklardı. Onun da böyle bir yayı vardı elbette; çiviler arasında ya da, hiç olmazsa, çivilerin takılış şekilleri arasında bir fark bulacağımı umuyordum. Yatağın kıyısına çıkarak başındaki tahtanın üzerinden öbür çerçeveye baktım. Elimi tahtanın arkasına uzatıp kolayca yayı buldum; bastım; tahmin ettiğim gibi bu yay da tıpkı öteki penceredekinin eşiydi. Çiviye baktım. Öbür çivi kadar büyüktü, aynı biçimde takılmıştı –ta köküne kadar sokulmuştu içeri. “Bunu görünce şaşırmış olduğumu söyleyeceksin; ama öyle düşünüyorsan, çıkardığımız sonuçları hiç anlamamışsın demektir. Bir müzik deyimi kullanarak söyleyeyim, bir tek ‘falso’ bile yapmamıştım. Bir an olsun, ipin ucu kaçırılmış değildi. Zincirin halkalarında çatlak yoktu. İşi son noktasına kadar getirmiştim –son nokta çiviydi. Dediğim gibi, bu çivi, her bakımdan, öbür penceredekine benziyordu; ama, ucunu tuttuğumuz ip buraya gelip dayanmıştı; görünüş (ne kadar inandırıcı olursa olsun) düşünceyi şaşırtamazdı. ‘Çivide bir bozukluk olması gerek,’ dedim. Dokundum; başı ile yarım parmak kadar bir yeri elimde kaldı. Üst yanı deliğin içindeydi. Kırık eskiydi (kıyıları paslanmıştı), çekiçle vurularak kırılmışa benziyordu, çivinin başı çerçevenin içine gömülmüştü. Elimdeki parçayı yerine yerleştirdim –kırık olduğu hiç belli değildi. Yaya basarak pencereyi birkaç parmak araladım; çivinin başı onunla birlikte yükseldi, deliğin içinde öylece duruyordu. Pencereyi kapadım, çivi gene eski durumunu aldı, bütünmüş gibi görünüyordu. “İşin buraya kadarı çözülmüştü. Cinayeti işleyen, yatağın başucundaki pencereden kaçmıştı. O dışarı çıktıktan sonra pencere kendiliğinden kapanmış (ya da çıkan bile bile kapamış), yay da kilitlenmesini sağlamıştı; polis, yayın farkında olmadığı için, çivinin karşı koyduğunu sanmış –daha ilersini araştırmayı gerekli bulmamıştı. “Bundan sonraki sorun, aşağı nasıl inildiğidir. Evin çevresini dolaştığımız sırada bu noktayı aydınlatacak bilgiyi elde etmiştim. Pencerenin iki metre kadar yakınından kalın bir paratoner teli geçiyordu. Herhangi bir kimsenin bu telden pencereye kadar uzanması mümkün değildi, hele içeri girmesi düşünülemezdi bile. Bunun yanı sıra, bir şey daha dikkatimi çekti, dördüncü katın pancurları, Parisli doğramacıların ferrades adını verdikleri biçimdeydi – bu çeşit pancurlar günümüzde kullanılmıyor, ama Lyon’un, Bordeaux’nun eski yapılarında pek boldur. Bildiğimiz kapılara benzerler (tek kanatlı kapılara, çift kanatlılara değil); sadece bunların alt yarıları kafes kafes ya da çubuk çubuktur –öyle ki bir kimse oralarına rahatça tutunabilir. Evin dördüncü katındaki bu pancurların genişliği bir metreden fazlaydı. Arka sokaktan baktığımızda, ikisi de yarı yarıya açıktı –yani duvara dik olarak duruyorlardı. Polis de, benim gibi, evin arkasını gözden geçirmiştir belki; ama pancurlara kıyılarından doğru baktıklarından (başka türlü bakamazlardı) böylesine geniş olduklarını görmemişlerdir ya da görmüşlerse bile, önemini anlamamışlardır. Bu yoldan kaçılamayacağına inandıklarından buraları gelişigüzel gözden geçirmiş olacaklar. Ben her şeyi iyice görmüştüm, yatağın başucundaki pencerenin pancuru duvara dayanacak kadar açılırsa, paratoner teliyle aralarında altmış santim kadar bir uzaklık kalırdı. Görülmemiş bir çeviklik ve cesaretle, telin oradaki bir kimse pancura tutunarak pencereden içeri atlayabilirdi. Yetmiş santim uzanan bir hırsız (pancur iyice açıksa tabii) kafeslere sıkı sıkı tutunabilirdi. O zaman, teli bırakıp ayaklarını duvara dayar, yaylanarak pancurun kapanmasını sağlar, ve, pencere de açıksa, odanın içine atlayıverirdi. “Böylesine tehlikeli, zor bir işi başarmak için, görülmemiş bir çeviklik gerektiğini söyledim, bunu sakın unutma. Sana, önce, pencereden içeri girilebileceğini anlatmak istiyorum: – sonra da, daha önemlisi, böyle bir işi başarmış olan bir kimsedeki olağanüstü –hatta doğaüstü çevikliğe dikkatini çekmeye çalışıyorum. “Kuşkusuz, hukuk dilini kullanarak, ‘davamı kanıtlamak için’, bu işin gerektirdiği çevikliğin üstüne basmamam, tam tersine, pek zor bir şey olmadığını göstermeye çalışmam gerektiğini söyleyeceksin. Hukuk öyle yollara sapar, ama düşünce sapmaz. Benim tek isteğim gerçeğe ulaşmaktır. Şu anda ise, senin kafanda bir çağrışım yaratmaya uğraşıyorum; bir yanda görülmemiş bir çeviklik, öte yanda, hangi ulustan olduğu üzerine iki kişinin bile anlaşamadığı, söylediklerinin tek hecesi seçilemeyen, tuhaf, keskin (ya da kaba), kesik kesik konuşan ses; bu ikisini birleştiresin istiyorum.” Bu kelimeler üzerine, kafamda, Dupin’in ne demek istediği üzerine, iyice seçilemeyen, yarı biçimlenmiş bir düşünce dolaştı. Tam kıyısına gelmiştim, bir şeyler anlayacaktım, ama sanki anlama gücüm kalmamıştı –hani bazen insan bir şeyi hatırlayacak gibi olur da, bir türlü hatırlayamaz. Arkadaşım konuşmasına devam etti. “Görüyorsun,” dedi, “sorunu, kaçıştan içeri girişe çevirdim. İkisinin de aynı yoldan, aynı biçimde olduğunu belirtmek istiyorum. Şimdi, gene odanın içine dönelim. Orada göreceğimiz şeyleri inceleyelim. Konsolun çekmeleri, diyorlar, yağma edilmiş gibi bir haldeymiş, ama büsbütün boşaltılmamışlar. Bu saçma bir söz. Sadece bir tahmin –hem de çok aptalca– o kadar. Çekmelerde daha başka eşyaların da bulunduğunu nerden bilebiliriz? Madame L’Espanaye ile kızı, son derece içe kapanık bir hayat sürüyorlarmış –kimseyle görüşmezlermiş– evden dışarı pek az çıkarlarmış –demek ki öyle sık sık kılık değiştirmeleri gerekmiyormuş. Çekmelerde kalmış olan eşyalar bu kadınların kullanabileceği eşyaların en iyileriydi. Bir hırsız buradan bir şey aldıysa, neden en iyilerini almamış – neden hepsini almamış? Dahası var, neden dört bin frank altın parayı bırakmış da, birkaç parça çamaşırı yüklenmiş? Altınlar olduğu gibi bırakılmıştı. Monsieur Mignaud’nun, bankacının, söylediği paranın hemen hepsi torbaların içinde, yerde bulundu. İşte bu nedenden Le Bon’un paraları eve kadar taşımış olmasından doğan kuşkuları bir yana bırakmanı, polisin düştüğü hataya düşmemeni istiyorum. Bundan (paranın verilmesi, üç gün sonra da alanın öldürülmesinden) on kat daha kötü rastlantılar, hayatımızın her saatinde, hepimizin başına gelir, çoğunun farkına bile varmayız. İnsanoğlunun en parlak buluşlarına dahi yol göstermiş olan bir olasılıklar kuramı vardır –işte bu gibi rastlantılar o kuram üzerine hiçbir şey bilmeyen düşünürler için, kolay kolay aşılamayacak engellerdir. Altınlar çalınsaydı, üç gün önce bankadan çekilmiş olmalarına, sadece bir rastlantı diyemezdik. O zaman cinayetin para için işlendiği kuşkusu güçlenirdi. Ama şimdiki durumda, böyle bir şeye inanırsak, suçlunun, ne yaptığını bilmeyen bir budala olduğunu kabul etmek zorunda kalırız; öyle bir budala ki, işlediği cinayetlerin nedenini, altınları unutup kaçıyor. “Şimdi, dikkatini çektiğim noktaları – tuhaf sesi, görülmemiş çevikliği, bu derece acımasızca işlenen bir cinayetteki neden yokluğunu– göz önünde tutarak doğrudan doğruya öldürme olayına bakalım. İşte bir kadın, parmakların gücüyle boğulduktan sonra, tepetaklak, bir bacanın içine sokulmuş. Bildiğimiz katiller böyle cinayet işlemezler. Hele öldürdükleri kimseyi böyle saklamaları görülmüş şey değildir. Cesedin bacaya sokuluşunda aşırı bir tuhaflık olduğunu sen de kabul edersin sanıyorum –en soysuzlaşmış insanların bile bu kadar tuhaf bir harekette bulunacaklarını akıl almıyor. Sonra, düşün, birkaç kişinin bütün güçlerini harcayarak zorla aşağı indirebildikleri cesedi, o daracık deliğin ta yukarılarına kadar itebilmek için ne büyük bir güç gerek! “Şimdi, bu cinayetin gerçekten şaşkınlık verici bir güçle işlendiğini gösteren öbür kanıtlara geçelim. Ocakta tutam tutam –epeyce de kalındı bu tutamlar– kırlaşmış insan saçı vardı. Kökleriyle çıkarılmışlardı. İnsanın kafasından, değil böyle tutamla, yirmi otuz kılı bile bir arada koparabilmek için ne büyük bir güce sahip olmak gerektiğini bilirsin. O saçları sen de gördün benim gibi. Köklerinde (korkunçtu çok!) topak topak deriler duruyordu –böyle yarım milyona yakın kılı birden koparmak için, nasıl bir güç kullanıldığı açıkça görülüyordu. İhtiyar kadının sadece gırtlağı kesilmemiş, başı vücudundan ayrılmıştı: üstelik alet de bir ustura. Bütün bu işlerdeki canavarca yırtıcılığa dikkatini çekmek istiyorum. Madame L’Espanaye’in vücudundaki çürüklerden söz açacak değilim. Monsieur Dumas ile değerli arkadaşı Monsieur Etienne, bunların kesici olmayan bir alet kullanılarak yapıldığını söylüyorlar; çok doğru. Kesici olmayan alet de avlunun taşları, kadın yatağın başucundaki pencereden aşağıdaki taşlığa düşmüş. Gerçi şimdi basit görünüyor, ama bu nokta da, pancurların genişliği gibi, polisin gözünden kaçtı – çünkü, çivilerin durumu yüzünden, pencerelerin hiç açılmamış olduğu düşüncesine körükörüne saplanmışlardı. “Bütün bunların yanı sıra, odanın karmakarışık halini de gözünde canlandırırsan, şu gerçekleri bir araya toplayabiliriz: şaşılacak bir çeviklik, insanüstü bir güç, canavarca bir yırtıcılık, cinayetlerin nedensiz işlenmiş olması, insanlıktan uzak bir korkunun yarattığı tuhaflıklar, birçok ulustan kimselerin kulaklarına yabancı gelen, tek hecesi bile anlaşılamayan, seçilemeyen bir ses. Bunlardan çıkan sonuç nedir? Bütün bu sözler sende ne gibi hayaller yaratıyor?” Dupin bu soruyu sorarken ürperdiğimi hissettim. “Bir deli,” dedim, “bir deli yapmış olacak bu işi –saldırgan bir deli, yöredeki bir Akıl Hastanesi’nden kaçmıştır.” “Bazı bakımlardan,” diye cevap verdi, “bu düşüncen de uygun görünüyor. Ama delilerin sesi, en korkunç çılgınlık nöbetlerinde bile, merdivende duyulan sese benzemez. Deli de olsa, her insan bir ulusun özelliklerini taşır; sonra, konuşmaları da, gerçi saçma sapandır, ama heceleri, kelimeleri pekâlâ anlaşılır. Üstelik bir delinin kılları şu elimde tuttuklarıma benzemez. Bu kılları Madame L’Espanaye’in katılaşmış parmaklarının arasından çıkardım. Bakalım ne diyeceksin bunlara!” “Dupin!” dedim, sinirlerim iyice gevşemişti; “bu kıllar çok tuhaf –insan kılı değil bunlar.” “Ben de tersini söylemiyorum,” dedi; “ama, bu noktada kararımızı vermeden önce, şu kâğıda çizmiş olduğum resme bir bakmanı istiyorum. Mademoiselle L’Espanaye’in ‘gırtlağında çürükler, derin tırnak yaraları’ görülmüştü, Monsieur Dumas ile Monsieur Etienne de bunları ‘parmakların sıkmasıyla oluşmuş mosmor lekeler’ diye anlatıyorlardı; işte bu resim onların kopyası. “Sen de göreceksin ya,” diye devam ederek kâğıdı masanın üstüne, önümüze yaydı, “sımsıkı, sarsılmaz bir kavrayış bu, çürüklerin biçimi öyle gösteriyor. Parmakların yerleri hiç değişmemiş, kaymamış. Her parmak –ta kız ölene kadar– ilk tuttuğu, ilk gömüldüğü yerde kalmış. Şimdi sen kendi parmaklarını şu gördüğün izlerin üzerine yerleştirmeyi bir dene bakalım.” Denedim, ama boşuna. “Belki de bu denemeyi yanlış yapıyoruz,” dedi. “Kâğıt düz bir yerde duruyor; oysa insanın gırtlağı silindir biçimindedir. İşte burada bir odun var; çevresi aşağı yukarı kızın boynunun çevresine yakın. Kâğıdı ona sarıp aynı denemeyi bir daha yapalım.” Dediğini yaptım; ama, bu kez parmaklarım kâğıdın üstündeki resme ilki kadar da uymadı. “Bunlar,” dedim, “bir insan elinin izleri değil.” “Şimdi,” dedi Dupin, “Cuvier’nin şu parçasını oku.” Doğu Hint Adalarında yaşayan büyük, koyu renk orangutanların yapısını inceden inceye anlatan, yaşayışları üzerine genel bilgiler veren bir yazıydı. Bu memeli hayvanın dev gibi boyunu, insanı şaşırtan gücünü, çevikliğini, yırtıcılığını, taklit hevesini herkes bilir. Birden cinayetin bütün korkunçluğunu anlayıvermiştim. “Pençelerin tanımı,” dedim, okumamı bitirerek, “resme tıpatıp uyuyor. Çizdiğin çürükleri, öyle bir orangutandan başka hiçbir hayvan yapamaz. Bulduğun koyu renk kıllar da, tıpkı Cuvier’nin anlattıklarına benziyor. Gene de bu korkunç olayda, kendi kendime açıklayamadığım bazı noktalar var. Kavga eden iki ses duyulmuştu, bunlardan birinin Fransız sesi olduğu da yüzde yüzdü.” “Doğru; o sesin söylediği şeyi de hatırlıyorsun elbette –mon Dieu! Tanıklardan biri (Montani, pastacı) bunun söylenişinde bir karşı koyma hissetmişti; Fransız, bir şeye engel olmak ister gibi konuşuyormuş; üzgünmüş. İşte, onun için, bilmeceyi çözme umudumu bu iki kelimenin üzerine kurdum. Bir Fransız, cinayetlerin nasıl işlendiğini biliyor, hepsini gördü. Kanlı işlere karışmamış olması olası – hatta olasıdan da fazla bir şey. Orangutanı elinden kaçırmıştır. Odaya kadar gelmiştir arkasından –ama gördüklerinin heyecanı içinde, hayvanı tekrar yakalayamamıştır. İzini de yitirmiştir. Bu tahminleri daha ileri götürmeyeceğim –tahmin diyorum, çünkü onlara bundan fazla bir değer verilemez–, dayandıkları düşünce gölgelerini kendim bile iyice seçemiyorum, tartamıyorum; bu yüzden de onları bir başkasına anlatabilmem çok zor, daha ileri gitmeyeceğim. Söylediklerimi de birer tahmin olarak anacağız. Fransız gerçekten suçsuzsa, bu acımasızca işlenmiş cinayetlere karışmadıysa; dün gece, eve dönerken, Le Monde gazetesine verdiğim şu ilan (denizcileri savunduğu için, daha çok onlar okur bu gazeteyi), onu buraya getirecektir.” Bir kâğıt verdi elime; şunlar yazılıydı: “YAKALANDI – Bu ayın –––– günü, erken saatlerde (cinayetin işlendiği sabah), Boulogne Ormanında, çok iri, koyu renk, Borneo tipi bir orangutan yakalanmıştır. Sahibi (Malta limanlarına bağlı gemilerden birinde tayfa olduğu biliniyor) gelip hayvanı alabilir; iyice tanımlaması ve yakalanması ile bakılması için yapılan giderleri ödemesi şarttır. Şu adrese başvurun: No. ––– ––––– Sokağı, Faubourg St. Germain –üçüncü kat.“ “İnanılır şey değil,” dedim, “adamın bir denizci olduğunu, Malta limanlarından birine bağlı bir gemide çalıştığını nerden biliyorsun?” “Bilmiyorum,” dedi Dupin. “Bilmek ne kelime, eminim öyle olduğuna. İşte küçük bir kurdele parçası, biçimine, yağlılığına bakılırsa, denizcilerin pek sevdiği o kuyruk gibi saç örgülerinin ucuna bağlamak için kullanılmış. Sonra bu düğümü denizcilerden başkası yapamaz; Maltalıların düğümüdür. Kurdeleyi paratoner telinin dibinde buldum. Öldürülenlerden birinin olduğunu söyleyemeyiz. Hem kurdeleden çıkardığım sonuçlarda yanılıyorsam, yani Fransız Malta limanlarına bağlı gemilerden birinde tayfa değilse bile, bunu ilana yazmış olmamdan bir zarar gelmez. Yanılıyorsam adam oturup benim niçin yanıldığımı düşünecek değil ya, aldanmış deyip geçer. Ama çıkardığım sonuçlar doğruysa, büyük bir yarar sağlanmış olur. Cinayeti bildiği için, Fransız bu ilana cevap vermeye – orangutanı istemeye çekinecektir. Şöyle düşünecektir: Ben suçsuzum; parasızım; orangutanım ise çok para eder –benim durumumda olan bir kimse için başlıbaşına bir servet– niye böyle boş bir korku yüzünden ondan vazgeçeyim? İşte bulunmuş, avucumun içinde. Boulogne Ormanında yakalanmış – cinayetin işlendiği yerden çok uzakta. O işi böyle yabanıl bir hayvanın yapmış olduğu kimin aklına gelecek? Polis yanlış izler üzerinde –en basit bir ipucu bile bulamadılar. Hayvanın izini bulmuş olsalar bile, benim cinayeti gördüğümü kanıtlayamazlar, kanıtlasalar da bu bir suç değil. Üstelik biliniyorum da. İlanı veren kişi, hayvanın sahibi diye, âdeta beni tanımlıyor. Daha başka şeyler de bilebilir. Benim malım olduğu açıkça ilan edilen, böyle değerli bir şeyi gidip istemezsem, hayvana karşı bazı kuşkular uyanabilir. Göze batacak, dikkati çekecek, herhangi bir kuşku uyandıracak hareketlerde bulunmamalıyım. İlana cevap verip orangutanı alacağım; bu iş unutulana kadar da bir yerde saklarım.” O anda merdivende bir ayak sesi duyduk. “Tabancalarını hazırla,” dedi Dupin, “ama ben işaret vermeden, onları kullanmak ya da göstermek yok.” Sokak kapısı açık bırakılmış, gelen adam da zili çalmadan içeri girip merdivenin birkaç basamağını çıkmıştı. Çekiniyor gibiydi. Derken aşağı indiğini duyduk. Dupin hızla kapıya doğru giderken, dışardaki ayak sesleri yeniden merdiveni çıkmaya başladı. Bu kez duralamadı, bir daha geri dönmedi, kararını vermiş bir insanın adımlarıyla ilerleyerek geldi, oda kapısını vurdu. “Girin,” dedi Dupin; neşeli, içten bir sesle söylemişti bu kelimeyi. İçeri bir adam girdi. Denizci olduğu açıkça belliydi –uzun boylu, sağlam yapılı, adaleli bir insandı; gözünü budaktan sakınmayan, yılmaz bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu, ama hoşa gitmez bir hali yoktu. Favorileriyle bıyığı, güneşten iyice yanmış olan yüzünün yarıdan fazlasını örtüyordu. Elinde kalın bir meşe sopası vardı, başka silahı yok gibi görünüyordu. Çekingen bir selam vererek, “İyi akşamlar,” dedi; Fransız ağzıyla konuşuyordu; Neufchâtellileri andıran bir yanı da vardı, ama aslında Parisli olduğu belliydi. “Oturun, dostum,” dedi Dupin. “Orangutan için geldiniz sanıyorum. Doğrusu böyle bir hayvanınız olduğu için imreniyorum size; pek güzel, pek değerli bir hayvan kuşkusuz. Kaç yaşında acaba?” Adam ağır bir yükün altından kurtulmuş gibi, geniş bir nefes aldı; sonra kendinden emin bir sesle cevap verdi: “Yaşını söyleyemeyeceğim –ama, dört beş yaşından fazla değildir. Burada mı?” “Ah, hayır; onu burada tutmak için elverişli bir yerimiz yok. Dubourg Sokağı’ndaki bir ahırda duruyor, hemen şurada. Yarın sabah alırsınız. Malın sizin olduğunu da kanıtlarsınız elbette?” “Elbette, efendim.” “Ondan ayrılacağıma bayağı üzülüyorum,” dedi Dupin. “Bütün bu yorgunluğa bir karşılık beklemeden katlanmış olmanızı anlayamıyorum, efendim,” dedi adam. “Böyle bir şey beklemiyordum. Hayvanı bulduğunuz için size bir ödül vermek istiyorum –diyeceğim, akla yakın herhangi bir şey.” “İyi, öyleyse,” diye cevap verdi arkadaşım, “pek güzel. Hele bir düşüneyim! Ne isteyebilirim? Tamam! Dinleyin bakın. Benim ödülüm şu olacak. Morgue Sokağı’ndaki cinayetler üzerine ne biliyorsanız hepsini anlatacaksınız bana.” Dupin son kelimeleri çok alçak bir sesle, yavaşça söyledi. Gene o yavaşlıkla kapıya doğru yürümüş, kilitlemiş, anahtarını da cebine atmıştı. Sonra koynundan bir tabanca çıkarıp en küçük bir heyecana kapılmadan masanın üstüne koydu. Adamın yüzü sanki nefesi tıkanmış da can çekişiyormuş gibi kıpkırmızı oldu. Ayağa fırlayıp sopasını sımsıkı kavradı; ama bir an sonra sandalyesinin üstüne çöküverdi, tir tir titriyordu, yüzü ölü gibiydi. Tek kelime söylemedi. Bütün kalbimle acıyordum ona. “Dostum,” dedi Dupin cana yakın bir sesle, “boşuna korkuya kapılıyorsunuz böyle –gerçekten boşuna. Size bir kötülük edecek değiliz. Dürüst bir insan, bir Fransız olarak, şerefim üzerine söylüyorum, size karşı kötü bir niyetimiz yok. Morgue Sokağı’ndaki kanlı işlerde bir suçunuz olmadığını çok iyi biliyorum. Ama bu, olanlarla hiçbir ilişkiniz yok demek değil. Şimdiye kadar söylediklerimden bu iş üzerine epeyce bilgim olduğunu anlamışsınızdır – aklınıza, hayalinize gelmeyecek yollardan öğrendim bütün bunları. Şimdi durum şöyle. Önlenmesi elinizde olan, herhangi bir iş yapmış değilsiniz – hareketleriniz sizi suçlu düşürmez. Hırsızlık da etmemişsiniz; hem de o kadar uygun bir durum varken. Saklayacak bir şeyiniz yok. Saklamanıza neden de yok. Öte yandan, onurlu bir insan olarak, bütün bildiklerinizi anlatmanız gerekiyor. Suçsuz bir kimse bu yüzden cezaevine atıldı, siz ise suçluyu gösterebilecek durumdasınız.” Dupin bu kelimeleri söylerken, denizci epeyce kendine gelmiş, durulmuştu; ama tavırlarında o eski canlılık kalmamıştı. “Tanrı yardımcım olsun,” dedi, uzun bir duralamadan sonra, “bu iş üzerine bildiklerimin hepsini anlatacağım size; – ama söyleyeceklerimin yarısına bile inanmanızı beklemiyorum– bunu beklemek için aptal olmalıyım. Her neyse, ben suçsuz olduğumu biliyorum, bu yolda ölümü bile göze alarak size her şeyi anlatacağım.” Anlattıkları şöyle özetlenebilir: Son zamanlarda Doğu Hint Adalarına bir yolculuk yapmışlar. Onun da aralarında olduğu kalabalık bir grup Borneo Adasına çıkarak, gezmek için içerlere doğru ilerlemiş. Bir arkadaşı ile birlikte, bu orangutanı yakalamışlar. Sonra arkadaşı ölmüş, hayvan sadece onun malı olmuş. Memlekete getirene kadar orangutanın başa çıkılmaz yırtıcılığı yüzünden çekmediği kalmamış, sonunda onu sağ salim Paris’teki evine getirmeyi başarmış; komşuların merakını çekip başına dert olmasın diye de kimselere göstermemiş, sıkı sıkı gizlemiş hayvanı; ayağındaki bir kıymık yarasının geçmesini bekliyormuş. İyileşir iyileşmez satmak niyetindeymiş. Cinayetin işlendiği gece ya da sabah diyelim, bir denizciler eğlencesinden döndüğünde, hayvanı kendi odasında bulmuş; bitişikteki küçük, penceresiz, her yanı sıkı sıkı kapalı olan odada olması gerekiyormuş, ama kapısını kırıp dışarı çıkmış. Aynanın önünde, yüzü sabun içinde, elinde usturayla tıraş olmaya çalışıyormuş; herhalde daha önce anahtar deliğinden, sahibinin tıraş oluşunu seyretmiş olsa gerek. Adam böyle tehlikeli bir aleti hayvanın elinde görünce, onu nasıl ustaca kullanabileceğini de kestirdiği için, büyük bir korkuya kapılmış, bir zaman ne yapacağını şaşırmış. Orangutanı en hırçın hallerinde bile korkutup sindiren bir kamçısı varmış, ona el atmış. Kamçıyı görür görmez, hayvan oda kapısından dışarı fırlamış; merdivenden aşağı, sonra da, talihsizlik işte, açık kalmış olan bir pencereden doğru sokağa. Fransız tam bir umutsuzluk içinde arkasına takılmış; maymun, elinde ustura, arada bir durup adama bakarak yüzünü gözünü buruşturuyor, ta yanına gelene kadar onu bekliyormuş. Sonra iyice yaklaşınca yeniden kaçmaya başlıyormuş. Kovalama böyle uzun zaman devam etmiş. Saat sabahın üçü olduğu için, caddelerde kimsecikler yokmuş. Morgue Sokağı’nın arkasında kalan dar yoldan geçtikleri sırada, Madame L’Espanaye’in evinin dördüncü katındaki açık bir pencereden dışarı vuran ışık, kaçmakta olan hayvanın gözüne çarpmış. Eve saldırmasıyla paratoner telini görüp akla sığmaz bir çeviklikle tırmanması, ardına kadar açık duran pancura tutunup sallanarak yatağın başucuna atlaması bir olmuş. Bütün bu işler bir dakika bile sürmemiş. Orangutan odaya girerken ittiği için pancur gene ardına kadar açılmış. Bu arada denizci hem sevinmiş, hem de tasalanmış. Hayvanı yakalamak umudu arttığı için sevinmiş; içine daldığı bu tuzaktan, başka bir yol bulup kurtulması pek olacak şey değilmiş, gene paratoner telinden inmek zorunda kalacakmış; o zaman belki önünü kesip yakalayabilirmiş. Öte yandan, maymunun evin içinde yapabileceği işler de, tasalanmasına neden oluyormuş. İşte bu ikinci düşünce adamı yukarı çıkmaya zorlamış. Bir denizci için, paratoner teline tırmanmak güç bir iş değildir; ama sol yanında kalan pencerenin düzeyine gelince durmuş, daha ileri gidememiş; sadece odanın içini şöyle bir görecek kadar uzanabilmiş. Gördüğü şey öylesine korkunçmuş ki az daha aşağı yuvarlanacakmış. Gecenin sessizliğini yırtarak Morgue Sokağı’nda oturanları uykularından uyandıran korkunç çığlıklar bu sırada başlamış. Üstlerinde gecelikleri olan Madame L’Espanaye ile kızı, herhalde, demir kasadaki bazı kâğıtları sıralamaktaymışlar; kasa odanın ortasındaymış. Açıkmış, içindekiler çıkarılıp döşemenin üstüne konmuşmuş. Hayvanın içeri girmesiyle çığlıkların başlaması arasındaki zamana bakılırsa, ikisi de pencereye arkaları dönük olarak oturuyorlarmış, maymunu içeri girer girmez görmedikleri anlaşılıyormuş. Pancurun vurmasını ise rüzgârdan bilmiş olacaklar. Denizci içeri baktığı sırada, dev hayvan bir eliyle, Madame L’Espanaye’in saçlarını tutmakta (biraz önce taradığı için, çözükmüş saçları), öbür eliyle de, tıpkı bir berber gibi, usturayı kadının yüzünde gezdirmekteymiş. Kız yüzükoyun, hareketsiz yatıyormuş; baygınmış. İhtiyar kadının çığlıkları, debelenmesi (saçları işte bu sırada kopmuş) orangutanın belki de kötü olmayan niyetini değiştirmesine, kızmasına neden olmuş. Adaleli kolunu savurduğu gibi kadının gırtlağını kesivermiş. Nerdeyse başını vücudundan ayıracakmış. Kanı görünce kızgınlığı çılgınlık haline gelmiş. Dişlerini gıcırdatarak, gözlerinden alev saçarak, kızın vücudunun üzerine atılmış, korkunç tırnaklarını boğazına geçirmiş, soluğunu kesene kadar da bırakmamış. Odanın içinde dolaştırdığı yabanıl bakışları karyolanın başucuna gelince durmuş; sahibinin korkudan katılaşmış olan yüzünü görmüş. Çılgınca kızgınlığı, kuşkusuz kırbacı hatırladığı için, bir anda korkuya çevrilmiş. Cezalandırılacağını anladığından olacak, işlediği cinayetleri saklamak ister gibi sinirli bir öfkeyle odanın içinde dört dönmeye başlamış; yanından geçtiği eşyaları deviriyor, kırıyormuş, yatağın üstündeki şilteyi de ortaya sürüklemiş. Uzatmayalım, önce kızın cesedini alıp bacanın içine tıkmış; sonra da ihtiyar kadının ölüsünü tuttuğu gibi tepesi üstü pencereden aşağı fırlatmış. Maymun sırtında kafası kesik kadınla pencereye doğru yaklaşınca, denizci geri çekilmiş, paratoner telinden aşağı âdeta kayarak inip hemen evinin yolunu tutmuş –bu cinayetler yüzünden başına bir iş açılacağından korktuğu için de orangutanı büsbütün gözden çıkarmış. Merdivendeki komşuların duydukları sesler, denizcinin o dehşet anında çıkardığı seslerle orangutanın homurdanmalarıymış. Benim bunlara katacak başka bir sözüm yok. Orangutan kapının kırılmasından biraz önce paratoner telinden inerek kaçmış olacak. Pencereyi de, herhalde, çıkarken kapamıştır. Onu bir zaman sonra gene sahibi yakaladı ve Jardin des Plantes‘a epeyce bir para karşılığında sattı. Emniyet Müdürüne gidip durumu anlatmamız üzerine (Dupin de bir iki noktayı aydınlatacak açıklamalarda bulununca), Le Bon hemen serbest bırakıldı. Emniyet Müdürü her ne kadar arkadaşıma karşı iyi davrandıysa da, işin böyle hiç ummadığı bir yola dökülerek çözülmüş olmasına canının sıkıldığını pek gizleyemedi; hatta, herkes kendi işine baksa, başkalarınınkine burnunu sokmasa gibilerden bir iki şaka yapmaktan da kendini alamadı. “Bırak konuşsun,” dedi Dupin, iğneli şakalarına cevap bile vermemişti. “Bırak içini döksün; rahatlasın biraz. Bana, onu kendi kalesinde yenmiş olmak yeter. Gene de şunu söyleyeyim, bu işin içinden çıkamamış olması, öyle kendisinin sandığı gibi şaşılacak bir şey değil; çünkü, aslını ararsan, bizim Emniyet Müdürü dostumuz, gereğinden fazla kurnaz bir kimsedir, o yüzden de olayların derinliğine inemez. Düşüncelerinin kökü yoktur, bir türlü ayaklarını yer basamaz. Aklı, tıpkı vücudu olmayan bir insana benzer, yalnız bir kafa, Tanrıça Laverna’nın resimleri gibi –ya da, daha iyisi, bir morina balığı gibi, yalnız kafa ile omuzlardan yapılma bir insan diyelim. Gene de iyi adamdır. Konuşmasındaki canlılığı, doludizgin gidişi pek severim; akıllı bir insan diye tanınmasına da bu yeteneği neden olmuştur. Diyeceğim, gerçekleri yalanlamakta, olmayacak şeyleri de birer gerçekmiş gibi açıklamakta kimse ona çıkışamaz, hani de nier ce qui est, et d’expliquer ce qui n’est pas.“
- İlk Cinayet
Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç birini unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış. Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kez kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağı… Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum. – Al ama ağzına sürme! diyor. Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık, çok güneşli bir hava… Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi… Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor. – Bak, bak! diyorum. Annem de başını kaldırıyor: – Kuş konmuş, diyor. Bu kuşu isteyince, – Tutulmaz, diyor. Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Ama gölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor: – A, kaçmadı. – Neye acaba? – Yavru olacak mutlaka. – … – Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum. O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki: – Birdenbire tut ha! Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş… Annem alıyor elimden, öpüyor, sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum. – Ah, zavallı daha yavru. – Martı yavrusu. – Uçamıyor olmalı. – Denize düşerse boğulur. – … Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz kuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma veriyor. – Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum. – Sıkmam. – Böyle tut işte. Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki… Dokunuyorum… Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınmıyor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresine bakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor. Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra küçülüyor, sonra sönüyor… Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere. Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor. «A… Aaa… Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor: – Ne yaptın? – … – Sıktın mı? – … – Söyle bakayım? – … Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Annemin elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor: – Ah, ne günah! – … – Zavallıcık. – … Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir kadın cinayetimi bildiriyor: – Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk… – … – Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor: «Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum. Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyle ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır. «Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum.
- OTLAKÇI
-Efendim, tütün tabakasını ortada unutmağa gelmiyor, insafsız herif, tütünü ne kadar saçacak yeri varsa içti, tozları bana kaldı.Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rastgelmedimdi. Bizim rahmetli İlhâmi da otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu, gözleri ile tütün paketini arar, sokulur, tabakayı, cebime koyarım, sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üzerine bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi.En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi.Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama, kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadı duymazdı.Bu otlakçıya canım kurban, kardeşim! Bu herif öylesi değil ki…Dün artık dayanamadım, söyledim: -Ama Mahmut Efendi, dedim, bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse, iç.Ama hiç olmazsa tozunu da katık et! O, alışmış, aldırmıyor.Yan gözle bana baktı. -Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun? Dedi. -Hangi bir cıgara birader, dedim, ban gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozları kalıyor. Kayıtsızca: -Senin tütün de içimli bir şey değil ya! Dedi, bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen bundan daha iyi! Kızdım: -A birâder, dedim, iyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun.Fena ise niçin içiyorsun? -Ne yapayım, dedi, daha iyisi olsa onu içerim… -Neden yok, dedim, tütüncü dükkânları dolu! Yüzüme dik dik baktı: -Ben dedi, bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh, kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da… -Çok iyi buyuruyorsun, dedim, ama biz para veriyoruz! -Ben de onu söylüyorum ya, dedi, para verdin verecek, bâri iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi! -Sen, dedim, kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin? Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı: -Benim neme gerek, dedi, ben kimsenin keyfine karışmam.Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum. -Canım, dedi, senin kuruyasıca huyunun bana ziyana olmasa ben de kırk yol söylemem.Ziyanın bana dokunuyor. -Benim sana ne ziyanım dokunuyor? diye sordu, bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünyabatmış… Ben içmeseydim de sen içseydin, daha mı kâr edecektin? Bâri başkalarının yanında söyleme seni ayıplarlar.Tepem attı: -Neden ayıplıyorlarmış? diye sordum. -Neden olacak, dedi, bir cıgaralık tütün için bu kadar lâkırdı ediyorsun. -Canım birader, dedim, hangi bir cıgara,hangi beş cıgara?… -Haydi on cıgara olsun, dedi, yirmi cıgara, otuz cıgara olsun…daha diyeceğin yok ya! Yok tütün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… bunları söylemek ayıp.Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç.Bunun kemâli altmış para!-Bunu ben alacağıma sen alsan ne olur, dedim, şu neden almak bize düşüyor da, içmek size? -Ben âdet etmemişim, dedik ya! Böyle zehre para vermem, dedi. Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de.Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma.Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı? -Çıldıracağım, dedim, sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın, dedim, bu ayıp öyle mi? -Bana neden ayıp oluyormuş? dedi, hırsızlık etmiyorum ya, zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim… -Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz? dedim. Doğrusu çok daha kızdım.Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı, ama sözünü kesmedi: -Sen, dedi, deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun? Kahvede olanlara bakarak: -Yalan mı söylüyorum, efendiler, dedi.Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz söylenir mi, bu nerede görülmüş şey? Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım: -Sen, dedim, birâder bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma.Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma belâ olursun, anladın mı? İşte bu kadar! İşte buraya varınca Esat Bey cebinden tabakasını çıkardı: -Mahmut Efendi, dedi, gel sen buraya, bak ben sana bir tütün vereyim, nasıl beğenirsin… Tabakayı görünce kalktı, karşıya gitti. Bana da: -Benim kabadayılığım yok, dedi, kimseye de bir fenalık etmedim, yine de etmem.Bütün suçum nedir: bir cıgara sarmışım! Sanki tufan olmuş… Bir yandan söylendi, bir yandan da Esat Beyin tabakasından ne var ne yok içti.Ben artık cevap vermedim.Ancak Mahmut Efendi bana darıldı, ben de ondan kurtuldum sanmayız.Ertesi sabah erken çocuk haber verdi ki, bir efendi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Aşağı odaya indim.Baktım, Mahmut Efendi. Beni görünce dedi ki: -Birader, dün sizin hatırınızı kırdım.Sonradan ben de pişman oldum.Sizden özür dilemeğe geldim.Kusura bakmayın, insanlık hâli…İnsan bazen boş bulunuyor…Siz olsanız ne yapardınız? Özür dileyen bir adam. Kalkıp evinize kadar da gelirse…Benim yüzüm tutmaz. “Buyurun” dedik.Kahve de pişirttik.Önüne bir dolu kâse de tütün koyduk.Kardeşim, emin olun, kalem vaktine kadar kâsenin dibinde yalnız tozlar kaldı, cıgara tablası da ağzına kadar doldu! Çehov tarzı hikâye veya durum hikâyesi dendiğinde, Türk edebiyatında akla gelen ilk ve en önemli temsilci Memduh Şevket Esendal’dır. Memduh Şevket Esendal’ın “Otlakçı” hikâyesi, tipik bir durum hikâyesidir. Hikâyeciliğimizin önemli isimlerindendir. Her gün gördüğümüz ancak önemsemediğimiz kişileri hikâyelerinde işlemiştir. Hikâyelerinin konusunu genellikle günlük hayattan seçer. Günlük konuşmaları içtenlikle yansıtmıştır. Öykülerinde derin insan sevgisini işlemiştir. * E: Nurdan B. ALADAĞ
- DÜNYA YALAN ÜSTÜNE KURULMUŞ
Doğa yalan söylemez. İnsanlar dışındaki canlılar da yalan söylemeyi bilmezler. Yalan söylemek insanlara özgüdür. Bu kolay açıklanamayacak çok yönlü olguyu nasıl yorumlamalıyız? İnsanlar birbirlerine niçin yalan söylerler? Bunun muhataplarını aldatmak, kendi niyet ve kabahatlerini gizlemek, bir çıkar elde etmek gibi birçok nedeni var. Yalanın en koyulaştığı ve toplumsallaştığı, dolayısıyla en vahim bir hal aldığı dönem, sınıflaşmanın başladığı tarih aralığıdır ve o tarihlerden beri de sürüp gidiyor. BEŞ PARMAĞIN BEŞİ BİR Mİ? Toplumsal yalanların en büyüğü, insanların bir kısmının doğuştan köle olduğu veya sonradan köle olmayı hak ettiği, diğer bir kısmının ise köleler üzerinde efendilik yapmaya hakkı olduğudur. Devletlerin oluşumu da bu yalanlarla yoğrulmuştur. İnsanlar arasındaki zenginlik-yoksulluk farkının nedenini anlatmak için “Beşi parmağın beşi bir mi?” diye hâlâ söylenegelen bir yalanla açıklarlar. Oysa parmakların farklı uzunlukta olmaları onların bir şeyi daha güçlü olarak kavramalarıyla ilgili evrimsel bir ihtiyaçtan doğmuştur. İnsanlar arasındaki sınıf farkları ise onların üretim araçlarına sahip olup olmama veya sahip oldukları üretim aracının (örneğin toprağın) genişliği, verim derecesi ve benzeri nedenlere bağlıdır. Sınıflı toplumu meşrulaştıran ve onun bekçiliğini yapan devlet, bin yıllar boyunca bir yandan çıplak zora başvururken bir yandan da yalanları gerçek olarak kabul ettirmek için manevi araçlar üretir ve bunları biteviye tekrar eder. Bunun için bir ruhban sınıfı besler. Eğitim müfredatları yaparak yetişecek kuşaklara sürekli bu yalanları zerk eder. Modern dünyanın haline bakacak olursak yalan dünyanın ne kadar çok ve yaygın araçlarla döndürüldüğünü görürüz. Yazılı basın, radyo, televizyon… “Yalan”, gerçeğin zıddıdır. Birisi olmasaydı öteki de olmazdı. Sömürücü egemen sınıfların yalanlarına karşı daha başından beri kölelerin, derebeylerin emri altındaki köylülerin, işçi sınıfının ve vicdanlı aydınların yalanlarla mücadelesi hiç eksik olmamıştır. Onlar gerçekleri kuşaktan kuşağa aktarılan masallarla, şiirlerle, atasözleri ve deyimlerle dile getirirler. Güçlerinin yettiğine karar verdikleri dönemlerde zora karşı zor kullanarak tepkilerini dile getirirler. Bilim ve teknoloji, evrenin sırlarını keşfede keşfede batıl inançları açığa çıkarır. İnsanlık tarihi boyunca var olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda yalanla gerçeğin mücadelesidir de. Gene de batıl inançları yalan sınıfına sokmamak gerekir. İnsanların elinde doğrusunu öğretecek kanıtlar ve buluşlar olmadığı dönemde oluşan mitler, inançlar, bilgisizlikten veya eksik bilgiden kaynaklanır ki bunlara “yalan” değil, “yanlış” demek gerekir. BİR İŞKENCECİ ANLATIYOR 25 Temmuz 1984 günüydü. O akşam eşimin eski öğrencisi bir arkadaşın evine misafirliğe gittik. Eşi anaokulu öğretmeniydi. Ona, 5 yaşındaki oğlumuzu hangi anaokuluna vereceğimizi danışacaktık. Evde bizden başka bir konuk daha vardı: Erzurumlu Kürt Tevfik. Ev sahibimizin akrabasıymış. İkinci Şube Baş komiserliğinden birkaç yıl önce emekli olmuş. Konu komiserlik ve İkinci Şube olunca ilginç bir sohbet başladı. Hırsızlık olaylarını ve Kürt Tevfik’in onlara muamelesini ilgiyle dinledik. Emniyet, hele de hırsızlık zanlıları söz konusuysa bunun dayak ve işkencesiz olmadığını tahmin ettiğim için Kürt Tevfik’e zanlıları nasıl konuşturduğunu sordum. İz bırakmadan nasıl dövdüğünü ballandırarak anlattı: Karadeniz bölgesinden özel sopalar getirtiyormuş. Peki, işkence yaparken kendisini şikâyet edeceklerinden korkmuyor muydu? Korkmuyordu, Çünkü İşkence iddiasıyla 400 küsur dosyası olduğu halde hiç birinden hüküm giymemiş. Hem delil bırakmıyormuş hem de hâkimler Kürt Tevfik’i tanıdıkları için ceza vermiyorlarmış. “Tanıdıkları” sözünü, “korudukları” olarak anlamak gerekiyordu. Yani mahkeme kararlarına bakılırsa İkinci Şubeye düşenler işkence görmüyordu! Devlet sisteminin koskoca bir yalan üzerine bina edildiğinin en açıklayıcı kanıtı, Emniyet ve yargılama sistemidir. Herkesin bildiği, birçoklarının yaşadığı gibi işkence yalnız İkinci Şubede değil, siyasi şubelerde de çok yaygındı. Hele faşizan darbe dönemlerinde bunun ölçüsü yoktu. 1971’de Mamak’tan geceleri bazı arkadaşları alıp işkence hanelere götürdüklerini hatırlıyorum. Bunlardan birini getirip koğuşa attıklarında ayaklarının altı param parçaydı. Aylarca ayaklarının üstüne basamadıydı! Başkalarından örnek vermeye ne hacet? İşkenceden geçmek ailemiz bireylerinden bazılarının yaşadığı bir olaydır. Şu işe bakın ki, Kürt Tevfik’le tanıştığımız o akşam, son televizyon haberlerini izlerken öğrendik: Yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı Kenan evren, gittiği bir yerde nutuk atarken Türkiye’de işkence iddialarının yalan olduğunu bir kez daha söylemiş! Türkiye’de işkence olduğu Avrupa’da Türk düşmanlarının uydurduğu bir yalandı… Bu “yalan” nedense hâlâ “uydurulmaya” devam ediliyor! DEVLET YALAN ÜSTÜNE KURULMUŞ O gece, alışkanlığım gereği, yatmadan önce Kürt Tevfik’in yukarıda naklettiğim anlatımlarını yazdıktan sonra şöyle devam ediyordum: “Kürt Tevfik uzun yıllar hırsız dövmüştü. Ecevit’in başbakanlığı döneminde de çalışmış olduğunu düşündüm. İnsancıl, şair Ecevit’in. Kürt Tevfik karısı ile birlikte Kıbrıs’a gitmiş. Orada eski hırsızlarla karşılaşmışlar! Türkiye’den gidenler hep öyleymiş. Kıbrıs’a doğru dürüst adam gitmemiş. Bunlar kendilerine verilen evlerde küvetleri hayvanlara yemlik yapmışlar. Güzelim narenciye bahçelerini kurutmuşlar. Barış Harekâtının onuncu yılı nedeniyle TRT günlerdir Rumların kötülüğünü Türklerin mazlum ve masumiyetini anlatıyor. Cumhuriyet gazetesi de birkaç gündür Ecevit’le bir görüşmesini yayımlıyor. Nice haksızlıklara hak ve adalet gömleği giydiriliyor. Dünyanın düzeni hak ve doğruluk temelinden ne kadar uzak…” Aslında Kürt Tevfik aile sohbetlerinde gerçeği söylüyordu. Hem hırsızlık zanlılarına nasıl işkence yaptığını, hem Kıbrıs’a yerleştirilenlerin özelliklerini gülerek anlatabiliyor, muhtemeldir ki böyle yapmakla rahatlıyordu. Bu onun yaşadıklarıydı. Bir de resmi görüşü vardı ki, hakkında açılan 400 davada hâkimlerin de onayladığı gibi Türkiye’de işkence yoktu… Şimdi de anayasada yazılı olan birçok temel hakların, düşünce ve ifade özgürlüğünün kâğıt üzerinde olduğu gibi. (27.11.2019) (Tükenmez, Sayı 35, Kış 2019-2020) (Güncelleme: 23 Aralık 2019)
- BEKLEMELER
Güz hüzün taşır…Bilirdi de bu kadarı da fazlaydı. Geri gelsin diye yalvar yakar olduğu ikinci gençlik de geçti. Sonbahar artık...Yürek kaldırıp, hüzün dağıtan günler çok çok gerilerde kalmıştı. Gelmesi için çılgına döndüğü ruh aydınlanması belki de hiç gelmeyecek… Beklemelerdeydi. Duvara sırtını dayayıp, sigarasından henüz bir soluk almıştı. Neyi özlediğini, istediğini bilmez, gözleri yol çeker gibiydi sadece. Bir bilen olsa… Kendisinin yerine bir atağa kalkabilseydi. Bu melankolik ruh halinden çekip çıkarabilseydi. Kader mi diyecekti? Kader demek , sorumluluğu salt Tanrıya bırakmak kolaydı. Devrimci ruh yalnız gençlikte mi olurdu yoksa? Kimse kendisinden devrim beklemiyordu ki. Sadece…Ne yapmalı, nasıl etmeliydi? Bir bilebilseydi.Yoksa düşünme yeteneğini de mi almıştı bu çarpık ruh hali. Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Oturduğu yerden doğrularak,çektiği dumanı yavaş yavaş saldı.Gençlikte de böyleydi; heveslenip,kendince özenerek yaptığı bir işin, küçük bir eleştirisine dahi gelemiyor, kılını kıpırdatamıyor, kilitlenip kalıyordu. Sanki her şeyi mükemmel, eksiksiz yapmak zorundaydı.Belki de kusursuz yapamayacağından korktuğundandı bütün bu beklemeler. Kusursuzu aramanın insanı nasıl çıkmazlara sürüklediğini, yaşamını nasıl zindana çevirdiğini iyi bilirdi…Neylesindi, yapı işte. Can çıkmayınca huy da çıkmaz derlerdi ya, doğru muydu yoksa? Bir dostu ısrarla: “Çok geç olmadan, yeniden başlamalısın,yalnızca kendin için,mutlu yaşlanmak için” derdi. Güzel de…Matematikte de böyleydi ; problemin ilk işlemini doğru başlayacaksın ki, sonucun doğru çıksın.Nerden başlayacağını kestiremiyordu .Doğru başlasa... Sorun oydu ; doğru başlayamama… Sonrası çorap söküğü… İnsanın yaşlanınca mistik inançları daha bir artıyor herhal. Bu zifir zindan karanlık...Bir şarkıda duymuştu “Korkarım bu karanlık/ iki güneş doğuracak…”.Doğacak güneşleri mi bekliyordu kıpırtısız.Kendi kendine çözülüverse şu kafasındaki çok problemli denklem ne vardı? Nasıl baş edecekti? Bir gece, aniden bir yıldız kaydı. Böyle durumlarda: “Bir dilek tut!” derlerdi ya… Evet evet bir dilek tutmalıydı,hatta birden çok dilek! Dileyecek bir şey bulamadı… Gözleri dalgın, uzay boşluğunda dans eden yıldızlara takılı saatlerce baktı. Ay ışığının yaldızlı yorganı, yorgun bedenini boydan boya örterken sapsarı uykulara daldı. Düşünde, taze, yemyeşil çayırlarda koşan yağız bir at yavrusu olarak gördü kendini.Tepeden tırnağa ter içinde!..Ertesi gün dipdiri, adeta kuş gibi hafif uyandı sabaha…
- Hayata Açılan Pencere
Gözler her zaman özel olmuştur benim için. Büyülü , bazen sırlar saklayan,kimi zaman suçunu gizleyemeyen insanoğlunun en özel organı gözler. Ufacık bir çocukken bile, otobüste, trende, çarşıda, pazarda karşılaştığım insanların sürekli gözlerini incelerdim. Hatta annem çok kulağımı çekmiştir ‘’ne diye insanların gözlerinin içine bakıyorsun’’ diye. Çocuk aklımla o insanları çözmeye çalışır, hayali hikayeler yazardım onlar hakkında. O yaşlarda bile, gözlerdeki söylemle dildeki söylemin farklılğını farketmiştim. Şimdi de aynı görüşteyim. Rengi, şekli ne olursa olsun işlevi aynı. Badem yada çipil. Güzel yada çirkin. Hayatı ilk algılayan, bedenin hayata açılan tek penceresidir gözler… Alacağımız bir nesneyi bile önce gözle beğenir, sonra diğer duyularımızı kullanırız. Örneğin bir fırın ararken, taze pişmiş ekmek kokusunu izlemek yerine, öncelikle fırın yazısını ararız . Gündelik yaşamımızın olmazsa olmazıdır gözler. İnsan ilişkilerinde durum farklı mıdır sanki ? Biriyle tanıştığınızda yada tanıştırıldığınızda, dil öğretileni söyler otomatiğe bağlanmış gibi. ’’ Tanıştığıma memnun oldum’’ Oysa göz çığlık çığlık bağırır. ’’Saçmalama, hayatımda gördüğüm en (sıkıcı, çirkin vs.vs ) İnsansın. Hiç de memnun olmadım seninle tanıştığıma’’. Gözü okumayı bilen bunu hemen anlar. Belki de bu yüzden insanlar birbirlerinden gözlerini kaçırırlar konuşurlarken. Ya da sevdiğinle kavga ettiğinde ‘’nefret ediyorum senden’’ dersin. Hatta ‘’ defol git ‘’ bile dersin kavganın şiddetine göre. Ama ya gözlerin….’’ Aslında seni çok seviyorum, ne olur beni bırakıp gitme’’ diye bağırır avaz avaz. Sonra, okuyarak sorgulamıyor muyuz hayatı.? O yüzden her türlü eylem gözlerde başlar ve şekillenir. Sizi dinlemez bile. Aslına bakarsanız bir numaralı anarşistidir bedenin... Yasa , kural pek tanımaz. Sizin makul bulup evet dediğinize o hayır diyebilir ve beyninizi de zaman içinde buna ikna edebilir. Şiirler yazılmıştır gözlere , şarkılar gözler içindir. ’’Bir kara gözlüye ay balam tutulup yanmışam’’ yada ‘’Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin’’ yada ‘’ Ela gözlerine kurban olduğum’’ .göz üzerine yapılan şarkılar çoğalır gider böylece. Hepimiz biliriz ki insan bedeni bir enerji kaynağıdır,ve gözler ise bu enerjiyi dışa yansıtan tek organımız.. Nazar diye adlandırdığımız negatif enerji gözlerden süzülüp gelir ve tam on ikiden vurur. Sapasağlamken birde bakmışsınız kırılıp dökülüyorsunuz. Ya da, hepimiz hayatımızın bir safhasında yaşamışızdır. Çok yakın bir dostumuzun yada yakınımızın acısını paylaştığımız günler olmuştur. Hani sözün bittiği yer vardır ya, boğazınıza bir yumru gelir tıkanır.İşte tamda orada girer devreye gözler. Öyle bakarsınız ki gözlerinin içine dostunuzun, az da olsa rahatladığını görürsünüz.. Ona ne dersiniz o anda gözlerinizle hiç düşündünüz mü ? Ben düşündüm. Şunu demiş olabilir misiniz peki. ’’ Arkadaşım, senin acını dindiremem belki, ama seninle acı çekebilirim. Ellerini tutar seninle ağlayabilirim. İstediğin sürece yanındayım. Sen benim için değerlisin ve ben seni seviyorum. ’’ Ve tüm bunları birkaç saniyelik bir bakışla anlatırsınız farkında bile olmadan. Ne çok şey vardır Tanrı’nın mucizesi gözler üzerine söylenecek. Mesela fettandır bazen gözler. Şarkıda dediği gibi’’ Bir nazarla etti zalim bana dünyayı haram’’ Yada öyle masum öyle günahsız bakar ki o gözler karşısında erir ufalırsınız. Bazen en etkili silahtır,bazen cennete açılan pencere,bazen kardeşlik türküsü söyleyen mucize gözler. Aslında Tanrı’nın bize bahşettiği en büyük armağandır gözler. Yeterki iyi yönde kullanmayı bilelim. O gözlerle insan olduğumuzu unutmadan ,sevgi ile bakalım. Ruhumuzun aynası,bazen sevilesi, bazen korkulası ve hep arzulanan sevgiyle bakan gözler olması dileği ile saygılar sunuyorum…
- Zurnanın Zırt Dediği Yer
Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış; Ama size kalacak Olur ya,Sultan Süleyman bilememiş işini; Ama siz bileceksiniz. Şöyle sizinle beraber üç beş kişi; Öte yanı kör dövüşü. Bir gün yaşamışsınız,ömrünüze bereket; Akşam olmuş kendiliğinden; Bir konağınız var dayalı döşeli; Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz; Kadehte kuş sütü var, tabakta minare gölgesi... Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene, Eklediniz mi? Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be! Güzeldir tabii... Şimdi bir de bir oda düşünün bakalım; Halı, kilim hak getire. Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin, Otu ocağı bir kalem geçin; beş kişi uzanmış bir sedire, Basıyorlar küfürü; Kime? Ne bileyim ben kime... Bu oda niçin mi yoksul? O beş kişi yoksul da onun için. Bu bayların, bayanların derdi mi ne? Ne olacak, memleketin derdi. Peki ama, çaresi yok mu bu işin? Ha şöyle, Düşünmeye alışın biraz... * Metin Eloğlu
- DARMADAĞIN
Evimin, toparlanamayan tek köşesi masamın üzeri. Masam da zihnim gibi darmadağınık. Kağıt ve defter yığınları, biri biriyle yarışıyor. Kafamdaki kelimeler ve cümleler de karmakarışık. Üstelik arsızlar. Hizaya girmeyi bir türlü kabul etmiyorlar… Tıpkı masam gibi. Tam yakalıyorum bir kelimeyi, gözümün önüne sen geliyorsun. Sen geldiğinde aklım karışıyor. Yazamıyorum, fikrim şaşıyor. Sonra seni uzaklaştırıyorum süratle. Yazacağım konu elimde, sımsıkı tutuyorum. Bıraksam kaçacak diye korkuyorum. Boş bir kağıt buluyorum, unutmadan yazmak istiyorum. İstiyorum ama, bu kez de kalem bulamıyorum. ‘’Ah şu kalemi bir bulabilsem kağıt yığınlarının içinden’’ diyorum, destan bile yazabilirim. Ama nafile kalem inatla saklanıyor…. Gidip yeni bir kalem alsam kafam dağılacak biliyorum. Azad ediyorum çaresiz, kurguladığım dizeleri. Her bir kelime, yıldızlar kadar uzaklaşıyor aniden. ‘’Sağlık olsun’’ diyorum. Bu gün de yazmayı veririm… Ama eğer yazabilseydim harika dörtlükler çıkabilirdi…. Hoş masamı toplayabilseydim o da harika bir görüntüye sahip olabilirdi...:) Kağıt tepeleri çekmeceye girdiğinde masam şüphesiz çok temiz, bir o kadar da düzenli olacak. Ama onları çekmeceye kaldırdığımda, düşlerimi, duygularımı da rafa kaldırmış olacağım. Bu yüzden, bilgisayara veya deftere kaydettiğim dosya kağıtlarını, nedense atamıyorum. Elim varmıyor onları yırtıp çöpe atamaya. Onları atmak, anılarımı atmakmış gibi geliyor nedense bana. Her bir dosya kağıdını elime aldığımda, onu yazdığım anı çok net hatırlıyorum. En az yüreğim kadar dağınık olan masamı, sonunda kendi haline bırakıyorum… Ne masamdaki kağıt tomarlarını, ne de hayallerimi dolaba kaldırmak istemiyorum sanırım… Onları gördükçe anılarım gün yüzüne çıkıyor çünkü. Anılarımla şekilleniyorum ben de, her insan gibi. Bunca anıyı sırtlanmış, masamdaki kağıt tepelerini ve yıllar öncesine ait sararmış defterlerimi sanırım seviyorum… Varsın duygularım da onlar kadar dağınık olsun. Kime ne zararı var ki….? Karşıyaka / İZMİR

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı

























