
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- KÖY EDEBİYATI BİTTİ Mİ?
Doğan Soydan * Liyakat, mülakat sözcükleri Arapçadır. Birincisi, bir işe uygun, yeterli olup olmamadurumu; ikincisi ise bu durumu ölçmek için yapılan sözlü görüşme, bilgisini ölçme, değerlendirme anlamında kullanılıyor. Bugünlerde herkesin dilinde pelesenk! Sanki önemseniyormuş gibi! İşte yaşanmış bir örnek: Büyük bir şirkete aşçı yardımcısı alınacakmış, adaylardan birini -liyakatini ölçmek için mülakata çağırmışlar. —Adın ne? —Cuma, efendim. —Sınavı kazanırsan ne olacaksın? —Aşçı yardımcısı… —Patlıcan güveç nasıl yapılır anlat bakalım. —Efendim, etini, yağını hazırlarım, patlıcanı, soğanı, biberi doğrarım sonra da hepsini karıştırıp pişiririm. —Peki, Aşçıbaşı ne iş yapar? —O da arada bir gelip tuzuna bakar efendim. Cuma doğru söylemiş; bizde “Baş” olanlar iş yapmaz, tuzuna bakarlar! *** Aşçıbaşı olur da edebiyatçıbaşı olmaz mı? Dün Google’da gezinirken böyle bir edebiyatçıbaşına rastladım. Yüksek petrol ilmi tahsil etmiş, çeşitli yayınevlerinde ve dergilerde yazı işleri müdürlüğü yapmış ama “Köy Edebiyatı” konusunda her şeyi karıştırıp kendine göre bir edebiyat güveci yapmış. “Köy Edebiyatı var mı yok mu?” konusunda bakınız ne demiş bu muhterem edebiyatçımız: 1.“Günümüz edebiyatı kente hatta büyük şehre, metropole sıkışmış vaziyette. Yazılan roman ve öykülerin yüzde doksanı İstanbul’da geçiyor” demiş. Bu edebiyatçıbaşı bu sözü bir köyde söyleseydi bizim bilge köylümüz uzun lafın kısasıyla “Atma Recep” derdi. Yazılan roman ve öykülerin yüzde doksanı İstanbul’da geçiyormuş! Düşüncenin tutarsızlığı bir yana, anlatım bozukluğu hemen göze çarpıyor; İstanbul’dan geçen öykü, roman değil, öykünün, romanın konusudur efendim! Sayın edebiyatçımız, sen Talip Apaydın’ın, Fakir Baykurt’un, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in ve daha nicelerinin adını hiç duymadın mı? İnce Memed’i, Yılanların Öcü’nü, Susuz Yaz’ı, Hanımın Çiftliği’ni, Eskici Dükkânı, Bereketli Topraklar Üzerinde romanlarını okumadın mı’ Bir de şu sözüne bakalım bu edebiyatçımızın: “Kahramanları köye giden yazarlar az da olsa var ama köyü mekân edinen köylülerin başından geçenleri anlatan pek öykü ya da roman anımsamıyoruz. Bu hal normal, çünkü roman modern bir tür, şehirlerde geçmesi şaşırtıcı değil. Köyler romanın yapısı için uygun değil. -köyde ancak öykü yazılır- diyen de var ama köy öyküsü de çok yok. Köyde geçen her edebiyat eseri köy edebiyatı değildir, dersek elimizde pek bir şey kalmayacağı da bir başka gerçek.” Buna göre, şehirli biri köye gitmişse ve bir süre köyde yaşamışsa yaşadıklarını yazmış ama “köyü mekân edinenlerin (köyde yaşayanların, köylülerin) başından geçenleri anlatan öykü ya da roman yok.” Şaşıp kaldım vallahi! Sayın yazar Köy Edebiyatını hepten yok sayıyor. Son zamanlarda sık karşılaştığımız “Köy Edebiyatı Bitti mi” tartışması boşuna değilmiş meğer. Bir de ben sorayım, sahi “Köy Edebiyatı bitti mi? Bana kalırsa köy edebiyatı bitmedi, bitmez de… Niçin? Anlatayım: Köy Edebiyatı bitti; diyenlere soralım, köyler haritadan silindi de biz mi duymadık, görmedik? Köy Edebiyatı ; deyince salt kağnı, karasaban, şalvar, çarık, sarık, kıraç tarla, kepir toprak mı geliyor aklınıza? “Köy Edebiyatı” denince salt Zaro Ağa'nın atı, Kel İbrahim'in eşeği mi geliyor aklınıza? Gerçek şu ki; nüfusları azalsa da okulları kapatılsa da şehirlere göç artsa da adı değiştirilse de kimi köyler mahalle yapılsa da köylerimiz yerli yerinde duruyor ve milyonlarca yurttaşımız köylerde yaşıyor. Düğünüyle bayramıyla, davuluyla zurnasıyla, dövüşüyle kavgasıyla, üzüntüsüyle, sevinciyle, diliyle, kültürüyle köy yaşamı sürüyor. Ağacı, ormanı, kurdu kuşu, börtü böceği, otu çiçeğiyle, tavuğu cücüğüyle, koyunuyla kuzusuyla, ineğiyle, danasıyla, ırmakları, dereleriyle köyler yerinde durup duruyor. Bir yerde Ay ve Güneş doğup batıyorsa, Doğa canlılığını koruyorsa ve orada insan yaşıyorsa öyküsü de, romanı da, masalı, manisi, destanı da olacak ve yazılacaktır. Koşması, Koçaklaması, Taşlaması, Ağıdı, Türküsü olacak, bütün bunlar yazılacak ve dilden dile aktarılacaktır. Kağnının yerini kamyon almışsa, atın eşeğin yerini Audiler, Mercedesler almışsa, Köylere apartmanlar yapılmışsa, bir tavuğun yumurtasını beklemek yerine tavuk çiftlikleri kurulmuşsa, köylere telefon, televizyon, bilgisayar girmişse oranın öyküsü, romanı olmaz mı, yazılmaz mı? Ben diyorum ki; evet bugünün köyü Fakir Baykurt'un yaşadığı, yazdığı köy değildir, Talip Apaydın'ın Köylüler'i değildir, Mahmut Makal'ın, Bizim Köy'ü değildir, Yaşar Kemal'in, Orhan Kemal'in anlattığı köy, köylü değildir; ama bugünün insanı elli yıl, yüz yıl öncenin köyünü, köylüsünü adını anımsattığım bu yazarların yapıtlarından öğreniyorlar ve öğrenecekler. Bugünün köyünü, köylüsünü de bugünün yazarları yazacak ve yarınlara bırakacaklar. O gün de bugün de diliyle, kültürüyle, tasasıyla, kıvancıyla köy yine köydür; elbette öyküsü de olacak, romanı da olacaktır. Günlerdir süren orman yangınlarını kimileri evinde çekirdek çitleyerek, televizyonda izlerlerken, kimileri masa başında dolarlarını sayarken; traktörüyle yangının ortasına dalan yine köylümüzdür, bakracıyla, kovasıyla ormana koşan, yangının acısını yüreğine taşıyan, yanan bir ağaç için, bir kaplumbağa yavrusu için ağlayan yine köylümüzdür. Bunlar yazılmaz mı? Köy Edebiyatı bitti, söylemi ve tartışması yeni değil, uzun zamandır tartışılıyor, yazılıyor. Bakınız, Arifiye Köy Enstitüsü çıkışlı Eğitimci-Yazar Nadir Gezer "Köy Edebiyatı (Köy Yazını) bitti diyenlere ne diyor: “Köyden öykü, roman çıkmaz diyerek fetva verenler ve Anadolu gerçeğine sırt çevirenler utanacaklardır. Anadolu gerçeğini Anadolu’nun derinlerinden gelenler yazacaktır.” Bir öyküden alıntıladığım şu iki cümleye bakalım; birincisi kentli, ikincisi köylü: 1.Arabasını otoparka bıraktı, sigara paketinden bir sigara çıkardı. Ceplerini yokladı kibrit, çakmak yoktu. Bir delikanlıya yaklaşarak “çakmağınızı rica etsem” dedi. 2.Arabasını otoparka çekti, bir sigara çıkardı. Ceplerini yokladı kibrit, çakmak yoktu. Bir delikanlıya yaklaşarak “Çükünü yediğim varsa bir ataş ver de şu cigaramı yakayım” dedi. *** İşte böyle... Köy insanı doğaldır, yapmacıktan uzaktır. Bildiğini, düşündüğünü kendi diliyle söyler, kültürü de bu dille yoğrulur, zenginleşir. Köyümüz de köylümüzde yerli yerinde duruyor, Köy Edebiyatımız öyküsüyle, romanıyla ve tüm canlılığıyla yaşıyor vesselam.
- DOST
Enver Gökçe * Ben berceste mısraı buldum Hey ömrümce söylerim Gözden, gezden, arpacıktan olsun Hey ömrümce söylerim! Bizsiz Ilgaz'ın çam ormanları güzel değildir. Hayda günlerim hayda! Sırtını düşmana verdikçe Murat dağları güzel değildir, Dost dost ille kavga! Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm, Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz; Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak; Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday, Ayın onbeşi; Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi, Yani bizsiz Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi Güzel değildir. Gel günlerim gel de dol Gel Aydınlım İzmirlim, Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan Kemah'tan Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan! Adana'nın pamuğu dokumada; Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada Ümit işkencede mahzun Tenim, ayaklarım üryan Ekmek işkencede mahzun Ve Divrik'in demiri arabada İşçi-köylü ve işçi birarada Söyle türküler yadigarı kardeş Söyle ağrılar yadigarı kardeş Neden alınterleri Nimetler, haklar haram oldu sana Gel günlerim gel de dol Gel Aydınlım İzmirlim Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan, Kemah'tan Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan Sana selam olsun Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya Canım Türkiye, Memleketimiz! Çalışan halklarıyla ümmi Çalışan halklarıyla garip, Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri Kadınları, erkekleri, hapishaneleri; Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla, İşşizleri, realist şairleri, mücahitleri, Sokak şarkısı, keten helvası, Akşam Haberleri satanlarıyla memleketim! Sana selam olsun Sürgünler, mahkûmlar, hastalar! Alacağın olsun Seni İstanbul seni Seni Bursa, Çankırı, Malatya, Sizlere selam olsun üniversiteler! Öğretmenleri alınmış kürsüler, Öğretmenler! Sizlere selam olsun Hürriyeti yazan eller, dizen eller! Sizlere selam olsun makineler Entertipler, rotatifler, bobinler! Bu gülünç, aşağılık, Namussuz şeyler dışında, Sana selam olsun Zincirin zulmün kâr etmediği, Kırbacın kâr etmediği Büyük tahammül! Gel günlerim gel de dol! Gel Aydınlım, İzmirlim, Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan, Kemah'tan Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan * Enver Gökçe: Enver Gökçe (d. 1920, Kemaliye, Erzincan - ö. 19 Kasım 1981, Ankara); Türk şair, yazar ve çevirmen. Toplumcu gerçekçi şiir akımının mensubudur. Hayatı 1920 yılında Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı, Çit köyünde doğdu. Babası o küçük yaştayken vefat etti. 1929 yılında ailesiyle birlikte taşındıkları Ankara'da başladığı ilkokulda edebiyat düşkünü bir öğretmeni sayesinde okuma ve yazma sevgisi yüreğine düştü. 1935'te Cebeci Ortaokulu, ardından Ankara Gazi Lisesi sonrasında girdiği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 1947 yılında mezun oldu. Üniversitede okuduğu dönemde çeşitli dernek ve dergilerde çalıştı, Ülkü dergisinde düzeltmenlik yaptı. Yine bu dönemde ideolojik olarak sosyalist düşünceye yakınlaşmaya başladı; 1948'de antifaşist ve demokrat gençleri bir araya getiren ve merkezi Ankara'nın Ulus semtinde Denizciler Caddesinde olan Türkiye Gençler Derneği'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu dernekteki faaliyetleri gerekçe gösterilerek üç arkadaşıyla birlikte Ankara Cezaevinde üç ay tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Üniversiteden mezun olduktan sonra öğretmen olarak atanması siyasi polisin engeline takıldığından, 1950'de iş bulduğu Yurtlar Müdürlüğü'nün İstanbul öğrenci yurtlarında çalışmaya başladı. Memur olarak çalışırken "51 Tevkifatı” denilen TKP'ye yönelik büyük operasyonda tutuklanan 187 kişi arasındaydı. İstanbul Sirkeci'deki Siyasi Şube, Sansaryan Han'ın tabutluklarında iki yıl boyunca çok ağır işkence gören ve işkence tehdidi altında yaşayan Enver Gökçe dahil 168 tutuklu, daha sonra Merkez Kumandanlığı'nın Harbiye'de bulunan Ceza ve Tutukevi'ne gönderildiler. TCK'nın 141. maddesine aykırı eylemde bulunmaktan açılan davada yargılamalar burada gizli celselerle sürdürüldü.[5] Gökçe mahkemede en yüksek cezayı alanlar arasında yer aldı, 7 yıla mahkûm edildi, ayrıca bu cezanın üçte biri kadar da sürgün cezası vardı. Fiziksel ve psikolojik sağlığını önemli ölçüde yok eden, pek çok şiirinin ve destanının, Yusuf ile Balaban'ın kaybolmasına neden olan tutukluluk, hapislik ve Sungurlu ve Ankara'daki sürgünlerin sonunda 1959'da işsiz ve yoksul kaldı.[7][8] 28-29 Nisan Olayları sırasında öldürülen Turan Emeksiz için ünlü ‘Ya derdime derman ya katlime ferman’ şiirini yazmıştır. 27 Mayıs Darbesi'nden sonra Gökçe hakkındaki suçlamalar düştü. İstanbul ve Ankara'da yaşadığı acı deneyimler onun çok zor koşullar altında yaşamak zorunda kalacağı köyüne gitmesine neden oldu. Memuriyete geri dönemeyince fakirlik kağıdı aldı. Fakirlik kağıdı alan ilk şair oldu.[9] Hastalığı nedeniyle tekrar Ankara'ya dönmek zorunda kaldı. 1977'de kısa bir süre Bulgaristan'da tedavi gördü. Son yıllarını Ankara'da Seyranbağları Huzurevi'nde geçirdi. Enver Gökçe, 19 Kasım 1981'de yeğeninin Ankara'daki evinde öldü. Sanat Yaşamı Enver Gökçe, öğrencilik yıllarında, Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer'in de katkı verdiği dönemin ünlü Halkevleri yayını, Ülkü Dergisi'nde görev aldı. 1943'te ilk şiirleri Ağıt ve Bir Alıp Satıcı Gönül ve yazısı Çit Köyü de bu dergide yayımlandı. Ant dergisinde yayımlanan Köylülerime şiiri ilgi topladı. Ant, Yağmur ve Toprak dergilerinin yayımında çalıştı. Daha sonra da şiirleri, 1940'lı yıllarda, Ant, Söz, Gün, Yağmur ve Toprak, Meydan, 1960'lı yıllarda şairin "yeniden keşfi"nin ardından, Türk Solu, Ant, nihayet 1970'lerde, Doğrultu, Yansıma, Yarına Doğru, Toplumcu Gerçekçiliğe Çağrı, Halkevi, Yapıt, Yaba, Yeni Adımlar, Türkiye Yazıları, Sanat Emeği gibi dergilerde yayımlandı. DTCF'de Pertev Naili Boratav’ın öğrencisiydi, 1947'de mezuniyet tezi olan Eğin Türküleri türünün ilk örnekleri arasındadır.[12] Türk dilinin tüm kolları, Türkmence, Kırgızca, Karaimce, Göktürk ve Oğuz lehçeleri, İstanbul ağzı üzerinde çalıştı. Divan Edebiyatı'nı uzmanlık derecesinde öğrendi. Pek çok halk öyküsünü, masalını, bu arada da, Dede Korkut Masalları'nı derleyerek bugünün Türkiye Türkçesine kazandırdı. Dünyaca ünlü Pablo Neruda'nın şiirlerinden seçmeler ilk kez, Enver Gökçe tarafından Türkçe'ye çevrildi ve 1959 yılında Türkiye'de yayımlandı. Bazı şiirleri Zülfü Livaneli, Timur Selçuk, Sadık Gürbüz, Kerem Güney ve Ahmet Kaya tarafından bestelendi. 1977 yılında, Devrimci Sanatçılar Derneği tarafından banda kaydedilen, "Kendi Sesinden Yaşamı" ve "Kendi Sesinden, Seçtiği Şiirleri ve Pablo Neruda Çevirileri", sürekli güncellenen bir Enver Gökçe bibliyografyasının, Enver Gökçe üzerine yazılanları ve kendi ürünlerini içeren bir kitaplığın bulunduğu, belgelerin, Enver Gökçe'nin fotoğraflarının ve Enver Gökçe'nin kendi çektiği bazı fotoğrafların izlenebildiği, envergokce.org web sitesinde dinlenebilmektedir. Enver Gökçe'nin bazı kişisel eşyaları köyünde, köylüleri tarafından anısına kurulan Enver Gökçe Müzesi'nde sergilenmektedir. Özgür Öyküşiir Dergisi tarafından Enver Gökçe Toplumcu Gerçekçi Şiir Ödülü verilmektedir. Eserleri Yazıları Çit Köyü (Ülkü Dergisi, 1943) Sanat ve Sanatçı Üzerine (Yeryüzü Dergisi, 1951) Aşık Veysel'e Dair (1960?) Masal derlemeleri Usta Nazar (DTCF, 1946) ve Şehzade ve Üç Turunçlar (DTCF, 1946?) masalları Dost yayınları tarafından 1960'lı yıllarda yayımlanan masallar dizisinde imzasız olarak yer aldı. Şairin ölümünden sonra İlhan Başgöz'ün uyarısıyla, Yaba yayınları tarafından 1984 (Şehzade ve Üç Turunçlar) ve 1985 (Usta Nazar) yıllarında çıkartılmakta olan iki aylık, Yaba Öykü kitapçıklarında bu kez şairin imzasıyla yer aldı. Yaba Yayınları daha sonra (2015), Enver Gökçe'nin elde olan tüm masallarını dört kitapçık halinde (Öksüzoğlan, Altın Top, Cimri ile Cömert, Nalıncı Padişah) yayımladı. Kitapları Kemâlettin Kamu (biyografi) -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1958) Ömer Bedrettin Uşaklı (biyografi) -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1958) Dost Dost İlle Kavga (1973) Panzerler Üstümüze Kalkar (1977) Yaşamı Bütün Şiirleri (1981) Eğin Türküleri (yazımı: 1947, kitap halinde ilk yayını: 1982) Çevirileri Antil Masalları (1958) Hint Masalları (1958) Çin Masalları (1958) Mısır Masalları -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1959) Çağımızın Büyük Şairlerinden Pablo Neruda'nın Şiirlerinden Seçmeler -"Mustafa Gökçe" adıyla- (1961) Dede Korkut Masalları -"Aydın Tataroğlu" takma adıyla- (1968) Pugaçef Ayaklanması/A. Gesinoviç (1969) Çocuk/Vera Panova (1972) Pablo Neruda Seçmeler (1975) Ömer Hayyam Rubailer (Dost Dost İlle Kavga'nın 1975'teki 2. baskısına ve 1977'deki 3. baskısına ek) Kelile ve Dimne/Beydaba -"Aydın Tataroğlu" takma adıyla- (ilk basım 1969; Enver Gökçe adıyla basımı, 2003) Kayıp çalışmaları Yusuf ile Balaban Destanı (şiir/destan), Dünya Masal ve Efsaneleri (çeviri). Ve tutuklamalarda, gözaltılarda, aramalarda kaybolan, yok edilen sayısı bilinmeyen şiirler, yazılar, çeviriler. Hakkında Yazılanlar "Enver Gökçe Yaşamı Bütün Şiirleri (kendi düzeltmeleri ve onayıyla)", AYKO, Ankara 1981. Seçkin, Özgen, "Enver Gökçe Üzerine: Eleştiri Tanıtma İnceleme Söyleşiler", Damar yayınları, Ankara 1991. Erdem, İbram, "Enver Gökçe", Öykü Şiir yayınları, Ankara 2000. Özer, Mehmet, "Şiirimizin Işıklı Irmağı Enver Gökçe", Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2006. Denktaş, Celil, "Berceste Mısraı Yazan Komünist Enver Gökçe", Yaba Yayınları, İstanbul 2011. Der. Ataş, Ali Ekber, "Doğumunun 100. Yılında Enver Gökçe'ye Armağan", h20 Kitap, 2021.[17] Zeynal Gül, "Ölüm Adın Kalleş Olsun / Şair Enver Gökçe Romanı", Barış Kitap Yayınları, 202
- Körler Ülkesi; KADIKÖY
Nurten B. AKSOY * Yıllardır yaşamaktan mutlu olduğum ve çok sevdiğim, İstanbul’un Anadolu yakasındaki en güzel ilçelerinden birini, Kadıköy’ü dolaşalım bugün birlikte. Ama gezmeye başlamadan önce kısaca bir tarihini hatırlayalım. Kadıköy’ün tarihi ile ilgili çok rivayet var fakat herkesin bildiği öyküsü şöyle: Eski çağlarda göç etmek zorunda kalan bir kavmin lideri nasıl bir yere yerleşeceklerini öğrenmek için bir kâhine danışır. Kâhin, kavimdekilere “Körlerin ülkesinin” karşısındaki alana yerleşeceklerini söyler. Bugünkü Sarayburnu’na ulaşan kavim, bulundukları taraf boş iken karşı kıyıda bir yerleşim olduğunu fark eder. Bulundukları yerin güzelliklerini fark etmeyip de karşı kıyıda yerleşen insanların ancak kör olabileceklerini iddia edip İstanbul’a yerleşir bu kavim. Böylece bugünkü Kadıköy “Körler Ülkesi” anlamında Khalkedon adını alır. İstanbul’un fethinden sonra Khalkedonya’nın yönetimi, II. Mehmet tarafından İstanbul kadısı Hızır Bey’e verildiği için, bu tarihten sonra da “Kadıköyü” adını aldığı sanılmaktadır. Eskiler “Körler Ülkesi” demişler bu güzel beldeye, ilk gelenler karşının güzelliklerini göremeyip de buraya yerleştikleri için. Oysa bu güzel belde bir “Sevgi Ülkesi” çünkü Kadıköylüler gerçekten yürekleri sevgi dolu hem de her tür sevgiyle dolu insanlar. Sokaklarında yaşayan tüm canlılar; insan, hayvan, bitki bu sevgiden nasibini alıyor her daim, hem de dolu dolu. Sokak hayvanları öylesine şanslı ki bu beldede mamaları önlerine servis ediliyor; yazın susuz, kışın da yuvasız kaldıklarını hiç göremezsiniz bu minik dostların. Yeşil sevgisi, çiçek sevgisi deseniz ha keza! Tüm balkonlardan sarkan sakız sardunyalarına bakmalara doyamazsınız, o koca çınarlar gölgeleriyle adeta her türlü kötülükten koruyup kollarlar sizi… HAYDARPAŞA GARI Gezimizin ilk durağı tabii ki tarihi Haydarpaşa Garı. Yıllarca Anadolu’dan “Taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a gelenlerin ilk ayak bastıkları mekan. Sevenlerin, sevdiklerine kavuştuğu ya da ayrılık gözyaşlarının döküldüğü bu tarihi mekan, şu sıralar belki de kendi akıbetinin bilinmezliğine gözyaşı döküyor. Denize temel kazıkları çakılarak inşa edilen bu koca bina 1100 adet kazığın üzerine oturtulmuş. Helmut Cuno ve Otto Richter adlı iki Alman mimarın 20. yüzyıl başlarında, 1906-1908 yılları arasındaki ortak çalışması ile yapılmış. Türk filmlerinin vazgeçilmez platosudur adeta burası. Gar binasının ünlü saati 2010 yılında çıkan yangından sonra yenilenmiş haliyle çalışmaya devam ediyor Haydarpaşa Garı’ndan ayrılıp deniz kıyısından meydana doğru yürürseniz yoğun bir kalabalığın içine düşersiniz. Anadolu yakasının her semtine kalkan otobüs ve dolmuşların toplanma yeridir burası. Ayrıca karşı yakaya giden vapur ve motor iskeleleri de bu rıhtımdadır. Ama bu iskelelerin içinden, 1920 yılında yapılan ve zarif mimarisiyle dikkati çeken en eskisi, bugün Beşiktaş ve Adalar iskelesi olarak kullanılan binadır. Eminönü-Karaköy iskelesinin yanındaki salaş çay bahçesine biraz nefeslenmek için oturursanız, günün değişen saatlerine göre muhteşem bir gün batımını ya da martı kanatlarının altından Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın siluetini izleyebilirsiniz. Bu arada üç dört yıldır restorasyonu devam eden, 1927’de İtalyan mimar Ferrari tarafından yapılmış ve bir dönem "Hal binası" olarak kullanılmış tarihi İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı yeniden hayata geçeceği günleri beklemekte, önünde rengarenk çiçekler satan çiçekçileriyle. Rıhtımdan ayrılıp Kadıköy çarşısına gitmek için karşıya geçerken caddenin ortasında bir başka tarihi bina karşılar sizi. 1913’te Kadıköy Belediye Dairesi olarak yapılan ve Kadıköy’ün önemli tarihi yapılarından olan Şehremaneti binası, artık restore edilmiş haliyle Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi olarak söyleşilere, sanat ve kültür toplantılarına ev sahipliği yapıyor. Başta Kadıköylü aydınlar olmak üzere çok sayıda sanatçıya dair bilgi ve belgeler ile tarih, edebiyat ve sanat koleksiyonları da yer alıyor bu binada. İskele Meydanı’ndan çarşıya açılan yolun kıyısında 18. Yüzyıldan kalma tek minareli İskele Camisi yenilenmiş haliyle karşılar sizi. 1760 yılında yapılmış olan bu cami III. Mustafa Camisi’dir. Onun önünden geçerek çarşıya doğru yürüdüğünüz sokağın başında iki başka tarihi mekan daha çıkar karşınıza. Bunlardan biri Baylan Pastanesi, diğeri de Hacı Bekir Şekercisidir. Baylan’ın tarihi 1923 yılına dayanır. Cumhuriyet ile yaşıt olan Baylan, İstanbul’un ilk pastanesi olmasa da kurulduğu günden bu yana aralıksız olarak devam eden en eski yaşayan pastanesidir ve Kadıköy şubesi de 1961’den beri burada hizmet vermektedir. Hacı Bekir’e gelince, 1777 yılından bugüne lokum dediğimizde aklımıza ilk gelen isim olan bu şekerci dükkanı rengarenk vitriniyle önünden geçerken mutlaka sizi içeriye çekecektir, tabii cebinizde yeterli paranız varsa… Çarşıya girdiğinizde hayatın yeme-içme ve eğlenme üzerine kurulu olduğunu görürsünüz bir kez daha. Kilise ve camilerle çevrili bu çarşıda kahve, çay, bira satılan mekanlar tıklım tıklımdır günün her saatinde. “Çingene palamutu, çinekop” diye bağıran balıkçıların seslerine meydanda konser veren sokak sanatçılarının sesleri karışır. Kokoreççisinden balıkçısına aradığınız her tür lezzeti bulabileceğiniz bu çarşıda, son zamanlarda mantar gibi hızla yayılan kahveci dükkanlarının birinde közde kahvenizi yudumlarken bazen Alaturka bazen de pop müzik yapan bu sokak sanatçılarını dinleyip neşelenebilirsiniz. Çarşı içindeki küçük meydanın köşesinde II. Mahmut döneminden kalma Eufemia Kilisesi ile içindeki Aya Paraskevi Ayazmasını ziyaret edebilirsiniz. Biraz ötede de Surp Takavor Ermeni Kilisesi boy gösterir. Sokakların birinde ise Kadıköy’ün en eski camii olarak düşünülen Kethuda Camii vardır, yaklaşık 450 yıl önce muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış olan bu caminin padişahın kahyasına ait olduğu söylenir. Çarşıdaki hengameden sıyrılıp Bahariye’ye veya Moda’ya doğru çıkarken yolun iki yanındaki antikacılar ve sahafların vitrinlerinde kalır gözleriniz, çeşit çeşit eski kitaplar, plaklar ve kim bilir yıllarca kimlere hizmet etmiş antika eşyalar geçmişin penceresinden göz kırpar size. KADIKÖY'ÜN BOĞASI Kadıköy deyince herkesin aklına gelen ya da buraya ilk defa gelenlerin mutlaka yanında fotoğraf çektirdiği meşhur Boğa’dan söz etmemek olmaz. Heykel, 1864’te Paris’te heykeltraş İzidor Bonhevr tarafından, Fransız gücünü Almanlara göstermek için yapılmış. Almanlar Fransız’ları yenince de boğa heykeli Almanya’ya getirilmiş. Türkiye 1. Dünya Savaşı’na Almanya ile girerek İngiliz ve Fransızlarla savaştığı için, “Güç simgesi” olan bu boğa heykeli, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya Alman Kralı II. Wilhelm tarafından 1917 yılında armağan edilmiş. Heykel önce Kadıköy’e getirilmiş, sonra Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine yerleştirilmiş, oradan Yıldız Sarayı’nın bahçesine. Oradan da Bilezikçi Çiftliği’ne. Bu şekilde birkaç kez daha çeşitli yerlerde gezdirilen Boğa Heykeli nihayet 1987 yılında Altıyol'daki yerine kavuşup Kadıköy’ün simgesi olmuş. Boğa heykelinden yukarı doğru giden yol Bahariye Caddesi’dir. Günün her saatinde kalabalık olan bu caddeyi pek çok markanın vitrinleri süslemektedir. Çoğu zaman bu yolda çeşitli gurupların protestolar yaptığını, bildiri dağıttığını ve yüzlerce polisin beklediğini görürsünüz, ama Kadıköy’de esen özgürlük havasından mıdır bilinmez, herkes birbirine alışıktır, kimse diğerinden rahatsız olmaz. Moda’ya doğru ilerlerken soldaki bir sokağın başında gazeteci Ali Suavi’nin heykelini görürsünüz. Sanatçılar Sokağı denilen bu sokakta bulunan Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde, koca çınarların altında bir yorgunluk çayı içerken burada yapılan kültür ve sanat faaliyetlerinden de haberdar olabilirsiniz. SÜREYYA OPERASI Bahariye’den Moda’ya doğru yol alırken yine sol tarafta Kadıköy’ün gözbebeği olan o muhteşem opera binasını görürsünüz. Süreyya Opera binası, Kadıköy’de sanata saygının simgesidir adeta. Süreyya Operası, eski İstanbul milletvekillerinden Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) tarafından yaptırılıp 6 Mart 1927 tarihinde açılmış, aradan geçen sürede sinemaya yenik düşmüş ve 31 Aralık 2005 tarihine kadar sinema salonu (Süreyya Sineması) olarak hizmet vermiştir. Bina 2005’te, Kadıköy Belediyesi tarafından 49 yıllığına kiralanarak aslına uygun restore edilmiş ve operaya dönüştürülerek 27 Ekim 2007 tarihinde açılmıştır. O günden beri de pek çok güzel eser sergilenmekte sahnelerinde… Rıhtımdan bineceğiniz nostaljik tramvayla Bahariye ve Moda'ya ulaşabilirsiniz. Operayı Moda yönüne doğru geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa girip 100 metre ilerlediğinizde bir başka kaderine terk edilmiş binayı, bir zamanların Rexx sinemasını görürsünüz. Semtin en eski sinemalarından biri olan, binlerin buluşma noktası, hatta takılma alanı olarak yıllarca hizmet veren bu bina artık yok ne yazık ki. Rexx’ten içeri girince Bahariye’ye paralel uzanan sokak ise Kadife Sokak’tır, semtin barlar sokaklarından belki de en güzelidir. Ufacık bir sokak olmasına rağmen pek çok dev müzik mekanını içinde barındırır, her mekanın ayrı bir çizgisi, ayrı bir müziği vardır burada. O yüzden o kısacık sokak kimileri için koca bir İstiklal Caddesine bedeldir. Bahariye’den ya da Kadife Sokak’tan veya Moda Caddesi’nden geçip Moda burnuna doğru yürürken, o eski ama bir o kadar güzel taş Rum evlerinin ya da yıkık dökük ahşap evlerin hüznü çöker yüreğinize. Hızla çoğalmaya başlayan sevimsiz modern binalar size caka satmaya kalkarlar güya milyarlık fiyatlarıyla. Moda’ya gelinir de meşhur dondurmacı Ali Usta’nın envayi çeşit dondurmasının tadına bakmadan gidilir mi hiç? Bademli, cevizli ahududulu dondurmalarınızı yiyerek gidebileceğiniz Moda Çay bahçesi; koca çınarların gölgesinde emeklilerin, yaşlı madamların, öğrencilerin huzur içinde oturup dinlendikleri, İstanbul’un en güzel gün batımı manzarasını seyredebileceğiniz köşesidir belki de. Dondurma yemekten kurtuldunuz diyelim, bu kez daha büyük bir tehditle karşı karşıyasınızdır: Kemal Usta ve enfes kokan tatlıları... YOĞURTÇU PARKI ve KURBAĞALI DERE Çay bahçesinden çıkıp sahilin üstündeki yolu takip ederek yürürseniz son yıllarda restore edilerek eski güzelliğine kavuşturulan Eski Moda İskelesi’ne gelirsiniz. Artık vapurların da uğradığı iskele şimdilerde İstanbullulara kitap-kafe olarak hizmet veriyor. Yürümeye devam ederseniz “Kediler imparatorluğunun” hüküm sürdüğü parkın içinden Kurbağalı Dere’ye ve Yoğurtçu Parkı’na ulaşırsınız. Bir zamanlar rüzgarın yönüne göre bazen nefesinizi kesecek kadar kötü kokan ve uzun çalışmalarla ıslah edilen parkın ve derenin uzaktan görüntüsü muhteşemdir. İşte tam bu noktada sarı-lacivert renkler karşılar sizi… Şükrü Saraçoğlu Stadı, özellikle derbi maçlarında Kadıköy'deki yaşamı cehenneme (!) çeviren en gözde mekandır. Stadı geçtikten sonra, tıpkı Münir Nurettin‘in dediği gibi “Bir tatlı huzur almak için Kalamış’a” uğramanız gerekir, oradan da Kadıköy’ün en güzel koylarından olan Fenerbahçe koyuna gelirsiniz. Fenerbahçe Parkı muhteşem deniz manzarası, içindeki beş yüz yıllık çınar ağaçları ve özellikle ilkbaharda açan mor çiçekli erguvan ağaçları ile bir renk cümbüşü içinde cennetten bir köşe sunar size. Fenerbahçe’den Bostancı’ya gitmek için iki yolunuz vardır; ya sahil şeridini takip edersiniz ve o eşsiz Adalar manzarasını seyrederek yürürsünüz ya da Bağdat Caddesi’ne çıkar kendinizi şaşırırsınız. Bağdat Caddesi, günün her saatinde her çeşit insanın piyasaya çıktığı, her çeşit lüks araba ve motorun da yarış yaptığı bir koca cadde; ama yetmez ne insanlara ne de araçlara. İnsanlarının geneli süslü, modern ve kibardır; şaşıp kalırsınız. Bir de bu cadde Cumhuriyet Bayramı fener alaylarının ve Fenerbahçe galibiyetlerinin bir numaralı kutlama alanıdır. Caddeyi takip ederek yürürseniz önce, kültür merkeziyle ünlü Caddebostan’a varırsınız, sonra da Erenköy ve Suadiye’ye gelirsiniz. Bu semtler tek tük kalmış, modernliğe ve kentsel dönüşüm denen rant kavgasına direnen köşklerle, koca çınar ağaçlarının gölgelediği plajıyla ünlü eski İstanbul’un sayfiye beldesidir. Altmışlı yıllarda İstanbul’un seçkin aileleri kışları Avrupa yakasında oturur, yazları ise Kadıköy’e, Suadiye’ye gelirlerdi denize girmek ve yazı geçirmek için. İstanbul’un orta halli aileleri de yazın buralardaki dostlarına misafirliğe gelir, bu seçkin semtin güzelliklerinden nasiplenirlerdi. Bu güzel ilçede yaşamış ve sokaklarına, caddelerine ismini vermiş ya da burada varlığıyla iz bırakmış, hala yaşayan pek çok sanatçı ve ünlü kişiyi anımsarsınız; aklımıza gelen birkaç ismi sayalım sizler için… Afife Jale, Selahattin Pınar, Münir Nurettin Selçuk, Haldun Taner, İdil Biret, Suna Kan, Barış Manço, Nazım hikmet ve daha niceleri… Hepsini saygı ve rahmetle yad ederek bir zamanlar her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlarıyla ünlü Bostancı’dan kalkan Şehir Hatları vapurları ve motorlarla Adalar'a keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz. Aslında Kadıköy ne anlatmakla ne de yazmakla biter. Burada bahsedemediğimiz nice güzellikleri görmek isterseniz Kadıköy'e gelip gezmenizi tavsiye ederiz. * Aralık 2019
- Paskalya Bayramı ve Tarihçesi
Nurten B. AKSOY * Dünya üzerindeki bütün Hıristiyanlar için en önemli günlerden biri olan Paskalya bayramı, pek çok dini bağrında yaşatan ülkemizde de çeşitli etkinliklerle kutlanmakta. Biz de kısaca hem bu bayramı anlatalım hem de sevgiye, dostluğa, barışa en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Hıristiyan dostlarımızın da bayramlarını kutlayalım. Paskalya; Hıristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildikten sonraki üçüncü günde yeniden dirilişinin kutlandığı en eski ve en önemli bayramdır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak Mart ayının sonundan Nisan ayının sonuna kadar olan dönemdir. Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü; Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır. Türkçeye Rumca Pashalia sözcüğünden türeyerek giren Paskalya sözcüğünün kökeni İbranice Pesah kelimesine dayanır. Latince ve Yunancaya da İbraniceden geçen bu kelime “Dokunmadan geçmek” anlamına gelir ve İsrailoğulları'nın Mısır’daki esaretten kaçışına veya İsrailoğulları’nın ilk doğan çocuğunun canının bağışlanmasına gönderme yapar. Bazı Batılı dillerde Paskalya yerine kullanılan Easter, Ostern vb. sözcüklerin kökeni Cermen Takvimi’ndeki Eostur (Nisan) ayıdır. Bu ay, adını Anglosakson Pagan tanrıçası Eastre’den alır. Hz. İsa MS 29–33 yılları arasında çarmıha gerilir. Paskalya bayramına dair en eski kayıtlar ise 2. Yüzyıla aittir, bununla birlikte İsa’nın dirilişinin anılması muhtemelen daha da eski tarihlere dayanır. Paskalya tüm Hıristiyanlar tarafından kutlanır. Yaygın olarak kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, kutlandığı ülkeye göre değişik gelenekleri vardır. Bunlar arasında en yaygını şahısların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve Paskalya yumurtası hediye etmesidir. Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsar. Paskalya Günü’nde (Diriliş Günü) sona erer. Paskalya Günü için evlerde özel çörekler yapılır, haşlanmış yumurtalar boyanır; mumlar yakılır; dualar okunur. Komşulara paskalya çöreği ve boyanmış yumurta ve tavşan şeklinde şekerlemeler hediye edilir. Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa’nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin azınlık toplumlarının sayısının daha büyük olduğu dönemlerinde özellikle İstanbul’da Hıristiyan ailelerin, paskalya ve diğer yortularda Müslüman komşularına paskalya yumurtası ve çöreği getirmeleri adettendi. Paskalya çöreği, özellikle paskalya yortusu gibi Hıristiyan dini bayramlarında Osmanlı-Türk mutfağında yaygın olarak yapılan bir çörek türüdür. Yağ, süt, yumurta, un, maya ve şeker karışımından yapılan paskalya çöreğine, insanı çeken o muhteşem kokusunu verense mahlep ve sakızdır. Asırlardır bu bereketli toprakların renkleri olan, acıyı ve tatlıyı paylaştığımız, dostluk ve kardeşlik duygularıyla bir arada yaşadığımız tüm Hıristiyan dostlarımızın Paskalya bayramları kutlu olsun. * Yazının ilk yayınlanma tarihi: Nisan 2020
- Orhan Veli’nin Yarım Kalan Şiiri
Nurten B. AKSOY * Bazen kitaplığınızın bir köşesine sıkışmış eski bir kitap geçer elinize. Defalarca okumanıza, içindekileri neredeyse ezbere bilmenize rağmen bir kez daha dalarsınız sayfaların arasına. İşte biz de tam 53 yıl önce Varlık Yayınları’nın üçüncü basımını yaptığı Orhan Veli’nin “Bütün Şiirler” adlı kitabını kitaplığımızda bulunca “mal bulmuş mağribi” misali çevirdik sayfaları. Kitabın en sonunda ya unuttuğumuz ya da gözümüzden kaçan şairin son şiiriyle karşılaşıverdik ve çok da bilinmeyen “Aşk Resmi Geçidi” adlı bu şiiri sizlerle paylaşmak istedik. Orhan Veli her ne kadar: “Bütün güzel kadınlar zannettiler ki/Aşk üstüne yazdığım her şiir / Kendileri için yazılmıştır / Bense daima üzüntüsünü çektim / Onları iş olsun diye yazdığımı / Bilmenin.” dese de hayatına giren kadınları anlatmış sanki bu son şiirinde… İlk Göz Ağrısı Birincisi o incecik, o dal gibi kız. Şimdi galiba bir tüccar karısı Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir. Ama yine de görmeyi çok isterim, Kolay mı, ilk göz ağrısı… Yazar arkadaşı Sait Faik bir röportajında şairimizi şöyle betimler; “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol…” Sanki kendi gibi incecik bir kızmış ilk göz ağrısı da… İkincisi Meçhul Sevgili ……………………………….çıkar ……………………dururduk mahallede ……………………………….halde ….adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara …………………….yangın yerlerinde… Garip Akımını yalnız yazdıklarıyla değil, hayata karşı duruşuyla da anlatan Orhan Veli, fiziğini bile bu uğurda kullanmaktan çekinmez. Bu yüzden şiirinin hayatının sonucu olduğuna değil, aksine hayatını şiirine göre yaşadığına inanılır. Üçüncüsü Münevver Abla Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları Gülmekten katılırdı, okudukça. Bense bugünmüş gibi utanırım O mektupları hatırladıkça… Dördüncüsü… Dördüncüsü azgın bir kadın, Açık saçık şeyler anlatırdı bana. Bir gün de önümde soyunuverdi Yıllar geçti aradan, unutamadım, Kaç defa rüyama girdi. Beşinciyi Anlatmayalım Beşinciyi geçip altıncıya geldim Onun adı da Nurünnisa. Ah güzelim Ah esmerim Ah ! Canımın içi Nurünnisa… Belki de şairin anlatmayıp atladığı beşinci kadın; sona bıraktığı, hiç bitmemiş aşkı “İnsanları sevmesini de bilen” kadındı. Yedincisi Aliye Yedincisi Aliye, kibar bir kadın Ama ben pek varamadım tadına Bütün kibar kadınlar gibi, Küpe fiyatına, kürk fiyatına… Sekizinci Sekizinci de o bokun soyu: Sen elin karısında namus ara, Kendinde arandı mı, küplere bin. Üstelik kendinde de Yalanın düzenin bini bir para. Dokuzuncu Ayten Ayten’di dokuzuncunun adı, Barlarda göbek atar İş başında şunun bunun esiri, Ama bardan çıktı mı Kiminle isterse onunla yatar. Onuncusu Akıllı Onuncusu akıllı çıktı Bıraktı gitti beni. Ama haksız da değildi hani, Sevişmek zenginlerin harcıymış İşsizlerin harcıymış. İki gönül bir olunca Samanlık seyranmış ama İki çıplak da olsa olsa Bir hamama yakışırmış… İşine Bağlı Kadın İşine bağlı bir kadındı on birinci Hoş, olmasın da ne yapsın? Bir zalimin yanında gündelikçi; Adı Luksandra. Geceleri odama gelir Sabahlara kadar kalır Konyak içer, sarhoş olur Sabahı da işbaşı yapardı şafakla… Sonuncusu Yaşamayı Seven Kadın Gelelim sonuncuya. Ona bağlandığım kadar Hiçbirine bağlanmadım. Sade kadın değil, insan. Ne kibarlık budalası, Ne malda, mülkte gözü var. Eşit olsak, der Hür olsak, der İnsanları sevmesini de bilir, Yaşamayı sevdiği kadar… Orhan Veli’nin sonuncu aşkı, Nahit Hanım’dı. Kardeşi Adnan Veli de şairin ölene kadar Nahit Hanım’ı sevdiğini söylemiştir. Orhan Veli Kanık Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düştüğünde henüz 36 yaşındadır, başından yaralanır. İstanbul’a gelir, bir arkadaşının evinde rahatsızlanır. Üzerinde ceketi vardır. Son kez giydiği ceketi… Cebinde de bir diş fırçası ve o diş fırçasına sarılı bir kağıt parçası. Kağıdın üzerinde bitmemiş bir şiir… “Aşk Resmigeçidi” Yazının ilk yayınlanma tarihi: 13 Nisan 2022
- PERİLİ KÖŞK
Nurten B. AKSOY * Emirgan, Boğaz'ın en güzel köşelerinden biri... Çocukluğumuzun her yaz mutlaka bir kere görülmesi gereken bu cennet köşesine gidebilmek için sabah erkenden düşerdik yollara, önce Beyazıt'tan Eminönü'ne gelir oradan da Emirgan otobüsüne binerdik. Eskiden öyle "duble" yollarımız filan yoktu, hele denizin içine yapılmış "kazıklı yollarımız" hiç yoktu. Boğaz'ın o daracık, yılan kavi yollarında şoför gaza bastıkça biz de korkudan hayali frenlerimize basardık. Yüreğimiz ağzımızda, ha şimdi bir yalının yatak odasına girdik ha gireceğiz, derken vasıl olurduk Emirgan'a. Çınaraltı'nda oturup çaylarımızı içerken Emirgan Camisinden yükselen ezan sesleri eşliğinde yaprak hışırtılarını ve denizin sesini dinlerdik... O günlerden bu güne köprülerin altından çok sular aktı, bizler büyüdük ve kirlendi, katledildi İstanbul... Ama hâlâ görmesini bilen gözlere sunduğu güzellikleri var bu koca şehrin. İstanbul Boğazı; yalıları, köşkleriyle bir başka güzeldir. Karşılıklı iki kıyıya bir dantel gibi dizilmiş bu tarihi binaların her birinin de ilginç öyküleri vardır. Dilden dile dolaşan, bire bin katılarak anlatılan öyküler, o binaların gizemine gizem katar. İşte o öykülerden biri de şimdilerde Borusan Holdingin faaliyetlerini sürdürdüğü Yusuf Ziya Paşa Köşkü ya da halk arasındaki adıyla Perili Köşk. Bu köşkün öyküsü, geçtiğimiz yüzyılın başına uzanmakta, inşasına çok zengin bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa tarafından başlanmış. İnşaata ilk çivi 1910 yılında çakılsa da köşkün istenildiği gibi bitirilmesi mümkün olmamış. Rivayete göre, Yusuf Ziya Paşa, kendinden hayli genç ve çok güzel bir kıza aşık olur. Kızla evlenmek için yanıp tutuşan paşa, tüm servetini onun ayaklarına sermeye hazırdır ama kız bir türlü yanaşmaz bu evliliğe. Ç ok kıskanç bir kişiliğe sahip olan Yusuf Ziya Paşa, güzel eşini kimselerin uzaktan bile görmesine katlanamamaktadır. Bu yüzden Paşa’nın en büyük isteği hem eşinin güzelliğine yakışan, hem de onu yabancı gözlerden uzak tutacak bir köşk yaptırmaktır. Köşkün yapılmasındaki ilk aksilik Padişah II. Abdülhamit’in “Boğaz’da cami minarelerinden daha yüksek bina yapılamaz” fermanı nedeniyle başlar. Karısının güzelliğine yakışacak çok görkemli ve yüksek bir köşk yaptırmak isteyen paşa bu nedenle köşkün bazı katlarını yaptırmaktan vazgeçer. Yaptıracağı görkemli köşkle kızı ikna edeceğine inanan paşa, sonunda amacına ulaşır ve kızla evlenirler. Ama paşanın işi hiç de kolay değildir, çünkü güzelliği dillere destan olan kızın büyüsüne kapılan pek çok genç, hâlâ onun peşinde koşturmayı, köşkün önünden geçmeyi sürdürmektedir. Genç ve güzel eşini çok kıskanan ve kaybetmekten korkan Yusuf Ziya, sonunda genç eşini kimse görmesin diye Rumeli Hisarı’nda yaptırdığı bu köşkün üst katına kapatır ve onun başkalarıyla görüşmesini engellemek için de inşaatı tamamlatmaz, merdivenlerini bile yaptırmaz kuleli köşkün. Ancak köşkün önünden geçenler iç geçirmeye devam ederler. Bu yüzden köşkün adı da içinde peri gibi güzel bir kız yaşadığı için kısa süre içinde Perili Köşk’e çıkar. Büyük bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa’nın işleri Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bozulur. İflasın eşiğindeki paşa, bir yandan da çılgınca sevdiği ve kıskandığı genç eşini etraftan korumak için büyük çaba harcamaktadır. Sonunda onu da yanına alarak İstanbul’u ve köşkü terk edip Mısır’a yerleşir. Fakat takıntı haline gelen aşkın acıları Mısır’da da dinmek bilmez. Yusuf Ziya Paşa sonunda çektiği sıkıntı ve acılara dayanamayıp ölür. Ancak öldükten sonra bile uğruna çıldırdığı kızdan vazgeçmez. Mezar taşının, genç karısını hapsettiği kulenin taşlarından yapılmasını vasiyet eder. Neredeyse yüz yıl sonra yapımı tamamlanan Perili Köşk'ün yenileme çalışmaları esnasında da ilginç gelişmeler yaşanır. Köşkün gerçek hikayesi zamanla unutulur ve buraya peri kadar güzel bir kız yüzünden Perili Köşk dendiği hafızalardan silinir. Bunun yerine Yusuf Ziya’nın ruhunun, bazı geceler köşkü ziyaret ettiği ve odalarda dolaştığı ya da Rapunzel misali köşkün kulesine kapatılan genç ve güzel kızın hayaletinin hâlâ köşkte, özellikle kulede gezindiği yönündeki söylentiler kulaktan kulağa yayılır. Bu yüzden, yenileme çalışmaları sırasında inşaatta çalıştırılacak işçi bulmakta bile zorlanılır. Mısır ve Türkiye’de bulunan 40’ı aşkın varisten satın alınan Perili Köşk’ün yeniden yapımı, 1995-2000 yıllarında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilir. Perili Köşk, Anıtlar Kurulu’nun kararıyla aslına uygun şekilde yeniden yapılmak üzere yıkılır. Bu sırada kaya zeminin altında sonradan toprakla doldurulmuş 3 kata rastlanır. O zaman dışarıdan 6 kat olarak görülen bina yine kurulun onayıyla, ilk hali esas alınıp dokuz kat olarak yeniden planlanır. Beş yıl süren yenileme çalışmaları sonunda 2002 yılında Perili Köşk'ü 25 yıllığına kiralayan Borusan Holding binayı bugünkü görünümüne kavuşturur. Borusan koleksiyonunda bulunan sanat eserleri Perili Köşk’e taşınır. Şimdilerde hafta içi holdingin ofis binası olan köşk, hafta sonları ise müze olarak hizmet veriyor. Eğer sizin de yolunuz Rumelihisarı ya da Emirgan taraflarına düşerse bu görkemli ve gizemli binayı mutlaka ziyaret ediniz. Şimdilerde köşkte periler yok, ama birbirinden güzel çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği bir müze var.
- Bir Mayıs Emek Ve Dayanışma Gününün Tarihçesi
Nurten B. AKSOY * 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı; işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günüdür. Kimi ülkelerde yasaklar nedeniyle sadece bir avuç insanın, kimi ülkelerde ise milyonların sokaklara çıkıp neşeyle kutladığı bir gün olan “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” 186 yıldır emekçilerin mücadele ederek, kimi zaman kanlarını döküp kimi zaman da canlarını vererek sahip çıktıkları bir bayram aslında. Biz de böylesi bir günde hem 1 Mayıs’ın tarihine kısaca bir göz atalım hem de bu uğurda can verenleri saygıyla analım istedik. Tüm emekçilerin “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” kutlu olsun. Kapitalizmin yeni geliştiği 1800’lü yıllar boyunca çalışma saati “gün ışığı” esasına göre belirleniyordu. Yani, yazları 18 saati bulan, kışları ise 15 saatten az olmayan bir iş günü vardı. Sabahları güneşin doğuşuyla başlayan, akşamları ise güneş batmadan sona ermeyen bir mesai şekli çok yaygındı. Hatta işe girerken işçilere imzalatılan sözleşmelerde, günde 19-20 saat çalışılacağı belirtiliyordu. İşçilerin toplu olarak fabrika, atölye tarzı imalathanelerde çalışmaya başladıkları ilk dönemlerden beri en önemli talepleri, daha kısa çalışma süreleriydi. Batılı ülkelerde 1830’lu ve 40’lı yıllarda işçi örgütleri genel olarak çalışma saatlerinin on saate düşürülmesini istediler. O yıllarda hâlâ eski kölelik günlerindeki gibi, günün 18-20 saati çalışıldığından, 8 saatlik iş günü talebi kapitalizmin geliştiği her yerde yükseliyordu. İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenlediler. Çünkü Avustralya işçileri de günde on sekiz-yirmi saat çalışmaktan bıkmış ve “sekiz saat çalışma, sekiz saat sosyal hayat, sekiz saat dinlenme ve uyku” sloganıyla gösteriler yapmaya başlamışlardı. Birinci Enternasyonalin 1866 yılında Cenevre’de yapılan Kongresinde, “tüm işçiler için yasal çalışma süresi günde sekiz saati aşamaz” kararı alındı. Amerikan Emek Federasyonu, 1884 yılında yaptığı kongrede, sekiz saatlik çalışma süresi için yığınsal mücadele yürütme kararına vardı. Amerika’nın her yerinde, farklı siyasal anlayışlara sahip işçiler bir araya gelerek “Sekiz Saat Hareketi” adıyla bir cephe kurdular. 1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğindeki işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. ABD’nin pek çok bölgesinde grevler yapıldı, örgütlü, örgütsüz, vasıflı, vasıfsız on binlerce işçi iş bıraktı. O dönemde Luizvil’deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park’a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından; “Böylece önyargı duvarı yıkılmış oldu” şeklinde yorumlandı. 3 Mayıs’ta grevdeki Mc Cormick fabrikasına polisin vahşice saldırarak altı işçiyi öldürmesini ve onlarcasını yaralamasını protesto etmek üzere, işçiler 4 Mayıs’ta Şikago Saman Pazarında bir protesto düzenlediler. Ancak, bu barışçı gösteriye polisin bir kez daha saldırması sonucunda kargaşa çıktı. Bu esnada, nereden geldiği bilinmeyen bir bomba kalabalığın ortasına atıldı ve yedi polisle dört işçinin ölmesine yol açtı. Bunu bahane eden hükümet, dört işçi önderini düzmece bir mahkeme sonunda idam etti. Onlarcası tutuklandı ve hapse atıldı. Hiçbir şekilde işçilerin sorumluluğunda olmayan bu provokasyonu kullanan dönemin sermaye güçleri, “biraz fazla talepte bulunan” emekçilerden bu şekilde hesap sormuş oldu. Bütün bu mücadelelerin sonucu olarak ABD sendikaları 1889 yılında her 1 Mayıs’ın, 8 Saatlik İş Günü talebini hayata geçirmek için, grev ve gösteri günü olmasını kararlaştırdı. 1889 yılında Paris’te toplanan İkinci Enternasyonal 1 Mayıs’ı tüm dünyada işçilerin haklarını almak üzere grev ve eylem yapacakları gün olarak belirledi. Bu kararla 1 Mayıs ilk kez uluslararası hale geldi. Osmanlının son dönemlerinde, bizim topraklarımızda da Avrupa ve Amerika fikir akımlarından etkilenen örgütler kurulmuştu. Bilinen ilk işçi örgütü olan ve illegal olarak oluşturulan Ameleperver Cemiyeti 1871 tarihinde kuruldu. Eldeki kayıtlara göre ilk grev de Haliç tersane işçilerinin 1872 tarihinde yaptıkları grevdir. 1895 yılında Paris’te gizli olarak kurulan Ameleperver Cemiyeti, o dönemde büyük acılar çeken emekçilerin dertlerine ortak olmak amacıyla, işçilik fikirlerinden etkilenen aydınlar tarafından oluşturulmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 24 Temmuz 1908 tarihinde iktidara geçmesinden sonra hızla açığa çıktılar. Böylece ilk sendikalar kuruldu, ilk kez yaygın grevler yapılmaya başlandı. İttihat ve Terakki döneminin Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen döneminde Üsküp’te, Selanik’te, İstanbul’da dünya işçileriyle aynı zamanda 1 Mayıs gösterileri yapıldığı bilinmektedir. Türkiyeli işçilerin talepleri de dünyanın diğer bölgelerindekilerle aynıydı: “Kanunlarca güvence altına alınmış daha az çalışma süresi, seçme seçilme hakkı, sendika kurma hakkı, grev yapabilme hakkı.” 1 Mayıs işçi bayramları işgal altındaki İstanbul’da bağımsızlık mitinglerine dönüştü. İşgal güçlerinin yasaklamalarına rağmen mitinglere büyük katılımlar oldu. Birinci Dünya savaşıyla başlayıp İstiklal Savaşıyla süren savaş yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Takrir-i Sükûn yasası nedeniyle, 1 Mayıslar kutlanamadı. Ancak 1935 yılında çıkarılan Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun ile 1 Mayıs “Bahar Bayramı” olarak kabul edildi. Ülkemizde gizlice yapılan duyurular, duvar yazıları, kimi iş yerlerinde yapılan toplantılar vs. dışında yasal olarak 1 Mayıs’ın kutlanması için 1975 yılının beklenmesi gerekti. O yıl, İstanbul’da Tepebaşı’ndaki bir düğün salonunda DİSK tarafından 1 Mayıs kutlandı. Böylece, yüzlerce iş yerinden gelen işçilerin yaptığı bu mütevazı kutlama, elli yıllık bir yasağı da ortadan kaldırmış oldu. 1976 yılında sol görüşlü sendika liderlerinin kişisel gayretleri sonucunda ilk kez toplu 1 Mayıs mitingi yapıldı. İstanbul’da Taksim meydanında yapılan mitinge ülkenin dört bir yanından on binlerce işçi, emekçi, aydın katıldı. Bu miting sayesinde, yarım yüzyıl sonra yasak ortadan kaldırıldı ve 1 Mayıs yığınsal şekilde kutlandı. 1977 yılında ise yüz binlerce işçinin katılımıyla Türkiye tarihinin en görkemli mitingi yapılıyordu. DİSK başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru meydanda silah sesleri duyuldu. Ve üç el silah patladı, ardından meydandaki yüzbinlerce insanın üstüne ateş açıldı. Çıkan izdihamda ne yazık ki 34 işçimiz hayatını kaybetti. Hastaneye kaldırılan yaralılar arasından 2 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle 1 Mayıs 1977 şehitlerinin sayısı 36’yı buldu. (Kimi kaynaklar bu rakamı 37 olarak vermektedir.) Ve bu gün tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, sadece 1 Mayıs kutlamalarını yasaklamakla kalmadı, bu günün tatil olmasını da engelledi ve 1 Mayıs günü tatil olmaktan çıkartıldı. O tarihten sonraki yıllarda 1 Mayıs’ın meydanlarda kutlanması çeşitli bahanelerle hep yasaklandı. Yasaklara rağmen yapılan kutlamalarda ise hep olaylar çıktı ve ölen vatandaşlar oldu. 2008 Nisan’ında, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edilen 1 Mayıs, 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilen yasa ile resmi tatil ilan edildi. Nihayet işçi sendikalarının 2010’da yaptığı başvuru kabul edilince, 1 Mayıs 33 yıl sonra Taksim’de ilk kez resmi olarak kutlandı. TÜRK-İŞ’in de aralarında bulunduğu memur ve işçi konfederasyonu başkanları, Taksim’de 1 Mayıs 1977’de çıkan olaylarda hayatını kaybedenleri, Kazancı Yokuşu’nun başındaki 1 Mayıs anıtına karanfiller bırakarak andı. Ancak 2013 yılından sonra Taksim Meydanı çeşitli bahanelerle kutlamalar için tekrar yasaklandı. Ve bu yasaklar bugün hala devam ediyor ne yazık ki. Bayram gibi bayramların kutlanacağı günlerin umuduyla tüm Emekçi Kardeşlerimizin bu mücadele günü kutlu olsun…
- MADIMAK
Nurten B. AKSOY * yandılar kor bir ateşin içinde savruldular gökyüzüne gül misali kara bulutlarla veda edip âleme semahlarla koştular ceylan misali vardılar hep “uçmağ”ın bahçelerine saz çalıp söyleştiler bülbül misali… (Nurten Bengi Aksoy) Yıl 1993, 2 Temmuz Cuma… Bir kara tarih, ülkemizin bağrına düşmüş bir kara leke… Hem de Madımak Oteli’nden yükselen dumanlar kadar kapkara… Yitip giden 35 can, 33 aydın, 33 pırıl pırıl insan… Alevler içinde kavrulan o canların anısına saygıyla… Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin Radikal İslamcılar tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişlerdi. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlenmiş, ancak binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden ayrılarak Hükümet Meydanı'na gelmişti. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup, ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etmişti. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verip oteli taşlamışlardı. Gözü dönmüş bu azgın güruh daha sonra Madımak Otelinin perdelerini tutuşturmuş ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte otel yakılmıştı. Otele sığınmış olan kişilerden Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de aralarında bulunduğu 33 aydın yanarak veya dumandan boğularak yaşamlarını yitirmişti. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtulmuştu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan karşıt görüşlü kalabalığa doğru itilmiş, başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtarmıştı. 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 göstericinin yaşamını yitirdiği olaylardan sonra akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen “İki günlük sokağa çıkma yasağı” ile güvenlik güçleri şehirde hakimiyeti zar zor sağlayabilmişti. Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Biz de onlardan bazılarını, yerimiz el verdiğince kısacık bilgiler ve kendi dizeleri ya da onlar için yazılmış dizelerle hatırlayalım istedik. ***** Hayat Efsanedir Saçların aklarla dolduğu zaman Geriye hasretle bir bakar mısın? Yıllar mazimizi yolduğu zaman Göğsüne menekşe, gül takar mısın? Pembe kıyılardan geçse bir sandal, İşitsem sesini şen fıskiyenin; Zikrimde canlanır eski bir masal: Gözümde gözlerin, elimde elin… Zaman kalbimizde can vermiş gibi, En güzel renklerle süslenir mekân… Suda aksimizle, havuzun dibi “Hayat efsanedir” diyordu her an! Asım Bezirci Asım Bezirci, araştırmacı, yazar. 67 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1928 Erzincan doğumlu olan Asım Bezirci üniversite yıllarında sosyalizm ile tanışarak Türkiye Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Yayınlanmış 70 kitabı bulunmaktadır. ***** Barış Güvercini Uçsun Dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Barış güvercini uçsun dünyada Yok olsun kötülük düşmanlık ölsün Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin …………… Nesimî der ki ey füze yapanlar Acımasız zalim cana kıyanlar Bırak ey yaşasın bütün insanlar Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin Nesimi Çimen Nesimi Çimen şair, sanatçı. 62 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Alevi-Bektaşi halk ozanı olan Nesimi Çimen 1931 yılında Adana’da doğdu. İstanbul’a yerleştikten sonra geçimini sağlamak için ozanlık yapmaya başladı. Tunceli’de 1967 yılında sahnelenen Pir Sultan Abdal oyununda görev aldı. Aynı gün çıkan olaylarda tutuklanarak gözaltına alındı. Serbest kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Zeytinburnu’nda bir gecekonduda yaşamaya başladı. Evinde dava arkadaşları olan, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney’in de bulunduğu çok sayıda sanatçı, ozan ve aydın kalmıştır. Türkülerini göğsünde taşıdığı “cura” ile söylerdi ve bununla ünlenmişti. Nesimi Çimen üç telli curanın son ustasıydı. *** Kor Düşseydi Kor düşseydi keşke yüreğime, Bu yine anlaşılır olurdu. İçimde suyu kesilmiş bir fıskiye, Birdenbire buruşup soldu. Hoşça kal diyebildim güçlükle, Sesimi iğneden geçirerek. Dönüp arkama yürüdüm, Adım adım gittikçe küçülerek. Sen bana bir gurbet sundun, Buğulu çocuk gözlerinle. Öpüp başıma koydum, Sevginin solgun güzelliğiyle. Metin Altıok Metin Altıok şair, yazar. 52 yaşında Madımak Oteli’nde yandığı için öldü. İzmir Bergama’da 1941 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Madımak Olayından ağır yaralı olarak çıktı, fakat 9 Temmuz 1993 tarihinde kurtarılamayarak Ankara’da hayatını kaybetti. Metin Altıok 60’lı yıllarda genç şairlerden biri olarak anılmaya başladı. Ancak şiirleri ilk olarak 1970’li yıllarda yayınlandı. Romantik ve yalın bir dile sahip olan sanatçı çok sayıda şiir ve sanat etkinliklerine katıldı. **** Asaf Koçak Karikatürist olan Asa Koçak 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1958 yılında Yozgat’ta doğan sanatçı Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra öğretmenlik yapmaya başladı. Daha sonra istifa ederek Ankara’ya gitti ve burada kişisel sergiler açtı. Yaşamının son 14 yılını karikatürist olarak geçiren Asaf Koçak’ın çizimleri Sorun, Yapıt, Yeni Olgu, Türkiye Yazıları, 2000’e Doğru, Bilim ve Sanat, Yarın, Edebiyat 81, Cumhuriyet, Günaydın ve Yeni Çuval’da yayımlandı. Sinemada da şansını deneyen Koçak, Simbad isimli kısa metrajlı bir filmde oynadı. Ayrıca musluk tamirciliği de yapan Asaf Koçak, Özgür Gelecek isimli derginin görsel danışmanlığı ve Pir Sultan Abdal dergisinin karikatüristliği görevlerini de üstlendi. ***** Kuşlar da Gitti yalnızlık senin o konuşkan kuşun hani hep duvarlara anlattığın hapislerden kalma sürgünlerden. yalnızlık senin o konuşkan kuşun bulutlar taşıdığın yakut sürahide begonyalar büyüten eski alışkanlık. yalnızlık senin o konuşkan kuşun kırk kapıdan geçmiş kırk kilitten. yaralı, dili lâl, kanadı kırık vurulmuş başında bir yokuşun. Behçet Aysan 1949 yılında Ankara’da dünyaya gelen şair Behçet Sefa Aysan, 44 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. 12 Mart döneminde eğitimine ara verdi. Mezuniyetinden sonra önce İzmir’e atandı, ardından da Ankara’da psikiyatri ihtisası yaptı. Madımak olaylarında hayatını kaybetmesinden sonra Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan’ın anısını yaşatmak için adına şiir ödülü vermeye başladı. ***** Eğer Bir Gün Bir beyaz güvercin Gelecekse ağzında bir mektupla Ve silecekse gözlerimdeki hüznü İsterim Durmasın kanat çırpsın bana doğru Bir gün eğer bir tahliye kağıdı Beni sana kavuşturacaksa Gayri gelsin düşlenen günler Erdal Ayrancı Şair Erdal Ayrancı 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. ODTÜ’ye 1978 yılında giriş yapan Erdal Ayrancı 1958 doğumlu. 12 Eylül döneminde hayatı değişti. Erdal Ayrancı, 1980-1983 yılları arasında Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor Cezaevlerinde hapis yattı. **** Sevda Seni Sözlük Yaza Ne çok dizem vardır sana, Ne çok tezenem. İçim sızlar Ta ucu burnumun, Bilemem… Sanki terzide daha Kısa pantolonum dikiliyor… Topum patlak.. Ellerim bana kıllı geliyor, Ayaklarım çirkin. Hasret Gültekin Hasret Gültekin, şair, saz sanatçısı. 22 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1971 yılında Sivas’ın Han köyünde doğdu. 6 yaşında saz çalmaya başlayan Hasret Gültekin ilk olarak 11 yaşında sahne aldı. Resmi olarak çıkan ilk Kürtçe kaset olan Nevroz 1990 yılında piyasaya Hasret Gültekin tarafından çıkarıldı. 1991 yılında Rüzgarın Kanatları isimli albümü çıkardı ve pek çok sanatçının albümünde müzik yönetmenliği yaptı. ***** Yine Gönlüm Hoş Değil Bugün dost yaralanmış Yine gönlüm hoş değil Her yanı pârelenmiş Yine gönlüm hoş değil Dost hasreti zor imiş Her dem ah u zâr imiş Dert adamı yer imiş Yine gönlüm hoş değil Akarsuyum yansam da Kül olup savrulsam da Bazı bazı gülsem de Yine gönlüm hoş değil Muhlis Akarsu Muhlis Akarsu, sanatçı. 45 yaşında Madımak Oteli’nde eşi Muhibe Akarsu’yla birlikte yanarak öldü. Saz sanatçısı olan Muhlis Akarsu 1948’de Sivas’ta doğdu. Yüzün üzerinde plak, dört kaset ve çok sayıda deyişi vardır. 1970’li yıllarda İstanbul’a yerleşti ve aynı yıl ilk plağını çıkardı. Her yıl çeşitli şekillerde düzenlenen hemen tüm Alevi etkinliklerine katıldı. Yaptığı türkülerden dolayı 1980’li yıllarda hapis cezası aldı. Sanatında Karacaoğlan’dan ve Pir Sultan Abdal’dan etkilendiği açıkça görülmektedir. ***** Soğuk Ölüm …Soğuk ölümün, acımasız pencereleri geziniyor üzerimde kıyıya vurmuş, baygın bir balık gibi ayılıp çırpınmaya başlıyorum Korkuyorum beni kavuracağından güneşin. çırpınıyorum ATEŞ kumlarda yaşamak için ulaşmak istiyorum delice, suya, nefesime ve kendime. Muammer Çiçek Muammer Çiçek, aktör. 26 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1967 yılında Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya geldi. 1992 yılında Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nü bitirdi. Muammer Çiçek şiirle ve tiyatro ile de ilgilenerek özellikle oyunculuğa emek ve gönül vermiştir. ***** Yine de Gül gecenin kör vaktidir fırtınalar yedeğimde yürürüm ayakta ve perişan, ocağım, köz rengine ısıtır ellerimi. tutarım, bir acı zeytin yerim, tadı damağımda söyleşir durur. dilimde onlarca söz aç/açıktır. ak kâğıttan yapraklıdır isyânım. sağılır gelir mavi uçuşlarıyla martılar, sözcükler süzülür de kanat tutar kıraç toprağına dizenin. Uğur Kaynar Uğur Kaynar, şair. 37 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1956 yılında Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. Şiirlerinin ana teması sevgi olan Kaynar, 12 Eylül döneminde 2 yıl Mamak Cezaevi’nde yattı. ***** Yeter Şu havayı gönül payedârından Yarana elveda edelim yeter Yedi nar sunanlar yandı nârından Cehennemden çıkıp gidelim yeter Ben dervişem hoşça kervan düzmüşem, Gönlüm bahar yeli gibi sezmişem Dalgıcım aşk deryasında yüzmüşem Naz etme ey bülbül sedalım yeter Davut Sulari’yim manâ-yı natık, Biz araf ehline uymuşuz artık İlm-i cavidandan mücevher sattık Gönül kervanını güdelim yeter Davut Sulari Edibe Sulari; sanatçı. 40 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Edibe Sulari çok sayıda plakta dişi Sulari olarak görev aldı. Avrupa’da yaşamasına rağmen Türkiye’de düzenlenen tüm Alevi etkinliklerine katılırdı. Babası Davut Sulari ile bütün ömrünü âşıklık geleneğine sadık kalarak sürdürdü. Yukarıda da dediğimiz gibi Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Hepsinin ruhları şâd olsun....
- Tevfik Fikre
Nurten B. AKSOY * "İki arkadaş; Sultan Aziz tarafından 1800’lerde yapıldığı için onun adıyla anılan Aziziye Karakolunu geçip dar ve bozuk yoldan sarsıla sarsıla Bebek’e ulaşır. Birkaç dakika sonra da Âşiyan’a sapan dik yokuşun başına… – Buradan sonrasını yürüyeceğiz Diyerek arabadan inerler. Otomobilin çıkamayacağı bakımsız ve daracık yokuşu tırmanırken Paşa’nın yaveri de biraz geriden onları izlemektedir. Mustafa Kemal; koluna girdiği Harbiye’den hocasına yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle Fikret’e olan sevgisini anlatır: – Ben inkılap ruhunu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette Âşiyan gelir. Bir de o gün bir sır verir hocasına: Yakında Anadolu’ya gidiyorum.” Bu satırlarla anlatır, Orhan Karaveli, Atatürk’ün Samsun’a çıkmadan önceki Âşiyan ziyaretini. "....Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere; Doymaz insan denilen kuş yükselmelere... Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır! " Fikret’i inceleyen birçok eserde belirtildiği gibi Ferdâ, günümüz diliyle YARIN şiirinin; Atatürk için ne kadar önemli olduğunu bu satırlardan da öğreniyoruz. *** Yukarıdaki anıda anlatıldığı gibi; “Ben inkılâb ruhunu ondan aldım.” diyen Mustafa Kemal’in düşünce ve kişilik yapısının oluşumunda, büyük payı olan Tevfik Fikret 24 Aralık 1867’de İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Çankırılı olan babası Hüseyin Efendi, oğlu doğduğu yıl İstanbul’da belediye meclis üyesi ve Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğünde memur olmuştu. Sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Hama, Nablus, Akka, Urfa, Halep mutasarrıflıklarında bulundu. Annesi Hacı Hatice Refia Hanım ise sonradan Müslüman olmuş Sakızlı bir Rum ailenin çocuğuydu. Hac ziyaretine giden annesi Refia Hanım, 1879’da dönüş yolunda kolera nedeniyle ölünce Tevfik Fikret, 12 yaşında öksüz kaldı. Babası, saraya jurnal edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildiği için kız kardeşi ile kendisinin bakımını anneannesi ve büyük yengesi üstlendi. Henüz çocukken annesini kaybetmek, onu hayatı boyunca etkiledi. 19 yıl sürgünde kalan babası da sürgünden hiç dönemedi ve orada öldü. Aksaray'daki Mahmudiye Valide Rüştiyesinde öğrenimine başlayan Tevfik Fikret, çok dindar bir ortamda yetişmekteydi. Okulu, 93 Harbi yenilgisinden sonra Rumeli’den İstanbul’a gelen göçmenlere tahsis edilince öğrenimine Galatasaray Sultanisinde devam etti. Bu yeni okula girişi hayatında bir dönüm noktası oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Öğretmenlerinin teşviki ile yazdığı ilk şiiri Tercüman-ı Hakikat’te yayımlandı. Bir müddet çeşitli devlet dairelerinde memurluk yaptı, ancak sonra istifa etti. İstifası sırasında, gecikmiş maaşlarının ödenmesini 'maaşı hak etmediği' gerekçesiyle reddetti. Bu olay, onun dürüstlüğünü efsane haline getirdi. Hazine tarafından yine de kendisine topluca ödeme yapılınca tüm parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı. 1890 yılında dayısının kızı Nazime hanım ile evlendi. Aynı yıl şiirlerini yayınlamaya başladığı “Mirsad” dergisinin açtığı yarışmalarda iki birincilik kazandı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultaniye (Galatasaray Lisesi) atanması ile yaşamında yeni bir dönem açıldı. İlkokul üçüncü sınıf Türkçe öğretmeni olarak göreve başladığı okulda, Muallim Naci’nin vefatı üzerine edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya devam etti. Hükümetin bütçede kısıntı yapıp memur maaşlarını yüzde on kesmesine tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı, inzivaya çekildi. İşte bu günlerde Recaizade Ekrem, Fikret’i bir bilim dergisi olan Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile tanıştırdı ve onları dergiyi bir edebiyat dergisi haline getirmeye ikna etti. Dergi, Tevfik Fikret yönetiminde çıkmaya başladığı 256. sayıdan itibaren bir edebiyat dergisi haline geldi. Şair, 1895 yılının Haziran ayında oğlu Haluk’un doğumuyla baba oldu. O sıralarda sanat yaşamının en verimli devresini yaşamaktaydı. Yönettiği derginin etrafında yenilikçi bir grup aydın toplanmıştı ve dergi, bu sanat topluluğuna ismini verdi. Sanatta hem içerik hem biçimde atılım yapmayı ilke edinen, ağdalı dilleri ve karamsarlığı ile tanınan topluluğun hareketine ise Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) denildi. Bu topluluk, siyasal eylemlerden uzak görünüyordu. Zamanla Fikret’in şiirlerindeki toplumsal boyut arttı, ulusalcılık ön plana çıktı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşında Türklerin büyük bir zafer kazanmasından etkilenerek kahramanlık ve zafer şiirleri yazdı. Tevfik Fikret, 1896 yılı sonlarında Robert Kolej’de Türkçe dersleri vermeye başlamıştı, bu görevi ölümüne dek sürdürdü. Okul dışında kalan tüm zamanını dergiye veriyordu. O günlerde dostu İsmail Safâ’nın evinde okuduğu Abdülhamit karşıtı bir şiiri, gözaltına alınmasına yol açtı, evi arandı, söz konusu şiir bulunamayınca birkaç gün sonra serbest kaldı. Çok geçmeden, Robert Kolej’de bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek gözaltına alındı. Bu olaylar, Fikret’te inziva düşüncesini derinleştirmişti. 1900 yılında ilgiyle karşılanan ilk kitabı “Rübab-ı Şikeste’yi (Kırık Saz) yayımlayan Tevfik Fikret, Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde uyuşamadığı için ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Serveti-i Fünun’un kapanması, baskıcı yönetimden duyduğu karamsarlık, arkadaşları Hüseyin Siret ve İsmail Safa’nın sürgüne gönderilmesi, 1902’de kızkardeşi Sıdıka’yı kaybetmesi, babasının Irak’a sürülmesi ve 1905’te babasını da kaybetmesi, Tevfik Fikret’i çok yıpratmıştı. İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetleyen ünlü “Sis” şiirini 1902 yılında İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı. Sıkıntılar içindeki şair, inziva düşüncesini gerçekleştirmek için Kadırgadaki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’in yamacında, Rumelihisarı’nda planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmaya başladı. Üç katlı ahşap yapının inşaatı, 1905’te tamamlandı. Günümüzde Tevfik Fikret Müzesi olan eve, eşi ve oğlu ile birlikte yerleşti. Toplumla arasına bir mesafe koyabileceği, mesleğine devam edebileceği, ülkenin gidişatını uzaktan izleyip eser üretebileceği bu mekana Âşiyan (yuva) adını verdi. Evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etti. II. Meşrutiyet’in ilanı, Tevfik Fikret’in inzivadan çıkmasını sağladı. Selanikteki İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine Meşrutiyet’in ilanından 13 gün önce “Millet Şarkısı” adlı marşı yazmıştı. Devrimin habercisi olan bu marş elden ele dolaştı. Meşrutiyet’in ilanından sonra “Rücu (Geri Alış)” adlı şiirini yazarak İstanbul’a savurduğu lanetleri geri aldı. 1909 yılında 1905’te istifa ettiği Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. Okulun Beyoğlu'ndaki binası bir yangında yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik Fikret, eski binanın yeniden inşasını çok kısa sürede tamamlattı. Okula getirdiği yenilikler şikayete yol açmıştı. Toplantı salonunu mescidin üzerine yaptırdığı gerekçesiyle basının büyük eleştirilerine uğradı. Tevfik Fikret, Mekteb-i Sultani Müdürlüğü sırasında Darülfünun’da edebiyat dersleri de vermekte idi. 1910’da bu görevinden de ayrılıp yeniden Aşiyan’da inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolejdeki derslere devam etti. Fikret, Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramış, artık İttihat ve Terakki Yönetimi’ne muhalif olmuştu. 1911’de yayımladığı Haluk’un Defteri'nde artık tek umudu olarak gördüğü gençliğe seslenen ve onlara çalışkanlığı, yurt sevgisini öğütleyen şiirlere yer verdi. Aynı yıl yayımladığı “Rübab’ın Cevabı” adlı bir diğer şiir kitabında halkın acılarını konu edinen şiirler vardı. Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren, onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde makine mühendisi oldu. Bir daha ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti. Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakar çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Modern bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak gibi projeleri vardı ama bozulan sağlığı nedeniyle bunları gerçekleştiremedi; son yıllarında çocuk şiirleri yazmakla meşgul oldu. Yalın bir dille ve hece ölçüsüyle yazdığı bu şiirleri 1914’te yayımlanan “Şermin” adlı kitapta topladı. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti. Şairimizi ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz... HÂN-I YAĞMA Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır; Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray, Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var. Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! **** Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) Bir sofracık efendiler yutulmayı bekliyor, Önünüzde titriyor, bu ulusun hayatıdır; Bu ulus ki acılıdır, can çekişmektedir! Ama sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır Yiyin, efendiler yiyin; bu iç açıcı sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu yüzünüzden bellidir; Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir Şu nimetler yığını, bakın, gelişinizle böbürlenir! Bu hakkıdır savaşınızın, evet, o hak da elde bir Yiyin, efendiler yiyin; bu şenlikli sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray, Hepsi sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Hepsi sizin, hepsi sizin, hazır hazır, kolay kolay Yiyin, efendiler yiyin; bu iç açıcı sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! ............................ (Günümüz Türkçesine aktaran Ahmet Muhip Dıranas)
- Cahit Sıtkı Tarancı
Nurten B. Aksoy * Yaş otuz beş, yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider .......... “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” deyip yolu tamamlayamadan 46 yaşında hayata veda eden bir şairi, Türk Şiirinin en tanınmış isimlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’yı ölüm yıldönümünde analım istedik… 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır’da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım’dır. Ailesi, ona “Hüseyin Cahit” adını verdi. Akrabaları “Pirinççioğlu” soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “Tarancı” soyadını aldı. Bilmem ki hatıralar, Ne istersiniz benden, Gelir gelmez sonbahar? Bu kanat çırpış neden? Cama vuracak ne var Ey eski hatıralar Sanmayın güller açar, Bülbül değildir öten; Bu rüzgâr başka rüzgâr. Ne istersiniz benden, Bilmem ki hatıralar, Gelir gelmez sonbahar? 1931’de girdiği Mülkiye Mektebi’nden sevmediği için ikinci senenin sonunda atılınca Yüksek Ticaret Okulu’na girdi, ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank’ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda kaldı. “Ömrümde Sükût” adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi’nde iken yayımlandı. Karabük’e atanması üzerine Sümerbank’ta başladığı memuriyetten ayrıldı; çalışma hayatını öykülerini yayımlamakta olduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde sürdürdü. Cumhuriyet Gazetesi sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi’nin desteği ile üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris’e gitti. Oradayken Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı, bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam etti. Paris’teki öğrenciliği sırasında Oktay Rıfat ile tanıştı. O yıllarda ailesi artık İstanbul’a yerleşmişti; bir süre babasının Eminönü’ndeki ticarethanesinde çalıştı, ancak içki sorunları yüzünden babası ile arası açılınca Ankara’ya gitti ve çeşitli devlet kurumlarında memurluk yaptı Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet ölümden olsun. Otuz Beş Yaş” şiiri ile 1946’da CHP Şiir Ödülü’nde birincilik aldı ve yurt çapında tanınan bir şair oldu. Çalışma Bakanlığı’ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlendi. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” adlı kitapta topladı. 1953 yılında geçirdiği bir krizden sonra felç oldu. Yatağa bağlı ve yarı bilinçli durumda olan şairimiz İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi gördü. Bir yıl kadar Diyarbakır’daki baba evinde bakıldı. 1956 yılında tedavi ettirilmek üzere devlet tarafından Avrupa’ya götürüldü. Kendi ifadesi ile yolun ikinci yarısını tamamlayamadan, 12 Ekim 1956’da Viyana’da öldüğünde 46 yaşında idi. Cenazesi Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. Ve gönül Tanrısına der ki: – Pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden! Bir arkadaşı anlatıyor: “Cahit Sıtkı, Galatasaray’da bizden dört beş sınıf büyüktü. Alt sınıflarda okuyan bir akrabasını görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye’nin en ünlü şairlerinden biri oldu. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı.” "En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi’nin arkasındaki yardan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman’ı heyecandan öldürecek durumlara sokmuştu. Yaşamının tek yaramazlığı belki de bu olmuştur." Cahit Sıtkı Tarancı öncelikle Otuz Beş Yaş şiiriyle anılır edebiyatımızda. Düz yazılar, mektuplar, öyküler yazmış olmasına rağmen şairliği daima ön planda olmuş ve bu durum öykülerini gölgede bırakmıştır. Kırk altı yaşında yaşama veda eden Cahit Sıtkı Tarancı’nın öykü türüne yoğun emek verdiği halde bu öykülerinin yıllarca gazete sayfalarında kalarak kitaplaşamaması, onun öykücülük yönünün tanınmasına uzun süre engel olmuştur. Ölümünün 50. yıldönümünde (2006) ilk kez bu öykülerin önemli bir kısmı derlenmiş ve o unutulmaz “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirinden gelen adla, Can Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Öldük, ölümden bir şeyler umarak. Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Nasıl hatırlamazsın o türküyü, Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, Alıştığımız bir şeydi yaşamak... Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; Yok bizi arayan, soran kimsemiz. Öylesine karanlık ki gecemiz, Ha olmuş ha olmamış penceremiz; Akarsuda aksimizden eser yok. Cahit Sıtkı’nın “Beşiktaşlı Sevgili” dediği, şiirindeki sevgilinin de yazdığı aşk mektupları gibi hayali olduğunu söylerler. Cahit Sıtkı’nın teyzesinin oğlu, Avukat Reşid İskenderoğlu 1993 yılında yayımladığı anılar kitabında, yıllar sonra Beşiktaşlı Sevgilinin izini bulduğunu, kendisi ile görüşmek istediğini, ancak olumsuz yanıt aldığını anlatır. 2004 yılında 93 yaşında hayata gözlerini yuman, anne tarafından şairin akrabası olan Vedat Günyol’un anlattığına göre Cahit’in yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgilisi meğerse kendisinin kız kardeşi Mihrimah Hanım imiş… Bunu, yıllar sonra, bir gün birlikte Paris’te dolaşırlarken Cahit Sıtkı bizzat Vedat Günyol’a itiraf etmiş. Vedat Günyol o gün çok hayıflanmış; “Ah Cahit, keşke o zaman söyleseydin, seni kız kardeşimle evlendirmeye çalışırdım…” demiş.
- Cevat Şakir Kabaağaçlı & Halikarnas Balıkçısı
Nurten B. AKSOY * 17 Nisan 1890 tarihinde, Osmanlı’nın son köklü ailelerinden Kabaağaçlızade Şakir ailesine mensup olan babasının görev yaptığı Girit’te dünyaya gelir. Babası Girit ve Atina’da elçilik, valilik görevlerinde bulunan Mehmet Şakir Paşa, annesi ise Giritli Sâre İsmet Hanım’dır. II. Abdülhamit devri sadrazamlarından olan amcası Cevat Şakir Paşa’nın iki evliliğinden de çocuğu olmadığından ve doğacak çocuğu kendi çocuğu gibi benimsediğinden, kendisine amcasının ismi verilir. Cevat Şakir, altı çocuklu ailenin en büyük çocuğudur. Kendisi gibi diğer kardeşleri de sanatta çok yeteneklidirler. Kardeşlerinden Fahrelnisa Zeyd resim alanında, Aliye gravür alanında üne kavuşur; Hakkiye’nin kızı Füreya Koral, ilk Türk kadın seramikçi olurken, Fahrelnisa’nın çocukları Nejad Devrim ressam; Şirin Devrim ise tiyatrocu olur. Cevat Şakir, çocukluk hayatının ilk yıllarını babası Şakir Paşa’nın elçi olarak bulunduğu Atina’da geçirir. İlköğrenimini Büyükada’da, orta ve liseyi 1907’de Robert Kolej’de tamamlar. İngilizceden tercüme olan ilk yazısı aynı yıl İkdam Gazetesi’nde yayımlanır. Lise öğreniminden sonra İngiltere’de denizcilik öğrenimi yapmak ister ama ailesinin ısrarı ile Oxford Üniversitesi’nde tarih öğrenimi görür. 1913’te İtalyan bir hanımla evlenerek bir müddet İtalya’da kalır ve burada resim öğrenimi görür. İstanbul’a döndüğünde gazete ve dergilerde yazılarını yayınlamaya başlar. Bir müddet sonra (1914 yılında) maddi sıkıntı içine girdiğinden, Afyon’a giderek babası Mehmet Şakir Paşa’nın Kabaağaçlı Çiftliği’ne yerleşir. Burada bir süre yaşayan Cevat Şakir, çiftlikte babasıyla yaşadığı bir tartışma anında silahla babasını vurarak öldürür. Bu olaydan sonra cinayet iddiasıyla yargılanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Cezasının yedi yılını çektikten sonra, baş gösteren verem hastalığı nedeniyle tahliye edilir. 1925 yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayınlayarak, resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları hazırlayarak temin eder. Türk basınında kapakçılığın gelişmesinde katkısı vardır. Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak” tan suçlu bulunur. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istenirse de, Kılıç Ali Bey’in önerisiyle kalebentlikle Bodrum’a sürülür ve üç yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum’da tamamlar. Cezasının son yarısını İstanbul’da tamamladıktan sonra, doğal güzelliklerine hayran kalarak çok sevdiği ve halkıyla kaynaştığı Bodrum’dan uzak kalamaz ve Bodrum’a yeniden dönüp yaklaşık yirmi beş yıl kalır burada. Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum’da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalışır. Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazar. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir’in üç evliliğinden beş çocuğu olur. Çocukları ortaöğrenim çağına gelince, o yıllarda bu kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle ailesi ile İzmir’e taşınır. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliği yaparak sürdürür, rehberlik kurslarında da dersler verir. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanserinden vefat eder. Vasiyeti üzerine Bodrum’a gömülür. Kabri Bodrum Gümbetteki Türbe Tepesi’nde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerdedir ve burada bir de adına Halikarnas Balıkçısı Müzesi kurulmuştur. Cevat Şakir özellikle 1926’dan sonra deniz hikâyeleriyle tanınır. Konularını Ege ve Akdeniz Bölgesi kıyıları ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkarır. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitoloji hazinesinden ilham alarak, denize karşı sonsuz bir hayranlıkla şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirir. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapılagelen Halikarnas Balıkçısı’na Kültür Bakanlığı tarafından 1971 yılında Devlet Kültür Armağanı verilir. Cevat Şakir Bodrum’da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirir. Bu Mavi Yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakıdır. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemekti. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Oysa ki bugün yapılan mavi yolculuklarda her türlü lüks mevcuttur. Bu yolculuklar yazarın edebî eserlerini de büyük oranda etkilemiştir. Ölüm yıldönümünde Halikarnas Balıkçısı’nı saygıyla anarken onun Bodrum için yazdığı şiiriyle noktalıyoruz yazımızı. Bodrum’da Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin, Sanma ki sen Geldiğin gibi gideceksin Senden öncekiler de Böyleydiler Akıllarını hep Bodrum’da Bırakıp gittiler… Okumak isterseniz diye eserlerinden bazılarını da şuraya not edelim: Ege Kıyılarından, Mavi Zamanlar, Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri….
- Muazzez İlmiye Çığ
AZMİN ZAFERİ; AKADEMİK KARİYERİ OLMAYAN SÜMEROLOG * Muazzez İlmiye Çığ (20 Haziran 1914, Bursa - 17 Kasım 2024, Mersin), Türk kütüphaneci ve yazar. Türkiye'de laiklik ve başörtüsü yasaklarının önde gelen savunucularından biriydi. Akademi kökenli olmadığı için unvanı yoktu. Ancak 2000 yılında İstanbul Üniversitesi kendisine fahrî doktor unvanı vermişti. Muazzez İlmiye Çığ, en popüler eserlerinden kabul edilen Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni başlıklı kitabında, Arap kadınlarının taktığı başörtüsünün Müslüman dünyasında ortaya çıkmadığı, aslında beş bin yıl önce Sümerli rahibeler tarafından takıldığını iddia etti. Ayrıca, Kur'an'da yer alan birçok hikâyenin aslında Sümer efsanesi olduğunu da iddia etti. 2007 yılında halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçuyla yargılandı, ancak ilk celsede beraat etti. Çığ, sonradan 8 yıl Topkapı Sarayı müdürlüğü de yapan eşi Kemal Çığ'ın çalıştığı Eski Şark Eserleri Müzesi'nin Çiviyazılı Belgeler Arşivi’nde, Sümer ve Hitit dillerinde yazılmış eski tabletleri sınıflandırıp katalogladı. Sümer Medeniyeti hakkındaki en yetkin isim, dünyaca ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer, History begins at Sumer: thirty-nine firsts in man's recorded history (Türkçesi: Tarih Sümer’de Başlar) başlıklı eserinde, Muazzez İlmiye Çığ’dan “tablet koleksiyonu uzmanı” ifadesi ile bahseder. Alman Arkeoloji Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimler Enstitüsü'nün onursal üyesidir. 2002 yılında, gazeteci Serhat Öztürk ile gerçekleştirdiği nehir söyleşi, Çivi Çiviyi Söker başlıklı bir otobiyografi olarak Türkiye'nin önde gelen finans kuruluşu Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. İlk yılları ve eğitimi Muazzez İlmiye İtil'in anne ve babası Kırım Tatarıdır ve her ikisi de Türkiye'ye göç etti; baba tarafı Merzifon'a, anne tarafı ise Türkiye'nin dördüncü büyük şehri olan ve o dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli bir bölgesel yönetim merkezi olan kuzeybatıdaki Bursa'ya yerleşti. Muazzez İlmiye, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden birkaç hafta önce Bursa'da doğdu. 1919'da beşinci yaş gününü kutladığı sırada Yunan Ordusu tarafından İzmir'in işgal edilmesi üzerine öğretmen olan babası, ailesinin güvenliğini sağlamak için Çorum'a taşındı ve genç Muazzez burada ilköğrenimini tamamladı. Ayrıca Fransızca ve keman dersleri aldı. 1926'da sınavla Bursa Kız Muallim Mektebi'ne girdi ve 1931'de, 17 yaşına geldiğinde ilkokul öğretmeni yetiştiren bu okuldan mezun oldu. Yaklaşık beş yıl boyunca, bir başka kuzeybatı kenti olan Eskişehir'de öğretmenlik yaptı. Bu sırada kardeşi Turan İtil, beyin cerrahı olmak için Amerika'ya gitti. 1936'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji Bölümü'ne kaydoldu. Hocaları arasında, İkinci Dünya Savaşı'nı Türkiye'de profesör olarak geçiren, Hitler dönemi Alman-Yahudi mültecileri Hans Gustav Güterbock ve Benno Landsberger gibi dönemin en önemli Hitit kültürü ve tarihi uzmanları vardı. Kariyeri 1940'ta diplomasını aldıktan sonra, İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ni oluşturan üç kurumdan biri olan Eski Şark Eserleri Müzesi'nde on yıl sürecek kariyerine, kurumun arşivlerinde tercüme edilmeden ve tasnif edilmeden saklanan binlerce çivi yazılı tablet alanında uzman olarak başladı. Meslektaşları Hatice Kızılyay ve Fritz Rudolf Kraus ile birlikte, müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılan binlerce tableti temizlediler, sınıflandırdılar ve numaralandırdılar. Çığ, 74 bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu ve 3 bin tabletin kopyasını çıkarıp, katalog hâlinde yayımladı. Aradan geçen yıllarda, tabletlerin deşifre edilmesi ve yayınlanması konusundaki çabaları sayesinde müze, dünyanın her yerinden eski çağ tarihi araştırmacılarının baş vurduğu bir Ortadoğu dilleri öğrenme merkezi hâline geldi. 1957 yılında Münih'te gerçekleşen Oryantalistler Kongresi'ne katıldı. 1960'ta 6 ay Heidelberg Üniversitesi'nde bulundu. 1965'te Roma'da sergilenen Hitit sergisinin Londra'ya taşınması faaliyetinde görev aldı. 1972'de emekliye ayrıldı. Emeklilikten sonra bir süre yurt dışında yaşayan Muazzez İlmiye Çığ, 1988'de Philadelphia'da Asuroloji kongresine katıldı. Samuel Noah Kramer'in History Begins at Sumer başlıklı kitabını Türkçeye tercüme etti. 1990'da Tarih Sümer'de Başlar başlığıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993'te çocuklara yönelik Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk da dâhil, Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazdı. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktor ünvânı verildi. Muazzez İlmiye Çığ'ın özel arşivi Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'ndadır. Alman Arkeoloji Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimler Enstitüsü'nün onursal üyesidir. Belleten, Bilim ve Ütopya gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan kitaplarında, bilimsel makalelerinde ve genel ilgi alanlarına yönelik makalelerinde görülen özenli ve sistematik araştırmaları ile mesleğinde ün kazandı. Tartışmalar Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği ve Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitaplarında, kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazdı. 2007 yılında, kendisi ve yayıncısı hakkında "dinî farklılıklara dayalı nefreti körüklemek" ve " halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlamalarıyla yargılandı. Duruşmasında, " Ben bir bilim kadınıyım ... Kimseye hakaret etmedim." diyerek suçlamaları reddetti. İlk celsede hâkim davayı düşürdü ve yarım saatten kısa süren bir duruşmanın ardından kendisi ve kitabın yayıncısı beraat etti. İşkence iddiaları Muazzez İlmiye Çığ, 12 Eylül Darbesi döneminde siyasî mahkumlar üzerinde deney yaptığı iddialarıyla gündeme gelen HZİ Nöropsikiyatri Vakfı’nın yönetim kurulu başkanı ve Vatan Partisi genel başkan başdanışmanıydı. HZİ Nöropsikiyatri Vakfı, adını Çığ'ın annesi Hamide ve babası Zekeriya İtil'in baş harflerinden alıyordu. Vakıf hakkında, Amerika Birleşik Devletleri'nde kullanımı yasak olan ilaçların Türkiye’de hastalar ve mahkumlar üzerinde denendiği çalışmalar yaptığına dair çok sayıda iddia ortaya atıldı. Çığ, İtil, arkadaşları, aileleri ve vakıf çalışanlarından bazıları suçlamaları reddetti. Deneylerin gönüllü katılımla gerçekleştirildiğini ve 12 Eylül Askeri Cuntasının izniyle, HZİ Vakfı'nın gözetiminde teröristlerin profillerini çıkarma amacı taşıdığını öne sürdüler. Özel hayatı ve ölümü Topkapı Müzesi Müdürü Mehmet Kemal Çığ ile 1940 ve 1983 yılları arasında evli olan Muazzez İlmiye Çığ'ın 2 kızı vardır, Oyuncu Zafer Ergin'in teyzesidir. Çığ, 20 Haziran 2014'te 100 yaşına ve 20 Haziran 2024'te 110 yaşına girdi. 13 Temmuz 2024'te, Yakup Satar'ın 110 yıl 22 günlük ömrünü geride bırakarak Türkiye'nin bilinen en yaşlı kişisi oldu, ve halen Türkiye'de bilinen en yaşlı kişi, 110 yıl 150 gün yaşamış olan Çığ'dır. Muazzez İlmiye Çığ, Mersin’in Mezitli ilçesindeki özel bir hastanede bir müddet yoğun bakımda kaldıktan sonra, 17 Kasım 2024’te 110 yaşında öldü. Cenazesi yine Mersin'de 19 Kasım'da Akbelen Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ödülleri Adana Tepebağ Rotary Kulübü, Meslek Hizmet Ödülü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından Fahri Doktora ünvânı, 4 Mayıs 2000 Osmaniye'nin Çardak köyü'ndeki Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği tarafından "Özgür İnsan Ödülü", 2005 Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitabı, Galatasaray Rotary Kulübü tarafından İngilizceye çevrilerek Avrupa ve Amerika'daki üniversite kütüphanelerine dağıtılmıştır. Uluslararası Lions Kulüpleri Derneği tarafından "Melvin Jones Dostluk Ödülü", 2014 Kitapları Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni, 1995, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6058110717 Sümerli Ludingirra, 1996, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056898525 İbrahim Peygamber - Sümer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre, 1997, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056898532 İnanna'nın Aşkı - Sümer'de İnanç ve Kutsal Evlenme, 1998, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6057707116 Zaman Tüneliyle Sümer'e Yolculuk, 1998, Kaynak Yayınları (Genişletilmiş ikinci basım; ilk basım 1993, Kültür Bakanlığı Yayınları), ISBN 978-6057707956 Hititler ve Hattuşa - İştar'ın Kaleminden, 2000, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056898549 Gilgameş - Tarihte İlk Kral Kahraman, 2000, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056921735 Ortadoğu Uygarlık Mirası, 2002, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6057707130 Çivi Çiviyi Söker - Muazzez İlmiye Çığ Kitabı, Serhat Öztürk, 2002, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, ISBN 978-9754583182 Ortadoğu Uygarlık Mirası 2, 2003, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6058110762 Sümer Hayvan Masalları, 2003, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6058110106 Vatandaşlık Tepkilerim, 2004, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6057707307 Atatürk Düşünüyor, 2005, Kaynak Yayınları, ISBN 978-9753434881 Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği, 2005, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056898556 Sümerlilerde Tufan - Tufan'da Türkler, 2008, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6058110793 Atatürk ve Sümerliler, 2009, Kaynak Yayınları, ISBN 978-6056935497
- Muazzez İlmiye ÇIĞ
maviADA Dergisi / SÖYLEŞİ * Z. S. TURAN * Örnek Bir Cumhuriyet Kadını: Muazzez İlmiye ÇIĞ * Karaburun’da yapılan Ütopya Buluşmaları’nın 14’üncüsünde soluklarımızı tutarak dinledik bu anıt insanı. Belleği dupduru, sözcükler, tümceler, dahası konular arasında bir karmaşa yaratmadan, üstüne basa basa bir tarih yolculuğuna çıkardı hepimizi. Zaman zaman esprilerle havayı dağıtarak, hemen ardından sözü kaldığı yere ustaca bağlayarak sürdürdü anlatısını. İşte aklımda kalanlar. “ Bakıyorum da benim yaşımı yaşayan yok aranızda! Atatürk’ün uzantısı gibiyim. Cumhuriyetin simgesiyim ben! Kendimi öyle görüyorum. Bugün Sümerlerden söz etmemi istemişler. Sümerlerin de ütopyaları vardı. Bir kral; insanın insana işkence etmediği, oğlun babayı saydığı, güçlüyle güçsüzün kavga etmediği gün yeryüzündeki bütün yaratıklar sevinecek! Tanrıların adaleti sağladığı, kardeşin abladan korktuğu gün… “Sümerler, yazı başlayınca okullar açıyorlar. Önce hayvan ve şehir adlarının listesini yapıyorlar. Otuz bin, kırk bin satır uzunluğunda edebi eserlere rastlıyoruz. Yirmi çeşit efsaneleri var. Bunlar Tevrat’a ve Kuran’a girmiş. Zaman içinde yaşadıkları topraklarda kuraklık olmuş. İnsanlar karnını doyurma derdine düşmüşler. Sulama yapamadıkları için yiyecek fiyatları o/o200 artmış. Aç kalmasınlar diye çocuklarını başkalarına satmışlar. Savaşı hiç sevmemişler. Bunlardan doğan günlük sıkıntılarını ve acılarını tabletlere yazmışlar. Felaketleri yaşadıkça çok sayıda ağıtlar yakmışlar. Zaman içinde, Fırat’ın ve Dicle’nin taşkınlıklarını kanallar açarak azaltmışlar. Tarımı geliştirmişler. Ardından hayvancılığı geliştirmişler. Deriyi altınla işlemişler. Ürünlerini başka ülkelere satmışlar. Karşılığında; taş, altın ve gümüş almışlar. Çalıştıkça varsıllaşmışlar. Varsıllaştıkça düşmanları çoğalmış. Dirlik içinde yaşamak için kurallar ve yasalar koymuşlar. “Kadın tek başına kefil olabiliyor Sümerlerde! Erkekler özel durumlar dışında bir kadınla evlenebiliyor. Evlilik belgesi olmayan evlilik geçersiz sayılıyor. “Araştırmalar sırasında bulunan bir küpte altmış yargıcın kararına rastlanıyor. Bu hem onların adalet anlayışları için hem de arşivleri için bulunan en önemli ipuçlarıdır. “İlk kadın şair Enhdianna, M.Ö. 2400 yılında yazmıştır şiirlerini. İlk aşk şiiri Sümerler’de yazılmıştır. O günden bugüne akan ne varsa her şey şiirlerle taşınmıştır. Nuh’un tufan hikayesi de Sümerler’ce yazılmıştır. Bu şiirlerin çoğunun neden Tevrat’ta olduğunu çözememiş din adamları. Sümer dili ile Türkçe arasında çok yakın benzerlikler olduğu görülmüştür. Kimi sözcükler o günlerden günümüze değin taşınmıştır. Sümerlerle Türklerin dillerinde 300 ortak sözcük olduğu saptanıyor. Ayrıca Türklerin yerleşik kökenleri olduğunu gösteren kalıntılar bulunuyor. Ben bunu çok önemsiyorum. “Akatlar, Sümerler’e karışınca kadının önemi azalmaya başlar. Özellikle ticaret başladığında daha da ötelenir kadın. Doğan çocuklar önceleri klanın malıydı. Aile hayatı başlayınca kadın eve hapsoluyor. Çocuklarını ve ailesini bırakamıyor. Ve o günlerden bugünlere nasıl taşındığını izliyoruz hep birlikte. Bugün aklıevvellerin tamamı kendi egoları için kadınları kapatıyorlar. Onlara çok acıyorum. En kötü yanı da örtünen kadın bunu özgürlük sanıyor,” Tam bir saat ayakta konuştu. Akıcı ve yalın söylemiyle, dipdiri belleğiyle zamana meydan okuyan, Atatürk’ün kızı olmakla övünen M. İ. Çığ yaşayan bir zaman parçası değil de neydi, diye düşündürttü hepimize… Konuşmasının hemen ardından kendisiyle maviADA Dergisi adına söyleşi yapmak istediğimi söyledim. “Eeee sor o zaman!” dedi, güleç yüzüyle. Ertesi gün sözleştiğimiz saatte oteldeydim. Kapıyı kendisi açtı. Bir gün önceki fötr şapkalı Muazzez İlmiye Çığ gitmiş bahar dalı gibi bir kadın gelmişti. … Ve kaldığımız yerden, yeniden döndük ırmak yaşamına; Kimdir Muazzez İlmiye Çığ? Aynadaki size bakınca neler dillenir? M. i. ÇIĞ: Cumhuriyetin bir simgesiyim ben! Kendimi öyle görüyorum. Bu kuşakta benden yaşlısı yok. Atatürk’ün uzantısı gibiyim. Öncelikle bir Cumhuriyet kızı dahası Atatürk’ün kızı olduğunuzu hepimiz biliyoruz. Bu Cumhuriyet kızı kaç yapıtla anılıyor içinde yaşadığımız günlerde? M. i. ÇIĞ: On altı diyorlar. Bir Atatürk kitabım var. Atatürk’ün insan yanını; sevinçlerini, üzüntülerini ve ağlamalarını çıkardım ortaya. Bunu basmak istemediler. Yazdıklarımdan ödün vermedim. Adana Eğitim Vakfı bastı önce, sonra Kaynak Yayınları bastı. Oldukça ilgi çekiyor bu yapıt. Bakalım okuyunca siz ne diyeceksiniz? Bir çocuk kitabımda, çocuklara Sümerleri tanıttım. Ezop hikâyelerinin ucu Sümerlere kadar uzanıyor. Hayvan masalları yaptım. Nazan Erkmen resimledi bu kitabımı. Şiire ilginizi dahası ortaya çıkmayan şiirlerinizi biliyorum. Edebiyat ve Muazzez İlmiye Çığ yakın mı birbirine? Ben edebiyatçı değilim. Ama başkaları bana, siz edebiyatçısınız, diyorlar. Ben tabletlerden aldıklarımı ve Zaman Tünel’ini kurgu yaptım. Şiire yakın durdum ama bu şair olduğumu göstermez. Her anlamda karma bir toplum yapımız var. Bugün bile özgür kadının sıra dışı kaldığı ülkemizde, bir araştırmacı, dahası yaratıcı olarak size insanların bakışından söz eder misiniz? Bizim kadınlarımız eskiden beri sanatçıymışlar. Ama konuşamamışlar. Söze dökemediklerini çoraplara, kilimlere işlemişler. Yetenekleri hep bastırılmış, bunları ortaya dökmelerine izin verilmemiş. Bu benim kuşağım kadınlarında elbette ki daha fazla. Ben onların simgesiyim. Karşılaştığımız ve konuşma fırsatı bulduğumuz zaman o insanlar beni bağrına basıyorlar. Şu mahkeme olayını anımsayın. Ülkenin dört bir yanından, kadın kuruluşlarından destek gördüm ben. Bunlar parayla pulla sağlanamayan şeyler! Silinmez izler bırakan bir anıt kadınsınız! “Doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovulmuştur,” ülkemizde. Onuncu köy aradınız mı hiç? Benimle uğraşanlar her zaman oldu, ama pek kovulmadım. Bundan ötürü de onuncu köy aramadım. Bu anlamda şanslı insanlardanım ben! 4000 yıl öncesine fener çevirdiniz… Günümüze değin ulaşan söylencelerin çoğunu onadınız bir anlamda. Koşulsuz inanılmasını istedikleri düzmecelerin çoğunun da perdesini indirdiniz… Doğal olarak da tepkiler aldınız! Bu tepkileri göğüsleyebildiniz mi? Sizi durduramadıklarını biliyorum. Ama bir an da olsa, keşke, dedirten bir duygu yaşadınız mı? Hayır, hayır hiç keşke demedim. Doğru olduğuna inandığımın ardından yürüdüm. Başörtüsü konusunu biliyorsunuz. Sümerlerde, genel kadınlar başörtü kullanıyorlar, diğer kadınlardan ayrılmak için. Bu bilgilere tabletlerden ulaştık. Bu konuyu basında çok konuştum. Kitaplarımda da yazdım. Basından izlemişsinizdir bir avukat beni mahkemeye verdi. O davada yargılanırken 25 gönüllü avukat görev aldı. Bunların içinde Aziz Nesin’in avukatı Veli Devecioğlu, Gülser Aytaç ve daha birçok avukatım vardı. Savcı beraatimi istedi. Bu davada, kamuoyundan da çok büyük destek gördüm. Unutmadan, Egeli Kadın Yazarlar’a da desteklerinden ötürü, bir kez de derginiz aracılığıyla teşekkür ederim. Basında genel olarak teşekkür ettim ama İzmir’de olunca, yanımda da onlardan birini görünce yeniden edeyim, istedim. En yakın durduğunuz yazın türü hangisi? Farklı türlerde yazdım, ama denemeye daha yakın duruyorum. Yakın tarihe tanıklık etmiş birisiniz. Ne söylersiniz köy enstitüleri deyince? Neler söylenmez ki… O akışkan ırmak devam etseydi, biz yüz yıl daha ileride olurduk bugün! Bunu istemeyenler de fark ettiler böyle olacağını. Düşünün Tayland’da halk yüzde doksan okuma yazma bilmezken bir uzman kişiyi araştırma yapmak üzere İngiltere’ye gönderiyorlar. Nasıl okutabiliriz insanlarımızı, diyerek araştırma yapıyorlar. İngiltere yetkilileri o görevliye Türkiye’yi öneriyor. Köy enstitüsü projemizden söz ediyorlar. Taylandlı görevliler, ülkesinin yetkililerinden izin alarak ülkemize geliyor. Altı ay Hasanoğlan’da kalıyor. Bu özgün okulların işlerliğini öğreniyor. Ve bilgilerle donanıp Tayland’a dönüyor. Öğrendiklerini yetkililere ve uygulamacılara anlatıyor. Tayland hiç zaman yitirmeden bunu uyguluyor. Bugün o ülkenin yüzde doksan beşi okuyor. Bir de bizim ülkemize bakalım! Birçok dünya ülkesine örnek olarak verdiğimiz projemize ne yazık ki sahip çıkamadık. Eğer sahip çıkabilseydik bugünkü durumda olmazdık. Böylesine şaşkına dönmezdik ulus olarak! Siz o yıllardan öncesinde de öğretmendiniz. Evet, ben 1933 yılında öğretmendim. 10.yılda bu ülkede son derece mutluyduk. Oysa hiçbir şeyimiz yoktu. Bütün olumsuzluklara karşın bana göre çok ilerledik. Fransa, devrimini yüz yılda tamamladı. Bizim devrimimiz daha ağırdı onlardan. Biz sanayi devrimi de yaptık. Dilimize sahip çıktık. Çok güçlü bir Rönesans’tı yaptığımız. Atatürk halkı ikna etti. Halka yazıyı değiştireceğiz, diyor. Halk kabul ediyor. Bir ayda öğrenilecek, dedi. Öğrendi halkımız. Bu konuda halkevlerinin çok büyük etkisi oldu. Okumayı çocuklar okullarda öğrendi, analar ve babalar halkevlerinde… İnsanların yetenekleri ortaya çıktı. İsterlerse neleri başarabileceklerini gördüler. Özgüvenleri çoğaldı. Ne yazık ki demokrat parti zamanında kıyıldı bu devrimlere. Ardından Kuran kursları, imam hatipler geldi. Menfaate soktular her şeyi. Siyasilerin yanlış kararları ne yazık ki iyi olanı sildi süpürdü. Ama hâlâ umut var. Ben halkıma güveniyorum. Teşekkür ederim Atatürk’ün kızına, çok hem de! Bana da umut aşıladınız! Ben de size ve maviADA'ya teşekkür ederim. Gençleri yanımda görmek beni mutlu ediyor, var olun! * Dünyanın en önemli Sümerologlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ , 20 Haziran 1914‘te Bursa‘da doğdu. Kurtuluş Savaşı yıllarında ailesi Çorum’a yerleşti. İlkokula burada başladı fakat o beşinci sınıfa geçtiğinde aile tekrar Bursa’ya döndü. Özel bir okul olan Bizim Mektep’te Fransızca ve keman dersleri gördü. 1926 yılında Kız Muallim Mektebi’ne girdi. 1931 yılında mezun olan Çığ, babası gibi öğretmenlik yapmaya başladı ve Eskişehir’e tayin oldu. 1935‘te Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji bölümüne girdi. 1940 yılında mezun olan Çığ, İstanbul Arkeoloji Müzesi‘ne tayin edildi. Burada, dünya için çok büyük önem taşıyan bir işe imza attı ve Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazışan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu ve katalog haline getirdi. Philadelphia Üniversitesi Müzesi Tabletler Bölümü Başkanı Prof. Kramer ile yaptığı çalışmalar ile Sümer edebiyatına yeni konular kazandırıldı, eksik olanlar tamamlandı. 1940 yılında aynı okulda okuduğu Kemal Çığ ile evlendi. Aynı yıl ilk kızı Yülmen, 1947‘de ise ikinci kızı Esin dünyaya geldi. 1957’de Münih‘te düzenlenen Oryantalistler Kongresi‘ne katıldı. 1960 yılında Heidelberg Üniversitesi‘nden aldığı davet üzerine 6 ay burada araştırma yaptı. 1965 yılında Roma‘da sergilenen Hitit sergisine başkanlık ederek sergiyi Londra’ya götürdü. Kısa bir süre kaldığı Londra’da da çalışmalarını sürdürdü. 1972 yılında Arkeoloji bölümünden emekliye ayrıldı ama çalışmalarına ve araştırmalarına devam etti. 1988 yılında Philadelphia Asuroloji kongresine katılan çığ, Prof. Dr. S. N. Kramer’in History Begins at Sumer(Tarih Sümerle Başlar) adlı kitabını çevirdi. 2000 yılında Fahri Doktor ünvanına layık görüldü. Sümer ve Hitit kültürlerinin en önemli araştırmacılarından olan Muazzez İlmiye Çığ, on üç kitap ve birçok bilimsel makale yazdı. Bir çok ödül alan Sümerolog çalışmalarına halen devam etmektedir. Kitapları # “Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni”, 1995, Kaynak Yayınları # “Sumerli Ludingirra – Geçmişe Dönük Bilimkurgu”, 1996, Kaynak Yayınları # “İbrahim Peygamber- Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre”, 1997, Kaynak Yayınları # “İnanna’nın Aşkı – Sumer’de İnanç ve Kutsal Evlenme”, 1998, Kaynak Yayınları # “Zaman Tüneliyle Sumer’e Yolculuk”, 1998, Kaynak Yayınları (genişletilmiş ikinci basım; ilk basım 1993, Kültür Bakanlığı Yayınları) # “Hititler ve Hattuşa – İştar’ın Kaleminden”, 2000, Kaynak Yayınları # “Gilgameş – Tarihte İlk Kral Kahraman”, 2000, Kaynak Yayınları # “Ortadoğu Uygarlık Mirası”, 2002, Kaynak Yayınları # “Ortadoğu Uygarlık Mirası 2”, 2003, Kaynak Yayınları # “Sumer Hayvan Masalları”, 2003, Kaynak Yayınları # “Çivi Çiviyi Söker – Muazzez İlmiye Çığ Kitabı”, Serhat Öztürk, 2002, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları * Zübeyde Seven Turan 2009 maviADA DERGİLERİ SAYI: 18, BAHAR, 2008 DERGİYİ GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *
- FARKLI YAZILAR
YILDIZI PARLAYAN YAZILAR * FARKLI YAZILARI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN maviADA Tekdüze hayatlar, en güzeli de olsa bir süre sonra sıkar. İlginizi çeken farklılıktır. Her gün bir cennet bahçesinde yaşasanız bir süre sonra güzellikle ilgili algınız yok olur, yerini giderek artan bir bıkkınlık alır. Masmavi yıldız dolu gökler bir alışkanlığa döner, bir kez bile bakmayız da, bir yıldız kaydığında güzelliğini fark ederiz. YENİLİKLER bazen hayatımızın tek güzelliği, rengi de olabilir. YAZın cehennem sıcakları olmasa KIŞ o denli sevimli gelmez, KIŞın dondurucu soğukları olmasa baharı o kadar coşkuyla karşılamayız. İnsan gözü hep yenilik ister, doyumsuz denilebilecek kadar farklılığa açtır. Belki bu nedenle yaşamı kolaylaştıran daha da güzelleştiren, FARKLILIKLAR YARATAN buluşlara imza atmış, hala da atmaya devam ediyor. Hayatın hangi alanına baksanız bu özelliği görürsünüz. Bu edebiyatta, internette de aynıdır. Yeni, farklı ve kuşkusuz güzel olan bir şiir doğal olarak daha çok alkış alacak, örneklerinin biraz daha önüne geçecektir. Orhan Veli'nin ürettiği şiirin bugün bile bizi şaşırtan başarısındaki sır; zamanlaması ve gerekliliği ayrı birer konu, biraz da budur; farklılık, yenilik. FARKLI YAZILAR ya da FARKINDALIK KÖŞESİ bu amaçla olduruldu. YAZININ YILDIZININ PARLADIĞI ZAMANLARI İŞARET EDECEK. Farkındalık yaratan yazılara bir saygı, bir alkış da bizden sunabilmek için... FARKINDALIK KÖŞESİNİN ilk yazısı ÇARPICI BİR ÖRNEK: 15.000 ziyaretçi alan VİKTOR HUGO yazımız ve AĞLAMAK İÇİN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI adlı şiiri... Onun rekorunu kimse kıramadı henüz. ARDINDAN deneysel bir üretimimiz ve sıradan bir derleme yazısı olan VAKVAK AĞACI 6.000 ziyaretçiyle, Bir araştırma ve derleme yazısı olan ORHAN VELİ'nin YARIM KALAN ŞİİRİ 4000 ziyaretçiyle, Her seferinde GÜNCELLENİP yayınlandığından her defasında sıfırdan başlayan yine de her zaman 150 ziyaretçiyi, 10 beğeniyi, aldığı birkaç yorumla birlikte geçen SENİN KADAR YÜREKLİ OLMAK İSTERDİM yazısı ...ve özenle hazırlanmış ama her nedense hiç ilgi göremeyen EDİTH PİAF gibi FARKLI yazılar... İNTERNETTE ne moda, diye merak edenlere ve FARKLI YAZILARA iyi birer örnek... . Zaman içinde bir fevkaladelik gördüğümüz her yazıyı buradan okuyabilirsiniz. İYİ OKUMALAR DİLERİZ! YILDIZI PARLAYAN YAZILARI GÖRMEK İÇİN LÜTFEN RESME TIKLAYIN
- Yalnız Adam
Suat TAŞER * Gece Camlarda damlalar Bir kadın Solgun bir çiçek Yalnızlıklar içinde Kapısı kapalı perdesi inik Ayak sesleri gelir geçer Rüzgâr sırılsıklam Son kadehini içer Basık tavanlı bir meyhanede Yalnız adam Sırtında gelinlik elbisesi Yirmi yaşında bahar Menekşeler hercai Işıklar bir söner bir yanar Havada buram buram leylâk kokusu Avuçları ateş içinde Her adımda çamur Bu karanlık bu yalnızlık bu yağmur Hele bu kadın Her adımda çamur Bu karanlık bu yalnızlık bu yağmur Gece Rüzgâr sırılsıklam Uzaklarda bir yere yıldırım düşüyor Evin yolunda yalnız adam Yalnız adam üşüyor Suat Taşer (1919, İstanbul - 17 Kasım 1982, İstanbul ), Türk tiyatro oyuncusu, şair ve çevirmendir. 1919 yılında İstanbul 'da doğdu. Ankara Devlet Konservatuvarı tiyatro bölümünden mezun oldu. Ankara Devlet Tiyatrosu 'nda oyunculuk, Ankara Radyosu 'nda spikerlik yaptı. Ege Üniversitesi tiyatro bölümünde ders verdi. İzmir Devlet Tiyatrosu 'nun müdürlüğünü de yaptı. İlk şiiri 1938'de Servet-i Fünûn dergisinde yayınlandı. Adımlar, Ataç, Dost, Kaynak , Pınar, Yeditepe , Yürüyüş , Varlık ve Yeryüzü dergilerinde de şiirleri yayınlandı. Yeryüzü dergisinde yayınlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanunu 'nun 142. Madde 'sine aykırı davranmaktan hakkında dava açıldı ve dava sonunda beraat etti. 1940 Kuşağı 'nın toplumcu şairleri arasında yer aldı. 17 Kasım 1982'de öldü. İzmir 'deki Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu'na adı verilmiştir. Yapıtları Üç Duvarlı Bir Dünya Hürriyet Merhaba Aşk ve Barış Deli Dumrul Bir (1942) 1943 ([943, Fethi Giray 'la birlikte) Hürriyet (1945, Ömer Faruk Toprak 'la birlikte] Merhaba (1952) Haraç Mezat (1954) İkinci Kurtuluş (1960) Hayret Bey'in Serüveni (1968) Evrende Ellerimiz (1968) Sahneye Koyma Sanatı (çeviri) Bilgi Yayınevi, 1967, Ankara
- Muazzez İlmiye Çığ’ın Misyonu Ne İdi?
ZEKİ SARIHAN * Geçtiğimiz günlerde 110 yaşında hayata veda eden Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ hakkında eskiçağ tarihine yaptığı katkılar hakkında olumlu şeyler yazılıyordu ki, 12 Eylül döneminde Amerika’da kurulan bir şirketin marifetleri de orta çıktı ve Çığ hakkında olumlu izlenimleri nerdeyse sildi süpürdü. Kardeşi ile birlikte kurdukları şirketin yönetim kurulu başkanlığını Muazzez Hanım yapmış. Şirket, komünizmi bir hastalık olarak kabul edip bunun beynin hangi bölgesinde ne gibi hareketlerden kaynaklandığını öğrenmek amacıyla bir ilaç geliştirmiş. Bunu tutuklular üzerinde denemiş. İlaçları tutukluları götürüp zorla bedene şırınga ettiklerini anlatan paylaşımlar yanında deneklere para verildiğini ima eden bir paylaşım da yapıldı. Böyle bir eylemin hoş görülecek bir yanı olmasa da Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer tabletlerini okuyarak yaptıkları katkıyı inkâr etmeyi de gerektirmez. Bu gelişmeler beni, Muazzez Hanım’ın hangi etkiler altında kişilik edindiği konusunda birkaç şey söylemeye özendirdi. Asıl üzerinde durulması gereken onun ideolojik kimliği idi. SÜMEROLOG KİMLİĞİ Muazzez Hanım öncelikle Sümer tabletlerini okuma uzmanı olarak tanındı. Onu bu mesleğe yönelten hiç kuşkusuz 1930’lu yılların resmî tarih görüşüdür. Türk Tarih Tezi ve onu destekleyen Güneş Dil Teorisi, 1930’lu yılların başında ortaya atıldı. Çığ, 1931 yılında öğretmen okulundan mezun olmuştu. Türk Tarih Tezi’ne göre, uygarlığın beşiği Orta Asya’dır. Uygarlık Türk göçleri nedeniyle dünyanın dört bir tarafına yayılmış, o coğrafyalarda yeni medeniyetler fışkırmasını tetiklemiştir. Türk Tarihinin Ana Hatlarında bu tez işlenmiş, 1931-1941 yılları arasında liselerde okutulan dört ciltlik Tarih kitabında da bu tezler işlenmiştir. İleri sürüldüğüne göre Sümerler, Türklerin yarattığı medeniyetlerden biridir. Yani Sümerler Türk kökenlidir. Dönemin hükümeti, Selçuk ve Osmanlı devletleri tarihini atlayıp İlk Çağ Türk tarihinin araştırılmasına koyulmuştur. 1935’te kurulan Etibank ve Sümerbank, Eti ve Sümer uygarlıklarının Türklüklerinin ne kadar içselleştirdiklerini gösteriyor. Güneş Dil Teorisi ise bütün dillerin anasının Türkçe olduğunu ileri sürmüştür. Türk Dil Kurultaylarının da konusu olan bu teze göre Amerika yerlilerinden tutun da Yunanca, Latince ve diğer Hint Avrupa dillerinin kökeni de Türkçedir. Bu tezler, Atatürk’ün ölümüyle resmi söylemden kalkmıştır fakat günümüzde az da olsa takipçileri vardır. (Bunlardan biri Kaan Aslanoğlu’dur ve Oda TV’de tezi kanıtlamaya çalışıyor) İKİNCİ DALGA: İSLAMİYET’İN KÖKENİ Muazzez Hanım 1930’lu yıllarda Sümeroloji Kürsüsünde okurken muhtemelen gündeminde olmayan başka bir konu ile 1980’lerde karşılaşmış ve bu konuda tezler ileri sürme görevini üstlenmiştir: İslam’ın kaynakları. Türkiye aydınları, 1960’larde yükselen ve 1970’lerde eğrisi biraz düşmekle birlikte devam eden devrim mücadelesi, 1980’lerde sert bir baskıyla karşılaşınca gündemini değiştirmek zorunda kaldı. Yeni mücadelenin konusu İslam’dı. Toplumun geniş kesimleri dindardı ve halkın düze çıkmasında en büyük engel Sünni İslam sayıldı. Halkı bu konuda aydınlatmaya yönelik faaliyetler arttı. Şeytan Ayetleri konusu bu dönemde ortaya çıktı. Turan Dursun’un İslam dini ile ilgili yazılarından ötürü parlaması bu dönemdedir. Şeytan Ayetleri, 2 Temmuz 1993’te Madımak Faciası ile sonuçlandı. Turan Dursun ise tezlerinin bedelini canıyla ödedi ama bu konuda yayınlar devam etti. Hatta, Turan Dursun anısına bir araştırma inceleme ödülü konuldu. Bu ödül için yarışmaya gönderilen çalışmalar içinde dişi dokunur olanı pek azdı. Biri Erdoğan Aydın’ın Nasıl Müslüman Olduk, diğeri Erol Sever’in Çok Tanrıcılık, Hıristiyanlık ve Kâbe adlı çalışmalarıdır. Kitap olarak da basılmışlardır. Hemen hepsi Kaynak yayınlarından basılan eserleriyle Muazzez İlmiye Çığ’ın parlaması de bu döneme denk gelmektedir. Çığ, İslam’ın kökeninin Sümerlere dayandığını kanıtlamaya çalışıyordu. HALKI İKTİDARA GÖTÜRECEK OLAN İSLAM’LA SAVAŞ DEĞİLDİR Ben de Turan Dursun yarışması seçici kurulunun beş üyesinden biri idim. Yanlış olan şeyin ne olduğunun farkına vardım ve 29 Eylül 2004’te İstanbul’da yapılan ödül töreninde bir konuşma yaptım. “Aydınlar İslam’la Barışmalıdır” başlığını koyduğum konuşma davetlileri şaşırttı. Bir kısmı bu görüşleri dinlemekten rahatladığını hissettim diğer yarısı görüşlerimi yanlış buldu. Konuşmam İşçi Partisi’nin yayın organında yayımlanmakla birlikte parti genel başkanı bana cevap vermesi için iki arkadaşını görevlendirdi ve bunların yazıları da peş peşe dergiye konuldu. “Zeki Sarıhan’la Mücadele” ilan edildiği halde bunun arkası gelmedi. Bütün dinlerin bir sonraki inanç sistemlerini etkilemiş ve kendinden önceki inanç ve kültür hareketlerinden etkilemiş olması gayet doğaldır. Ne var ki Hikmet Kıvılcımlı gibi din araştırmalarında tarihsel maddecilik yöntemini kullanan sosyalistler artık piyasada görünmüyordu. Piyasa Amerika’da yaşayan İlhan Arsel (Şeriat ve Kadın, Şeriattan Kıssalar) ve Arif Tekin (Kur’anın Kökeni) gibi yazarların elindeydi. Dinlerin ve inançların kökeninin her zaman felsefeciler, kültür tarihçileri tarafından araştırılması doğaldır. İslam dininin özgün bir yanı olmadığı ve kökeninin Sümerler olduğunu açıklamak herhalde Türkiye’de dine inanmayanların sayısını artırmamıştır. Başörtüsünün Tapınak Fahişelerinden kalma bir giyim tarzı olduğu konusundaki yayın da İslam kadınlarının başörtülerini çıkarmasına sebep olmuş değildir. Felsefenin yapacağı şeyi bir siyasi partinin üstlenmesi, onun halk kitleleri arasında yayılmasını kolaylaştırmaz. Nitekim öyle de olmuştur. İnsanların inanma ihtiyacını göz ardı etmemek, bundaki yumuşama ve değişimin başka koşullara bağlı olduğunu ve uzun zaman alacağını anlamak gerekir. Dinlerle mücadele halkçıların programı olmaz. Muazzez Hanım’a Lions ve Rotari Kulüpleri tarafından desteklenmesi (Wikipedia) de anlamlıdır. MÜSLÜMANLARLA BİRLİKTE Eğer ülkemiz bir antiemperyalist, halkçı veya sosyalist bir devrim yapılacaksa bunun Müslüman halkla birlikte yapılacağı açıktır. İslam’la mücadeleyi esas alan bir anlayış, aynı zamanda Müslümanlara da kılıç çekmiş olacaktır. Bu, aslına bakılırsa Tanzimat’tan beri Türkiye aydınlarının esas zihin yapısını oluşturmaktadır. 1789 Fransız İhtilali’nin etkisindedirler ancak Paris Komünü ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde bütün dünyayı sarsan devrimler anlaşılan onlara bir şey anlatmamaktadır. Türk ırkçılığı ve İslam karşıtlığı, Muazzez İlmiye Çığ’ın misyonu haline gelmiştir. Bu onun öğrenim gördüğü 1930’lu yılların devlet ideolojisi idi ve 1980’lerde yeniden gündeme getirildi. Laikliği korumak için askerlerin yayınladığı 28 Şubat 1997 muhtırası da bu eğilimi pekiştirmiş olmalıdır. İnanç, gelenek ve kültür değişiminin bu tip yayınlarla değil, sanayileşmeyle, yaşam formlarının değişimiyle mümkün olacağı bunun da uzun bir zamana bağlı olduğu anlaşılmamıştır. Sonuç olarak Muazzez İlmiye Çığ, 1930’ların uygarlığın ve dillerin Orta Asya’dan Türkler tarafından yayıldığını esas alan Türk milliyetçiliği ile 1980’lerde bir kısım aydında yükselen İslam karşıtı akımın bir bileşkesidir. Kitap ve makalelerinin konusu kadar, bunları basıp yaymayı görev edinmiş örgütlerin siyasi duruşları da bunu doğrulamaktadır.
- KÖRLÜK
Nobel Ödüllü SARAMAGO'dan Salgın Temalı Bir Distopya * Aycan AYTORE * "Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli üyelerinden, 1998 Nobel edebiyat ödülü sahibi José Saramago, edebiyat dünyasındaki şöhretini biraz da Körlük romanına borçludur. Saramago’nun sonraki romanlarında görülen temel yönelimler büyük oranda bu kitapta karşımıza çıkar. Körlük, araba kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün etik değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Koca şehirde körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Bu çarpıcı roman, büyülü gerçekçilik akımının bütün yönelimlerini içinde barındırması bakımından ayrıca önem taşır. Körlük olgusunu bir metafor olarak kullanan Saramago, basit imgelerle, sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun anlatımla, anlatıcı ile kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monoloğa dönüştürerek “liberal demokrasinin” insanları sürüklediği sağlıksız ortamı büyük bir ustalıkla anlatır bu kitabında. ESER ve YAZARI HAKKINDA Körlük, özgün adı Blindless adlı roman 1998 de Nobel Edebiyat Ödülünü de almış olan Portekizli yazar Jose Saramago' nun bir eseridir. Jose Saramago, bu romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı körlüğe benzeterek bulaşıcı körlük sembolü ile anlatmak istemiştir. Körlüğü bir metafor olarak kullanan yazar bu romanında insanların içinde hayvani duyguları ve insani erdemleri başarıyla yansıtmıştır. Roman pek çok dile çevrilmiş, yazarının Nobel Ödülü almasında büyük bir katkıda bulunmuş, bakmak ve görmek arasındaki farkı insanlara izah eden bu roman oldukça sevilmiştir. Romanda körleşme felaketine uğrayan insanların içine düştükleri durum Nazi toplama kamplarında yaşananların durumunu andıran bir yaklaşımla dile getirilmiştir. Körlük Romanı özgün adı Blindless ile sinemaya da uyarlanmıştır. Yönetmenliğini Fernando Meirelles’in yaptığı ( 25 Ağustos 2008 (São Paulo) ) filmin yapımcıları: Niv Fichman, Andrea Barata Ribeiro, Sonoko Sakai’dir. Filmde : Julianne Moore (Doktorun Karısı) Mark Ruffalo (Doctor), Don McKellar (Thief) Gael García Bernal (King of Ward Three) rollerini üstlenmişlerdir. KONUSU Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşiyor. Körlüğü, başvurduğu doktora ve doktorun karısı hariç herkese bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlâki değerleri yok etmeyi de başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. ROMANIN ÖZETİ Arabasının içinde yeşil ışığı bekleyen adam birdenbire kör olur. Adam korku ve çaresizlik içinde kalmıştır. Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız, ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor ve yanındaki tüm çalışanlar da kör olmuştur. Doktorun karısı hariç bu insanlarla temasa geçen her kes kör olmaya başlar. İktidar derhal çözümü bularak bu insanları akıl hastanesine kapatır.; Hastane görünümlü bu Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir. Tutsaklık günleri anonslarla başlar. Kimse dışarıya çıkmayacaktır. Özgürlük isteminin cezası ölümdür.. Günler geçerken körlük bütün ülkede yayılır. İlk başlarda her şey kontrol altında gibi görünse de, hastalık iktidarı da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün etik değerleri yok etmekte, insanlar , görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olmaktadır. Ancak iktidar "her şey kontrol altında" demektedir. Fakat hiç bir şey eskisi gibi değildir. Adı belirsiz bu ülkenin başkentinde seçim günü kimse oy vermeye gitmez, sonraki seçimde ise oyların yüzde 83 ü boş çıkmıştır. Bu durum bozguncu bir örgütün işi olduğunu düşünen hükümet sıkıyönetim ilan eder. Gerçekten de düzen ve demokrasi çıplak gerçeği saklamaya çalışmaktadır. Körler grubunu kurtuluşa doğru yönlendiren ve salgından etkilenmeyen tek kişi olan doktor ve karısı, körleri kurtarmaya çalışmaktadır. Hastane görünümlü bu yeni hapishanede sayı her geçen gün artmakta ve bireyler oto kontrolü yavaş yavaş kaybetmektedir. Çeteler kendi hükümdarlıklarını ilan etmeye çalışmakta ve zulüm ederek diğer körleri sömürmek istemektedir. Çeteler, ölümler, ve açlık sıradan hale gelmiştir. iletişim araçları baş döndürücü bir hızla gelişmekte iken İnsanlar onurlarını yitirmeye ve uyuşmaya başlamıştır. Zamanla doktor, karısı ve çevresindekilere karşı tavizler koparmakla işe başlayan, bir çete insanları gözlerini kırpmadan öldüren katiller şebekesi haline gelmiştir. Kör taklidi yaparak içerideki insanlara yardım etmeye çalışan Doktorun karısı baskı yapan çetenin liderinin boynunu parçalar. Bir insanı öldüren kadın bir insanın ne tamamen iyi ne de tamamen kötü olmayacağını düşünür. Karantina bölgesinde büyük bir yangın çıkar. Hastalar bu yangın sayesinde kurtulur. Artık ülkede gören kimse kalmamıştır. Karantinadan kurtulanlar hayatta kalmak için uğraş vermeye başlamıştır. Doktorun karısının gözlerinin görmesi, ve olaylar karşısındaki sakin duruşu sayesinde , ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Hastalar doktorun evine ulaşır. Eski kurallar hatırlanır ve yeni bir düzen kurulamaya çalışılır. Salgın bitmiş ve herkes tekrar görmeye başlamıştır. Doktorun karısı ise her an beklediği körlüğün artık kendisini bulduğuna inanır, ancak gördüğü herkes onu da görmektedir. * José Saramago Portekiz'in en tanınmış yazarlarından olan Jose Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde Azinhaga köyünde doğdu. Henüz üç yaşındayken, ailesi Lizbon'a taşındı. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükseköğrenim yapamayarak, başka işlere yönelmek zorunda kaldı; sağlık görevlisi, yayıncı, çevirmen, gazeteci olarak çalıştı. 1947 yılında ilk romanı olan “Terra do Pecado”yu yazdı. Oniki yıl boyunca bir yayınevinde yayın yönetmenliği ve “New Seara” dergisinde edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1972-1973 yıllarında “Daily Periodical of Lisbon”da siyasi makaleler yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği'nin yönetim kurulunda görev aldı. 1975 yılı Nisan ve Ekim ayları arasında “Daily one of Notice”de genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalıştı. 1976 yılından beri ise, yalnızca yapıtlarından gelen gelirlerle yaşamaktadır. Bir komünist olan Saramago, Antonio Salazar'ın diktatörlüğüne karşı mücadele etti ve ilk kitabını izleyen 18 yılda gazeteci olarak çalışırken, yalnızca seyahat ve şiir kitapları yazdı. Salazar rejimi 1974 yılında yıkıldıktan sonra tekrar roman yazmaya başladı. Eleştirmenler, Saramago'nun çalışmalarında, Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştırdığını belirtiyorlar. Saramago'nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan Memorial do Convento'dur. Opera olarak da sahnelenen bu yapıt, bireyler ve örgütlü din arasındaki savaşı inceleyerek, Saramago'nun otoriteye karşı uzun mücadelesini de yansıtıyordu. Fernando Pessoa'nın takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis'in Lizbon'a dönüp yaratıcısıyla karşılaşmasını konu alan O Ana da Morte de Ricardo Reis, 1984 yılında yayınlandı. Saramago'nun en ironik yapıtı sayılan Historia do Cerco de Lisboa da (1988) tarih üzerine kurulu bir denemedir. 1995 yılına ait Körlük, insan varoluşunun özü, tanrı ve şeytan hakkında bir romandır. 1997 yılında ise, sıradan bir memur olan Senhor José'nin çevresinde dönen bir roman olan Bütün İsimler yayınlandı. Bunların dışında yazar, The Manual of Painting and Calligraphy, Terra do Pecado gibi romanlara da imzasını atmıştır. 18 Haziran 2010'da öldü. Saramago'nun yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında özellikle romanlarıyla birçok ödüller almış olan Saramago'nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü'dür. Yapıtlarındaki hayalgücü, sevecenlik ve ironiyle anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlayarak çağımızın en önemli edebiyatçıları arasında yerini aldı. Saramago Türkçe'de Körlük, Umut Tarlaları, Bütün İsimler, Yitik Adanın Öyküsü gibi romanlarıyla tanınmaktadır. 17.03.2020
- Bir Zamanlar Kıbrıs
KIBRIS 1571'de Osmanlı egemenliğine girdi. 300 yıla yakın bir süre Rum ve Türklerden oluşan ikili bir toplum olarak yaşadı. 1878'de İngilizlere kiralandı. 1960'ta bağımsızlığını kazandı. Türklerle Rumlar arasında sorunlar başladı . Bu sorunlar silahlı çatışmalara dönüp sayıca daha az olan Türklerin asimile edilmesini amaçlar hale gelince 1974'te Kuzey Kıbrıs garantör ülkelerden olan Türkiye tarafından işgal edildi. 15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türk Federe Devleti meclisi self-determinasyon hakkını kullanarak oy birliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etmiştir. KKTC'nin kuruluş bildirgesini kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş okudu. 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında 1976'da Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştu. 15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türk Federe Devleti oy birliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etti. KKTC'nin kuruluş bildirgesini kurucu ilk cumhurbaşkanı Rauf Denktaş okudu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan’ın ve pek çok devletin yanı sıra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin de tepkisini çekti. Güvenlik Konseyi, 18 Kasım’da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. 13 Mayıs 1984’te de Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı. Türkiye dışında başka ülkece tanınmayan anavatana bağımlı KKTC, 2000'li yıllara kadar ekonomik sıkıntılar çekti. 2001'den sonra toparlanmaya başladı. 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKATI * 1571'de Osmanlı egemenliğine giren Kıbrıs 300 yıl Türk yurdu oldu. 1878'de İngilizlere 50 yıllığına kiralandı. İngilizlerin eline geçen ada, 1960'da bağımsızlığını kazandı. Mersin'e 65 km yakınlığıyla Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası ve çok büyük stratejik önemi de olan KIBRIS'ta harekâtın ilk ayağı Yunanistan Hükûmetinin desteğiyle yapılan 15 Temmuz 1974 darbesinin ardından düzenlendi. 14 Ağustos günü başlatılan ikinci harekâtla - Kuzey Lefkoşa da dâhil olmak üzere- adanın yüzde 37'sinin Türk kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. 140 bin ila 200 bin arası sayıda Rum, adanın kuzeyinden; 42 bin ila 65 bin arası Türk , adanın güneyinden kuzeye göçtü. Başbakan Bülent Ecevit , 20 Temmuz 1974 sabahı saat 06.10’da şu açıklamayı yapar: "Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor. Allah; milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz." ...ve çıkartma başlar. 15 Ağustosta 1974'te ikinci harekatla son nokta konulur ve KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ kurulur. Artık Kıbrıs iki federe devletli bir yapıda geleceğini yapılandıracaktır. O iki federe devletten biri olan Kuzey Kıbrıs'ı şu ana değin bizden başka tanıyan başka bir devlet yok, ekonomik olarak anavatana bağımlı. Güney Kıbrıs kesimi ise AB üyesi oldu bile... BİR ZAMANLAR KIBRIS *Güneybatı Asya 'da bulunan ve Akdeniz 'deki Sicilya ve Sardinya 'dan sonra gelen üçüncü büyük adadır. Kıbrıs Cumhuriyeti , Birleşik Krallık 'a bağlı üs bölgeleri dışında de jure olarak adanın tamamını, fiilî olarak adanın %59'luk güney kesimini yönetir. 1974'ten beri de facto olarak ikiye bölünmüş olan adanın kuzeyinde yer alan %36'lık bölgesinde günümüzde yalnızca Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunur. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye , doğusunda 112 km mesafe ile Suriye , 267 km ile İsrail , 162 km ile Lübnan ; güneyinde 418 km ile Mısır ; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır. Ada, Akdeniz'in doğusunda 34,33 ve 35,41 Kuzey enlemleri ve 32,23 ve 34,55 Doğu boylamları arasında yer almaktadır. TARİH: Kıbrıs'a insanların yerleşiminin M.Ö. 10000 yıllarını bulduğu tahmin edilmektedir. Adanın güneyinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ilk insan yerleşimcilerinin M.Ö. 9000 yıllarında bazı yapılar bıraktıkları görülmüş ve Cilalı Taş Devri döneminde buralara yerleştikleri anlaşılmıştır. M.Ö 1500'lü yıllara değin bağımsız yaşamışlar, sonra önce Mısır'ın ardından Hititlerin yönetimine geçmiştir. M.Ö 525'e kadar bir Mısır'ın bir çevredeki egemen güçler Fenikeliler, Asurlular etkisine giren Kıbrıs, bu kez Perslerin egemenliğini kabul etmek zorunda kaldılar. M.Ö 333' İskender'in Persleri yenmesiyle Helenleşen ada özerk olarak yaşamıştır. İskender'in ölümüyle önce ardıllarından Mısırın, sonra Roma'nın, ardılı Bizansların eline geçen Kıbrıs uzun bir süre de Arap-Bizans ortak yönetiminde kalmıştır. Haçlı seferleri sırasında 1191'de egemenliği el değiştiren Kıbrıs, sonradan Tapınak Şövalyelerine satıldı. Ardından geri verilen, Lüzinyan hanedanının 300 yıl yönettiği ada, Memlukluların, Cenevizlilerin de eline geçti. Kıbrıs 1571 yılında 60 bin askerlik güç ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Yeniçeriler 'in adaya yerleşmeleri ile Antik Çağ 'dan beri ilk kayda değer nüfus değişimi yapılmıştır. 1745-1814 döneminde, Müslüman Türk Kıbrıslılar, Kıbrıs adasında Hristiyan Rum Kıbrıslılara karşı çoğunluğu oluşturmaktaydı. 1878 yılında Osmanlı'dan 'Ruslara karşı yardım' vaadiyle yıllık yaklaşık 92.000 altın karşılığında ada Birleşik Krallık tarafından kiralandı. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı ’na girmesi gerekçe gösterilerek Birleşik Krallık tarafından ilhak edildi. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında Kıbrıs Crown Colony olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı. Ekim 1931'den itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı , Rumlar'ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı. Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955'te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA örgütü Birleşik Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren TAKSİM isteğinde bulunan Türkler ile ENOSİS isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı. *Ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık kazanmıştır. 1974'te Yunan darbesinin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri 'nin gerçekleştirdiği harekât sonucu adanın kuzeyinde de facto olarak tek yanlı Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, bu devlet sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almıştır. 24 Nisan 2004 tarihinde Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan birleşme planı adada referanduma sunulmuştur. Kuzey Kıbrıs plana %35'e karşı %65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs %25'e karşı %75 ile “hayır” deyip kabul etmemiştir. 1 Mayıs 2004 tarihinde adanın Rumlar tarafından yönetilen güney kesimi adanın tamamını temsilen, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği 'ne katılmıştır. * ARKA PLAN Türkler ile Rumlar arasında ilk olaylar, Osmanlı İmparatorluğu 'nun adayı 1878 senesinde elli yıl olmak üzere kiralama antlaşmasıyla Birleşik Krallık'a bırakmasından sonra 1920'de kiralama süresinin dolmasına sekiz yıl kala başladı. Bu olaylar sadece siyasi kavgalar olmakla birlikte silahlı çatışmalar şeklinde olmamıştır. 1920 yılında Rumların, İngiltere'nin onayını almadan Yunanistan'a katılma plebisiti yapmak istemesi ve Birleşik Krallık yönetiminin buna izin vermemesi, Rumların önce Birleşik Krallık'ı adadan çıkarmaya yoğunlaşmasına sebep oldu. 1950'lerin sonuna kadar süren bağımsızlık hareketi, 1960 yılında uluslararası anlaşmalara dayanan bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasının yolunu açtı. Rumlar, Birleşik Krallık'ın adadan çekilmesiyle Türklerle birlikte ortak devlete razı olmadılar. Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler, uluslararası anlaşmaları ve anayasayı çiğneyerek Türklere saldırılarda bulunmaya başladılar. Zürih ve Londra Antlaşması Zürih ve Londra Antlaşması, 11 Şubat 1959 tarihinde Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan devletleri; Kıbrıs'taki Rum ve Türk toplumları arasında imzalanan, bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs halklarının durumunu belirleyen ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nı onaylayan antlaşmadır. Rum tarafını Başpiskopos Makarios, Türk tarafını ise Fazıl Küçük temsil etmekteydi. Bunu takip eden 19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulması sağlanmış oldu. - TSK'ye ait bir M47 tankı, başkent Lefkoşa'da bulunan Sarayönü Meydanı'na giriyor.- Türü : Askeri Harekat Taraflar: • 40.000 TSK personeli • 150-180 adet M47 ve M48 Patton tankları, ürk Ordusu/ Kıbrıslı Türkler, • 12.000 Rum askeri, 40.000 (tam seferberlik)• 32-35 tank • Yunanistan : 2.000+ asker, Yunan Destekli Kıbrıslı Rum Yönetimi Tarih: 20 Temmuz-18 Ağustos 1974( 4 Hafta, 1 Gün) Bölge: Kıbrıs Adası, Akdeniz Kıbrıs 1960 Yılında Türk ve Rum Nufus Dağılımı* Sonuç: Türk Zaferi *Türkiye'nin 35.000-40.000 civarındaki askeri adanın kuzeyine yerleşti. Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Birleşmiş Milletler harekatı "işgal" olarak değerlendirdi. *Şubat 1975'te Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'ye silah ambargosu koydu. *15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Kayıplar: TSK : 498 ölü ve 1.200 yaralı Kıbrıs T.Y. : 70 mücahit ölü, 270 sivil ölü, 803 kayıp sivil, 1.000 dolaylarında yaralı Toplam: 3.841 Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan: 4.000 ölü ve 12.000 yaralı Toplam: 16.000 Ayrıca 3 Avusturyalı asker öldü ve 24 Avusturyalı, 17 Fin, 4 Britanyalı ile 3 Kanadalı olmak üzere toplam 48 asker yaralandı ( UNFICYP ) Kıbrıs Harekâtı ( TSK kod adı: "Atilla Harekâtı", Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 'nde " Kıbrıs Barış Harekâtı ", Yunanca : Τουρκική εισβολή στην Κύπρο "Kıbrıs Türk İstilası"), 20 Temmuz 1974'te Başbakan Bülent Ecevit ’in emriyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs 'ta başlattığı askerî harekât. Harekâtın ilk ayağı Yunanistan Hükûmetinin desteğiyle yapılan 15 Temmuz 1974 darbesinin ardından düzenlendi. 14 Ağustos günü başlatılan ikinci harekâtla - Kuzey Lefkoşa da dâhil olmak üzere- adanın yüzde 37'sinin Türk kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. 140 bin ila 200 bin Rum , adanın kuzeyinden; 42 bin ila 65 bin Türk , adanın güneyinden göçmen oldu. Türkiye Cumhuriyeti ; harekâtın, Zürih ve Londra Antlaşması 'nın 4. maddesine istinaden düzenlendiğini savunmaktadır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bu harekâtı işgal olarak değerlendirmektedir. 20 Temmuz 1974 tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararında "Uluslararası güvenlik ve barış için ciddi tehlikeye yol açan ve bölge üzerinde olağanüstü infiale müsait bir ortam yarattığından Birleşmiş Milletler ciddi bir endişe duymaktadır. Tüm devletlerin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğüne saygı duyması gerekir. Yabancı askerî müdahaleye derhâl son verilmelidir." diyerek harekâta karşı olduğunu belirtti ve ateşkese çağırdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 11 Mayıs 1984 tarihindeki 550 sayılı kararında ise durumu "işgal" olarak niteledi. Avrupa Konseyi Parlamentler Meclisi , 29 Temmuz 1974 tarihli 573 sayılı kararında birinci harekâtın uluslararası antlaşmalar çerçevesinde gerçekleştiğini belirtti. [40] [41] Birinci harekâtın antlaşmalar çerçevesinde yasal bir müdahale olarak değerlendirilmesi mümkündür ancak belli bir bölgede kontrol kurulmasını sağlayan ikinci harekât bu kapsamda değerlendirilmemektedir. [42] Uluslararası kuruluş kararlarının çoğu, oluşan durumu " yasa dışı istila" olarak tanımlamaktadır. Arka plan Türkler ile Rumlar arasında ilk olaylar, Osmanlı İmparatorluğu 'nun adayı 1878 senesinde elli yıl olmak üzere kiralama antlaşmasıyla Birleşik Krallık'a bırakmasından sonra 1920'de kiralama süresinin dolmasına sekiz yıl kala başladı. Bu olaylar sadece siyasi kavgalar olmakla birlikte silahlı çatışmalar şeklinde olmamıştır. 1920 yılında Rumların, İngiltere'nin onayını almadan Yunanistan'a katılma plebisiti yapmak istemesi ve Birleşik Krallık yönetiminin buna izin vermemesi, Rumların önce Birleşik Krallık'ı adadan çıkarmaya yoğunlaşmasına sebep oldu. 1950'lerin sonuna kadar süren bağımsızlık hareketi, 1960 yılında uluslararası anlaşmalara dayanan bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasının yolunu açtı. Rumlar, Birleşik Krallık'ın adadan çekilmesiyle Türklerle birlikte ortak devlete razı olmadılar. Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler, uluslararası anlaşmaları ve anayasayı çiğneyerek Türklere saldırılarda bulunmaya başladılar. Zürih ve Londra Antlaşması 11 Şubat 1959 tarihinde Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan devletleri; Kıbrıs'taki Rum ve Türk toplumları arasında imzalanan, bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs halklarının durumunu belirleyen ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nı onaylayan antlaşmadır. Rum tarafını Başpiskopos Makarios, Türk tarafını ise Fazıl Küçük temsil etmekteydi. Bunu takip eden 19 Şubat 1959 tarihli Londra Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulması sağlanmış oldu. 1963-1964 Olayları 1960 nüfus sayımına göre Kıbrıs'ın etnik haritası Kıbrıs'taki İngiliz egemenliği, 1960 yılına kadar adanın Londra-Zürih anlaşmaları uyarınca bağımsız bir devlet ilan edilmesine kadar sürdü. Anlaşma, cumhuriyetin iki gönülsüz topluluk arasında gerekli bir uzlaşma olarak görülmesine rağmen Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplulukları açısından Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temelini oluşturdu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 Anayasası, uygulamada yaşanan sorunlar sebebiyle yalnızca üç yıl geçerli kaldı. Kıbrıslı Rumlar, 1958'de İngilizlerin izin verdiği, 1960 anlaşmalarında ise incelemeye tabi tutulan ayrı Kıbrıslı Türk belediye meclislerine son vermek istedi. Kıbrıslı Rumların birçoğu belediyelerin taksim yolunda ilk aşamayı oluşturacağından korkmaktaydı. Kıbrıslı Rumlar, enosis (Yunanistan ile birleşme) isterken Kıbrıslı Türkler de adanın Yunanistan ve Türkiye arasında bölünmesini yani taksimi istemekteydi. Kıbrıslı Rum toplumu içindeki öfke, Türklere nüfus kayıtlarının öngördüğünden daha fazla devlet makamı verilmesi sebebiyle artmıştı. Nüfusun %18,3'ünü oluşturan Kıbrıs Türk topluluğuna kamudaki işlerin %30'u anayasa ile tahsis edilmişti. Ek olarak başkan yardımcılığı pozisyonu Türk nüfusuna ayrılmıştı ve hem başkan hem de başkan yardımcısı önemli konular üzerinde veto yetkisine sahipti. 1963-1974 A ralık 1963'te Cumhurbaşkanı Makarios, hükûmetin Kıbrıslı Türk yasa koyucular tarafından engellenmesinden sonra on üç anayasa değişikliği önerdi. Bu açmazlarından bıkan ve anayasanın enosisi engellediğine inanan Kıbrıslı Rumlar, 1960 Anayasası altında Kıbrıslı Türklere verilen hakların çok geniş olduğuna inanıyordu ve Akritas Planı 'nı tasarlamıştı. Plan, anayasada Kıbrıslı Rumlar lehine reform yapmaya, uluslararası toplumu değişikliklerin doğruluğu konusunda ikna etmeye ve planı kabul etmemeleri durumunda birkaç gün içinde Kıbrıslı Türkleri şiddetle bastırmaya yönelikti. [49] Anayasa değişiklikleri ile Türk toplumu, hükûmetteki etnik kotaları ayarlamak ve cumhurbaşkanı ile cumhurbaşkanı yardımcısının veto yetkisini iptal etmek de dâhil olmak üzere, azınlık olarak konumlarından vazgeçmiş olacaktı. [47] Bu değişiklikler, Türk tarafınca reddedildi ve Türk temsilcisi hükûmeti terk etti ancak bu terk edişin protesto mu yoksa ulusal muhafızların zoruyla mı olduğu konusunda anlaşmazlık bulunmaktadır. 1960 yılında anayasa dağıldı ve 21 Aralık 1963'te Kıbrıs Rum polisinin de rol oynadığı ve iki Kıbrıslı Türk'ün öldürüldüğü Kanlı Noel gibi toplumsal şiddet olayları yaşandı. Kıbrıs'ın bağımsızlığını sağlayan Zürih ve Londra Antlaşmaları 'nın garantörleri olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan; adaya General Peter Young komutasındaki bir NATO gücü göndermek istedi. Hem Başkan Makarios hem de Başkan Yardımcısı Dr. Küçük barış çağrısında bulundu ancak bunlar göz ardı edildi. Bu arada şiddetin alevlendiği bir hafta içinde, Türk ordusu birlikleri kışlalarından çıkmış ve adadaki en stratejik pozisyon olan Lefkoşa-Girne yolunda pozisyon aldı. Türk ordusu bu yolun kontrolünü 1974 yılına kadar elinde tuttu. Bu yol, Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında önemli rol oynadı. 1963'ten Kıbrıs Barış Harekâtı'nın tarihi olan 20 Temmuz 1974'e kadar arasındaki dönemde yolu kullanmak isteyen Kıbrıslı Rumlara BM konvoylarının eşlik etmesi gerekmekteydi. Lefkoşa'nın kuzey banliyölerinde -kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere- 700 Türk rehine alındı. Şiddet olayları, 364 Türk ve 174 Kıbrıslı Rum'un ölmesine, 109 Kıbrıslı Türk veya karma köyün yıkılmasına ve 25.000-30.000 Kıbrıslı Türk'ün yerinden olmasına neden oldu. İngiliz Daily Telegraph olayları daha sonra "anti-Türk pogrom" olarak nitelendirdi. Olayların ardından Türkiye bir kez daha taksim fikrini öne çıkarttı. Özellikle Kıbrıslı Türk milislerin kontrolü altındaki bölgelerdeki yoğun çatışmalar ve anayasanın başarısızlığı, olası bir Türk müdahalesinin gerekçesi olarak öne çıkmaktaydı. ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubunda, ABD’nin olası bir istilaya karşı olduğunu ve Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin Sovyetler Birliği ile bir çatışmaya neden olması durumunda ABD'nin yardım etmeyeceğini belirtti. Bir ay sonra ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk tarafından hazırlanan bir plan çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye ile müzakereler başladı. Kriz, Kıbrıslı Türklerin ada yönetimine katılımının sona ermesine ve yönetimin meşruiyetini yitirdiğini iddia etmeleriyle sonuçlandı. Bu olayın niteliği hâlâ tartışmalıdır. Bazı bölgelerde Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin seyahat etmelerini ve hükûmet binalarına girmelerini engellerken bazı Türkler, Kıbrıs Türk yönetiminin çağrılarına uyarak geri çekilmeyi reddetti ve Ulusal Muhafızlar tarafından engellenen, doğrudan Türkiye tarafından desteklenen Rumlarla çevrili alanlarda yaşamaya başladılar. Cumhuriyetin yapısı tek taraflı olarak Makarios tarafından değiştirildi ve Lefkoşa, UNFICYP birliklerinin konuşlandırılmasıyla Yeşil Hat ile bölündü. Türklerin seyahatleri ve temel ihtiyaçlara erişimi Rum kuvvetleri tarafından daha da kısıtlandı. Kıbrıslı Türklerin daha fazla seyahat özgürlüğü için bastırması ile 1967'de yeniden çatışmalar başladı. Daha önce olduğu gibi, Türkiye'nin Kıbrıs Türklerini olası etnik temizliğe karşı korumak için adaya müdahale edeceği tehdidine dek de durum çözülmedi. Türkiye'nin tehdidinin ardından Yunanistan'ın bazı askerî birliklerinin adadan uzaklaştırması, EOKA lideri Georgios Grivas’ın Kıbrıs’tan ayrılması ve Kıbrıs Hükûmetinin Türk nüfuslarının kaynaklarına erişimde bazı kısıtlamaları kaldırması için bir uzlaşmaya varıldı. 15 Temmuz 1974 Darbesi Harekât kararı Kıbrıs'ta bir darbe yapıldığı haberi, Lefkoşa 'da bulunan Türk Büyükelçiliğinin gönderdiği şifreli mesajla 15 Temmuz 1974 sabahı Türk Dışişleri tarafından öğrenildi. Kıbrıs'taki durumun Türkiye'nin bir askerî müdahalesini gerektirecek kadar ciddi olduğu değerlendirmesini yapan Türk Hükûmeti, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti Garanti Antlaşması'nın garantör devlet olarak Türkiye'ye verdiği müdahale hakkını kullanmadan önce diğer bir garantör devlet olan İngiltere'nin yetkilileriyle görüşerek birlikte hareket etmek üzere girişimde bulundu. İngiltere kabul etmezse Türkiye'nin yalnız başına hareket etmesi, görüşmeler sırasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin hazırlık yapması kararlaştırıldı. Dışişleri yetkilileri, bu düşünce ve planlarını 16 Temmuz'da İngiltere ve ABD'nin Ankara büyükelçiliklerine bildirdi. 16 Temmuz 1974'te muhalefet partilerinin başkanlarıyla da üç saate yakın bir toplantı yapan başbakan Bülent Ecevit , ertesi gün konuyu müzakere için Londra 'ya gitti. Türkiye heyeti; İngiltere Başbakanı Harold Wilson , İngiltere Dışişleri Bakanı James Callaghan ve Kıbrıs meselesini görüşmek üzere Londra'ya gelen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Joseph Sisco ile ayrı ayrı görüşmeler yaptı. İngiltere ve ABD, konuya Türkiye gibi yaklaşmamaktaydı. Bu arada Türkiye'de Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan ve Maliye Bakanı Deniz Baykal, muhalefet partilerinin başkanlarıyla bir toplantı yaptı. Toplantının sonunda tüm muhalefet parti başkanlarının, Hükûmetin kararlığını gördüğü ve destek verdiği ifade edilir. Türk heyeti, 18 Temmuz 1974 akşamı saat 20.30'da Londra'dan Ankara'ya hareket etti. Başbakan Bülent Ecevit , 19 Temmuz'da 02.00'de Ankara'ya varınca Genelkurmay Başkanlığında komutanlar ile bir toplantı yaptı. İngiltere'deki görüşmelerin aktarıldığı ve hazırlıkların gözden geçirildiği bu toplantıda başbakan Bülent Ecevit , harekâtın amacı ve adının "Barış Harekâtı" olduğunu belirtti. Genelkurmay'daki toplantının ardından Bakanlar Kurulu toplanıp oy birliği ile Kıbrıs'a müdahale kararı aldı. Bakanlar Kurulunun yazılı kararı, 19 Temmuz 1974 sabahı Genelkurmay Başkanlığına ulaştırıldı. (20 Temmuz 1974) 20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu, adaya saat 06.05'ten itibaren havadan indirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı. Kıbrıs'a ayak basan ilk Türk askerleri, paraşütçülerdi. Hava İndirme Tugayının 1. Paraşüt Taburu, Pınarbaşı'na; 2. Paraşüt Taburu ise Gönyeli'ye indi. İlk taburlar inerken ciddi bir ateşle karşılaşmadılar. Denizden çıkarma, Deniz Piyade Tugayına bağlı askerlerce Karaoğlanoğlu ( Pentemili ) Plajı'na yapıldı. Çıkarma harekâtı başlamadan önce Pladini Plajı'nın ilerisindeki dağlarda önceden belirlenen hedefler Türk jet uçakları tarafından bombalandı. İlk çıkarma aracı saat 08.50’de sahile kapak attı. Saat 11.15'te 3. Paraşüt Taburu, Pınarbaşı'na; 4. Paraşüt Taburu, Gönyeli'ye indi. 3 ve 4. taburlar, yoğun topçu ve havan ateşine tutuldular. Bu nedenle dağınık olarak inebilen taburlar bir hayli zor şartlarda toparlanabildiler. Komando Tugayı da 20 Temmuz 1974 sabahı harekete geçti. 1. Komando Taburu, saat 08.20'de Pınarbaşı'na indi. Onu 2. Komando Taburu ile Gönyeli'ye inen 3. Komando Taburu ve Hamitköy'e inen Nevşehir Komando Taburu takip etti. Tank ve zırhlı araçlarla takviyeli Yunan Alayı, hava kararmak üzereyken Kıbrıs Türk Alayına karşı taarruza başladı. Taarruz, Kıbrıs Türk Alayı tarafından geriye püskürtüldü. Diğer taraftan Rum Millî Muhafız Kuvvetleri, Girne Boğazı'na hâkim oldu ancak 1. Komando Taburu, Doğruyol Tepesi'ni ele geçirerek Girne Boğazı'nı kontrol altına aldı. Harekâtın ikinci günü Rumlar, havadan inen birliklerle denizden çıkan birliklerin birleşmesini engellemek ve bu birlikleri imha etmek üzere harekât düzenlendi. Ada topraklarında savaş sürerken haberleşme ve koordinasyon eksikliğinden dolayı Kocatepe muhribi , Türk uçaklarınca batırıldı ve 54 asker öldü. Kocatepe olayı üzerine Pakistan, seyyar bir hastane; İran seyyar hastane ve sağlık malzemesi gönderirken Libya, Türkiye’ye başta yedek parça olmak üzere her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu bildirmiş ve bu gelişmenin ardından Türkiye için gerekli yedek parça ihtiyacı, Libya tarafından karşılanmıştır. Dış baskıların artması neticesinde Türk Hükûmeti, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 353 sayılı kararını kabul ederek harekâtın üçüncü günü olan 22 Temmuz 1974 saat 17.00'den itibaren ateş kesmeye karar verdi ve bu karar Başbakan Bülent Ecevit tarafından saat 10.00'da düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Karar açıklandığı sırada henüz Kıbrıs'ta havadan inen birlikler ile denizden çıkan birlikler birleşmiş bir durumda değildi, 17.00'ye kadar bunun gerçekleşmesi beklenmekteydi. 22 Temmuz günü 10.30'da Pladini Plajı'na varan Bora Özel Kuvveti, 3. Komando Taburu ile birlikte saat 17.00'de Girne'ye girdi. Çatışmalar üç dört saat daha devam etti. Küçük Kaymaklı köyü, Lefkoşa Sancağı Mücahitleri tarafından 18.30'da ele geçirildi. 22 Temmuz'dan 30 Temmuz'a kadar geçen süre içinde yaşanan ateşkes ihlalleri sonucunda Türk birlikleri, Yukarı ve Aşağı Dikmen (Dikomo), Kaynakköy (Sihari), Taşkent (Vuno), Akçiçek (Siskilip) bölgelerini ele geçirdiler ve ayrıca Lefkoşa Havaalanı çevresinde de ilerleme kaydettiler. Lefkoşa Havalimanı'nın durumu İngiltere ve Türkiye arasında bir krize yol açmıştır. İngiltere Başbakanı Harold Wilson ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit arasında havalimanının durumu üzerine sert bir telefon görüşmesi gerçekleşti ve Wilson, Türklerin havalimanına herhangi bir taarruzda bulunmaması konusunda tehditkâr bir tutum aldı. [67] 24 Temmuz 1974 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısında Lefkoşa Havaalanı'nı kuvvet kullanmak suretiyle ele geçirmek için girişimde bulunmamayı kabul etti. [61] 2 ve 3. Türk Komando Taburları da Zeytinli istikametinde ilerlemeye başladı. 22 Temmuz'da 3. Paraşüt Taburunun taarruzu sonucu, Deliktepe 'nin ele geçirilmesiyle Türk birlikleri önce Girne’ye girdi, daha sonra da Lefkoşa’ya yöneldi. Ateşkes başlamadan Girne-Lefkoşa hattı birleşti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu müdahalesinin sonucunda Yunanistan 'daki cunta idaresi ve Kıbrıs Cumhuriyeti 'ndeki Nikos Sampson Hükûmeti görevini bıraktı. Yunanistan'da da askerî hükûmet, idareyi sivillere devretme kararı aldı ve yedi yıldır Fransa’da sürgünde bulunan Konstantin Karamanlis 'i hükûmeti kurması için Yunanistan'a çağrıldı. Konstantin Karamanlis'in 24 Temmuz 1974'te hükûmeti kurması ile Yunanistan'da 1967'den beri devam eden askerî rejim son buldu. KIBRIS ÇIKARTMASI GÜNLÜĞÜ 15 Temmuz: Kıbrıs 'ta Başpiskopos Makarios 'a karşı darbe yapıldı ve Nikos Sampson iktidarı ele geçirdi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit , Afyon gezisini yarıda kesip Ankara 'ya döndü ve Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu , olağanüstü toplantılar yaptı. 16 Temmuz: Makarios güvenliği için bir İngiliz helikopteriyle İngilizler tarafından Malta Adası'na götürüldü. Ankara'da Başbakan Bülent Ecevit, parti liderleriyle görüştü ve Yunanistan'daki darbenin doğuracağı sonuçlara karşı askerî tedbirlerin alınmaya başlandığını bildirdi. Ayrıca bu toplantıda Meclis, aynı hafta içinde perşembe günü toplanmak üzere toplantıya çağrıldı. Yunanistan'da askerî cunta, genel seferberlik kararı alındığını açıkladı. 17 Temmuz: Makarios; Birleşmiş Milletler 'i, Yunanistan'ı kınamaya çağırdı ve eş zamanlı olarak NATO yayımladığı bildiriyle Yunanistan'daki cunta yönetimini uyardı. Başbakan Bülent Ecevit ve beraberindeki heyet, Yunanistan'daki darbe konusunda görüşmeler için Londra'ya hareket etti. Nikos Sampson Kıbrıs'ta da hâkim olmaya başladı. Birçok devlet başkanı, soğukkanlı olmak gerektiği konusunda mesajlar yayımladı. 18 Temmuz: Ankara'da Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan ve Maliye Bakanı Deniz Baykal ile parti liderleri toplandı ve Meclisin olağanüstü toplantısının cumartesi gününe ertelenmesini kararlaştırdı. Dışişleri Bakanı Turan Güneş , Pekin gezisinden döndü. Londra'daki Türk heyeti, Başbakan Bülent Ecevit'in ABD Dışişleri Bakanı Dr. Henry Kissinger 'in temsilcisi Joseph Sisco ile görüşmesinin ve Savunma Bakanı Hasan Esat Işık 'ın İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan 'la son kez görüşmesinin ardından geri döndü. Aynı gün Joseph Sisco , Atina 'ya gitti. 19 Temmuz: Joseph Sisco , Atina'dan sonra Türkiye 'ye hareket etti. Türk Deniz Kuvvetleri savaş gemileri Mersin 'den demir aldı. Joseph Sisco, gece de Ankara'da Başbakanlıkta görüşmelere devam etti. Türk ordusunun hazırlıkları tamamlandı. Mersin'de çıkarma gemilerine askerler bindirilmeye başlandı. Trakya'daki Türk ordusuna bağlı birlikler, Yunanistan sınırına doğru kaydırılmaya başlandı. Yunanistan'da darbeciler, Trakya sınırındaki köyleri boşaltma kararı aldı ve Atina radyosunda "Bir günde Konstantinopolis'teyiz." mesajları yayımlamaya başladı. 20 Temmuz: Sabah 5'te askerî Türk uçakları keşif uçuşlarını tamamladı ve asıl harekât için tekrar havalandı. Sabah 6'da Başbakan Bülent Ecevit radyodan yayımlanan mesajıyla çıkarmanın başladığını açıkladı. Sabah 8.30'da Türk askeri, Kıbrıs'a çıktı. NATO ve Birleşmiş Milletler, eş zamanlı toplantı yaptı fakat toplantı sonunda eylem kararı alınmadı. TBMM olağanüstü toplantısını yaptı. Çıkarmadan çok kısa süre önce Atina'ya ikinci kez gitmiş olan Joseph Sisco, akşam Ankara'ya döndü. 21 Temmuz: Birleşmiş Milletler 353 no.lu kararla " ateşkes " çağrısında bulundu. Yunan donanmasının Kıbrıs'a tekrar hareket etmesi durumunda vurulacağı Türkiye tarafından açıklandı. Nikos Sampson, Türkiye'nin uyarısının dikkate alınmayacağını basın yoluyla bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit, Joseph Sisco'ya hedeflere varılmadan durulmayacağını söyledi. Joseph Sisco, Yunan cuntasındaki fikir ayrılıkları nedeniyle görüşmek için dahi muhatap bulamadığını söyledi. Türkiye'nin uyarılarına rağmen Kıbrıs'a hareket eden Yunan gemileri ve uçakları ile Baf ve Baf açıklarında muharebe edildiği Türk, Yunan ve diğer yayın kuruluşlarından duyuruldu. Bu haberleri Türk Genelkurmay Halkla İlişkiler Bürosu doğruladı. Türk birlikleri Kıbrıs 'ta Türklerin yaşadığı bölgelerde kontrolü ele geçirdi. İlerlemeye devam edildiği bildirildi. 22 Temmuz: Yunan cuntasının dağılmak üzere olduğu haberleri yayıldı fakat Atina haberleri resmî elden yalanladı. Yunanistan'da ve Türkiye'de Birleşmiş Milletler'in "ateşkes" çağrısını yerine getirme kararı alındı ve 17.00'de uygulanmaya başlandı. 23 Temmuz: Muharebeler sırasında batan Türk ve Yunan gemilerinden kurtulan denizcilerin gemiler tarafından ateşkes sırasında bulunduğu basında yer aldı. Yunan cuntası, iktidarı Karamanlis'e bırakma kararı aldı ve Klerides, Nikos Sampson'un yerine geçti. Özel TBMM toplantısında " Türk ordusu başarılı bir harekat düzenledi." açıklaması yapılarak harekât tebrik edildi. Cenevre Konferansı bir gün ertelendi. 24 Temmuz: Başbakan Bülent Ecevit, yeni Yunanistan Başbakanı Karamanlis'i tebrik etti. Birleşmiş Milletler, 354 sayılı kararında 353 no.lu kararındaki "ateşkes" çağrısına uyulmaya devam edilmesini istedi. 25 Temmuz: Cenevre'de üçlü konferans akşamüstü başladı. Yunanistan, ateşkesin görüşülmesini; Türkiye, adaya gelecek olan yeni yapının görüşülmesini istedi. Mavros, Türk ordusunun genişlemeyi durdurup 22 Temmuz'da varmış olduğu hatlara geri çekilmesini istedi. Türk heyeti bu teklifi reddetti ve görüşmelere ara verildi. Aynı gün ikili görüşmeler başladı. İkili görüşmelerden olan Dr. Kissinger'ın özel temsilcisi Baffum-Güneş ve Güneş-Callaghan görüşmeleri tamamlandı. Türk heyeti, konferansın devam etmesi yönünde fikirler yayımladı. Yunan heyetinin konferansa devam etmek istemediği gerekçesiyle Callaghan, Kissenger'ı müdahil olmaya çağırdı. 27 Temmuz: Kissenger'ın müdahalesiyle Yunan heyeti konferansı terk etmekten vazgeçtiğini duyurdu. Güneş- Callaghan , Güneş-Mavros ve Callaghan- Mavros -Güneş görüşmeleri yapıldı ve uzmanların (eksper) kabul edilir bir görüş hazırlayarak ertesi gün bakanlara sunmaları kararı alındı. 28 Temmuz: Uzmanların toplantıları sabah 7'ye kadar sürdü. Güneş, toplantının yapılacağı Birleşmiş Milletler Sarayı'na girerken "Hükûmetten yetki aldım. Eğer isteklerimiz kabul edilmezse çekileceğim." dedi. Başbakan Bülent Ecevit, Ankara'da verdiği demeçte "Güvenlik sorunları ve ateşkes birbirlerinden ayrılmaz." dedi. 16.00'da uzmanların eşliğinde üç bakan, gayriresmî toplantıya başladı. Gece yarısına doğru Başbakan Bülent Ecevit'in "Türk birliklerinin adadan çekilmesi" maddesine itiraz ettiği açıklandı. Ecevit, Karamanlis'e Ege'de buluşma önerisi getirdi. 29 Temmuz: Gece 3'te Mavros, Birleşmiş Milletler Sarayı'ndan ayrıldı. Yaptığı açıklamada "Artık her şey Ankara'ya bağlı, kabine toplantısı var. Kabul veya reddecekler." dedi. Bülent Ecevit "çekilme" maddesiyle ilgili tüm tekliflerin Kıbrıs Türklerinin güvenliğinin fiilen garanti edilemeyeceği gerekçesiyle kabul edilemeyeceğini açıkladı. İngiliz Dışişleri Bakanı, Cenevre görüşmelerinin sonuca bağlanmasını istedi ve sonuca bağlanmaması durumunda Londra'ya geri döneceğini bildirdi. Callaghan-Güneş görüşmesi ve teknik seviyede kısa bir toplantı yapıldı. 30 Temmuz: Çekilmeyle ilgili tekliflerde anlaşmaya varıldı ve " Cenevre Deklarasyonu " imzalandı. 1 Ağustos: Mavros, Türkiye'nin Cenevre Deklarasyonu'nu ihlal ederek adada askerî ilerleme yaptığını söyledi ve ikinci kez görüşmelere gitmeyeceğini duyurdu. 2 Ağustos: Güneş, Türk köylerindeki Rum işgalinin devam ettiğini, bu durumda ikinci görüşmelere gidemeyeceğini bildirdi. 8 Ağustos: Üçüncü devletlerin girişimleriyle ikinci Cenevre konferansı 19.00'da başladı. Türkiye ve Yunanistan'ın görüş ayrılıkları nedeniyle uzmanlar seviyesinde üç ayrı komite kuruldu. 9 Ağustos: Görüşlerdeki ayrılıklar nedeniyle ikinci konferansa devam edilemedi. İki görüşmeler olan Kissenger'ın temsilcisi Hartman -Güneş, Güneş-Callaghan, Callaghan-Mavros görüşmeleri düzenlendi. Klerides ve Denktaş, Cenevre'ye geldi. 10 Ağustos ; Kelerides, "Bu toplantı anayasal sorunları ele almaya yetkili değildir." dedi. Denktaş, "Türkiye'nin teklif ettiği coğrafi federasyon, tek çıkar yoldur." dedi. 11 Ağustos: Callaghan, Denktaş-Klerides görüşmesinin yinelenmesini istedi. Görüşme yapıldı fakat olumlu sonuç çıkmadı. Güneş-Hartman ile tekrar görüştü. Üç dışişleri bakanı arasında yemekli görüşme yapıldı, sonuçsuz kaldı. 12 Ağustos: Türkiye iki öneri açıkladı: Birincisi altı kantonlu ve ikincisi iki bölgeli. Öneriler Klerides'e ve Yunan heyetine yollandı. Kıbrıs'taki Türk birlikleri takviye edildi. Güneş-Callaghan ve Güneş-Hartman görüşmeleri yapıldı. Klerides ile Mavros bu teklifleri görüşmek üzere kırk sekiz saat süre istedi. Mavros, "Silah gölgesinde antlaşma imzalanmaz." dedi. 13 Ağustos ; Mavros'un açıklaması üzerine Türk heyeti, Yunanistan'ın süre isteğini reddetti. 14 Ağustos. 05.00'te Türkiye'nin ikinci harekâtı başladı. Türk ordusuna bağlı birlikler, başkent Lefkoşa'ya girdi. Yunanistan, NATO müttefiki iki ülke arasındaki çatışmayı NATO'nun durduramadığı gerekçesiyle NATO'nun askerî kanadından ayrıldığını açıkladı. 14 Ağustos: 4 farklı Türk köyünde katliamlar: Muratağa, Sandallar, Atlılar ve Taşkent . 15 Ağustos ; Yunanistan Başbakanı Karamanlis, ülkesinin Kıbrıslıların yardımına gidemeyeceğini açıkladı. Olayların sorumlusu olarak Yunan cuntası ve Türkiye'yi gösterdi. BİR ANEKDOT Kıbrıs Barış Harekatı'nın ikinci safhası "Ayşe tatile çıksın" parolasıyla başladı. Ayşe tatile çıksın" parolası dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş tarafından Başbakan Bülent Ecevit'e söylenmiştir. Ayşe ismi Turan Güneş'in kızı Ayşe Güneş Ayata'dan gelmektedir. " Ayşe tatile çıksın" parolasının hikâyesi Akın Simav’ın “Turan Güneş’in Siyasal Kavgaları” adlı kitabında anlatılmıştır. İkinci Cenevre Konferansı'na gitmeden önce Başbakan Ecevit'le ikimiz konuşuyor ve hazırlıkları son bir kez daha gözden geçiriyorduk. Bu arada konferansın yarıda kalması olasılığı üzerinde de konuştuk. O zaman aramızda bir parola tespitine de karar verdik. Tam o sırada Orhan Birgit beni aradı. Kendisine, görüşmelerinin uzun sürebileceğini, o nedenle, çocuklarımın beni beklemeden tatile çıkmalarını istediğimi söyledim. Birgit'ten kendilerine yardımcı olmasını, Marmaris Tatil Köyü'nde yer ayırtıvermesini rica ettim. Ahizeyi kapattıktan sonra başbakan bana döndü ve dedi ki: 'Ben parolayı buldum.' ' "Nedir?' '"Ayşe tatile çıksın. Eğer işler kopma noktasına gelirse, burada işler uzayacak, Ayşe tatile çıksın de, ben anlarım... Böylece parolayı da karara bağlamıştık.''
- KAPİTALİZMİN GÖLGESİNDE
VAHŞİ KAPİTALİZMDE İNSAN İNSANIN KURDU MUDUR? * Suat DELİBAŞ * Her sabah işe gitmek için evden çıktığım anda, kendimi Kafka’nın Gregor Samsa’sına benzetmem boşuna değildir. Zira içinde yaşadığımız kent hayatı, giderek daha fazla bir yabancılaşma laboratuvarına dönüşüyor . Karşılaştığım insanlar değil, daha doğrusu onların davranışlarını belirleyen kapitalist düzenin soğuk mantığı, beni her gün biraz daha kendi kabuğuma çekilmeye itiyor. Sokak , artık insan sıcaklığından piyasanın ruhunu taşıyan bir koridora benziyor . Hobbes’un meşhur sözü “ insan insanın kurdudur ”, modern kapitalist toplumlarda adeta doğrulanmak istenen bir kehanet gibi işliyor. Fakat burada gözden kaçan kritik bir nokta var: Bireyler birbirinin kurdu olmaya doğuştan eğilimli değildir; onları bu role zorlayan şey, kapitalist sistemin kendisidir. Çünkü kapitalizm, insan ilişkilerini dayanışma, güven ya da ortak iyilik üzerinden değil; rekabet , performans ve çıkar maksimizasyonu üzerinden kurgular . Bireyi sürekli yarışmaya, bitmeyen bir üretkenlik baskısına, ötekisini bir rakip olarak konumlandırmaya iter. Bu nedenle sokakta karşılaştığımız kaba davranışlar, sabırsızlıklar, tahammülsüzlükler kişisel ahlakın değil; sistemin dayattığı yaşam biçiminin belirtileridir. Kapitalizmin mantığı basittir: İnsan , ancak bir diğer insanın kaybettiği kadar kazanabilir . Bu sıfır toplamlı zihniyet, yalnızca ekonomiyi değil, gündelik hayattaki mikroskobik ilişkileri bile belirler hâle gelmiştir. Toplu taşımada bir koltuk kapma telaşı, işte terfi rekabeti, trafikteki hırçınlık, işyerindeki performans baskısı… Bunların her biri, kapitalizmin bireyleri görünmez bir yarış pistine yerleştirip koşmaya mecbur bırakmasının dışavurumlarıdır. Sistem bireyi sürekli yarışmaya zorladığı için, insanlar arasındaki dayanışma duygusu zayıflar; yerini güvensizlik, yorgunluk ve psikolojik tükenmişlik alır. Kapitalizm , bireyin insani ihtiyaçlarını arka plana atıp onu bir üretim ve tüketim nesnesine indirger . İnsan değerinin, yalnızca piyasa içinde işlevsel olduğu ölçüde kabul görmesi; toplumsal çürümeyi hızlandıran en köklü unsurdur. Bu yüzden soruyu yeniden formüle etmek gerekir: İnsan mı insanın kurdudur, yoksa kapitalizm insanı kurtlaştıran bir toplumsal iklim mi üretmiştir? Kapitalizmin yarattığı rekabet ideolojisi, bireyleri birbirine karşı konumlandırırken “başkasının emeğini, zamanını, yaşamını kendi çıkarın için kullanabilirsin” mesajını sessizce tekrarlar. Bu yüzden bir politikacının vatandaşın onurunu hiçe sayan jesti, bir yöneticinin çalışanını yalnızca rakamlarla değerlendirmesi, sokakta karşılaştığımız hoyratlık, aslında aynı sistematik mantığın semptomlarıdır. Elbette insanlık hâlâ dayanışmayı , örgütlülüğü , sınıfsız , sömürüsüz , emekten yana bir dünyayı üretebilecek bir potansiyele sahiptir . Fakat kapitalist düzen, bu potansiyeli görünmez ve değersiz kılacak yoğunlukta bir baskı uygular. İstisnai iyilikler parıldar ama sistemsel kötülük, hayatın genel çerçevesini belirlemeye devam eder. Belki de bugün asıl tartışmamız gereken şey, insanların neden “kurtlaştığı” değil; onları bu kırıcı, rekabetçi, tüketici ilişki biçimlerine sürükleyen ekonomik ve siyasal düzenin kendisidir. Çünkü insanın insanla yeniden insan kalabilmesi, ancak kapitalizmin yarattığı bu yapısal şiddetin sorgulanmasıyla mümkündür.
- SANIRIM
Doğan SOYDAN * Bazen bir sessizlik çöker dört duvar arasına Zifiri karanlıktayım sanırım Unuturum nerede olduğumu Sesin gelir kulağıma birden Dinlerim dinlerim yoksun. Bazen bir kapı açılır sanki odalardan biri Gölgeni arar gözlerim senden önce Duymak isterim ayak sesini Çıkıp geleceksin sanırım hemen Bakarım bakarım yoksun. Bir ağrı düşer yüreğime bazen Uzanırım ilaç kutusuna can havli Bilirim bencileyin acı çektiğini böyle zamanlar Mutfağa koştuğunu sanırım bir bardak su için Beklerim beklerim yoksun. Sonra bir kuş konar pencereye Masamın üstünde bir avuç güneş Ve boş bir çay bardağı senden kalan Bir avuç yem atarsın kuşun önüne, görürüm Tutmak isterim ellerini Uzanırım uzanırım yoksun. Doğan Soydan/ 05 Kasım 2025

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























