top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Guy de Maupassant

    * OLAY ÖYKÜSÜNÜN ÖNCÜSÜ, * (5 Ağustos 1850 Mironesnil - 6 Temmuz 1893 Passy) Guy de Maupassant (tam adı Henri René Albert Guy de Maupassant) Fransız romancı ve kısa öykü yazarı . 5 Ağustos 1850 yılında Fransa'da doğmuştur. Doğum belgesinde Tourville-sur-Arques'da doğduğu yazar. 6 Temmuz 1893 yılında Paris'te vefat etmiştir. Mezarı Paris Montparnasse mezarlığındadır. ZOLA, FLAUBERT ... gibi dünya devlerinin yakın arkadaşı oldu. Natüralist ve Realist etkide yazılar yazdı... Olay kurgulu öykünün öncüsü olarak kabul edilir. BİR METİN; * Tamir Edilemez Hata * İki genç kadın, gölgesi bulvara düşen küçük bir parkın yanında karşılaştılar. Karşı karşıya gelince önce hafif bir tereddüt geçirdiler, sonra birbirlerini tanıdıkla­rıma emin olarak kollarını açtılar: —Raymond! —Matilt!.. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. Beraber oynamışlar, aynı okula gitmişler, bir çatı altında yıllarca beraber kalmışlardı. Sonra bütün okul arkadaşları gibi bu müş­terek hayatın tatlı anılarıyla dolu olarak kaderin çizdiği ayrı ayrı yollara yürüyüp gitmişlerdi. İkisi de otuz yaşlarında idi; fakat Raymond, göz kapaklarının uçlarından burun delikleri hizasında yanaklarına doğru uzanan kırışıklarıyla, gerdanım gölgeleyen bariz çukurla ve saçlarındaki tek tuk gümüş tellerle kırk yaşından fazla gösteriyor­du. Kılık kıyafeti de sıkıntı ve güçlüğün yıprattığı insanların çetin mücadelelerini yansıtan bir solgunluk ve perişanlık içindeydi. Elinde havı dökülmüş demode astra­gan bir çanta ve bunu tutan elinin başparmağında ufak bir eldiven deliği göze çar­pıyordu. Matilt, pırıl pırıl kıyafetiyle onun tamamen zıddıydı. Boynunda ince altın bir kordon, elinde son model bir çanta ve saçları üstünde tülbentle örülmüş, küçük şık bir şapka vardı. Parmaklarını yüksek kıratta yüzükler süslüyordu. Matilt, hiç çekinmeden tatlı bir içtenlikle, — Ne oldu sana, dedi, hasta mısın? Felaket mi geçirdin? Oysa okulda iken ne parlak hayaller kurardın, ne mutlu gelecekler düşünürdün. Raymond içini çekti: — Öyleydi, evet, öyle tatlı hayaller kurardım. Ama hayat, tatlı hayallerle değil, acı gerçeklerle dolu... Bir astsubayla evlendim. Güzel bir yuva kurduk, bir de çocu­ğumuz oldu. Ama vefasız çıktı, beni yüzüstü bıraktı. Ardından çocuğum öldü. Kı­sacası şansım kötü gitti, tek başıma bir şey başaramadım. Ama görüyorum ki sen mutlu olmuşsun; kıyafetin, bakışların bunu söylüyor. Senin hesabına sevindim. — Evet, ben hayaller kurmadım, kendimi hayatın normal akışına bıraktım. Karşıma bir adam çıktı, onunla evleniverdim. Kazancı iyi, bana ve çocuklarıma ba­kıyor, hiçbir şikâyetim yok. Canım, neye ayakta çene çalıyoruz böyle, gidip bir ye­re otursak ya... —Karşıki eczaneye bir reçete vermiştim, ilaçlarımın hazırlanmasını bekliyor­dum, parka girip beklemeye niyetlenmiştim, karşıma sen çıktın. —İlaçların hazırlanadursun, bir pastacıda oturup dertleşelim biraz, hadi gel. Eczanenin tam karşısında bir pastacıya girdiler, vitrinin yanında boş bir masa­ya oturdular. Derhâl eski günlerin anılarına dalıp tatlı tatlı konuşmaya başladılar. Raymond; yoksulluğunu, hastalığını, ilaçlarını unutmuştu. Zengin arkadaşının mut­luluğunu paylaşıyor, onunla beraber gülüp söylüyordu. Bu sırada caddeden, tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu. Matilt'i görünce durdu, şapkasını çıkararak genç kadını selamladı. Matilt, —Kocamın bir arkadaşı bu, dedi, bana bir dakika müsaade eder misin? —Hay hay. Dışarıya çıktı, ayaküstü konuşmaya daldılar. Bir dakika, beş dakika, on daki­ka... Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü. İçeriye girince arkadaşından özür di­ledi: —Kocama ait bir sorundu, dedi. Kendisi avukattır. Seni yalnız bıraktığım için affet beni. Raymond, saatine baktı: —Ben de, dedi, senden beş dakika izin istesem. İlaçlarım hazır olmuştur her hâlde. Parasını vermiştim, bir solukta gider gelirim. —Tabi, tabi, beklerim güzelim. Matilt yalnız kalınca, yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşündü. Çantası­nı açtı, hayretle durdu. Evden çıkarken kocasından bin frank istediğim, bu parayı çan­tasına koyduğunu anımsıyordu. Çantanın içini alt üst etti. Mendil, pudriyer, ayna, ufak para cüzdanı, anahtarlık, hepsi yerli yerindeydi; ama bin franklık banknot yoktu. Istırap ve düşünceyle kalakalmıştı... Hatana gelen kötü şeyi kovmak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi. Demin kocasının arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?... Hayır, hayır, Raymond böyle bir şey yapamazdı! Onu okuldan tanıyor­du, ailesini tanıyordu, karakterini biliyordu. Raymond bu kadar alçalamazdı, bir hır­sız olamazdı, hayır, hayır!.. Ama içine kurt düşmüştü bir kez... Raymond'un çantası orada, kendi çantasının yarımda duruyordu. Titreyen elini uzattı, çantayı alıp açtı, du­daklarından bir dehşet çığlığı fırladı. Bin franklık banknot oradaydı. O an için duyduğu acıyı, çarpıldığı derin hayal kırıldığım ömrü boyunca unut­mayacaktı. Bu kadına karşı beslediği sevgi, sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı. Onun ta­rafından bu kadar haince, bu kadar küstahça dolandırılmış olmak pek ağrına gitti. Raymond'un bu denli adiliğe düştüğünü başkasından duysa kesinlikle inanmazdı. Parayı aldı, hesap pusulasını ödedi. Garsona, —Arkadaşım karşı eczaneye gitti, dedi. Çantası şu, dönünce kendisine verirsi­niz. Beni sorarsa acele bir işim çıktığım ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz. —Başüstüne hanımefendi. Artık Raymond'un yüzüne bakacak hâli kalmamıştı, acele acele çıkıp gitti. Eve geldiği zaman, kocasını kendinden önce gelmiş buldu. Adam, gazetesini okuyordu. Karısına baktı: —Hayrola, dedi, yüzün solmuş, ellerin titriyor, canını sıkan bir olay mı geçti? Kadın şapkasını çıkarırken, —Sorma, dedi, çok kötü bir olay, asabım çok bozuk, sonra anlatırım... Adam gülümsedi: —Ben bilmem. Bugün sende bir anormallik var. Evden çıkarken de sinirliy­din. Benden bin frank istedin, parayı masanın üstünde unutup gitmişsin... Matilt ürperdi, bir adım geriledi, rengi daha fazla soldu: —Neee? dedi, ne diyorsun? —Bir şey dediğim yok. İşte bin frank orada duruyor. —Ah, Allah'ım, ne yaptım ben? Ne yaptım? Ne yaptım?... Guy de MAUPASSANT  (Gi dö Mopasan) 1- Guy de Maupassant'ın Hayatı Maupassant ailesi Normandie bölgesine XVIII. yüzyılda yerleşir. Babası, Gustave Maupassant 1846 yılında bir burjuva olan Laure le Poitevin ile evlenir. Laure derin edebi kültüre sahip bir hanımdır. Klasikleri ve özellikle de Shakespeare’i çok sever. Çiftin boşanmasının ardından Guy ve ağabeyi Hervé anneleriyle yaşarlar. Kır kasabaları ve deniz kıyısında, doğa ile iç içe açık hava sporları yaparak büyür. Bu dönemde balıkçılarla ava gider, çiftçilerle sohbet eder. Annesine çok bağlıdır. Yvetot’da gittiği din okulundan atılır. Hayatı boyunca, bu ilk eğitim sürecinde dine karşı geliştirdiği olumsuz görüşlerin izlerini taşır. Ardından Rouen lisesine başlar. Bu dönemde kendini şiire adar ve birçok okul piyesine katılır. Liseyi tamamlamasının hemen ardından başlayan Fransa Prusya savaşına gönüllü olarak katılır. Savaşın sona ermesinin ardından 1871 yılında Normandie’yi terk eder ve Paris’e yerleşir. On yıl boyunca Denizcilik Bakanlığı’nda çalışır. Bu süre içinde çok sıkılır: tek eğlencesi Pazar günlerinde yapılan Seine nehri gezileri ve tatillerdir. Gustave Flaubert onun koruyucusu, akıl danışmanı ve edebiyat ve gazetecilik hayatının başlangıcında yön göstericisi olmuştur. Flaubert’ in yardımı ile rus romancı İvan Turgenyev, Emile Zola ve birçok naturalist ve realist yazar ile tanışır. Bu süre içinde çok sayıda kısa oyun ve mısra yazar. 1878 yılında, gazetelere makale hazırlamak üzere başka bir bakanlıkta görevlendirilir ve Figaro gibi önemli gazetelere makaleler yazar. Flaubert, Maupassant’ın şiirlerinin yetersiz olduğunu söyler ve onu öykü ve roman yazmaya teşvik eder. Bu dönemde boş zamanlarını roman ve hikaye yazmaya adar. 1880 yılında ilk başyapıtı Boule de Suif’i yayınlar. ( Henüz Türkçe olarak yayınlanmamıştır). Eser Zola tarafından 1880 yılında düzenlenen ve natüraliste yazarların buluştuğu toplulukta büyük ilgi toplar. Flaubert yapıtı “kalıcı bir başyapıt” olarak nitelendirir. 1880 ile 1891 yılları arasında Maupassant en verimli dönemini yaşar. İlk yapıtıyla meşhur oluşunun ardından düzenli şekilde çalışır ve yılda iki, hatta bazen dört kitap yayınlar. 1881 yılında La Maison Tellier adlı ilk hikaye serisini yayınlar. Bu kitap iki yıl içinde on iki baskı yapar. 1883 yılında ilk romanı olan Une Vie’yi tamamlar. Bu kitap bir yıldan kısa bir sürede yirmibeşbin kopya satar. Romanları hikayelerinde ayrı ayrı değindiği gözlemlerinin buluşmasıdır. İkinci romanı Bel-Ami 1885 yılında yayınlanır ve dört ayda otuzyedi adet baskı yapar. Aynı dönemde birçoklarının yazarın başyapıtı olarak değerlendirdiği Pierre ve Jean’ı yazar. Yapıtlarında biçem, gözlem, içerik ve derinlik büyük bir uyum ve doğallıkla yer alır. Cezayir, İtalya, İngiltere, Sicilya gibi bölgelere geziler yapar ve neredeyse her gezisinde yeni bir kitap yazar. Flaubert edebiyat konusunda her zaman Maupassant’ın yol göstericisi olmuştur. Ünlü Goncourt kardeşlerle arkadaşlığı çok kısa sürmüştür. Bu kardeşlerin 18.yüzyıl etkisinde yarattıkları edebiyat salonunun yapısını asla kabul etmemiştir. İlerleyen yıllarda büyük bir ölüm korkusu ve yalnız kalma isteği geliştirir. Bu değişiminde hızlı yaşadığı gençlik yıllarında yakalandığı sifilis hastalığının etkisi olduğu düşünülür. 1892 yılında hastalığın da etkisiyle aklını kaybeder ve intihar girişiminde bulunur. Bunun ardında Paris’de bulunan Dr Blanche tıp kliniğine kaldırılır ve 43.yaş gününden bir ay önce, 6 Temmuz 1893 tarihinde burada hayata gözlerini yumar. Doğum kayıtlarının tersine ölüm kayıtlarında doğum yeri Yvetot olarak belirtilir ve böylece doğum yeri üzerine bir polemik başlar. Mezarı Montparnese mezarlığındadır. 2- Guy de Maupassant'ın Edebi Kişiliği Guy de Maupassant, "Les Soirées de Médan" ve "Pierre et Jean"ın önsözlerinde yazma yöntemini anlatır. Yöntemi, kişisel olmayan nesnelliğin sürekli araştırılması üzerine kuruludur. Maupassant, öncelikle bu özelliğiyle, bütün dünyada kısa hikaye türünün belli başlı birkaç ustasından biri haline geldi. Maupassant'ın hikayelerinde her türlü ortam ve bu ortama uygun tipler görülebilir. Normandiya köylülerini, Normandiyalı ya da Parisli küçük burjuvaları, büyük mülk sahiplerini ve memurları hikayelerinde büyük bir ustalıkla anlattı. Sıradan insanları güçlü bir yalınlıkla işledi. Dünya görüşü kötümser olan Maupassant'ın hikayelerinin anlatım tekniği gittikçe gelişti. Sonunda natüralizmin aşırılıklarına karşı tepki göstermeye kadar vardı. Maupassant, hayatta güven uyandıran her şeye çatar; Tanrı'yı inkar eder. Onu "yaptıklarını bilmez" olarak görür. Aldatmaca olarak kabul ettiği dine saldırır. Ona göre, evren, "kör ve bilinmez güçlerin zincirden boşanmasıdır". İnsan, sadece "diğerlerinden üstün bir hayvandır". Gelişme, gerçekleşmeyecek bir düştür. Dostluk bile, ona "iğrenç bir aldatmaca" olarak görünecektir; çünkü Maupassant'a göre, "insanların duygu ve düşünceleri anlaşılmazdır ve onlar yalnızlığa mahkûmdurlar". Hastalığının ilerlemesine bağlı olarak Maupassant'ın yazarlık tarzı da değişime uğradı. "La Maison Tellier" ( Madame Tellier'nin Evi - 1881), "Mademoiselle Fifi" (1882), "Les Contes de la Bécasse" ( Çulluğun Hikayeleri - 1883) gibi ilk hikayelerinde, buruk ve alaylı bir konuşma gücünden kaynaklanan kuru bir anlatım görülür. Bu hikayelerde, onun kavgacı niyetleri, dine, burjuva önyargılarına ve " kadına özgü kötü niyetliliğe " saldırma isteği sezilir. Hastalığının zararlarını görmeye başladığı günden itibaren Maupassant'ın anlatım yolu daha az yergici bir görünüm aldı. Yazarlık hayatının sonuna doğru "La Peur", "Lui?", "Solitude", "Le Horla", "L'endormeuse" gibilerinin de aralarında bulunduğu otuza yakın hikayesi, intihar düşüncesi, görünmez bir varlığın musallat olan fikri ile iç sıkıntısı ve korkulardan esinlendi. Guy de Maupassant, Flaubert ekolünde, "hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir görünüm" bulup ortaya çıkarmayı öğrenmişti. hikayelerinin özgünlüğü, bunların yapısından daha çok, memurların, burjuvaların ya da köylülerin yaşantılarının geçtiği birbirinden çok farklı ortamların, tiplerin ve geleneklerin "gerçek olarak tasvir edilmesi"nden ileri gelir. Hikayeleri bir bütün olarak ele alındığında, 1870 - 1890 arası Fransız toplumunun zengin bir panoraması çıkar ortaya. Yapıtlarının kişisel yaşamından birçok iz taşıması, Maupassant'ın hikaye ve romanlarını birer " otobiyografi " ya da " günlük "müş gibi ele alınmasına yol açmıştır. Maupassant'a olan ilgi, 20. yüzyılın ikinci yarısında azalmıştır. Ama Maupassant günümüzde de, her sınıftan okura seslenen ve hem belirli bir düzeyi tutturan, hem de belirli ölçüde popüler olabilen yeni bir hikaye türünün yaratıcısı kabul edilir. 3- Guy de Maupassant'ın Eserleri Öyküleri: Boule de Suif (1880) La Maison Tellier (1881) Une partie de campagne (1881) Une vie (1883) Mademoiselle Fifi (1882) Contes de la Bécasse (1883) Au soleil (1884) Clair de Lune (1883) Les soeurs Rondoli (1884) Yvette (1884) Miss Harriet (1884) Monsieur Parent (1885) Bel-Ami (1885) Contes du jour et de la nuit (1885) La Petite Roque (1886) Toine (1886) Mont-Oriol (1887) Le Horla (1887) Sur l’eau (1888) Pierre et Jean (1888) Le Rosier de madame Husson (1888) L’héritage (1888) Fort comme la mort (1889) La Main gauche (1889) Histoire d’une fille de ferme (1889) La vie errante (1890) Notre Cœur (1890) L’Inutile beauté (1890) Le père Millon (1899) Le colporteur (1900) Les dimanches d’un bourgeois de Paris (1900) Tiyatro: Histoire du vieux temps (1879) Musotte (1890) La paix du ménage (1893) Une répétition (1910) Eleştiri: Émile Zola (1883) Étude sur Flaubert (1884)

  • MİNİ ETEKLE DEVRİM YAPAMAYIZ

    Zeki SARIHAN * Diyanet İşleri Başkanlığı 1 Ağustos Cuma hutbesinde gene kadınların giyimi konusu üzerinde durmuş. İmamlar bunun boşa çene yormak olduğunu çok iyi bilirler. Bir atalar sözümüz “İmam ne söylerse söyledin, cemaat bildiğini okur” der. Erkeklerin giyim konusu o kadar çetrefilli bir sorun değildir, fakat kadınların giyim konusu dipsiz bir kuyudur. Ne kadar taş atarsan at ulaştığı yeri görmek mümkün değildir. İNSANLAR NEDEN GİYİNİR? Tarihin çok gerilerde kalan devirlerinden beri insanlar, üzerindeki uzun ve kalın tüyler kaybolduktan sonra üstlerine bir şeyler örtmeye başladılar. Muhtemelen ilk giyim malzemesi hayvan derileri idi. Örtünmenin nedeni sıcaktan, özellikle soğuktan korunmak içindi. Bu süreç içinde erkek ve kadınların üreme organlarını da bir örtü ile gizledikleri düşünülebilir. (Adem ve Havva’nın edep yelerindeki incir yaprakları bunu temsil ediyor olmalı.) Niçin başka yerleri değil de özellikle üreme organları? Çünkü insan cinsi vahşi bir hayattan uzaklaştıkça üremeyi kontrol altına aldı. Üreme organları, karşı cinsin gözünden saklanmalıydı ki buraların çok özel yerler olduğu kabul edilsin ve ancak özel koşullarda örtü kaldırılsın. Bugün beş kıtaya dağılmış insan toplulukları, çok çeşitli biçimlerde giyiniyorlar. Nasıl giyinileceğini belirleyen etmenler var. Bunların başında iklim geliyor. Kutuplara yakın ve dünyanın en yüksek yerlerinde yaşayanlar kalın ve bütün vücutlarını kaplayan giysiler giyerken, ekvatora yakın çok sıcak bölgelerde yaşayanlar Afrika ve Amazonlarda gördüğümüz gibi pek az yerlerini örtüyorlar. Giyim tarzını belirleyen etmenlerden biri de insanların yaptığı iştir. Çarşaflı, peçeli bir kadının tarla, bahçe işlerinde, fabrikalarda çalışması görülmüş değildir. Sokağa çıktığında hayata peçesinin arkasından bakan kadın, feodal dönemde ev işlerinden başka iş görmeyen kasaba kadınının temsilcisidir. Türkiye’nin birçok bölgesinde kadınlar bol bir şalvar veya etek giyerek iş kıyafetiyle uyum sağlamıştır. Gelenekler de giyim tarzını belirleyen olgulardandır. Bunlar bazen kültür bazen inanç biçiminde açıklanırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı açıkça söylemese de kadınlar için Yedinci Yüzyıl Arabistan kentlerindeki kadın giyimini öneriyor. Çöl yaşamındaki kadının bile değil. İnandırıcı olabilmek için bütün diğer önermelerinde olduğu gibi bunu Tanrı’nın bir emri olduğunu ileri sürüyor. İNSANLAR ÇEKİCİ GÖRÜNMEK İSTER Diğer canlılarda da olduğu gibi insanların neslini sürdürmesi için karşı cins tarafından çekici olması gerekir. Herkes neslini sağlıklı, güzel insanlardan sürdürmek ister. Bunun için çekici olmaya çalışır. Temiz ve aşırıya kaçmamak kaydıyla ilgi çeken bir tarzda giyinir ki karşı cinsin dikkatini çeksin. Fakat bunun yolu vücudunu alabildiğine açmak ve göstermek değildir. İlgi çekmek için incelik (zarafet), zekâ, beceri, kültür daha çok işe yarar. Aslında ilgi çekmeyi vücutlarının kapatılmamasına borçlu sayanlar, saydığımız diğer alanlarda kendilerini eksik hissedenlerdir. Kafası ciddi şeylerle dolu bir genç kızın veya kadının herkesin içinde kasıklarına kadar gösteren bir şortla veya “etek”le dolaşması beklenemez. GELELİM İŞİN DİĞER YÖNÜNE Diyanetin bu önermelerinden huzursuz olan bir kesim, ona her zaman olduğu gibi cevap yetiştirmeye çalıştı ve onun haksızlıklar ve usulsüzlüklere ses çıkarmazken giyim-kuşamda günah arayan tutumunu orta eden haberler yaptılar, demeçler yayımladılar. Tepkilerinin esası şudur: Sen milletin ne giyeceğine karışma. Herkes istediği gibi giyinir. Türkiye laik bir ülkedir… Her zaman tekrarlanan bu tepkide eksiklikler var. Hiç kimse istediği gibi giyinemez. Giyimi sınırlayan olgular vardır. Daha doğrusu herkes, toplumun, çevrenin, iklimin, geleneğin sınırları içinde giyinir. Türkiye halkının geleneksel giyimleri ninelerimizin sandıklarında kaldıysa da ortalama giyim tarzları oluşmuştur. İnsanlarımız arasındaki ayrışmalardan en keskini giyim biçimindedir. Bunu burjuvazinin ve emekçilerin giyimleri olarak iki ana sınıfa ayırabiliriz. Burjuvazi, Avrupalıların kültürlerini benimsemekte ve giyimini de Avrupalılara benzetmeye çalışmaktadır. Burjuvazinin örtünme, daha doğrusu açılma anlayışını gazetelerin magazin sayfalarında görebiliriz. (Örneğin Hürriyet’in ikinci sayfası.) Burada sanki sanatçı ve “fenomen” kadınlar açılma yarışı içindedirler. Vücutlarının ne kadar çok yeri görünürse o kadar medeni ve Avrupalıdırlar. Bunlara özenen kadınları kentlerin alanlarında, eğlence mekânlarında, lokanta ve parklarında da görmek mümkündür. Bacaklarını kasıklara kadar göstermek, hatta bel bölgesini de açık bırakmak medeni bir giyim sayılıyor. Bacağına güvenen kentli burjuva ve küçük burjuva kadın ve kızlarıyla onlara özenen muhtemelen öğrenci bazı kızlar halkın diğer kesiminin hayret dolu bakışları altında geziniyorlar. Ancak, bir işçi ve köylünün, kent emekçisinin, daha doğrusu eli ekmek tutan birinin böyle giyinmesi mümkün değildir. Doğru ve gerekli de değildir. Türkiye demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkedir ve buna ihtiyacı vardır. Mini etekle devrim yapamayız. Devrim ve demokrasinin önderleri, anlatıcıları, örgütçüleri, halkın çoğunluğunun değerlerine aykırı bir tutuma giremez. Dilleri ve üslupları gibi giyimleri de çoğunluğun kabul edebileceği bir arz taşımalıdır. DEVRİM İHTİYACI BİTTİ Mİ? Konu, her gün tekrarlandığı için bana da bu konuda ikide bir yazmak düşüyor. 1968 yılından kalan bir anımı daha önce yazmıştım: “Bir Gecede Uzatılan Etekler.” Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Köycülük Kolunun yüksek okulların öğrencilerini köylere götürme, köylülerle bir araya getirme programı uyguluyorduk. Derneğin kongresinde “Milliyetçi” bir öğrenci, mini etekli bir arkadaşımızın şahsında toplumcu öğrencileri kürsüden eleştirdi. “Bu mini etekle mi köylülerle kaynaşacaksınız?” Arkadaşım kürsüye çıkmazdan önce yanıma gelip ona esaslı bir cevap vereceğini söyledi. “Sen giyimimize ne karışıyorsun? İstediğimiz gibi giyiniriz!” diyecekti. “Hayır, öyle deme. Haklısın arkadaşım, bu uyarını dikkate alıyorum, de” dedim. Öyle konuştu ve salon alkıştan yıkıldı. Doğru yanıt vermişti. Arkadaşımız o gece bütün etek boylarını uzadığı kadar uzattı. Gerçekten mini etekle devrim yapamazdık. Hâlâ da yapamayız. Bu cevabın bugün verilememesinin nedeni devrim atmosferinin bütünüyle kaybolması mı? Artık bütün çabamız Avrupa burjuvazisinin yozlaşmış ve cinselliği bar bar bağıran kültürünü benimsemek mi? Buna karar verirsek giyim konusunu kolaylıkla hallederiz.

  • ŞEYTAN

    Guy de Maupassant * ŞEYTAN * Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti. Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa. Doktor, sesini yükselterek:- Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir!Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu.- Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne?Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla “evet” işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu.Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı:- Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet’yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı? Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve “La Rapet bakım için kaç para alır acaba?” diye söyleniyordu. - Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet’nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı?Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, “Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam” diyerek çıkıp gitti. Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, “Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet’yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma” diyerek gitti. Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet’nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı.Honoré Bontemps, La Rapet’nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu.- İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu.La Rapet, başını ona çevirerek:- Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi.- Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil.- Anneniz mi?- Evet annem.- Nesi var?- Ölmek üzere! İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu. La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, “Durumu çok mu kötü?” diye sordu. - Doktor artık umut kalmadığını söyledi. Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi:- Ölümüne kadar anneme kadar bakmak için kaç para istersiniz?” diye sordu. “Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki...La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi:- İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz. Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi.- Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz! İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu.- Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi.- O halde gelin görün, dedi Honoré. La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar. Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu. Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu. Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine “Belki de bu iş çoktan sona erdi” diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu. İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü.La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı. - Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré.- İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz.- Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil! Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu.- Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank.- Tamam, altı frank. Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı.Bakıcı kadın da, içeri girdi.Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı.Birden yaşlı kadına dönerek:- Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu.İhtiyar kadın başıyla, “hayır” anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, “Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım” diye söylendi.Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler. Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu. Uzaktan onların gidişini gören Honoré:- Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu.Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi:- Papazı annene götürüyor diye cevap verdi. Honoré, hiç şaşırmadı ve “Olabilir” diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı. Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı. La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı. Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu. Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü. - Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00’te gelmesini söyleyerek La Rapet’yi evine gönderdi.- Sabah 05.00’te, diye cevap verdi La Rapet.Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi.Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu.- Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet.Honoré, muzipçe gözünü kırparak:- Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti. Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı. La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı. Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu. La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu. Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı.- Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona.- Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın. La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı. “Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar”. La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied’ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı. Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu. La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke ve kovayı havaya fırlattı. Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi. Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!... La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu. Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı. Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet’nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı * OLAY ÖYKÜSÜNÜN ÖNCÜSÜ, * (5 Ağustos 1850 Mironesnil - 6 Temmuz 1893 Passy) Fransız romancı ve hikayeci. Guy de Maupassant 5 Ağustos 1850 yılında Fransa'da doğmuştur. Doğum belgesinde Tourville-sur-Arques'da doğduğu yazar. 6 Temmuz 1893 yılında Paris'te vefat etmiştir. Mezarı Paris Montparnasse mezarlığındadır. ZOLA, FLAUBERT ... gibi dünya devlerinin yakın arkadaşı oldu. Natüralist ve Realist etkide yazılar yazdı... Olay kurgulu öykünün öncüsü olarak kabul edilir.

  • Friedrich Engels

    "Hem Zengin, hem de İLK MARXİST..." Friedrich Engels (28 Kasım 1820, Barmen (şimdiki Wuppertal) - 5 Ağustos 1895, Londra), Alman sosyalist, filozof, tarihçi ve siyaset bilimcidir. Aynı zamanda, iş insanı olan Engels'in babasının Salford, Birleşik Krallık, Prusya'nın Barmen şehrinde (şimdiki Wuppertal) büyük tekstil fabrikaları vardı. Karl Marx ile birlikte Marksizm'in kurucusu sayılan Engels "ilk Marksist" olarak tanımlanmıştır. 1845 yılında kendi gözlem ve araştırmalarına dayanan "1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları" isimli yapıtı yayınlanmıştır. Karl Marx'la beraber "Komünist Manifesto"'yu (1848) yazarak komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır, sonrasında Karl Marx'a maddi destek sağlayarak "Das Kapital" için yaptığı araştırmalara yardımcı olan Engels, Karl Marx öldükten sonra onun önemli sayılan eserlerinden Das Kapital'in son iki cildini tamamlamıştır. Daha sonra Artı-Değer Teorileri ve Kapital'in 4. cildi olarak Karl Kautsky tarafından basılan Marx'ın notlarını düzenlemiştir. 1884 yılında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli kitabı yayınlanmıştır. * Karl Marx ve Friedrich Engels’in Kaleminden William Shakespeare BİR İngiliz tragedyasının bir tekilliği olan ve Fransız duygularına pek itici geldiği için Voltaire’in sarhoş bir yabanıl dediği Shakespeare, yüce ile aşağılığın, korkunç ile gülüncün, kahramanca ile parodinin kendine özgü karışımıdır. Ama Shakespeare bir kahramanlık dramasının önsözünü  söyleme görevini hiçbir zaman soytarıya bırakmaz. Bu buluşun hakkı koalisyon bakanlığınındır. Mylord Aberdeen, İngiliz soytarının değilse bile, hiç değilse İtalyan Pantaloon’un rolüne çıktı. Bütün büyük tarihsel devinimler, yüzeyde kalan gözlemciye, sonunda yatışıp fars olmuş ya da hiç değilse bayağılık olmuş gibi görünür. Ama bununla başlamak yalnız Rusya’yla Savaş[128] adı verilen tragedyaya özgü bir durumdur. Cuma akşamı bakanlığın resmi bildirisine yanıt olarak bakanlığın verdiği söylevin anında tartışılıp oybirliğiyle benimsendiği her iki Parlamento Kamarasında bu tragedyanın önsözü ezberden okundu ve dün öğleden sonra, Buckingham sarayında tahtında oturan kraliçeye sunuldu. Karl Marx, “The War Debate in Parliament” [İngilizce yazılmıştır.].New York Daily Tribune, March 17,1854. İKİ Şu yaramaz Roderich Benedix, ardında “Shakespearoma-nia”ya karşı yazılmış kalın bir cilt pislik bıraktı. [129] Bu kitapta titizlikle gösterdi ki Shakespeare bizim büyük şairlerimizin, hele modern zamanlardakilerin eline su dökemez. Shakespeare, salt şişko Benedix çıksın diye olacak, o yüksek kaidesinden aşağı atıldı. Yalnız Şen Kadınlar in ilk perdesinde bütün Alman yazınında olduğundan daha çok yaşam ve gerçeklik vardır, ve yalnız Launce, [130] köpeği Crab ile birlikte, Alman komedyalarının topundan daha değerlidir. Karşıtlık şurda ki, Shakespeare çoğu kez teklifsiz bir tarzda çözümlerinin (dénouement) hakkından gelir ve buna uygun olarak usandırıcı, ama gerçek yaşamda kaçınılmaz olan gevezeliği kısa keser ya, koca kıçlı Benedix bu teklifsiz tarzla ilgili, ciddi olduğu denli ucuz tartışmalara kendini vermek istiyor. Bırakalım kendi yolunda yürüsün. Engels’ten Marx’a, 10 Aralık 1873.Marx and Engels, Selected Correspondence, Moscow, 1975, p. 269. ÜÇ En genel mülkiyet biçimi para ile kişisel özellik arasında ne denli küçük bir bağlantı olduğunu, ikisinin birbirine ne denli doğrudan doğruya karşıt olduğunu Shakespeare daha o zaman bizim teorici küçük-buıjuvalanmızdan iyi biliyordu:Onun şuncası karayı ak, çirkini güzel, yanlışı doğru, Alçağı soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit eder.Bu sarı köle…Azmış cüzamı tapılası kılar…Bu odur ki Geçkin dulu yeniden gelin eder;Miskinhanede etleri dökülmüş olsa da,Aptallar için yeniden albeniler… Sen, Görünür Tanrı!Kaynaştırıp öpüştürürsün bütün olanaksızlıkları! Karl Marx and Friedrich Engels, The German Ideology.Marx and Engels, Collected Works, vol. 5, Moscow, 1976, p. 230-31. DÖRT Akşamlan dinlenmek amacıyla Roma iç savaşları konusunda Yunanca aslından Appianos’u okuyorum. Çok değerli bir kitap. Yazarı Mısır doğumlu. Schlosser onun “ruhsuz” olduğunu söylüyor; belki de Appianos bu iç savaşların maddi nedenlerine inmeye çalıştığı için. Spartacus bütün eski tarihin en görkemli kişisi olarak gösteriliyor. Büyük general (Garibaldi değil), soylu kişilik, eski proletaryanın gerçek temsilcisi. Pompey, tümüyle alçağın biri; haketmediği ününü önce Lucullus’un başarısına (Mithiridates’e karşı), sonra Sertorius’un başarısına (İspanya), vb. karşılık, ve Sulla’mn ve başkalarının “oğlanı” olarak kaptı. Bir general olarak Romalıların Odilon Barrot’u idi. İhtirasını Caesar’a karşı da göstermeye kalkışınca, işe yaramazın biri olduğunu kanıtladı. Caesar, kendisine karşı çıkan darkafalıyı şaşırtmak için olanaklı en büyük —kasıtlı olarak aptalca— askeri yanlışlan yaptı. Sıradan bir Romalı general, örneğin Crassus, Epirus’taki savaş sırasında onu altı kez silip süpürürdü. Ama Pompey ile her şey olasıdır. Shakespeare, Love’s Labours Lost [Aşkın Boşa Giden Emeği] adlı oyununda, anlaşılan, Pompey’in gerçekte ne olduğu konusunda bir izlenim edinmiş gibi görünüyor . Marx’tan Engels’e, 27 Şubat 1861.Marx and Engels, Selected Correspondence, Moscow 1975, pp. 115-16.Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, lf s. 141-142. Açıklayıcı Notlar Semirame tragedyasının (1748) “Eski ve Modem Tragedya Üzerine Söylev” adım taşıyan önsözünde Voltaire, Shakespeare’in Hamlet’i üzerine şunları yazmıştır: “Bu yapıtın sarhoş bir yabanılın fantezisinden doğduğu sanılabilir. Ama Ingiliz tiyatrosunu böyle saçma ve barbar kılan kaba biçim bozmalarında, Hamlet’te, önemli kendine özgülüklerden başka, gerçek bir dahinin yüce düşünceleri bulunur. – 224.127 Pantaloon (Pantalone) – Italyan halk tiyatrosundan bir karakter; zengin, ama pinti ve aptal bir Venedikli tacir. – 224.128 Ortadoğu egemenliği için Britanya, Fransa, Osmanlı imparatorluğu ve Sardinya birliğinin Rusya’ya karşı 1853-56 Kınm sa- vaşı’na gönderme. – 224.129 Bu, R. Benedix’in Die Schakespearomanie adlı kitabına göndermedir. Bu kitapta Shakespeare’in Alman dramasma etkisi olumsuz eleştiriliyordu. – 225.130 Shakespeare’in Two Gentlemen of Verona komedyasından bir karakter. – 225.131 Shakespeare, Timon of Athens (Atinali Timon), 4. perde, 3. sahne. – 226.132 Shakespeare, Love’s Labour s Lost (Aşkın Boşa Giden Emeği), 5. perde, 2. sahne. – 226. Kaynak: K.Marx, F.Engels, Yazın ve Sanat Üzerine I, Çeviren: Öner Ünalan, Sol yayınları, Birinci baskı, 1995 Friedrich Engels Hayatı Engels, 28 Kasım 1820 tarihinde Prusya'nın Barmen şehrinde (şimdiki Wuppertal) doğmuştur. Babası fabrikatör Friedrich Engels Sr. (1796-1860), annesi Elisabeth Franciska Maurita (1797-1873) idi.[5] Ebeveynleri pietist protestanlardı.[2] Saygın bir aileden gelen Engels, ilk eğitimine Barmen'de başladı. 1834 yılında Elberfeld'deki daha ileri durumdaki bir okula başladı. Bu sırada babasıyla ilk fikir ayrılıkları başladı. 1837 yılında liseyi bitirmesine bir yıl kala babası tarafından okuldan alınınca Barmen'deki aile şirketinde muhasebecilik yapmak zorunda kaldı. 1838 yılında Bremen'e giderek burada ünlü sanayici Heinrich Leopold'un yanında çalıştı ve 1841 yılına kadar eğitimine devam etti. Bremen'in kozmopolit ortamında yeni düşüncelerle karşılaşan Engels, hem mesleğinde başarılı oldu hem de edebiyat ve sanat çevrelerine girmeye başladı. Bu dönemde çeşitli gazetelerde değerlendirme yazıları yazdı ve makale, şiir, drama gibi alanlarda eserler verdi. Der Telegraph für Deutschland gazetesinde Friedrich Oswald mahlasıyla yazılar yazdı. 1841 yılında bir yıllık gönüllü askerî görevini yapmak için Berlin'e gitti. Topçu birliğinde askerken Berlin Üniversitesi'ndeki felsefe derslerini takip etti. Buradaki ilk Genç Hegelciler arasında yer aldı. 1842 yılında, o dönem önde gelen muhalif burjuva gazetelerinden olan Rheinische Zeitung'da Prusya devletinin gidişatını eleştiren bir yazı dizisi kaleme aldı. 1842 yılında babası tarafından İngiltere'nin Manchester şehrine gönderildi. Yol üzerinde Köln kentinde Rheinische Zeitung bürosunu ziyaretinde ilk kez Karl Marx ile karşılaştı. 1845 yılında İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu konulu bir makale yayımladı. Aynı yıl, editörlüğünü Paris'teki Karl Marx'ın editörlüğünü yaptığı Franco-German Annals adlı dergiye yardım etmeye başladı. Marx, Engels ile kişisel olarak tanışmasının ardından onunla kapitalizm üzerine aynı bakış açısına sahip olduklarını fark etti. Marx, Engels'e ve fikirlerine büyük hayranlık duyarak onunla birlikte çalışmaya karar verdi. Marx'ın Ocak 1845'te Fransa'dan sürülmesinden sonra, diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha fazla ifade özgürlüğü sunan Belçika'ya gitmeye karar verdiler. 1845 Temmuz'unda Engels, Marx'ı İngiltere'ye götürdü. Burada Engels, İrlandalı emekçi bir kadın olan Mary Burns ile tanıştı. İkisi de o dönem radikal olarak nitelendirilen fikirleri benimsediklerinden dolayı burjuvazi evliliğine karşı oldukları için birlikte olmalarına rağmen hiç evlenmediler. Beraberlikleri 1863 yılında Mary Burns ölünceye dek devam etti. Engels, Mary Burns'ün ölümünden sonra 11 Eylül 1878'de kardeşi Lizzie Burns ile evlendi. Engels içlerinde George Harney'in de olduğu Çartist hareketin liderleriyle tanıştı. 1846 Ocak'ında Engels, Marx'ı da yanına alarak Brüksel'e döndü. Burada Komünist Yazışma Komitesi'ni kurdu. Tasarısı Avrupa'nın çeşitli bölgelerindeki sosyalist liderleri birleştirmekti. İngiltere'deki sosyalistler, Engels'in fikirlerinden etkilenerek Londra’da bir toplantı düzenlediler ve Komünist Birlik adı verilen yeni bir organizasyon oluşturdular. Engels buraya delege olarak katıldı ve eylem stratejisinin geliştirilmesine öncülük etti. 1847 yılında Engels ve Marx birlikte bir broşür yazmaya başladılar. Temelini Engels’in Komünizmin İlkeleri adlı kitabının oluşturduğu bu 12.000 kelimelik broşür altı haftada bitirildi. Engels'in amacı komünizmi kitleler için anlaşılabilir kılmaktı. Komünist Manifesto adı verilen bu broşür 1848 Şubat'ında yayınlandı. Ama yayınlandıktan sadece 1 ay sonra, Mart ayında Engels ve Marx Belçika’dan kovuldular. Köln’e taşındılar ve Marx radikal bir gazete olan Yeni Ren Gazetesi'ni Engels'in desteğini alarak çıkarmaya başladı. Engels, 1848 devriminin önderiydi ve bu ayaklanma ilk ciddi sosyalist ayaklanmaydı. Bu ayaklanma sonraki komünist ayaklanmaların en büyük ilham kaynağı oldu. Engels Elberfeld’deki ayaklanmada aktif olarak bulundu, Prusyalılara karşı düzenlenen Baden Seferi’nde, Baden-Palatinate ayaklanmasındaki serbest güçlerin komutanı olan August Willich’in yaveri olarak savaştı. Aslında bu yaverlik bir aldatmacaydı. Çünkü August Willich tüm emirleri Engels'ten alıyordu. 1849 yılında İngiliz hükûmetine başta Engels olmak üzere birçok sosyalist liderin sürülmesi için baskı yapıldıysa da Başbakan Lord John Russell bunu reddetti. Marx, Engels'in kendisine sağladığı gelirle yaşamını devam ettirdi. Engels, Marx’ın ailesi kendi ailesi olmasa dahi, sonuçta hem bir aile geçindiriyor, hem fikrî mücadele veriyor, hem de serbest güçlerin fikrî ve askerî sahadaki stratejik önderliğini yapıyordu. 1870’te Londra’ya taşınmadan evvel Engels, Marx’a yeterli geliri sağlayabilmek için Manchester’daki fabrikasında çalışmaya gitti. Marx'ın 1883'teki ölümünden sonra Komünist kitle Engels'i artık o ölene dek fikrî ve askerî alanda önder kabul ettiler. Bununla birlikte Engels, tek eşli evliliğin "erkeklerin, kadınlar üzerinde baskı kurmak için ortaya attığı tek taraflı bir yalan" olduğunu ifade etti. Bu bağlamda komünist kuramı, aileyle ilişkilendirerek erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetinin tıpkı kapitalist toplumlarda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hâkimiyetine benzediğini iddia etti. Bu söylemleriyle Engels, Feminist kuramın kurucularından sayılmaktadır. Ölümü ve sonrası Engels, 1895 yılında Londra'da bir otel odasında tek başınayken çalışma masasında makalesini yarım bırakmış bir hâlde ölü bulundu. Ölüm sebebi boğaz kanseriydi. Öldüğünde hiç çocuğu yoktu. Engels paranın var olmadığı bir dünya istiyordu. Tüm fikirleri, Marx'ı çok büyük bir etki altında bıraktığı gibi onun bu fikri de Marx üzerinde derin bir etki bıraktı. Engels bu fikrini ölmeden birkaç saat önce yaşadığı olayı, yine ölmeden önce yazdığı son makalesinde şöyle bir örnekle açıklamıştır: “ Kaldığım otelin resepsiyonunda bir kadın ve yanında da kısa-şişman bir adam gördüm. Uzaktan izlemeye başladım. Adam kadını bir köşeye çekti ve yüzüne iki yumruk attı. Ve yüksek sesle bağırdı: "Bana bak lanet fahişe! Şimdi odaya çık ve o adamı memnun et." Ben bunu duyunca kadının odaya çıkmasını engelledim. Polis çağırarak adamı tutuklattım. Kadına bir bilet parası verdim. Ona Manchester'daki fabrikama gidip çalışmasını ve fabrikaya gittiğinde benim adımı vermesini söyledim, bir de kartımı verdim. İnanmadıkları takdirde kartımı göstermesini ve kendisini işe mutlaka alacaklarını söyledim. Ama kadın hızlı adımlarla odaya çıktı. Ben biraz bekledim. Kadın odadan inince ona şunları söyledim: "Para her kapıyı açar ama kilitleyemez." Friedrich Engels, bu durumda olanları burjuvazinin ve kapitalizmin ağına yakalanmış kişiler olarak görmektedir; insanoğlunun bu kadar aciz durumda olmasından yakınmaktadır. Engels 1884 tarihinde yayınladığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde doğu toplumlarında kapitalist birikimin neden gelişmediğini aşağıdaki sözleriyle açıklamaya çalışmıştır: “ ...Gerçekten de tıpkı bütün öteki doğu egemenlikleri gibi Türk egemenliği de kapitalist bir toplumla uzlaşamayacak bir şeydir. Çünkü elde edilen artı değeri zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkansızdır. Burjuva mülkiyetinin temel şartını yani tüccarın malının emniyet altında bulunması halini bu toplumlarda görmüyoruz. „ Yapıtları Komünizmin İlkeleri Hakiki Sosyalistler Doğanın Diyalektiği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Otorite Üzerine Antidühring Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu Tarihte Zorun Rolü Köylüler Savaşı Almanya'da Devrim ve Karşıdevrim 1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları Konut Sorunu Büro ile Barikat Arasında Karl Marx ile yazdığı kitaplar Komünist Parti Manifestosu Sömürgecilik Üzerine Kutsal Aile Alman İdeolojisi Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri Felsefe Metinleri Komünizmin İlkeleri Gotha ve Erfurt Progra mlarının Eleştirisi Anarşizm Üzerine Doğu Sorunu (Türkiye) Din Üzerine İşçi Sınıfı Partisi Üzerine Nüfus Sorunu ve Malthus

  • ZAMANE GÜNLERİ

    Niyazi UYAR* Bu yazımda, toplumların, bireylerin hürriyetinden bahsetmeyeceğim. Bu akşam biraz geyik yapmak, biraz nalına mıhına vurmak istedi canım gün yarına evrilmeden. Hani, “eller tatlı uykusunda ben senin derdindeyim,” diyen aşığın bu güfteyi yazdığı zamana üç beş saat varken. Ben bu cümleleri yazdığımda tavuklardan gayrı kimler uykunun pençesindedir kim bilir? Nasıl bir başlangıç ama dost, hiç tesadüf edebildin mi, bugüne kadar böyle absürt bir giriş yaptığıma? Amacım zülfü yâre dokunmak falan değil, geyik meyik yapmak geldi içimden! Sahiden diyorum bak, ne öğüt vermek, ne siyasi bir mesaj vermek derdim ne de orta yaşı geride bırakmış ben’in hayat tecrübelerinden bahsetmek! Bu gece beynime mıh gibi çakılan bir sözcükle “h ü r r i y e t l e” dans etmek, beyin jimnastiği yapmak geçti içimden! Bu sihirli kavramın adını duyunca bazılarının uykuları kaçar ya, hoş, benim kimsenin uykusuyla alıp veremediğim yok zaten! Bana ne yani, herkes bir güzel uyusun, bir güzel rüyalar görsün, hatta ve hatta rüyaların en şahanelerini görsün! Bu sözcük, bu hürriyet öyle sihirlidir ki, ondaki asaleti vakarı gören ona sevdalanır, hem öyle bir sevdalanır, öyle bir sevdalanır; kör kütük aşık olur. Kör kütük aşık olmakla kalmaz, uğruna bedeller bile öder. Nigarlar, Ferideler, Fatoşlar, Aliler, Ahmetler, Emeller… birer hürriyet sevdalısıdır. Ah hürriyet ah, uğruna nice tahtlar yıkılmış, nice sultanlar tahtlarından olmuş! Namık Kemal demiş ya hani: “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten!” “(Ne büyüleyicisin ey hürriyet, esaretten kurtulayım derken, şimdi senin esirin olduk!)”   Zamane günlerinden birinde şifalı keçiboynuzları diyarından, Mersin’in Türkmen aşiretlerinden ne sarışın ne kumral bir kız, Nigar. Bu kız, adı hürriyet olmayan, hürriyet için ölürüm diyen, hürriyetin mana ve ehemmiyetine haiz olmayan birine, “gel hürriyetlerimize bir mekan bulalım, bir araya gelsinler, bir can olsunlar,” demiş. Demiş demesine de başında saçı olmayan biri başkasının saçına merhem olabilir mi? Olamamış tabi. Olamadığı gibi korkmuş, korkusundan tükenip gitmiş! Nigar kadar yiğit olmayan bu Hürriyet aşığının(!) hürriyet azizdir, o ekmek su gibi elzemdir, dedikleri bir teraneden öte geçememiş. İşte buna sebep asil mi asil bir yüreğin yangınına merhem olmayan hürriyet aşığına(!) ne denir? Nigâr’la Hürriyet aşığı(!) yan yana, birlikte nice arzularından vaz geçmişler zamane günlerinde. Vaz geçerlerken, Nigâr’ın yüreği yerinde duramaz olmuş, tak tak atmaya başlamış. Onun tak tak atıp dururken yüreği, bu yol yordam bilmeze umut bağlamış. Hem bağlamış, bağlamakla kalmayıp gel hürriyetimizi bir mekanda birleştirelim, demiş. Demiş de ne olmuş, hiç… Yıllar yıllar sonra Hürriyet aşığı(!)izine rastlamış Nigar’ın … Rastlamış da ne olmuş, hiç; koskocaman bir hiç! İşte bu yaşadıklarından, Hürriyet aşığının(!) basiretsizliğinden ötürü, tanımazdan gelmiş onu Nigâr, işte ona sebep dikkate almamış. Hem neden tanısın, kendi şehirde, kafası köyde olanla akşam sabah olur mu? İşte ona sebep, nasılsın, iyi misin, ne var yok, her şey yolunda mı… sorularının yanıtları çekim kuvvetinden yoksun, öylece kalmış meyallahta!                                                                                 Mart 2024 / Salihli

  • Hans Christian Andersen

    (2 Nisan 1805 - 4 Ağustos 1875), Danimarkalı yazar, şairdir. Geleneksel masallardan yararlanarak yazdığı özgün masallar ile tüm dünyada tanınmıştır. UNESCO'nun dünya çeviri bibliyografyasına göre dünyanın eserleri en çok dile çevrilen sekizinci yazarıdır. Birçok ülkeyi gezmiş, masallar dışında yirmi kadar gezi kitabı, elliye yakın tiyatro oyunu, altı roman yazmıştır. Hayatı 2 Nisan 1805'te Odense kentinde doğdu. Babası ayakkabı tamircisi Hans Andersen, annesi ise çamaşırcı Anne Marie Andersdatter'dir. Danimarka ve Norveç edebiyatının kurucusu kabul edilen Lodvig Holberg'in komedilerini okuyarak çocuk yaşında tiyatro ile tanıştı. Babasının yardımı ile oyuncak bebeklerden bir kukla tiyatrosu kurdu. Kopenhag Kraliyet Tiyatrosu'nun gezici oyunlarını Odense'deki tiyatroda izleme olanağı buldu. 11 yaşındayken babasının ölümü üzerine okula ara verdi ve annesiyle birlikte temizlikçilik, çamaşırcılık yaptı. Annesi 1818'de ilk eşi gibi ayakkabıcı olan biriyle ikinci evliliğini yaptı. Yoksul çocukların okuduğu bir okula gönderilen Hans Andersen, okulla birlikte dokumacı ve terzi çıraklığı, tütün fabrikasında işçilik yaptı. 1819'da tiyatro oyuncusu olmak ümidiyle Kopenhag'a gitti. Oyunculuğu ve dansçılığı denedi; başarılı olamayınca oyun yazarlığına yöneldi. Sesi kalınlaşana kadar koroda şarkı söyledi; 1822'de korodan çıkarıldı. Tiyatro müdürü Joans Collins'in himayesinde Slagelse ve Elsinore'de bir okula gönderildi; okul müdürünün evinde yaşadı. Okul müdürü ile yaşadığı sorunlar üzerine 1827'de Kopenhag'a geri döndü ve ertesi yıl Kopenhag Üniversitesi'ne girdi. 1829'da ilk önemli yapıtı sayılan "Holmen Kanalından Amager Adasının Doğu Ucuna Bir Yürüyüş"'ü yayımladı. Hemen ardından "St. Nicholas Kilisesi Kulesi'nde Aşk"' adlı vodvili ve bazı şiirlerini yayımladı. Yayımlanan bu eserlerin ardından küçük bir seyahat ödeneği alarak ilk defa ülke dışına çıktı. Bu ilk deneyimden sonra ülkesi ve Avrupa ülkeleri arasında sıklıkla seyahat etti; yolculuklarından gezi kitapları için birçok malzeme çıkardı. 1832 yılına kadar şiir, oyun, gezi yazısı türlerinde ilk eserlerini verdi, 1832'de ilk librettolarını yazdı. Yaşadığı dönemin masal anlatma geleneğine uygun olarak, çocuklara hatırladığı ya da bulduğu masalları anlatan Andersen, iyi bir masal anlatıcısı idi. Kendine özgü masal anlatma yöntemini ve birçok kaynağı kullanarak yarattığı masalları sonradan yazıya geçirerek masal yazarlığına başladı.[3] Yazıya geçirdiği ilk masalın el yazması 2012 yılında bir arşivde bulunmuştur. Bu masal, 1820'de öğrenciyken yazdığı "Tællelyset" (Don Yağından Mum) idi. “İç güzelliği fark edilene ve tutuşturulana kadar ihmal edilen ve kirlenen saygıdeğer bir mumun hikâyesi” idi ve "Bayan Bunkeflod"'a atfetmişti. Bayan Bunkeflod'ın, Andersen'in çocukken ziyaret ettiği ve ödünç kitap aldığı dul bir kadın olduğu sanılıyor. 1833-1834'te Almanya, Fransa, İtalya'ya yaptığı büyük gezi sırasında Paris'te Heinrich Heine ve Victor Hugo, Roma'da Bertel Thorvaldsen ile tanıştı. Bu geziden sonra İmprivisatoren (Doğaçlamacı, 1835) adlı ilk romanını ve Eventyr, fortalte for Born (Çocuklar için Peri Masalları, 1835) adlı peri masallarını yayımladı. 1830'ların ortalarından itibaren romanları Almanya'da büyük bir tiraja ulaştı; 1839'dan itibaren ise peri masalları şöhrete kavuştu. Köleliğin kötülüklerini anlattığı Mulatten (Melez, 1840) adlı oyunu Kraliyet Tiyatrosu'nda başarı kazandı. 1840-1841 yıllarında yaptığı Türkiye'yi de içeren gezisinin ardından ilk gezi kitabı olan En Digters Bazar (Bir Şairin Çarşısı, 1842)'ı yayımladı. Masallarının yetişkinlerin de ilgisini çektiğini fark ettiği için 1843'te yeni peri masallarını Eventyr adıyla " fortalte for Born " (çocuklar için) ifadesini kaldırarak yayımladı. Romanları 1845'te İngilizceye çevrilmeye başladı; peri masalları ve romanları hem İngiltere'de hem ABD'de başarı elde etti. Peri masalları 1848'de Fransızcaya çevrilmeye başladı. Ünü ilerleyen yıllarda tüm dünyaya yayıldı. Andersen, otobiyografisini 1855'te Mit Livs Eventyr (Hayatımın Öyküsü) adıyla yayımladı. 1857'de İngiltere'ye seyahat etti ve ünlü yazar Charles Dickens'ın evinde kaldı.[6] Gezilerine İspanya (1862) ve Portekiz (1866) ile devam etti. 1867'de Odense Onursal Hemşehrisi ünvanı verildi. Dryaden (1868) adlı hikâyesini, Lykee-Peer adlı altıncı ve son romanını yazdıktan sonra 1871'de bir Norveç gezisine gitti. Ardından Almanya, Avusturya, İtalya'ya ve son olarak İsviçre'ye seyahat etti. Son peri masallarını 1872'de yazdı. Kopenhag'da hayatının son dönemlerinde bakımını üstlenen ailenin evinde 4 Ağustos 1875 günü karaciğer kanserinden öldü. Mezarı Kopenhag'da Assistens Mezarlığı'ndadır. Eserleri Başlıca masalları Elias Bredsdorff'un yazdığı biyografiye göre Andersen'in yazdığı 156 masal arasında dünya çapında en ünlü 30 masal şunlardır: Çakmak (1835) Küçük Klaus ve Büyük Klaus (1835) Küçük Prenses ve Bezelye Tanesi (1835) Küçük İda'nın Çiçekleri (1835) Parmak Kız (1835) Yol Arkadaşı (1835) Küçük Deniz Kızı (1837) Kralın Yeni Giysisi (1837) Kurşun Asker (1838) Yaban Kuğuları (1838) Cennet Bahçesi (1839) Uçan Sandık (1839) Leylekler (1839) Ole Lukoie (1841) Akıllı Çoban (1841) Karabuğday (1841) Bülbül (1843) Topaç ile Top (1843) Çirkin Ördek Yavrusu (1843) Çam Ağacı (1844) Karlar Kraliçesi (1844) Örgü İğnesi (1845) Elverhøi (1845) Kırmızı Dans Pabuçları (1845) Çoban Kızı ve Baca Temizleyicisi (1845) Kibritçi Kız (1845) Gölge (1847); Eski ev (1848) Mutlu Aile (1848) Yakalık (1848) Kültürel etkiler Müzeler Odense şehrinde Andersen'in doğduğu ev 1908'de, 2-14 yaş arasında yaşadığı ev 1930'da müzeye dönüştürülmüş;[8] 2021 yılında ise onun eserlerine ve edebi dünyasına ilişkin bir deneyim sunan, Japon mimar Kengo Kuma'nın tasarladığı, H.C Anderen'in Evi adlı müze, ziyarete açılmıştır.[9][10] Ödüller Uluslararası Çocuk ve Gençlik Kitapları Kurulu tarafından 1956 yılından beri iki yılda bir Hans Christian Andersen adına uluslararası bir ödül verilmektedir. Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında kalıcı eserler üretmiş yazar ve çizerlere bizzat Danimarka Kraliçesi tarafından altın bir madalya ile sunulur.

  • Cazın Efsanevi Trompetçisi Louis Armstrong

    V Cazın Efsanevi Trompetçisi ve Müzikal Mirası * Louis Armstrong’un yaşam öyküsü, müziğinin evrimi ve kültürel etkisi. New Orleans’un sokaklarında başlayan yolculuğundan, caz dünyasında devrim niteliğindeki katkılarına ve unutulmaz şarkılarına kadar bilinmesi gereken her şey. Dizzy Gillespie’nin deyimiyle, ‘Onsuz, caz olmazdı.’ En sevilen eserleri arasında ‘What A Wonderful World’ ve ‘Hello Dolly’ yer alıyor. Louis Daniel Armstrong, 4 Ağustos 1901’de New Orleans’ta doğdu ve 6 Temmuz 1971’de New York City’de vefat etti. O, ABD’li bir caz trompetçisi ve şarkıcıydı. Armstrong, müziğe önemli katkılarda bulunarak cazın gelişiminde belirleyici bir rol oynadı. 20. yüzyılın en önemli müzisyenlerinden biri olarak kabul edilir ve “Satchmo” lakabıyla da tanınır. Louis Armstrong New Orleans’ta Gençlik Louis Armstrong, Amerika Birleşik Devletleri’nin Bağımsızlık Günü olan 4 Temmuz 1900’ü doğum tarihi olarak belirtti. Bu, kendi doğum tarihlerini veya koşullarını bilinmediği veya toplumsal beklentilere uymadığı durumlarda özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Afroamerikan toplumunda yaygın bir uygulamaydı. Armstrong, gençliğinde New Orleans’un eğlence bölgesi Storyville’in yerlerine girmesini kolaylaştırmak için yaşını bir yıl büyüttü ve doğumunu yüzyılın başına alarak bu trende uydu. Ancak, 1983 yılında (yani ölümünden sonra) keşfedilen vaftiz belgesine kadar gerçek doğum tarihi – 4 Ağustos 1901 – ortaya çıkmamıştı. Zorlu Gençlik Yılları ve Müzikle Tanışma Armstrong, son derece yoksul bir ailede doğdu ve çoğu zaman annesiyle birlikte yaşamadı. Altı yaşından itibaren Litvanyalı göçmen bir Yahudi ailesinde birkaç yıl geçirdi ve bu süre zarfında Yidiş şarkılar öğrendi. Yedi yaşındayken gazete satmak zorunda kaldı. 1913 yılının başlarında, yılbaşı gecesi amcasının tabancasıyla havaya ateş ettiği için evsiz Afroamerikan gençler için bir kuruma yerleştirildi. Disiplinli bir ortamda Armstrong, kornet çalmanın temellerini öğrendi. 1918’e kadar, şehrin fuhuşunun olduğu ortamlarda küçük işlerde çalışarak ve müzisyen olarak sahneye çıkarak hayatını sürdürdü. Caz Müzisyeni Olarak Başlangıçlar 1918’den 1919’a kadar Armstrong, uzun nehir seyahatlerinde yolcuları eğlendiren Fate Marable’ın bandında düzenli olarak çaldı. 1918’de, 15 yaşındaki Bix Beiderbecke’nin onu Davenport’ta dinlediği söylenir. Aynı yıl, trompetçi King Oliver’ın, Kid Ory’nin pozisyonuna geçtiği bandına katıldı. Oliver Chicago’ya taşındığında, Armstrong 1922’de ona katıldı ve King Oliver’s Creole Jazz Band’in ikinci trompetçisi olarak South Side’daki Lincoln Gardens Cafe’de çalmaya başladı. The Hot Five ve Hot Seven Dönemi Armstrong 1925’te Henderson’un bandından ayrıldı. Bu dönemden itibaren, “Louis Armstrong ve Onun Sıcak Beşi” veya “Sıcak Yedisi” adı altında çoğunlukla beşli veya yedili formasyonlarla Lil ve kendisi tarafından yapılan birçok kayıt yapıldı. Bu kayıtlar, bugün caz tarihinde kilometre taşı olarak kabul edilir. West End Blues (yüzyılın caz albümü seçilen), Potato Head Blues, Struttin’ with Some Barbecue, Wild Man Blues, Fireworks ve Heebie Jeebies gibi yol gösterici kayıtlar yapıldı. Bu kayıtların bazılarında özellikle Scat şarkıcısı olarak yeteneğini sergiledi. 1927’de Armstrong, genel trende uyarak yumuşak çalan kornetten daha sert bir trompete geçti. Dünya Çapında Ün Armstrong’un 1926’da Kid Ory’nin Muskrat Ramble’ı Billboard listelerinde ilk hiti oldu ve 1966’ya kadar 78 hit daha kaydetti. Şubat 1932’de All of Me’in bir versiyonuyla ilk kez bir numaraya ulaştı. 1930’ların başlarından itibaren, yeni Swing caz tarzının geliştiği sırada, özellikle büyük orkestraların içinde sahne aldı ve ABD içinde ve dışında hızla tanındı. 1932’den itibaren, Avrupa’ya bir dizi turne düzenledi ve daha sonra tüm dünyaya yayıldı. 1947’de büyük bandosunu dağıttı ve kökenlerine, New Orleans cazına ve küçük gruplara geri döndü (Louis Armstrong ve Onun Tüm Yıldızları feat. Velma Middleton). 1950’ler ve 1960’larda, özellikle şarkıcı ve eğlendirici olarak yeteneği, onu bir dünya yıldızı haline getirdi. Son Yıllar ve Mirası Louis Armstrong, 1969’da New York’taki Beth Israel Hastanesi’nde bir dizi sağlık sorunuyla karşı karşıya kaldı. 1969’un başlarında, onun menajeri olan Joe Glaser bir felç geçirdi ve aynı hastaneye yatırıldı. Glaser, 4 Haziran 1969’da öldü. Armstrong, 69 yaşında, 1971’de bir kalp krizi sonucu New York’ta öldü. Mezarı Queens’deki Flushing Mezarlığı’nda bulunmaktadır. Önemi Louis Armstrong, 20. yüzyılın en etkili müzisyenlerinden biriydi. “Dizzy Gillespie’e göre, ‘Louis Armstrong’ın konumu caz tarihinde eşsizdir. Onun olmaması durumunda, biz de olmazdık.’ Armstrong’sız bir dünyada, radyoda, televizyonda veya kayıtlarda bugün duyduğumuz her nota birazcık Armstrong’un etkisine sahiptir. Onu, yüzyılın sanatını şekillendiren diğer büyük isimlerle karşılaştırmak gerekir – Strawinsky, Picasso, Schönberg, James Joyce. Armstrong olmazsa, caz da olmazdı. Caz olmazsa, modern dans, pop ve kullanıma yönelik müzik de olmazdı. Onun olmaması durumunda, caz sadece New Orleans’un yerel halk müziği olarak kalırdı.” (Alıntı: Dizzy Gillespie) Müzikal Etkisi ve Mirası Louis Armstrong’un müzikal kökleri New Orleans Cazı’nda bulunmaktadır. Cazın gelişimine, kolektifimprovisasyondan öne çıkan solo performanslara kadar önemli katkıları olmuştur. Özellikle 1920’lerde, caz trompetçileri için teknik olarak yeni standartlar belirledi. Armstrong’un tarzı neredeyse tüm geleneksel caz tarzlarındaki sonraki trompetçileri etkiledi. Bu etki günümüzde, Wynton Marsalis gibi genç müzisyenlerde bile hissedilmektedir. Ayrıca, dünya çapındaki popülerliğini sağlayan kendine özgü sesiyle Armstrong, Billie Holiday ve Ella Fitzgerald gibi, cazın en tanınmış şarkıcılarından biridir. Tanınmış Parçaları Louis Armstrong’un en ünlü şarkıları arasında “What A Wonderful World” ve “Hello Dolly” yer almaktadır. On dokuz şarkısı Amerikan Top Ten listesine girmiştir. Bunlar arasında “Stardust”, “When the Saints Go Marching In”, “Ain’t Misbehavin’”, “Stompin’ at the Savoy” ve “Dream a Little Dream of Me” bulunmaktadır. Ayrıca, Kurt Weill’in Bertolt Brecht’in “Dreigroschenoper” eserinden “Mack the Knife” şarkısının yorumu da tanınmıştır.

  • ACININ COĞRAFYASI

    Turgut UYAR * Sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar ve her köşe bir tuzaktır birer darağacıdır her meydan saati öğle vaktini kesinlikle gösteren oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır çığlığım uzun uzun kalır içimde yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde ve gece duruşmasından yeni çıkmışken sabahın terazisi eksik tartar gölgemi artık öyle açık ki kuşkuya yer yok kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde örneğin çukurova ve mekong köylerinde acıdır ağacın gölgesini yapan bunu herkes bilir kutsal acı besleyen acı sütünü emiyoruz yatıyoruz seninle terli döşeklerde saati seninle kuruyoruz bir çalar saati sen donatıyorsun kalbimizi kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek kendi çoğunluğunu kendi üreterek kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat mutsuzluk acıya varana kadar artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi öyle bir gölge ki belki çok dardır kısa vakitlerinde aceleci akşamın artık öyle açık ki kuşkuya yer yok acıya hep yer vardır aramızda dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi bozuk paraları da umutsuzluğu da aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum güneşin yedi renk ayasını biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum ya da üst üste silah atsan kent tepinir belki bütün kuşlar uçar belki değil mutlaka ama bir tanesi mutlaka kalır." Turgut Uyar Turgut Uyar (4 Ağustos 1927,Ankara – 22 Ağustos 1985, İstanbul) Türk şairidir. Ankara’da doğdu. Bursa Askeri Lisesi’ni bitirdi. Orduya katıldı. 1958 yılında askerlikten ayrılıp SEKA’ya geçti. 1969 yılında emekli olup İstanbul’a yerleşti. 1947 yılında ilk kitabı Yad ile (Yedigün dergisi) edebiyata giren Turgut Uyar, Kaynak, Varlık, Yeditepe, Pazar Postası, Dost, Türk Dili dergilerinde göründü. Eleştirmen Ataç’ın dikkatini çeken Turgut Uyar’ın şiiri, 1955’lerden sonra “İkinci Yeni” akımı doğrultusunda gelişti. 1970’lerde Divan şiiri geleneğini içine sindiren bir şiir çizgisi izledi. Tütünler Islak adlı kitabıyla 1963 Yeditepe Ödülü’nü, Kayayı Delen İncir adlı kitabıyla 1982 Necatigil Ödülü’nü, Büyük Saat adlı toplu şiirleriyle de 1984 Sedat Simavi Ödülü’nü kazandı.

  • Guguk Kuşu

    ERHAN KARATAŞ OZAN YAYINLARI, İSTANBUL 2022, 230 SAYFA, TÜRANLATI Erhan Karataş’ın 2000- 2013 yılları arasında kaleme aldığı, çoğu Katılımcı Maltepe Gazetesinde yayınlanan seçme makalelerinden oluşan ve yarım yüzyıllık Türk siyasetinin anlam haritasını çıkaran bir eser KİTAP . Kitabın İçeriği ve Teması Kitap, Türk siyasetinde yurttaş-devlet ilişkisi, devletin ekonomi ile bağlantısı, iktidar-muhalefet dinamikleri, dış borçlanma ve ekonomik büyüme gibi temel meseleleri derinlemesine inceliyor . Erhan Karataş, bu konuları 'Çim Bambu Ağacı', 'Guguk Kuşu', 'Potemkin Cumhuriyeti Pandomimi' gibi metaforlar aracılığıyla okuyucuya sunarak, siyasi tarih ile sosyolojiyi harmanlayan bir perspektif ortaya koyar . Ayrıca, kitap 68 kuşağı sonrası toplumcu gerçekçilik anlayışını temel alır ve bu çerçevede kapsamlı bir sosyopolitik çözümleme sunar . Karakaş, okuyucusunu siyasete dair önyargılarını sorgulamaya ve iktidarın politik ve düşünsel temelini anlamaya davet eder. Yazar Hakkında Erhan Karataş, yarım yüzyıl boyunca Türk siyasetini takip eden ve bu konularda derin analizler yapan bir yazardır. Eserlerinde toplum, tarih, siyaset ve ekonomi arasında bağ kurarak, güncel ve geçmiş olguların karmaşık ilişkilerini açığa çıkarır . Yayın ve Detaylar Kitap Ozan Yayıncılık tarafından basılmıştır ve özellikle siyaset bilim, sosyoloji ve güncel tarih okumalarına ilgi duyanlar için önerilen bir çalışmadır. Hem akademik çevrelerde hem de genel okuyucuda siyaset ve toplum meselelerine odaklanan önemli bir referans kaynağıdır. Özetle, "Guguk Kuşu" Erhan Karataş’ın Türk siyasetinin karmaşık yapısını, tarihsel ve sosyolojik yaklaşımlarla ele alan kapsamlı bir makaleler derlemesidir ve okuyucularını siyaset üzerine düşünmeye davet eden zengin bir kaynak sunuyor.

  • Başka Bir Alfabe

    Yusuf ERBAY * 1. Yağmur dinince gidersin / bekle… Mutlu günlerimiz sevgili Korumaz seni hatıralardan…   -Belki kuraklığa alışırız Belki kuğuları unutursun-   Unutursun beni affettiğini Kalbin uzaklaşır / küçülür Son sözlerimi anlamazsın Yabancı dilden vedalaşırız…   2. Uzak yollardan dönerim Rüyamı yeniden görmeye… -erkenden yazdıklarımı silmeye…   Artık inanmalıyım Hayatın gerçek olduğuna… Başa sarıp rüyamı Harfleri yeniden sökmeliyim…   -Doğduğum sabah yeniden Annemi mutlu etmeliyim…   3. Kendi alfabesiyle Yeni şiirini bitiren Şairin mutluluğu Genç bir aşkın Ateşe uzayan Dallarına benzer…   Yürekten seslenir Başka bir dille Kaybolan çocuğa Kalbi deniz olan Derindeki inciyi Çıkarır kırmadan… 4 Benim bildiğim alfabe İlk cemreyle başlar Gök bahçesinde İkinciyle suya düşer Gül yaprağından Sonunda tohum olup Süsler yeryüzünü…   Başka bir alfabe benim bildiğim Yaldızlı tebeşirle bulutlara yazılır…

  • Herman Melville

    Herman Melville (1 Ağustos 1819, New York - 28 Eylül 1891), Amerikalı yazardır. Amerikan edebiyatı klasiklerinden kabul edilen Moby Dick adlı ünlü romanın yazarıdır. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalmış, bir yüzyıl sonra, 1920'li yıllarda yeniden keşfedilmiştir. Yaşamı Sekiz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olan Melville, 1819'da New York'ta dünyaya geldi. 1830'da iflas eden babası, iki yıl sonra hayatını kaybedince Herman Melville, çocuk yaşta çalışmaya başlamak zorunda kaldı. Tarım işçiliği, banka memurluğu, öğretmenlik gibi işler yaptı. Bir yandan okuyup bir yandan çeşitli işlerde çalışarak geçen beş yıl boyunca tarih ve antropoloji kadar Shakespeare'in eserlerini de okuyarak kendini geliştirdi. On sekiz yaşında Liverpool'a giden bir gemide tayfa olarak iş buldu; aynı gemi ile tekrar New York'a döndü. Bu deneyim, ona ileride yazacağı romanlar için malzeme sağlayan seyahatlerden ilkidir. Birkaç yıl New York'ta özel ders vererek hayatını kazanmaya çalışan Melville, 1841'de Acushnet adlı bir balina gemisine denizci olarak kabul edildi ve Pasifik'te yeni bir seyahate başladı. On sekiz aylık bir yolculuğun sonunda gemidekilerin kötü tavrından yıldığı için bir arkadaşı ile birlikte Markiz Adaları'nda gemiden kaçtı. Yamyam olarak bilinen Typee yerlilerinin arasında bir ay kadar yaşadı. Adaya gelen bir Avustralya gemisi ile yeniden denizciliğe döndü ancak gemide çıkan isyana katılmakla suçlandığı için Tahiti civarında bir yerel hapishanede birkaç gün tutuklu kaldı. 1843 yazını Tahiti'de yerliler arasında geçirdi. İleride yazacağı Moby Dick adlı romanın düşünsel altyapısı bu sırada oluştu. Bir başka balina gemisi ile Hawaii'ye kadar gitti. Herman Melville 1843'te ABD donanmasına girdi. Ertesi yıl Boston'a döndükten sonra artık deniz seferlerine bir son vermişti; ailesinin teşviki ile kitaplarını yazmaya başladı. Tippee ve Omoo adlarını taşıyan ilk iki kitabı 1846'da yayınlandı. Bu kitapları, yerliler arasında geçen günlerine aitti. 1850 yılında yayınlanan White Jacket'ta ise bahriye erlerinin zorlu hayatını anlattı. İlk kitapları onu bir anda hem İngiltere hem Amerika Birleşik Devletleri'nde çok ünlü bir yazar haline getirdi. Bu dönemde eski bir aile dostunun kızı olan Elizabeth Knapp Shaw ile evlendi. Çift, dört çocuk sahibi oldu. 1850'de Massachusetts'te bir çiftlik evi satın alan Melville, çiftlik işleri ve yazı ile uğraşarak 13 yıl boyunca bu evde yaşadı. Arrowhead adını verdiği ev, günümüzde müzedir. BEYAZ BALİNA Dilimize Beyaz Balina adıyla çevrilen Moby Dick MELVİLLE'nin 1851'de tamamlayıp yayınladığı en büyük eseridir. Başlangıçta, balina avcılığını anlatan bir serüven öyküsü olarak tasarladığı kitabı tamamlamak üzere iken Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne ile tanışıp arkadaş olmuştu. Hawthorne'un tavsiyesi ile kitabını simgesel anlamlarla yüklü bir romana çeviren Melville, eseri dostuna adadı. Ancak kitap yayınlandığında beklediği başarıyı yakalayamadı; balina, yağı ve ispermecet mumu üzerine çok uzun açıklayıcı metinlerden dolayı çok olumsuz eleştiriler aldı. 1856'da Avrupa ve Doğu Akdeniz seyahatine çıktı. Liverpool'den çıkan gemisi ile Cebelitarık ve Selanik üzerinden İstanbul'a ulaştı ve birkaç gün kaldıktan sonra İskenderiye'ye gitti. Bu gezi sırasında tuttuğu günlük ölümünden sonra "Boğazlara Yolculuk" (1935) adıyla yayımlanıştır. Yayımcısı Harper's bir sonraki romanını basmayı reddedince maddi sıkıntıya giren Melville 1866'da New York'ta gümrük müfettişi olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde yazdığı Pierre ve Piazza memories gibi kitaplar ilgi görmedi. Son yıllarında düz yazıyı bırakarak kendini tamamen şiir yazmaya verdi; şiirlerini kendi parasıyla bastırdı. 1888 yılında emekli oldu ve en büyük eserlerinden biri sayılan Billy Budd'ı yazdı; eseri bastırmaya fırsat bulamadan 28 Eylül 1891'de New York'taki evinde kalp krizi geçirerek öldü. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalan Melville, 1920'li yıllarda yeniden keşfedildi ve büyük bir yazar olarak kabul edildi. Eserleri Amerikan Kütüphanesi tarafından yayımlanan ilk yazar oldu.

  • İlk Türkçe Gazete 1840'ta Bugün Çıktı

    Bir İngiliz'in çıkardığı, İngiliz çıkarlarını koruyan ama ilk Türkçe gazete olan Ceride-i Havadis'in İlk Sayısı Cerîde-i Havâdis, Türk basın tarihinin yarı resmî olan ilk Türkçe gazetesi. Cerîde-i Havâdis, Osmanlı'da ilk yarı resmi gazete olarak İngiliz misyonundan William Churchill tarafından 1840'ta çıkartılmıştır. Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar hayıflanarak şöyle bahseder: "İlk yıllarda iktidar mevkiinde bulunanların hiçbiri memleket içinde matbuatın kuvvetinden istifadeyi ciddi surette düşünmemiş." Devletten teşvik yardımı aldığından ötürü gazete yarı resmî bir kimliğe sahip olmuştur. İlk sayılarında sadece haber içerikli olan gazete, yayınlanmaya başladığı günlerde hiç ilgi görmemiş hatta ilk üç sayı bedava dağıtılmıştır. Bu yüzden gazete haftalık olarak çıkarılmaya başlanmış ardından da on günde bir çıkarılması kararlaştırılmıştır. 1843 yılında bir süreliğine kapatıldıysa da, daha sonra yayın hayatına tekrar döndü. Bilimsel, ahlaki ve edebi içeriğiyle her ne kadar zamanın "üdeba"sını başına toplasa da gazetenin asıl çıkış amacı; İngilizlerin ekonomik ve siyasi çıkarlarına yönelik bir kamuoyu oluşturmak idi. Zira 1830-1837 yılları arasında İstanbul'da İngiliz Elçiliği yapmış olan David Urguhard, yaptığı araştırmalar sonucu; zengin ham madde kaynaklarına ve geniş bir pazara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiliz çıkarları için yararlı olacağını Kraliyet ailesine rapor etmişti. William Churchill, Cerîde-i Havâdis'te kullandığı Ermeni iktisat yazarlarla, İngiliz çıkarlarını örtülü bir şekilde Osmanlı kamuoyuna benimsetmeye çalışır. Nitekim, bu yılları takiben İngiliz sanayisinin ham madde ihtiyacı Osmanlı'dan karşılanacak ve İngiliz mallarının sürümü -Osmanlı sanayiinin iflası pahasına- artacaktır. Niyazi Berkes bu durum hakkında; "İngilizlerin hayretlere düştüğünü, Osmanlı devlet adamlarının bu kadar saf ve ahmak olmalarıyla alay ettiğinden bahseder." Gazetenin döneminde çeşitli ilanlara yer vermiş ayrıca ilk ölüm ilanları bu gazetede yer almıştır. Kırım Savaşına, savaş muhabirlerini de göndererek döneminde uluslararası haberciliğe öncü olmuştur. 1864 yılında 1212 sayıyı geride bırakarak kapanmıştır.

  • Saint Exupéry; 81 Yıl Önce Bugün Uçağıyla Akdeniz'de Kayboldu

    Antoine Marie Jean-Baptiste Roger, comte de Saint Exupéry * (29 Haziran 1900 - 31 Temmuz 1944), Fransız pilot , yazar ve şairdir . Özellikle " Küçük Prens " (Le Petit Prince) isimli eseriyle ünlenmiştir. Küçük Prens ( Fransızca adı: Le Petit Prince), Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943'te yayımlanan masalsı bir kitaptır. Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biridir. Kitap, Dünya da dâhil olmak üzere çeşitli gezegenleri ziyaret eden genç bir prensi anlatmakta ve yalnızlık , dostluk , sadakat, sevgi ve kayıp gibi temaları ele almaktadır. Çeşitli opera , tiyatro ve şarkılara da ilham veren eser, 12'den fazla kez sinemaya uyarlanmıştır. Kitabın Konusu Yazarın sürdüğü uçağı birdenbire bozulur ve Sahra Çölü 'ne iniş yapmak zorunda kalır. Çölde Küçük Prens ile karşılaşır. Küçük Prens yazara yaşadığı yeri, yaşadığı maceraları anlatmaya başlar. Yayınlanışı: Yirminci yüzyılda dünyanın en çok okunan kitaplarından biri resimli bir hikayeydi: Antoine de Saint-Exupéry'nin Küçük Prens'i, 1943'te Amerika Birleşik Devletleri'nde ve 1946'da Fransa'da "yazarın suluboyalarıyla" yayınlandı. Masalın başında, bir zamanlar boa yılanları çizmeyi seven kaza yapmış bir pilot, çölde tanıştığı genç bir hükümdarın isteği üzerine bir koyun için bir kutu çizer. Yaşamı Fransa 'nın Lyon şehrinde doğdu. Beş kardeşin üçüncüsüydü. Aristokrat bir aileye mensup olan Exupéry dört yaşındayken babasını kaybetti. Babasının ardından aile hızla yoksullaştı. Anneleri kültürlü bir kadındı. İlk öğretmenleri anneleri oldu. Exupéry okulda başarılı değildi. Ödevlerle arası yoktu, sürekli ceza alıyordu. Uçaklarla 12 yaşında tanıştı. Evlerinin yanındaki hava alanına gizlice girer uçakları yakından seyrederdi. 12 yaşındayken bir pilot onu uçağına aldı ve uçurdu. Kardeşi François'in ölümü onu ve ailesini çok sarstı. Liseyi bitirdikten sonra pilot olmayı çok istediği halde annesini kırmamak için denizcilik okuluna kaydoldu. 19 yaşında Ecole des Beaux-Arts'ta mimarlık fakültesine girdi. 21 yaşında orduya çağrıldı. Eğitimini yarıda bırakıp askere gitti. Askerlik görevini Fransız Hava Kuvvetlerinde teknisyen olarak yaptı. Strazburg şehrinde pilotluk eğitimi aldı. Askerliğin ardından ailesinin isteği üzerine Paris 'te bir ofiste kamyon satıcısı olarak çalışmaya başladı. Ticaret yaşantısında başarısız oldu. Bu arada yazı yazmaya da başlamıştı. 1926 yılı hayatında bir dönüm noktası oldu: Tekrar uçmaya başlamıştı. Toulouse ve Dakar arasında posta servisi yapan uçağın pilotu olarak göreve başladı. İlk kitabı Güney Postası 'nı bitirdi. Burada ilk uçuş deneyimlerini anlatıyordu. Aynı şirketin Arjantin bölge sorumluluğuna getirildi. Gece Uçuşu adlı romanı Arjantin'deki yaşantısını anlatır. Paris'te evlendi. 35 yaşındayken uçağı arıza yaptı ve Tunus 'ta çöle zorunlu iniş yaptı, kayboldu. Dört günlük zorlu çöl macerası ardından bir Bedevi tarafından bulundular (Ayrıca bu olay en ünlü yapıtlarından "Küçük Prens" 'de de geçmiştir). İspanya İç Savaşı boyunca Fransız gazetesi adına muhabir olarak görev yaptı. Havacılık alanında birçok buluşa imza attı. Gece uçuşlarını düzenleyen cihazların geliştirilmesinde katkı sağladı. II. Dünya Savaşı başladığında Fransa, Almanya 'nın işgaline uğradı. Komutanları Exupéry'ye sağlık durumunun savaş şartlarına uygun olmadığını söylemesine rağmen o askere yazıldı. Fransa'nın yenilgisi üzerine ABD'ye gitti. Buradayken yazdığı Dünya ve İnsanlar ile Savaş Pilotu adlı iki kitabı New York 'ta çok tutuldu. En önemli eseri Küçük Prens 'i de bu dönemde yazdı. Ülkesinin işgal altındaki durumuna çok üzülmekteydi. Olaylar karşında sessiz kalamayacağına karar vererek ABD ordusuna katılarak yüzbaşı rütbesiyle Kuzey Afrika 'ya gitti. Görevi Alman ordularının hareketini havadan izlemekti. 31 Temmuz 1944'te uçağı vuruldu ve Marsilya açıklarında denize düştü. Uçağının enkazı 2000 yılında balıkçılar tarafından bulundu. Eserleri L'Aviateur , 1926 Courrier sud ( Güney Postası ) , 1929 Vol de nuit (Gece Uçuşu) , 1931 Terre des hommes (İnsanların Dünyası) , 1939 Pilote de guerre (Savaş Pilotu) , 1942 Le petit prince (Küçük Prens) , 1943 Lettre à un otage , 1943 Citadelle , 1948 Carnets , 1956 Un sens à la vie, 1956

  • TÜRK KADIN EDEBİYATI ÜZERİNE

    Nedim GÜRSEL * İslam öncesi Türk toplumunda kadının yeri erkeğinkine eşitti. Sözlü gelenekten, özellikle de Dede Korkut eposlarının yazıya geçirildiği devirlerden bize ulaşan söylencelerde, kabile toplumunda kendine bir yer edinmiş, erdemleri erkeğinkilere eşit bir kadın tipi buluruz. Virginia Woolf, 1929’da yayımlanan Kendine Ait Bir Oda’da kadınların yazınsal becerilerinin niçin tanınmadığı sorusunu ortaya atar. Erkekler tarafından “soylu” kadın kişiliğiyle biçimlendirilen bir şiir, tiyatro ya da roman atmosferi içinde  yetiştirilmelerine rağmen, kadınlara ne tarihte ne de yazın tarihinde yer verilmemesini eleştirir. Yazar bu nedenle kadınları bağımsızlıklarına, ekonomik bağımsızlık da dahil, sahip çıkıp, o güne dek erkeğin egemen olduğu bir toplumda kalemleriyle yazınsal ve ruhsal bir yer edinmeye çağırır. Oysa bugün, biraz da Virgina Woolf gibi yazarların sayesinde, bir kadın edebiyatından söz etmek mümkün görünüyor. “Feminist” edebiyat değil, kadın edebiyatı, çünkü “feminist” sıfatı, altmışlı yılların günümüzde aşılmış sosyo politik bir hareketini fazlaca çağrıştırıyor. Kadın edebiyatından ne anlıyoruz? Bu seçkide yer alan kadın yazarlara sorulsaydı –daha anlaşılır bir biçimde yazar-kadınlar demeliydim, çünkü ikinci terimin ilkiyle doğrudan bir bağı olduğu söylenemez– çoğu, yapıtları için böyle bir nitelemeyi kabul etmezlerdi. İçlerinden göz ardı edilemeyecek birinin salt kadın yazarları içeren bir seçkiye katılmak istememesi bunun en açık kanıtıdır. Yine de, kadın yazınının özgül niteliğini araştırmaya devam edebiliriz. Böyle bir özgüllük elbette olabilir ve bir bakıma “şeriat”ın, en azından İslam toplumlarında, dinsel yasaların bir sonucudur. Çünkü İs-lam dini erkek ve kadının toplumsal konumlarını, kadını “mahrem” sınırları içinde tanımlayarak, zıt kutuplara ayırmıştır. Türkiye’de kadın edebiyatının özgül nitelikleri arasında orta sınıfların günlük yaşamlarına eğilmesini, toplumsal sorunlardan çok duygusal ilişkileri ön plana çıkarmasını, başkaldırıcı oluşunu, kadın-erkek eşitliğini Batı’ya oranla daha az köktenci bir biçimde talep etmesini, büyük kentlerin hem kibar hem kenar mahallelerini betimlemesini sayabiliriz. 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türk kadını toplumda, Kemalist devrimler sayesinde kendine bir yer yapabildiyse de, Jean-Paul Sartre’ın “kalemi kılıç zannetmemek gerekir” deyişini doğrularcasına, yazarlar katında söz alabilmesi için, ellili yılları beklemek gerekmiştir. Bildiğim kadarıyla bu seçkide yer alan hiçbir yazar, sanatını açıkça feminizmin hizmetinde kullanmamıştır. Ama bazılarının, demokratik de görünse, erkek egemenliğindeki düzeni sorgulayarak toplumsal değer yargılarını ve ahlaksal sınırları hiçe saymaktan kaçınmadıklarını da belirtmeliyim. Son yıllarda Türkiye’de kadın edebiyatının verdiği ürünler o kadar zengin ve çeşitliydi ki, seçim yapmakta güçlük çektim. Çoğu öykü alanında ürün veren kırk yazar arasından on altısını belirlemek kolay olmadı. Burada, Fransız okuyucuya ne kadar garip görünse de, öykünün Türkiye’de, Batı’dan daha geç ortaya çıkmış olmasına rağmen, roman düzeyinde ve en az onun kadar “soylu” bir tür olarak kabul edildiğini söylemeliyim. Ne yayımcılar ne de okurlar, en azından sayıları 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra hissedilir ölçüde azalan sadık okur kitlesi, öyküye küs değil. Bugün Türkiye’de çok satan kitaplar arasında kadınların yazdıkları da var. Örneğin, tüm satış rekorlarını kırmasına rağmen, adı Behçet Necatigil’in ünlü Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde yer almayan Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok adlı kitabı. İlkece, belki de haksız olarak, roman ve deneme türünde yazılmış ürünleri bu çalışmanın dışında tutmasaydım, hiç kuşkusuz Simone de Beauvoir’in İkinci Cins’ini anımsatan bu otobiyografik eserden bir bölüm alırdım. Yazınsal yetkinliğinden dolayı değil, ama tartışmalara yol açan bu kitabın, genç kuşakların kadın kimliğinin bilincine varma sürecini etkilediğinden. Seçim yaparken ne edebiyatta siyasi bağlanmayı savunan Suat Derviş’in (1905-1972) toplumcu gerçekçi, ne de toz pembe romanlarıyla ünlü Kerime Nadir’in (1907-1964) halkçı eğilimlerine kapıldım. Yine de Suat Derviş’in Yalının Gölgeleri adlı romanının 1958’de Fransızcaya çevrildiğini belirtmeliyim. Buna karşılık Halide Edip Adıvar, üslubunun zayıflığına rağmen seçkiye girdi, çünkü bu yazarımız ilk kuşak Türk kadın yazarlarının tartışılmaz öncüsü olup, Kemalizm içinde yoğrulmuş “ideal aydın kadın” diye tanımlayabileceğim modelin ta kendisini temsil etmektedir. Yani duygusallıktan arınmış, kendini yurduna adamış bir sima, kadın ya da anadan çok, bir eş. Halide Edip, Nilüfer Göle’nin Türk kadını üzerine yazdığı Modern Mahrem adlı ilginç kitabında, “ciddi ve idealist” olarak tanımlanan kadınlardandır. İlkin, İngiltere’deki sürgün yıllarında doğrudan İngilizce yazılıp Londra’da The Clown and his daughter adıyla yayımlanan ve 1942’de Türkiye’de CHP Roman Ödülü’nü kazanan Sinekli Bakkal, Fransızcaya da aynı adla çevrildi. Bu çeviri o dönemde Fransa’da Türk kadın edebiyatına duyulan ilginin bir göstergesidir. Bu ilginin sonradan azaldığını söyleyebiliriz, çünkü o tarihten günümüze dek Fransa’da yalnızca İnci Aral’ın Kıran Resimleri yayımlanmış (1989), bazı kadın öykücülerimize de dergilerin Türk edebiyatı özel sayılarında yer verilmiştir. Türk kadın öykücüler seçkisi bize en yaşlısı XIX. yüzyılın sonlarında (Halide Edip), en genci ellili yıllarda doğan (Latife Tekin) kuşaklar arasından on altı kadın yazarımızı keşfetme olanağını veriyor. Söz konusu yazarların ne birbirinden değişik üsluplarını, ne de yeteneklerini yargılamak bana düşmez. Burada, çağdaş düzyazının öncülerinden Nezihe Meriç’in, tuhaf öykü kahramanları yaratmada benzeri olmayan Latife Tekin’in, ne  yazık ki öykülerinin Fransızcaya çevrildiklerini görmeden ölen Sevgi Soysal ile Tezer Özlü’nün ve Almanca yazan Alev Tekinay’ın eserlerini anmakla yetinmek isterim. Bu seçkiyi hazırlarken öznel bir anlayıştan yola çıkmış olsam da, Cumhuriyet döneminde ürün veren kadın yazarların nesnel konumlarını da dikkate aldığımı söylemeliyim. Günümüz Türk edebiyatının temel bileşkelerinden biri sayılması gereken kadın edebiyatının çeşitli eğilimlerini yansıtmaya özen gösterdim. Çağdaş Türk edebiyatının asıl gelişimi Kurtuluş Savaşı ertesinde başlar. Bu edebiyat toplumsal konulara ağırlık veren gerçekçi bir edebiyat olmuştur. Sevgi Soysal’da bu gerçekçilik anlayışının bazı göstergelerini, Füruzan’da doğalcılık eğilimlerini gözlemlemekle birlikte, seçkiye giren öykülerin çoğunun modern bir yazı anlayışından etkilendikleri söylenebilir. Bu öyküler, içinde, yaratıcılarına karşı belirli bir özerkliğe kavuşmuş kahramanların bulunduğu düşsel bir dünyaya götürüyor bizleri. Örneğin Melisa Gürpınar, artık geçmişte kalan bir dönemde İstanbul’da yaşamış kadın kahramanları bir gölge tiyatrosuna yansıtıyor. Latife Tekin ise, “çöp masalları”nda, daha şimdiden anlamakta güçlük çektiğimiz, kendi iç dünyalarının dinamikleriyle yaşamaya başlamış, kırsal kesimden İstanbul’a göçen marjinalleri anlatıyor. Ama, tüm bu kahramanların yaratıcıları, bazen hâlâ XIX. yüzyılın gerçekçi geleneğine özgü, “her yerde hazır ve nazır” tanrılar gibi davranıyorlar. Füruzan “Ah Güzel İstanbul!” adlı uzun öyküsünde, ikisi de Türkiye’den insan manzaralarını oluşturan, ağır vasıta sürücüsü Sarı Kâmil ile eski fahişe Cevahir’i anlatıyor örneğin. Ne var ki, kadın yazarların çoğu, psikolojik çözümlemeyi nesnel bir yaklaşıma, mizahı ise abartıya yeğliyorlar. Bu aynı zamanda, tarihsel ya da toplumbilimsel göndergeleri değil, onların metnin özgül yapısı içindeki karşılıklarını tanımlayan, yazı ya da konuşma dili üzerinde yoğunlaşan bir yaklaşım. Kısacası, Türkiye’de kadın edebiyatı, fazla eski olmayan bir anlatı geleneğinden beslenmesine rağmen, yeniliğe açık ve çağdaştır. Tanzimat’la başlayan girişimler, bu alanda en yetkin ürünlerini Cumhuriyet döneminden itibaren vermeye başlamıştır çünkü. İşte ilginize sunduğum seçkinin kısa tarihi. Ama dilerseniz biz asıl tarihe, gerçek tarihe de bir göz atalım: yani kadın yazarların tarihsel konumuna. İslam öncesi Türk toplumunda kadının yeri erkeğinkine eşitti. Sözlü gelenekten, özellikle de Dede Korkut eposlarının yazıya geçirildiği devirlerden bize ulaşan söylencelerde, kabile toplumunda kendine bir yer edinmiş, erdemleri erkeğinkilere eşit bir kadın tipi buluruz. Kadınların toplum yönetiminde söz hakkını kaybetmeleri İslam’la başlamıştır. Kamuya açık yerlerden dışlanıp hareme kapatılan kadın, Kemalist döneme kadar, kendine ait bir alandan yoksun bırakılmıştır. Hepimizin bildiği bir gerçek var, ama ya utancımızdan ya da tarihsel mirasımıza sahip çıkma kaygısından, bir türlü açıkça dile getiremeyiz. Türkçede erkek-dişi ayrımı olmadığı için, Divan şairinin güzelliğini övdüğü sevgilinin kadın mı yoksa bir delikanlı mı olduğu edebiyat tarihçilerimiz tarafından pek tartışılmaz. Yedi yüzyıl boyunca Osmanlı şiirini belirleyen bu erkeğe özgü dünya, Osmanlı İmparatorluğu’nun altın çağı XVI. yüzyıldan itibaren kadın şairlerin ortaya çıkmasını engellememiştir. Bugün, aralarında Mihri Hatun ile Zeynep Hatun’un da bulundukları, on iki kadar kadın şair sayabiliyoruz. Bunu şunun için belirtiyorum: yüzyıllar boyu eşsiz ağıtlar yakmış olsa da, Türk kadınının yazınsal rolü hiçbir zaman ağıtçı konumuna indirgenmemeli. Gerçi Yaşar Kemal, bu ağıtların birçoğunu derleyerek, kadının kırsal yörelerde lirik geleneğin oluşmasına yaptığı katkıya dikkat çekmek istemiş ve romanlarında ağıtlardan yararlanmıştır. Ama saray edebiyatında, şair kadın sayısının bugünkünden daha çok olduğu da bir gerçektir. Yine de, gerçek anlamda bir kadın şairin ortaya çıkması için uzun süre beklemek gerekti. Harem anılarını dile getiren şarkı sözlerinin yazarı Leyla Saz ile (1850-1936) Nigâr Hanım’ın (1862-1918) yalnızlık dizelerini bir yana bırakırsak, Gülten Akın’ın şiir alanında tek ünlü örnek olduğunu öne sürebiliriz. Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri seçkisinde de bir tek o yer alıyor zaten. Bu, Sennur Sezer, Lâle Müldür ya da Nilgün Marmara gibi kendini kanıtlamış şairlerin varlığına gölge düşürmez elbet. Nilgün Marmara’nın genç yaşta intihar etmesi Türk şiirini çok yetenekli ve gelecek vaat eden bir kadın şairden yoksun bıraktı. Bugün şaşılacak bir çeşitlilik gösteren Türk kadın edebiyatının belli başlı gelişme evrelerini ortaya koyabilmek için, Fatma Aliye Hanım’dan (1864-1924), iki kadın arasındaki tutkuyu anlatmaktan çekinmeyen H. Serap Doğaner’e dek (doğ. 1962) tüm kuşakları izlemek gerekir. Bir zamanlar dünyası haremle sınırlı olan Türk kadını, bugün toplum içindeki yerini kesinleştirip özgün bir edebiyat yaratmayı bilmiştir. Burada, Nâzım Hikmet’in ünlü dizelerini bir kez daha anımsatmak isterim: Ve kadınlar bizim kadınlarımız: ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen, ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız, ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki, ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Nedim Gürsel, Bozkırdaki Yabancı

  • Duygu Asena

    Gazeteci, Yazar 19 Nisan 1946 - 30 Temmuz 2006 * Kimi yazılarında “Şirin” takma adını da kullanan Duygu Asena bir kadın hareketi olarak feminizmin Türkiye'de temsilcisi, öncüsü olarak adını duyuran yazarlardandır. Türkiye eski Güzellik Kraliçesi ve Şair İnsi Asena’nın ablasıdır. Annesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaverliğini yapıp daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Gümüşhane Milletvekili olan Şevket Öndersev’in kızıdır. Babası Muhtar Asena da koyu bir CHP'liydi. Amcası Vacid Asena, Birinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü’nün emir subaylığını yapmıştı. Suriye cephesinde atı vurularak esir düşme tehlikesi doğduğunda, İnönü emir subayı Vacit Bey’in atını alarak kaçmayı başarmıştı. Duygu Asena Kadıköy Kız Lisesi (1964) ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü (1971)’nü bitirdi. İki yıl pedagog olarak çalıştı. 1972 yılında Hürriyet gazetesinde gazeteciliğe başladı. Kelebek gazetesinde köşe yazarlığı ve muhabirlik yaptı. Ayrıntılı Haber gazetesinde muhabirlik, reklam şirketi Man Ajans’ta metin yazarlığı (1976-78) yaptı. 1978 yılında Gelişim Yayınları’na Genel Yayın Yönetmeni olarak girdi ve Kadınca ile birlikte Onyedi, Kim, Ev Kadını, Bella Bayan, Moda, Örgü, First gibi pek çok dergiyi yönetti. Bu dönem içinde Söz, Sabah, Güneş gazetelerinde Köşe yazarlığı, Yöneticilik ve Röportaj yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ayrıca Umut Yarıda Kaldı, Yarın Cumartesi, Bay E adlı üç filmde oyuncu olarak rol aldı. Duygu Asena, daha çok kadın sorunları ve magazin konularına eğildiği yazılarını Kelebek (1972-74), Ayrıntılı Haber (1975), Kadınca (1978-88) gazete ve dergilerinde yayımladı. Böylece feminist kimliğiyle öne çıktı. İki yılda kırk baskı ile satış rekoru kıran, daha sonra elli üç baskıya ulaşan Kadının Adı Yok kitabıyla büyük üne kavuştu. 40. baskının satışları sürerken, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından “muzır” bulunarak satışı yasaklandı. Bunun üzerine Duygu Asena'nın açtığı davada kitap aklandı. Yeni baskıları yayımlandı, 53 baskıya ulaştı. Bu arada Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da, bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlanan kitabın ilk baskıları kısa sürede tükendi... Kitap Yunanistan'da “best seller” oldu. Kadının Adı Yok , Boğaziçi Üniversitesi’nce “Yılın Kitabı” seçildi (1988), Yunanistan’da en iyi satanlar listesine girdi. Öteki kitapları da çok baskı yaparak, çeşitli dillere çevrildi. İkinci kitabı Aslında Aşk Da Yok, Kadının Adı Yok ’un devamı niteliğindedir. 36. baskıya ulaşan bu kitap da Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da yayımlandı. Üçüncü kitabı Kahramanlar Hep Erkek on dört öyküden oluşuyordu. Bu kitap Kasım 1992’de piyasaya çıktı ve on sekiz baskı yaptı. Kadınca adlı kitabındaki sevilen yazılarını derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok , Temmuz 1994’te piyasaya çıktı, gazete bayilerinde satışa sunularak, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi ve bir haftada 70 bin adet satarak yeni bir rekor kırdı. Beşinci kitabı olan Aynada Aşk Vardı dört ayda on iki baskı yapmıştı. Duygu Asena erken denecek bir yaşta beyin tümöründen tedavi edilirken öldü ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. ESERLERİ: Kadının Adı Yok (1987), Aslında Aşk da Yok (1989), Kahramanlar Hep Erkek (1992), Değişen Bir Şey Yok (1994), Aynada Aşk Vardı (2000), Aşk Gidiyorum Demez (2003), Paramparça (2004). * KAYNAK: Ömer Nida / Kadın Romancılarımız – Başlangıçtan Günümüze Kadar 1892-1991 (1991), TBE Ansiklopedisi (2001), Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (10 cilt, 2006, 2009), TYB Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı (2007).

  • KENDİNİZE GÜVENİYOR MUSUNUZ?

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Kendinize güveniyor musunuz? Eğer güveniyorum diyorsanız, ben sizin bu güveninize inanmıyor ve bu anlamda size güvenmiyorum. Her an her şeyin değişebilirliği defalarca kanıtlanmışken, bu cevap bana oldukça cesur ve üzerine kafa yorulmadan verilmiş bir yanıt gibi geliyor. Bana gelecek olursak, kendim dahil hiç kimseye her anlamda güvenemem... Öyle ki kişisine, konusuna, güvenilecek bireyin hangi konuyla ilgili güveneceksem, gelişim düzeyine, yani hazır bulunuş durumuna göre güven duygumun gelişimi ve seviyesi değişir. Birey, buna ben de dahil, güven duygusunun karşılamasını, ancak gücü ve konuyla ilgili edindiği beceri ölçüsünde yapabilir. Basit bir örnek verecek olursam; üç yaşında bir çocuğun, markete gidip ekmek alıp geleceğine güvenemem ama yere düşürdüğüm, kaldırabileceği ağırlıkta bir objeyi istediğimde, yerden alıp bana verebileceğine güvenim tamdır... Özetle güveneceğim kişiyi de konuyu da, her insan gibi yanılma payım olmakla birlikte, düşünüp seçen kişi benimdir. Tabii burada, güvensiz, kuşkucu bir insan olunması gerektiği savını da ortaya koyuyor değilim. Bilindiği üzere, aşırı güvensizlik insanı paranoyaklığa götüren sonuçlar doğurabilir, daha önemlisi yalnızlaştırarak, mutsuz bir yaşam sürmesine sebep olabilir. Tüm duygu ve davranışlar için geçerli olan denge olgusu, bu duygu için de geçerlidir. Güvensizlik kaynaklı aşırı, zaman zaman dayanaksız davranış ve tutumlarımızla, iletişimde olduğunuz kişiyi, bedenen değilse bile ruhsal yol arkadaşlığı anlamında kaybedebiliriz. Nasıl ki bir insanı değerlendirirken, tam anlamıyla iyi ya da kötü diye değerlendirmek yanlışsa, güven duygusunda da durum böyledir...Güven duygusunun gelişimi ve gereklerinin yerine getirilebilirliği; konuya, bireye, zamana ve zemine göre değişiklik gösterir. Ayrıca bizim de, iletişim içinde olduğumuz bireyin, bize karşı güvenilir olmasını sağlayacak tutum ve davranış içinde bulunup bulunmadığımız da, güvenilirliğin gelişiminde, karşılıklı sürdürülebilirliğinde önemli bir etkendir. Buradan çıkarılabilecek sarsılmaz bilgi ise, yaşamın içinde olan hiçbir şey, buna duygu ve düşünceler de dahil, tek yanlı gelişim sağlayamayacağı gibi, tek yanlı sürmesinin de mümkün olmadığıdır. Bu nedenle, yönetip yönlendirebileceğimiz konularda başımıza her ne gelmişse, önce dönüp kendimize bakmakta fayda var diye düşünmüşümdür hep...Sorulacak soru bilinenin aksine ''Nerede yanlış yaptım?'' sorusu gibi tek değil, üç tanedir; 1.Neyi eksik yaptım? 2.Neyi abarttım? 3.Yoksa hiçbir şey yapmamış mıydım? Düşünmek iyidir, kim söylüyordu hatırlamıyorum ama; DÜŞÜNEKALIN! DİPNOT : Örneğin, son cümlemden de anlaşılacağı üzere, ezber konusunda, hele isimlerden söz açıyorsanız bana kesinlikle güvenmeyin! Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Demirtaş CEYHUN

    maviADA'nın kuruluşunda kurucular arasında yer almış, birkaç sayısında yazılarıyla katılmış yazar DEMİRTAŞ CEYHUN'u ölümünün 16. yılında saygı ve rahmetle anıyoruz. (17 Aralık 1934, Adana - 29 Temmuz 2009, İstanbul), Türk hikâye, roman ve inceleme kitapları yazarı. 1959 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümünü bitirdi. Genelde toplumsal konuların irdelenmesine yönelen eserler veren Ceyhun'un ilk hikâyeleri 1955 yılında Yeni Ufuklar dergisinde yayınlanmaya başlandı. Yazarlığının ilk döneminde kişisel sorunlar üzerine eserler veren Ceyhun'un konulara bakış açısı, cinsel ve ruhsal sorunlara getirdiği farklı yaklaşımlar dikkati çekti. Ancak yazarın günümüzde kitlelerce tanınması, daha sonraları çağdaş içeriği ağır basan, toplumsal gerçeklerin kökenlerine yönelen inceleme eserleri ile olmuştur. Ceyhun, Asya adlı romanıyla 1970 TRT ödülünü, Çamasan adlı eseriyle 1973 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. Yazarın ayrıca Horozlu Ayna isimli bir çocuk hikâye kitabı da bulunmaktadır. Ceyhun, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkan Yardımcılığı görevi sırasında özel yüksekokulların devletleştirilmesi için mücadele etmiş ve Anayasa Mahkemesi'nin 1971 yılında aldığı kararla 44 yüksekokul devletleştirilmiştir. 1984 yılında Aziz Nesin ve Yalçın Küçük'ün de aralarında bulunduğu birçok aydınla birlikte Aydınlar Dilekçesini hazırlayanlar arasında yer aldı. Demirtaş Ceyhun; haftalık Aydınlık ve aylık Teori dergilerinde köşe yazıları yazmaktaydı. İşçi Partisi üyesi ve partinin 2007 yılında ilan edilen Milli Hükûmet'inin Kültür Bakanı'ydı. Zatürre tedavisi görmekte olduğu hastanede ölen Ceyhun'un cenazesi Aşiyan Mezarlığı'nda toprağa verildi. DEMİRTAŞ CEYHUN'LA BİR ANI: Şenol YAZICI Demirtaş Ceyhun fakülte yıllarımdan bildiğimdi. Yani onun yazarlığı benim çocukluğuma, okuryazar olmadığım döneme kadar iniyordu. Zaman içinde edebiyat alanında deyim yerindeyse "oyun kurucu", yani popüler olamasa da namı sol kesim gençlikte "baba adamdır" diye anılan yazarlardan olacaktı. maviADA'ya ilk başladığımızda birkaç ünlüyle birlikte dergi kurucuları arasında yer almak için gelenlerden ve bize moral olanlardandı. Birkaç telefon görüşmemiz olacak, birkaç sayımızda yazılarıyla yer alacak, hatta Bursa TUYAP'taki etkinliğimizde konuşmacı olarak yer almayı kabul edecekti. Ne var ki, etkinliğe birkaç gün kala da beklenmedik bir biçimde etkinliğe katılım için para isteyecekti. Bu hesaba kattığım değildi. Daha dergiyi ayakta tutmaya çalışıyordum, ürettiğimiz artı bir değer yoktu, yine de beni öfkelendirenin verecek paramız olmayışı değil, kurucu "baba"larından olmayı kabullendiği bir derginin henüz bebeklik aşamasında para istenmesini yakışıksız bulmuş, hele böylesine bir vizyonu olan CEYHUN'a yakıştıramamıştım. CEYHUN'u şahsen tanımıyordum, para konusunda nasıl olduğunu bilmiyordum, ama mimar olduğunu biliyordum, yani herhalde muhtaç değildi. O telefon ettiğinde Nadir Gezer'in evindeydim, belki o atmosferin verdiği "yakışıksız teklif" hissi içimde büyüyor, kırıcı olacağımı hissedip konuşmayı kapatmaya uğraşıyordum. O ise herhalde yanındaki, sonradan düşündüğümde bulacağım açıklamaya göre; belki de etkinliğimizde yer alacak, ama kendisi para istemeye cesaret edemeyen diğer bir yazarın kışkırtmasıyla olsa gerek israr edecek, bana belediyelerden kaynak bulabileceğimi göstermeye çalışacaktı. Bu beni deli etti. Demirtaş Ceyhun'la ondan sonra bir iletişimimiz de olmayacaktı. Şenol YAZICI, Bir Mavi Serencam, 05.12.2020 * Eserleri Tanrıgillerden Biri (Ataç, 1961) Sansaryan Hanı (Barış Kitaplığı, 1967) Haçlı Emperyalizm (Habora, 1967) Yağma Edilen Türkiye (Habora, 1968) Asya (Ok, 1970) Çamasan (Sinan, 1972) Apartman (Bilgi, 1974) ISBN 975-7960-10-1 Yağmur Sıcağı (Cem, 1976) Bir Yeni Dev - Çağımızın Trajiği (Tekin, 1977) Yüz Yaşındaki Delikanlı, Bulgaristan (Habora, 1978) Avşalı Çocuk (Işık, 1979) Yirminci Yüzyıl ve Edebiyat (Çağdaş, 1979) Ada'nın Kuşu (Cem, 1979) Cadı Fırtınası (Yazko, 1982) ISBN 975-406-041-X Babıali'nin Şu Son Kırk Yılı (Milliyet, 1984) Çağımızın Nasrettin Hocası Aziz Nesin (Milliyet, 1984) Can Çekişen Kitap (Cem, 1985) Babam ve Oğlum (Cem, 1985) Ah Şu Biz Kara Bıyıklı Türkler (E, 1988) ISBN 975-7960-03-9 Bütün Dünyadan Özür Diliyorum (Cem, 1988) Entelektüelden Entele (E, 1989) Savaş ve Küçük Barış (Gendaş, 1991) Horozlu Ayna (Cem, 1993) Ah Şu Biz Göçebeler (Sis Çanı, 1994) ISBN 975-7960-01-2 Asılacak Adam Aziz Nesin, söyleşi (AD, 1994) Yaşasın Aziz Nesin (Sis Çanı, 1995) ISBN 975-7960-07-1 Türk Edebiyatındaki Anadolu (Sis Çanı, 1996) ISBN 975-7960-08-X Ayı İzi: Eylül Öyküleri (Sis Çanı, 1997) ISBN 975-7960-05-5 Osmanlılarda Aydın Kavramı (Sis Çanı, 1997) Kod Adı Ulu Hakan (Sis Çanı, 1998) Eskimedi Bendeki Umutsuz Umut (CKK, 1999) Ah Şu Osmanlılar (Sis Çanı, 2000) Soğuk Savaş Yazıları (Sis Çanı, 2001) Modernizm, Postmodernizm, Türban (Sis Çanı, 2003) Erikler Çiçek Açtı mı (Dünya, 2004) Edebiyatımı Geri İstiyorum (Sis Çanı, 2005) Yakılacak Adam Aziz Nesin (Dünya, 2006) ISBN 975-304-361-9

  • Kaplan! Kaplan!

    William Blake * Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında Işıl ışıl yanan parlak yalaza, Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi, Kurabildi o korkunç simetrini? Hangi uzak derinlerde, göklerde Yandı senin ateşin gözlerinde? O hangi kanatla yükselebilir? Hangi el ateşi kavrayabilir? Ve hangi omuz ve hangi beceri Kalbinin kaslarını bükebildi? Ve kalbin çarpmaya başladığında, Hangi dehşetli el? ayaklar ya da Neydi çekiç? ya zincir neydi? Beynin nasıl bir fırın içindeydi? Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza Ölümcül korkularını alabilir avcuna? Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca, Göğü sulayınca gözyaşlarıyla, Güldü mü o, görünce eserini? Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni? Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında Işıl ışıl yanan parlak yalaza, Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi, Kurabilir o korkunç simetrini?

  • Cesur Yeni Dünya

    Aldous Huxley * KİTAP * DİL: İngilizce TÜR: DİSTOPYA BASIM YILI: 1931 Korkutucu Bir Gelecek Tasviri: * Cesur Yeni Dünya , romanda “ FS 632 ” olarak tanımlanan 2540 yılında geçer. Henry Ford ’un üretim bandı tanrı gibi kutsandığı için FS, “ Ford’dan Sonra ” anlamına gelmektedir. Bu dönem, Ford’un Model T’sini tanıtmasıyla başlamıştır. Roman, Dünya Devleti olarak adlandırılan ve bilim ile liyakat etrafında dönen fütüristik bir toplumu inceler. Bu toplumda, genç yaştaki çocuklar duygu ve bireysellikten uzak tutulmakta, karşıcinsler arasındaki ilişkiler hiçbir surette tamamına ermemektedir. Çünkü “ herkes herkese aittir”(Ortak dünya devleti özdeyişi) . Aldous Huxley , romana çocukların rahim dışında yaratıldığı ve nüfusun artması için klonlandığı Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi ’nden başlayarak toplumun bilimsel ve bölümlere ayrılmış doğasını açıklayarak başlar. Okuyucu daha sonra, vatandaşların belirli bir sınıfa dahil olabilmesi için embriyolara ayrıldığı sınıf sistemi ile tanıştırılır. Tüpler ve kuluçka makinelerinin içinde var olan embriyolara, önceden sınıflarının belirlenmesi için farklı miktarlarda kimyasal ve hormon takviyesi yapılır. Daha yüksek sınıflar için belirlenmiş olan embriyolara hem fiziksel hem de mental olarak mükemelleştirilmiş kimyasal takviyeler sağlanırken, daha düşük sınıftakilere ise bu kimyasalların kusurlu olanları verilir. Bu sınıflar en yukarıdan en aşağı Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon olarak belirlenmiştir. Alfa sınıfındakiler lider, Epsilonlar ise vasıf gerektirmeyen işlerde çalışan işçilerdir. Ancak bu dünyanın karşısında bir de diğer taraf diye geçen “ Ayrıkbölge “de yaşayan yerliler vardır. Burada tek eşlilik, ebeveynlik, çocuk doğurma, hastalık, yaşlılık, tanrı inancı da dahil olmak üzere her şey eski sisteme göredir. Alfa sınıfından olan Bernard Marx ve Lenina Crowne , bir gün bu bölgeye gider ve burada John (Vahşi) ve annesi Linda ile tanışırlar. Bernard, bu iki “vahşi “yi Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’ne deney amacıyla götürüp Denetçi Mustafa Mond‘a sunar. Amaç John’un uygarlığa uyum sağlayıp sağlayamayacağının test edilmesidir. Elbette eski düzene alışmış, insani duyguları, inancı, aile kavramı ve sevgisi olan John bu duruma uyum sağlayamaz. Sonunda deniz fenerinde izole bir şekilde yaşamak için kaçana kadar topluma karşı gittikçe daha fazla öfkelenir. Bir süreliğine muhabirlerden ve turistlerden uzak durabilse de eninde sonunda onu bulacaklardır. Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley'in bir romanı, magnum opus'udur. Brave New World romanın özgün adıdır. Shakespeare'in zamanında "brave" kelimesi "güzel" anlamına geliyordu, yani kitabın isminin asıl manası "Güzel Yeni Dünya" dır. Romanın kurgusu Londra'da 26. yüzyılda geçmektedir ve distopik bir atmosfer mevcuttur. Romanda üreme teknolojisi, öjenik ve hipnopedi (uykuda öğretim) sayesinde toplum değiştirilmiştir. Aslında tanımlanan dünya bir ütopya olarak da gözükebilir, fakat ironik bir ütopya; zira insanlık sağlıklı, teknolojik açıdan gelişmiş, savaşlar ve yoksulluk yok edilmiştir; tüm ırkların eşit olduğu ve herkesin mutlak olarak mutlu olduğu bir dünya vardır . Fakat, ironik biçimde, tüm bu gelişmeler birey için çok önemli olan birçok değerin yok edilmesi, kaldırılması ile başarılmıştır; aile, kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat ve felsefe artık yoktur. Yeni Dünya'da tanrı Ford'dur. Ayrıca salt zevki önüne gelenle seks yapmada ve vücutta yan etkileri en aza indirilmiş bir uyuşturucu olan soma kullanmada bulan toplum hazcı (hedonistik) bir topluma dönüşmüştür. Romanın ismi, Shakespeare'in Fırtına isimli eserinden, perde V, sahne I'deki Miranda'nın konuşmasından alınmıştır: “ O wonder! How many goodly creatures are there here! How beauteous mankind is! O brave new world, That has such people in't! „ Türkçe çevirisi: “ Bu kadar bunca yakışıklı varlık varıp gelmiş buraya Ne güzel şeymiş meğer insanlık Böyle dünyalıları olan Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya „ Çeviri : Can Yücel Geçmiş ve genel durum Aldous Huxley romanı 1931'de İngiltere'de yaşarken kaleme aldı. Bu dönemde zaten başarılı bir yazar ve sosyal hicivci olarak tanınmaktaydı. Cesur Yeni Dünya, Huxley'in beşinci romanı ve ilk distopya denemesidir. Kitap, Yevgeni İvanoviç Zamyatin'in MIY (Biz) isimli kara ütopyası'ndan oldukça etkilenmiştir. Huxley bu iddiayı kabul etmemiş, kitabı okumadığını belirtmiştir. Aynı kitap George Orwell'in 1984 isimli eserini de etkilemiştir. Biz , ( Rusça : Мы - Mıy), Rus yazar Yevgeni İvanoviç Zamyatin ' in romanı. Yazarın en bilinen eseri ve tek roman çalışmasıdır. 1920 yılında kaleme alınan eser ülkesinde ancak 1988 yılında yayımlanmıştır. Romanın kurgusu bir devrimin ardından 26. yüzyılda ve distopik bir atmosferde geçmektedir. Romanda insan doğadan ve kendi benliğinden koparılmış, Biz haline getirilerek toplumun sıradan bir parçası halini almıştır. Öyle ki artık isimler kullanılmamakta, en üstün bilim olan matematikten yararlanılarak her yurttaş bir sayı ile anılmaktadır. Saydam cam duvarlar arasında yaşayan yurttaşların her anı sistem tarafından denetlenmekte, sadece sistemin izin verdiği çiftleşme saatlerinde perdelerini indirip dış dünyadan ve gözlerden uzak kalabilmektedirler. Toplum gelişmiş, bilim ilerlemiş, dünya dışına yolculuk yapmak bile mümkün olmuştur. Ancak, tanımlanan dünya bir ütopya değil, kara, karanlık bir distopyadır. Karakterler Bernard-Marx : Alfa-Artı psikoloğu. Uygarlığın önceden belirlenmiş rollerine seve seve razı olmaları için yetiştirilmiş ve şartlandırılmış modern insanları arasında duygu kavramının farkında olan istisnalardandır. Fakat Marx Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi'nde mutsuzdur. Çünkü fiziksel olarak diğer Alfa-Artılardan farklıdır (neredeyse bir Delta kadar kısadır), bu nedenle de dışlanmaktadır. Hatta yapay kanına fazla alkol konulduğundan bu hale geldiği iddia edilmektedir. Yalnızlık için duyduğu özlem, zorunlu cinsel özgürlüğün bitmek bilmeyen hazlarından duyduğu hoşnutsuzluk, Bernard'ın kaçma duygusunu güçlendirir. Bu yüzden eski, ilkel yaşama biçiminin hala sürdürüldüğü az sayıdaki vahşi ayrı bölgelerinden birine (New Mexico) yapacağı ziyaret derdine çare olmasa da dönerken beraberinde Londra'ya getirdiği ‘Vahşi', teknik uygarlığı farklı bir gözle değerlendirir, onlara neleri kaybettirdiklerini hatırlatır. John the Savage (Vahşi): Linda ve Thomas’ın oğludur. Yeni Dünya'lı olan Linda, bir gezide New Mexico'da unutulmuş ve John'a kazara hamile kalmıştır. Vahşi, bulup okuyabildiği tek kitap olan Shakespeare derlemesiyle yaşamını biçimlendirmekte, Dünya'ya ozanca bir algılamayla bakıp, adeta bir sirk maymunu yapılması niyetiyle getirildiği Yeni Dünya’daki saçmalıklara soneler ve oyunlarla karşı durmaya çalışmaktadır. Ama Eski Dünya’da “yabancı veya ten rengi farklı” olduğu için dışlanan, Yeni Dünya'da ise yaşam alanı bulamayan Vahşi'nin dünyası bu ağırlığı taşıyamaz. Henry Foster : Hatchery'nin yöneticisi ve Lenina'nın partneri. Lenina Crowne : Beta-Artı Embriyo çalışanı, sarışın ve etine dolgun, John'ın sevdiği kız. Mustapha Mond : Batı Avrupa Dünya Denetçisi. Diğer insanların mutluluğu uğruna çok sevdiği gerçek bilimden vazgeçmiş insan. Fanny Crowne: Beta Embriyo çalışanı, Lenina'nın arkadaşı. Benito Hoover : Lenina'nın Alfa-Artı arkadaşıdır. Bernard'dan hiç hoşlanmaz. Helmholtz Watson: Alfa-Artı insanı. Duygusal Mühendislik Koleji'nde doçent, Bernard-Marx ve John'ın (Vahşi) güvenip, sırlarını paylaştıkları insan. Bernard gibi o da üretim hatasıdır. Hissetmesi veya cinsellikten kendini soyutlaması antisosyal ve hoşgörülemez aykırı davranışlardır. Linda: John'un annesidir. Ayrı bölgede mahsur kalmadan önce Londra'da Beta-Eksi bir embriyo işçisidir... Uygar dünyada normal olan davranışları (istediğiyle cinsel ilişkiye girmek vs. - Çünkü "Herkes herkese aittir") nedeniyle vahşi ayrı bölgesinde dışlanmıştır. Yaşlı Mitsima: John'a Indian'ı ve kilden çömlek yapmayı öğreten kişi. Popé: Linda'nın ayrı bölgedeki sevgilisi. Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi : Seri insan üretimi ve eğitiminin yapıldığı merkez. Bokanovski yöntemiyle tek yumurtadan yüze yakın ikiz embriyo oluşturulmakta, bu yüzden dünya nüfusu 2 milyardan fazla olmasına rağmen 10.000 soyadını paylaşmaktadır. Bu merkezde sosyal sınıfları ve görevleri önceden belirlenmiş, neredeyse her türlü hastalığa (yaşlanmaya bile) karşı bağışık insanlar üretilir. Zihinsel hiyerarşik bir sosyal kast sistemi vardır. İnsanlar, Alfa-Artı entelektüellerden Epsilon-Eksi yarı moronlara kadar sıralanır. Yine aynı merkezde Pavlov tarzı şartlandırmayla herkes kasttaki yerini, ait olduğu sınıfı ve yapmak zorunda olduğu işi sevmeye, bireyselliğe değil topluma önem vermeye ve sürekli tüketmeye şartlandırılır. Cesur Yeni Dünya'nın mutlu ve istikrarlı insanları oluşturulur. Kitaptaki karakterlerin isim kökenleri Bernard Marx, George Bernard Shaw ve Karl Mar x Lenina Crowne, Vladimir Lenin Fanny Crowne, Fanya Kaplan , Lenin'i öldürmek için başarısız bir suikast girişimi düzenleyen kişi. Polly Trotsky, Lev Troçki Benito Hoover, Benito Mussolini, Herbert Hoover Helmholtz Watson, Hermann von Helmholtz, John B. Watson Darwin Bonaparte, Napolyon Bonapart, Charles Darwin Herbert Bakunin, Herbert Spencer, Mikhail Bakunin Mustapha Mond, Mustafa Kemal Atatürk, Sir Alfred Mond Primo Mellon, Miguel Primo de Rivera, Andrew Mellon Sarojini Engels, Friedrich Engels, Sarojini Naidu Fifi Bradlaugh, Charles Bradlaugh Joanna Diesel, Rudolf Diesel Jean-Jacques Habibullah, Jean-Jacques Rousseau, Habibullah Han Aldous Leonard Huxley (26 Temmuz 1894, Surrey – 22 Kasım 1963, Los Angeles ), İngiliz yazar ve filozoftur. Hayatı İngiltere'nin Surrey bölgesindeki Godalming'de doğdu. Birçok ünlü bilim insanı ve sanatçı yetiştirmiş olan Huxley ailesinden geliyordu. Huxley'in çocukken takma adı Canavar anlamına gelen "Ogre"nin kısaltması "Ogie" idi. Kardeşi Julian tarafından sık sık tuhaf şeyler üzerine düşünen biri olarak tasvir edilmiştir. Eton College 'da okuduğu sıralar gözlerindeki bir rahatsızlık yüzünden kör olma tehlikesiyle karşılaşınca, öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Sonradan Oxford Üniversitesi'ndeki Balliol College'da okudu. Balliol'da geçirdiği yılların ardından babasına mali açıdan kendisini borçlu hissederek iş için Eton Koleji'nde Fransızca öğretmenliğine başvurmuş ve başvurusu kabul edilmişti. Öğrencileri arasında daha sonra bir başka distopik romanın yazarı olacak olan Eric Blair ( George Orwell takma adını alacaktı) de yer alıyordu. Eton Koleji'nde bir yıl boyunca Fransızca öğretmenliği yaptı ve öğrencileri arasında dile hakimiyet gücüyle hatırlanmaya devam etti. Gırtlak kanseri tedavisi görürken ölmüştür. Ölümü John F. Kennedy 'nin ölümüyle aynı güne denk gelmesi nedeniyle medyada yer bulamadı. Çalışmaları Romanları ve denemeleriyle tanınmış olmasına karşın kısa hikâyeler, şiir, gezi yazıları, film hikâyeleri ve senaryolar ile de uğraşmıştır. En bilinen eseri Cesur Yeni Dünya adlı bir DİSTOPYA örneği olan bilimkurgu romanıdır. BİR ÖNERİ: Bir kara ütopya olan Cesur Yeni Dünya, iddia edildiği gibi belki salt bir etkilenme değil, belki de tam bir intihal... Yine de kabul etmeli ki türünün en güzel örneklerinden ve çok da başarılı, sürükleyici bir bilimkurgu roman. Bir ÜTOPYA kuruluğuna saplanıp kalmayan, kendi poetik mantığıyla inandırıcı olan bir roman. Bulup okumanız önerilir. Kitapta en önemli hatta en çok üstünde durulması gereken yer “Ayrı Bölge”. Yani dışlanmışların ve sisteme uymayanların yeri. “Herkes herkese aittir” düşüncesine karşı tek eşlilik ve aile kavramları geçerlidir o bölgede. Kitabın kurgusunda sistem için şartlandırılmış ve Cesur Yeni Dünya’ya adapte olmuş Linda’nın Ayrı Bölge’deki hayatına değiniyor Huxley. Linda, Ayrı Bölge’de şans eseri kalmış ve kurallar gereği eski sisteme geri dönememiş. Ayrı Bölge’de anne olmuş, sefalet içinde yaşamış ve eski görüntüsünden eser kalmamış. Oğlu John’a hem sevgi duyuyor hem de şartlandırması gereği ondan bazen nefret ediyor. Bu karmaşık kurgu ağı iki dünya arasındaki gelgitleri çok güzel özetliyor. Sefalet içinde yaşayan anne oğul incelenmek için yeni dünya’ya tekrardan alınıyor. Eski hayatını özleyen Linda’nın özlemi ve John’un adapte süreci etkileyici bir sona doğru sürükleniyor. Distopik dört kült eserden biri kabul edilen Cesur Yeni Dünya’yı mutlaka okuma listelerinize eklemeniz ÖNERİLİR. * HAZIRLAYAN: Aycan AYTORE

  • Arap Atı Ayağından Etlenmez

    İbrahim TIĞ  *  Güzel bir Erzurum türküsü var: “Hani Yaylam Hani Senin Ezelin” adını taşıyan.Raci Alkır’ın kaynak kişisi olduğu bu türküyü en çok Nurullah Akçayır ağabeyden dinlemesini severim. Onun ağzına çok yakıştığını düşünürüm hep.     Sözkonusu türkünün ikinci bölümü şöyledir:     “Yaz olanda yayla yayla otlanır     Arap atlar topuğundan etlenir     O yaylada koyun kuzu beslenir     Hani yaylam hani senin ezelin”   Fakat bu türküde de bir aksama var -Mansur Kaymak hocam yine beni eleştirebilir, repertuvardaki gibi okunmalıdır- diye. Ama ben Türkçemizin doğru kullanımından yana oldum, olmaya da devam edeceğim.     “Arap atlar topuğundan etlenir” diye okuyan bir çok sanatçı var bu türküyü.    Oysa, doğrusu: “Arap atlar topuğundan betlenir”dir.      Erzurum yöresinde; Betlenmek: Atın ayaklarında oluşan beyazlık, beyaz kıllar. (Hüseyin Yaltırık) anlamına gelir.       Düşünün bir; at nasıl topuğundan etlenir ya da beslenir? *   Yine Muzaffer Sarısözen’in Rüştü Gür’den derlediği bir Bodrum türküsü var: “Çökertme'den Çıktım Halil'im Başım Selamet”       Bu türkünün bağlantı (Nakarat) bölümü şöyledir:       “Burası da aspat değil Halil'im aman Bitez Yalısı        Ciğerime ateş saldı telli kurşun yarası”        Burada geçen “Aspat” sözcüğünü; aspalt, asfalt şeklinde okuyan sanatçılarımız da var.      Oysa, “Aspat” daha doğrusu Aspat Koyu, Muğla'nın Bodrum ilçesinin Akyarlar mevkiinde bir yer adıdır. *       Bir başkası…       “Ben Bir Göçmen Kızı Gördüm Tuna Boyunda” adlı Havva Karakaş’ın Fethiye İşçiler’den derlediği bu güzel türküde de aksayan yön var.       Şöyle ki:         “Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda       Elinde bir bir besli kuzu hem kucağında”       Bu türküyü de bazı sanatçılar; “Göçmen Kızı”, “Romen Kızı”, “Roman Kızı” şeklinde okuyorlar.       Rumen / Romen: Romanyalılara verilen ad.       Roman: Türkçede Çingene anlamındadır.       Burada aslolan “Göçmen Kızı” değil, Rumen Kızı’dır. *       Bilgilerinize…

bottom of page