top of page

Haliç'in Üç İncisi


Nurten B. AKSOY

*

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.


Yahya Kemal Beyatlı


Bahar geldi mi ya da bayram tatili filan oldu mu hani herkesi bir tatlı telaş alır da herkes bir yerlere, özellikle Antalya'ya Bodrum'a filan gitmek ister ya, biz de İstanbul'da kalan ya da buraya gelen dostlara 'İstanbul boşaldı' denilen ve kalabalıkların azaldığı önümüzdeki bayram günleri için bir gezi rotası hazırladık.


EYÜP

İşte bu tatil için hazırladığımız rotamız İstanbul'un Altın Boynuz'una, bir başka deyişle Haliç ve onun kıyısına inci gibi dizilmiş üç minik semte. Gezimizin ilk durağı Haliç'in üç incisinden birincisi olan Eyüp, İstanbul'un en eski ve en uhrevi mekanlarından biri. Eyüp Sultan'ın manevi varlığı semtin bütün köşelerine sinmiş aslında, ama son yıllarda o eskilerde yaşanan manevi duygular ve saygı kavramı pek kalmamış. Eyüp Sultan Camisinin avlusu, türbesi ve semtin meydanı sanki bir karnaval meydanına dönüşmüş. Çeşit çeşit satıcı, çoluk-çocuk, kadın-erkek... Bu kutsal mekanda çoğu zaman bir karmaşa içinde avaz avaz konuşanları, bağıranları, her köşede her anı fotoğraflayan şaşkınları görürseniz hayal kırıklığı yaşamayın. Velhasıl eskiden büyük bir saygıyla ve sessizce ziyaret ettiğimiz Eyüp'te artık o eski ruhani hava yok, ama moralinizi bozmayın sizi yukarılarda güzel şeyler bekliyor.

Eyüp'e gidilir de hiç Piyerloti'ye çıkılmaz mı? Çıkılır elbet ama teleferikle değil, yaya olarak o yokuşu çıkmak biraz nefes ve gayret ister. O "serin serviler altındaki" ebedi mekanlarında yatanları rahmetle anıp yolumuza devam ediyoruz Yolun iki yanında dizilmiş mezarların üstündeki birbirinden güzel ve sevimli onlarca kedi ve kedi yavrusu karşılar sizi çoğu zaman. O sevimli kedilerin her birini sevip okşarken tepeye nasıl vardığınızı anlayamazsınız.


Haliç’in o ünlü panoramasının seyredileceği en iyi bölge olan Piyerloti tepesine çıktığınızda; bir çay bahçesi ve ünlü Fransız yazar Pierre Loti’nin adını taşıyan kahveye ulaşırsınız. İstanbul’da uzun dönemler yaşayan ve gerçek bir İstanbul aşığı olan Pierre Loti’nin İstanbul’a ilk kez 1876 yılında bir Fransız gemisiyle, görevli subay olarak geldiği, Âziyâde adlı romanına adını veren kadınla burada tanıştığı, İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Eyüp’te yaşadığı anlatılır kaynaklarda. 

Piyer Loti'nin resimleri ve eşyalarıyla süslü küçücük kahveyi gezdikten sonra biraz daha tepeye çıkıp çaylarınızı yudumlarken Haliç'i ve Tarihi Yarımada'yı kuş bakışı seyredebilirsiniz Sonra aynı yoldan değil de tepede sizi bekleyen teleferiğe binip Haliç manzarasını bir başka açıdan seyrederek aşağıya inebilir ve Ayvansaray'dan Balat'a doğru yola koyulabilirsiniz.


BALAT

Haliç’in en eski yerleşim yerlerinden olan Balat’ın, 15. Yüzyıl'da İspanya’da Engizisyon’dan kaçıp II. Bayezid’in davetiyle İstanbul’a gelen Sefardim Yahudilerinin (Safarad) yerleştiği mekan olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi evlerinden günümüze kalan örnekler mahallenin içlerine doğru çoğalır. Genellikle üç katlı, dar ön yüzlü, ikinci ve üçüncü katlarında cumba gibi çıkmaları olan binaların, bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı boynu bükük kaderlerine terk edilmiş şekilde bekler sizi.


Tarih boyunca, Yahudilerin, Rumların ve Ermenilerin en gözde yerleşim yeri olan Balat’ta bu kültürlere ait birçok eser yer alır. İlerleyen zamanlarda Türkler de bu semtte yerlerini alarak azınlık gruplarıyla barış içinde yaşamış ve Balat’a şu anki önemini kazandırmıştır. Bu sebeple Balat da tıpkı Kuzguncuk gibi yüzyıllardır üç inancın bir arada, hoşgörü içinde yaşadığı bir semt olmuştur. Günümüzde göçler sebebiyle Yahudi nüfus hayli azalmış ve sanki onların terk ettiği yerleri Suriyeli göçmenler doldurmuş.


Amacım sizlere Balat'ı, Fener'i gezdirmek ve tarihi Rum Lisesini göstermek. O daracık yollara girdiğinizde sanki bir film platosunun içinde bulursunuz kendinizi. Eski, yıkık dökük, virane evler, o evlerin arasına gerilmiş iplerde uçuşan rengarenk çamaşırlar, eli yüzü kir içinde koşuşturan çocuklar ve tüm o sokaklara sinmiş yoksulluk ve yoksunluğa karşın gülümseyen yüzler, ışıldayan bakışlar... "Benim de fotoğrafımı çeker misin" diye poz veren güleç yüzlü çocuklar...


FENER

Girdiğiniz her sokakta bir başka sürprizle karşılaşır ve sonunda o muhteşem binanın, eski Rum Mektebinin bir başka deyişle Kırmızı Mektebin önünde bulursunuz kendinizi. Tamamen kırmızı ateş tuğlalarından 1881 yılında yapılmış olan bina Fener semtinin en görkemli tepesinden bakar Haliç'e bir kartal edasıyla, ama sanırım artık çok az öğrencisi olduğu için kapanma tehlikesiyle karşı karşıya bu okul.


Neyse orayı da gördükten sonra, okulun hemen yanı başında uzun zamandır süren restorasyon çalışmalarının ardından nihayet açılan ve içindeki kafede mis gibi menengiçli Türk Kahvesi içeceğiniz Dimitri Kantemir’in sarayına gelirsiniz.

Dimitri Kantemiroğlu  (26 Ekim 1673 - 1723) Osmanlı Devleti'ne bağlı Boğdan Beylerbeyinin Romen asıllı bir tarihçi ve yazar olan oğludur. Kantemiroğlu aynı zamanda İstanbul'da yaşadığı süre boyunca Klasik Türk müziğine büyük katkılarda bulunmuş bir müzik uzmanıdır. Kahvelerinizi yudumlarken tarihe de kısa bir yolculuk yapabilirsiniz bu güzel sarayda.

Biraz nefeslenip dinlendikten sonra Kırmızı Mektep'in yanından dik bir yokuşu çıkıp bir başka kutsal mekana, Yavuz Selim Camisine geliyorsunuz, ama caminin avlusuna girdiğimizde İstanbul'un bir başka yüzü, daha doğrusu karanlık yüzü karşılıyor sizi. Bir an önce sessizce bu caminin olduğu İsmail Ağa Mahallesindeki ziyareti bitirip tekrar sahile inebilirsiniz, çünkü orası İstanbul'un bizim bilmediğimiz bir başka yüzü, belki de İstanbul bile değil…


Ara sokakları bitirip yeniden Haliç sahiline çıktığınızda Fener’in en ilginç yapılarından biriyle; fazlasıyla ihtişamlı, fazlasıyla yalnız ama bir o kadar etkileyici Bulgar Kilisesi karşılar sizi. Nam-ı diğer Sveti Stefan olan bu kilisenin tamamı demirden, Neo-gotik üslupta yapılmıştır.

Milliyetçilik rüzgarlarının pek hızlı estiği 1800’lerde, Bulgarlar, Ortodoks Rum Patrikliğine karşı kendi bağımsız kiliselerini kurmak istemişler, ancak padişah Abdülaziz hem patrikhane ile arayı bozmamak için, hem de “Bunlar bizim başımıza da bela olur” kaygısıyla işi zora koşmaya çalışmış ve onlara “kiliseyi üç ayda tamamlarsanız izin veririm” demiş. Onlar da kiliseyi, Viyana’da demirden döktürüp, sonra da Tuna-Karadeniz yolundan taşıyıp yetiştirmişler. Padişah da böylece verdiği sözü tutmak zorunda kalmış


Tarihteki ilk prefabrik bina sayılan kiliselerine de çok iyi bakmışlar ki hâlâ dimdik ayakta durmakta, şimdilerde restore edilmiş görkemli haliyle ziyaretçilerini beklemekte Demir Kilise.


Fener'i terk etmeden önce burada görülmesi gereken son mekan Fener Rum Patrikhanesi. Tarihte Bizans İmparatorluğu'nun başkentinde bulunması ve günümüzde de Ortodoks kiliselerinin çoğunun ana kilisesi olması nedeniyle Ortodoksluk mezhebinde özel bir yeri olan patrikhane günümüzde İstanbul Başpiskoposu ve Ekümenik Patriği I. Bartholomeos tarafından yönetilmektedir ve belli zamanlarda ziyarete açıktır.


Aslında İstanbul’un hiçbir yeri artık çocukluğumuzun, gençliğimizin İstanbul’u değil. Yenilenme adına örselenmiş, hırpalanmış, harap edilmiş ama yine de “Her halinle, her şeyinle güzelsin” demekten vaz geçmeyip bugünkü gezimizi bitiriyoruz.


Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

コメント


1/386
1/5
bottom of page