DERİN ŞEHİR BURSA
top of page

DERİN ŞEHİR BURSA


Dünya Kadınlar Gününde, Bursa’da düzenlenen kitap fuarında ödül alacağımı ilk duyduğumda yaşadığım sevinç çok büyük, içinde yüzdüğüm duygular tarif edilemez boyuttaydı. Çocuklarım diye nitelendirdiğim öykülerimden biri ödüllendirilecekti; üstelik Dünya Kadınlar Gününde, üstelik bir kitap fuarı bünyesinde, üstelik Bursa’da… Bursa… Tam otuz iki yıl önce babamla baş başa geçirdiğim ilk tatilimin ev sahibi, çocukluk anılarımın en güzel köşelerinden birine taht kurmuş derin şehir. Öylesine derin ki, tarihe yenilmemiş, hep ayakta kalmayı başarmış, nice kültürlere beşiklik etmiş Prusa.


İşim nedeniyle çok şehir görmüş olmama rağmen nedendir bilinmez o güzelim tatilden sonra bir daha hiç yolum düşmemişti Yeşil Bursa’ya. Oysa o buram buram tarih kokan sokaklarında yaşadığım sonra da gittiğim her yere yüreğimde taşıdığım birçok anımın merkezidir. Böyle söyleyince abartıyorum gibi gelebilir. Ancak biraz düşününce hiç de abartmadığımı anlarsınız. Çünkü Bursa, siz beraberinizde taşımak istemeseniz de kendini size taşıtan, gittiğiniz her yerde anımsatan nadir şehirlerimizdendir. Nasıl mı? İskender kebabıyla, Kemalpaşa tatlısıyla, İnegöl köftesiyle, şeftalisiyle, ipeğiyle, Hacivat Karagöz’ü, kılıç kalkan ekibiyle, kestaneşekeriyle, tarihiyle, mimarîsiyle, kaplıcalarıyla bir şekilde çıkar karşınıza. Bursa, yaşamınıza fark ettirmeden yavaş yavaş girmiş, sadece girmekle de kalmamış alışkanlıklarınıza, isteklerinize, beğenilerinize müdahale etmiştir.


İlkokul ikinci sınıftaydım. Babamla Türkiye haritası üzerinde şehir bulmaca oynuyorduk. Adı oyun işte… Maksat, bana şehirlerin yerlerini öğretmek, onlarla ilgili bilgileri sohbet arasında aklıma yerleştirmek. “Bursa” dedi babam. Parmağımı hemen Marmara Denizi’nin üstüne getirip çabucak etrafındaki illeri gözden geçirip güneydoğusundaki Bursa’yı bulmuştum. Babam başımı okşarken “Namı diğer Yeşil Bursa” deyince hemen sormuştum “Neden yeşil?” diye. “İklimi gereği. Hem denize sahili var, hem de sırtını dayadığı dağları. Ülkemizin en çok yeşil alana sahip illerinden biri. Tabii insanları da önemli.” Bir an durmuş sonra devam etmişti. “Evet. En önemli şey insan. Bursa’nın insanı, ağacına, ormanına sahip çıkmayı bilmiş olmalı ki adının önüne yeşil eklenmiş.” “Hadi başka bir şehir sor” demiştim. O sorumu hiç duymamış gibi anneme dönüp “Ara tatilde Bursa’ya gidelim mi?” demişti. Annem: “Ablamlar gelecek, ben gelemem ama siz gidin” deyince, bir anlık suskunluk olmuştu. Küçüktüm ama bu gibi durumlarda konuşmayıp beklemem, birde mahzun mahzun bakmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Babamın “Tamam o zaman. Biz kızımla baş başa kısa bir Bursa gezisi yapalım” demesiyle suskunluk yerini benim sevinç çığlıklarıma bırakmıştı. Babamın kucağına atlayıp boynuna sarılmıştım.


Bursa’ya ödül töreni için davet edildiğimi öğrenince de aynı o günkü gibi mutlanmış, heyecanlanmıştım. Hangi çocuk bilmediği bir yere tatile gitmekten mutlu olmaz ki… Hangi yazmaya gönül vermiş insan satırlarının ödüllendirilmesinden gurur duymaz ki… Ve ben… Hayatıma iki kerecik de olsa yüksek sevinç nidalarıyla girip yüreğimde ifade edilmesi zor heyecan çırpıntıları yaratan bu şehri nasıl sevmem ki…


Otobüs, Bursa terminaline girince yaşadığım şaşkınlığı sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim. Yıllar önce babamla otobüsten indiğim yerle şimdi kullanılan terminal arasında dağlar kadar fark var. Bu değişime gözlerinizle görmedikçe, yaşamadıkça inanmanız mümkün değil. Bir an korkuyorum; çocukluk anılarımın Bursa’sını bulamamaktan. Hani, değişim denilen şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız bir kente yıllar sonra tekrar gidin, derler ya. Daha otobüsten iner inmez ne demek istediklerini anlıyorsunuz. Terminal, son derece bakımlı, temiz, her şeyin kontrol altında tutulduğu anlaşılan modern bir yapı. Ama kesinlikle babasının elinden tutmuş hiçbir şeyi gözden kaçırmamaya çalışan o küçük kızın gördüğü yer değil. Hayal meyal hatırladığım gri, tek katlı, eski bina kaybolmuş. Koşturan, hızlı adımlarla yürüyen insanların arasından sıyrılıp mekanik seslerle yapılan duyurulardan uzaklaşmak; gerçek sesler duymak, başkalarıyla ilgilenen insanlar görmek istiyorum. Yaşlı bir amca geçmişin perdelerini sıyırıp sahneye çıkıyor. Elindeki kutuları göstere göstere “Kestane şekeriii… Almadan binmeyin otobüslerinize. Yolunuzu bekleyenleri sevindiriiin,” diye bağırıyor. Babama dönüp “Sadece gidenlere mi satıyorlar gelenlere vermiyorlar mı?” diye soruyorum, çok gülüyor.


Artık kestaneşekeri evlerimizin en yakınındaki marketlerde bile satılıyor. Alırken Bursa’nın kestaneşekerini değil, kestaneşekeri alıyoruz. Uludağ’ın ağaçlarından toplanmış kestanelerle yapılmış, Bursa dışında çok zor bulunan, yıllar önce yemeye doyamadığım şekerden istiyor canım. “Kestaneşekeri çoktan aşmış Bursa’nın hatta ülkenin sınırlarını. Bağımsızlığını ilân ederken de Uludağ’ın kestanelerine ihanet etmiş” diye düşünmeden edemiyorum. O yaşlı amcayı ne kadar arasam da bulamayacağımı bilmenin üzüntüsüyle terminalin içindeki şeker satan dükkânlardan birine giriyorum. “Hakikî kestaneşekeri mi bunlar?” diye soruyorum. Gösterişli, iştah açıcı, temiz tezgâhın ardındaki genç, çukur çeneli adam tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme. Açıklama yapma gereği duyuyorum. “Şehir dışından geliyorum da. Biliyorsunuz artık her yerde satılıyor. Çocukluğumda, Bursa dışında çok zor bulunurdu. Küçükken yediğim şekerlerden…” Adam sıkıntılı bir sesle “Babam anlatırdı, hamileler aşerermiş de bulamaz, almak için ta buraya kadar gelirlermiş. Ya da otobüsle gönderilirmiş” diyor. Beni anladığını hissettirdiği için ona minnettar olup korkularımdan sıyrılıyorum. Evet, doğru yerdeyim. Burası Bursa. Adamın yüzündeki, sesindeki ifadeye üzülüp pişmaniyeleri göstererek “Bunlar buraya gelmişse o da başka yerlere gidecek tabii” diyorum. Hamileler için sevinerek terminalden çıkıyorum.


Taksiyle merkeze doğru giderken modern görünümlü, yüksek apartmanların arasında sıkışmış tek tük eski taş binalar görüyorum, içim ısınıyor. Elbette bu şehrin çocuklarının da konforlu, bakımlı, çağdaş evlere, okullara gereksinimi var. Modern hastaneler, işlemlerin hızlı yürüdüğü resmî daireler de gerekli. Ama “Binaların dışları korunsa içleri yenilense olmaz mıydı?” diye düşünmeden edemiyorum.


Fuar merkezi, Bursa’dan çok daha büyük şehirlerdekileri aratmayacak nitelikte. Hatta havalandırma birçok merkezden daha iyi. İçindeki kalabalığa önce hayret ediyor sonra utanıyorum duyduğum hayretten. Yaşadığım tüm buruklukları unutup kitap fuarına akın etmiş Bursalılara takdirle bakıyorum. Gezdiğim nice boş fuarı anımsayarak, “İşte” diyorum, “Kitap fuarı dediğin böyle kalabalık olmalı.” O arada çevremdekilerden Bursa’nın birçok fuara, kongreye, bilimsel toplantıya ev sahipliği yaptığını öğreniyor, “Darısı tüm şehirlerimizin başına” diyorum.


Kabaran göğsümle “Nüfusun yüzde kaçı yükseköğrenim görmüş?” diye soruyorum. “Yüzde sekizi” diyorlar, üzülüyorum. İlkokul mezunu yüzde kırk iki, okuryazar olmayan yüzde üçmüş. Elbette biliyorum, bu rakamların ülkemin birçok şehrinden iyi olduğunu. Ancak birçok ilden iyi olmasını mazeret olarak kabul etmemem konusunda da kendime hak veriyorum. Tarihin ışığıyla aydınlanmış, birçok medreseye sahip olmuş, yüzyıllarca bilim dünyasının nabzını tutmuş bu güzelim şehre bu rakamları yakıştırmıyorum. Yine çocukluğuma dönüyorum; babamın “Burası da Bursa üniversitesi” diyerek gösterdiği yeri anımsıyorum. Kim ne dersin desin; ismi sonradan Uludağ Üniversitesi olmuş, on altı bin dönümlük arazinin üzerine kurulup ilçelere kadar dallarını uzatmış, kırk binin üzerinde öğrenciye hizmet veren, Avrupa’da gelişmekte olan üniversitelere örnek gösterilen bir eğitim merkezine sahip bu şehirde hâlâ okuma yazma bilmeyenlerin olmasına üzülüyorum. “Acaba” diyorum “Bu fuar eğitim eksikliğinin farkında oldukları için mi bu kadar kalabalık yoksa Bursalılar ünlü simaları görmek için mi buradalar?” Genç bir kadın yanındaki iki çocukla birlikte son derece medyatik birinin imza kuyruğundaki kalabalıktan sıyrılıp biraz ilerimdeki görevliye “Çocuk kitabı stantları ne tarafta” diye soruyor. İçim rahatlıyor.


Öğlen acıkıyoruz. Bursa’da acıkmak da ayrı bir keyif. Tabi ki artık sadece her ilde değil, her sokak arasında bulabileceğimiz İskender Kebap’ın doğduğu yere gidiyoruz. Çocukluğumda babamla geldiğim derme çatma yerin burası olduğuna inanmam mümkün görünmese de çevremdekiler aynı yer olduğu konusunda diretiyorlar. “Değil” diye atmak istediğim çığlığı zorlukla da olsa bastırıp değişimi ve beraberinde getirdiği gelişimi kabulleniyorum. “Böyle değişime can feda” demek istiyorum. Tertemiz, son derce konforlu, hizmet kalitesi oldukça yüksek bu yerde olmaktan çok hoşnudum. Ne yalan söyleyeyim, her yerde yediğim İskender Kebap’la bu yediğim aynı değil. Yanındaki yoğurt da anılmadan geçmeyi hiç hak etmiyor. Babamın yıllar önce söylediği “Uludağ’ın kekikleriyle beslenmiş koç etinden yapılan kebabın tadı bir başkadır” tümcesi kulağımda çınlıyor. Anlıyorum ki, tabelâya “Bursa İskender Kebap” yazmakla olmuyor bu iş. Masadakilerden biri “Yarın, ödül töreninden sonra İnegöl Köftesi yemeye gidelim” diyor. Bir diğeri dünyanın dört bir yanına nam salmış köftenin yapımını anlatınca şaşırıyorum. Bu kadar zahmetli olduğunu düşünmediğim köfteyi yemek için sabırsızlanarak kalkıyorum..


Kebapçının kapısından tam çıkmak üzereyken yaşlı bir kadın dilenmek için içeriye girmek istiyor, yetkililer engelliyor. O an büyük şehir olmanın zorluklarından birinin daha Bursa’yı sardığını anlıyorum. Kalabalık sokaklardan kalabalık caddeye çıkıyoruz. Köşe başlarında tartı başında oturan pasak içindeki çocukları, sıkışık trafiği görmemeye çalışarak elimdeki peçeteyi atmak üzere biraz ileride gördüğüm çöp kutusuna yöneliyorum. Sık aralıklarla çöp kutusu olduğunu görmek ve caddenin temizliği rahatlatıyor beni. Nereden nereye… Babaannemi anımsıyorum. Her sene en az bir kere “Yine romatizmam azdı. Beni kaplıcaya götürün” diye tutturur ama öyle her kaplıcaya da razı olmazdı. Ya Çekirge kaplıcaları olacak ya da Gemlik. Babaannemin sayesinde daha küçücükken yararlarını öğrendiğim Bursa kaplıcalarını soruyorum. “Azaldı sular. Eskisi gibi değil. Büyük otellere verildi hep. Keşke zamanınız fazla olsaydı da sizi gezdirebilseydik” diyorlar. Onları rahatlatmak için babamla yaptığım Bursa tatilini, gezdiğim mağaraları, camileri, türbeleri anlatıyorum. Bursa’da doğup büyümüş hâlâ burada yaşayan ancak buranın tarihî, mimarî, doğal zenginliklerini görmemiş birçok çocuk ve genç olduğunu öğrenmek tüylerimi diken diken yapıyor. Deniz şehirlerinde yaşadıkları halde denizi tanımayan çocuklar gibi… İşte buna çok kızıyorum. Nasıl kızmam? “En azından okullar gezi düzenlemiyor mu?” diyorum. Düzenliyorlarmış ama belli başlı yerlere; Ulu Cami’ye, Yeşil Türbe’ye. Anladığım kadarıyla çoğu yer üvey evlat muamelesi görüyormuş. Burada yaşasam şehir içi kültür gezileri düzenlerdim. Hatta diğer illerden, ülkelerden de yapılacak tur programlarına ilgi olurdu, diye düşünüyorum. Özel huzurevlerinden kaplıcalara bile turlar düzenlenebilirdi. Mimarlık fakültelerinde okuyan öğrencilere hocaları eşliğinde özel programlar yapılabilirdi. Aklıma daha onlarca fikir gelse de hepsini zihnimden uzaklaştırıyorum.


Bursa’da eğlenmek için Arap Şükrü sokağına gidilirmiş. Akşamın ilerleyen saatlerinde daracık ışıl ışıl bir sokağa giriyoruz. Sağlı sollu sıralanmış lokantalardan gelen fasıl nağmeleri kulağınızdan içinize akıp sizi farkında olmadan içeriye çekiyor. Sokağın ilk lokantası 1960 yılında ölen Şükrü Bey tarafından açılmış. Şükrü Bey’in ölümünden sonra da beş oğlu aynı işi devam ettirerek babalarının ismini yaşatmışlar. Arap lakabı Şükrü Bey’in dedesi Yemen’de bir Arap kızıyla evlendiği için verilmiş. Bunları öğrendikten sonra duvarı süsleyen eski, ahşap çerçevenin içindeki fotoğrafın Arap Şükrü’ye ait olduğunu anlıyorum. Yahudilik diye bilinen bölgede bulunan sokak, Bursa için İstanbul’un Beyoğlu, Ankara’nın Sakarya’sı gibi. Arap Şükrü zamanında müşteriler yakın il ve ilçelerden atla gelirmiş. Biz atla değil arabayla gittik. Ama imkânım olsaydı bende atla gitmeyi tercih ederdim. Çünkü aracı park edecek yer bulmamız yaklaşık bir saat sürmüş, lokantadan çıkınca da aracı koyduğumuz yeri bulmamız oldukça zor olmuştu. Her büyük şehirde olduğu gibi Bursa’da da çok ciddi bir otopark sorunu olduğunu yaşayarak öğrenmiş, bir daha yolum Arap Şükrü Sokağına düşerse kesinlikle taksiyle gitmeye karar vermiştim. Trafiğin çok zor aktığını, caddelerin bu kadar aracı taşımadığını vurguladığımda bana metroyu anlatıyorlar. Seviniyor ancak yine de içimden “Bursalılar kentlerinin ne büyük değerlere sahip olduğunu daha ayrıntılı bilseler ne güzel olurdu” diye geçiriyorum. Eminim, bu bilinç şehri olduğu yerden çok yükseklere taşıyacaktı. Merkezindeki otuz iki yıl öncenin yeşilliğinden bugüne çok azının kaldığını ve havanın da kirlenmiş olduğunu fark etmeden geçemiyorum.


Sabah kahvaltısına Uludağ’ın eteklerindeki Cumalıkızık Köyü’ne gidiyoruz. Yedi yüz yıl önce kurulmuş köyde Osmanlı mimarîsi örnekleri çok iyi korunmuş. Bu konuda emek harcayan herkese teşekkür etmek gerekli diye düşünüyorum. Köyün yamuk yumuk, zor yürünen ama yürümeye doyulmayan daracık, dik sokaklarına bayılıyorum. Çift kanatlı ceviz kapılara asılı tokmaklara uzanıp hepsini çalmak istiyorum. Öyle güzel bakıyor ki kapılar, hangisini çalsam sorgulanmadan içeriye davet edileceğimi hissediyorum. Domatesli, ıspanaklı, rengârenk erişte paketlerini, poşetlenmiş tarhanaları almaya doyamıyorum. Patlıcanlı gözlememi yerken gözümün önünde yapılan diğer gözleme çeşitlerinden de yemek istiyorum. Masanın üzerindeki envaiçeşit kahvaltılığın doğal olduğunu bilmek insana kendini çok özel hissettiriyor. Bu kahvaltıyı en kısa sürede tekrarlamak isteğiyle ayrılıyorum Cumalıkızık’dan.


Ödül töreninden sonra babamın “Annenin havlu, kese ve bıçak siparişlerini almadan dönersek bizi eve sokmaz” dediğini duyar gibi oluyorum. Yumuşacık kadife havlulara yüzümü sürünce babamın “Yapma kızım, ayıp” dediği gün seriliyor önüme. Havlu seçmek istiyorum. Bursa fabrikalarının ürünlerinin artık her yerde bulunduğunu bilsem de isteğimi yanımdakilerle paylaşmaktan alamıyorum kendimi. Eskiden evlenme çağına gelen kızların çeyizlerinin Bursa’ya gelinerek tamamlandığını, ilk havlunun on sekizinci yüzyıl başlarında Bursa’da üretildiğini anlatıyorlar. Osmanlıları ziyarete gelen İngiliz kralının beğenerek havluyu ülkesine götürmesiyle de tüm dünyaya yayılmış. Kara tezgâhlarda günde en fazla dört-beş tane üretilebilen en değerlisiymiş. Günümüzde de birçok devlet başkanının yani dünyanın geleceğe doğru izlediği yolda rota belirleyen insanın Bursa havlularını kullandığını öğrenince gururlanıyorum. Yeni havlularım, ipek keselerim ve gülen yüzümle bıçakçılar çarşısına gitmek üzere ayrılıyoruz dükkândan.


Hacivat ile Karagöz gerçekten Ulu Camii inşaatında çalışıp inşaatın ilerlemesini yavaşlattıkları için idam edilmişler mi, diye düşünüyor, susuyorum.


Bursa’dan ayrılırken yaşadıklarım ve yeni öğrendiklerimle kendimi artmış, olgunlaşmış, yenilenmiş hissediyorum. Göremediğim hanları, hamamları, mesire yerlerini, camileri, külliyeleri, kaplıcaları, mağaraları gerimde bırakmaktan üzgün ama böylesine engin bir tarihe ve bunu yaşatan bir şehre sahip olmanın mutluluğu ve gururuyla el sallıyorum beni uğurlayanlara. Kendi kendime en kısa sürede tekrar gelmeye ve bu gelişimi şeftali mevsimine denk getirmeye söz vererek biraz da Bursalıları ve Bursa’da yaşayanları kıskanarak veda ediyorum, derin şehir Bursa’ya.

Etiketler:

20 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

UZATMA

1/3
bottom of page