Datça / Ziftli Köy
top of page

Datça / Ziftli Köy


Bakmayın böyle bir isim verdiğime, yerleşim yerlerine yakın olsa, ‘aile plâjı’ diye sahiplenmek için birbirini yer para babaları. Bu kadar ücra bir yerde olunca tek şansı bizim gibi doğa sarhoşlarından yana oluyor. Rüzgârla denizin marifeti elbette, toprak koca bir cep gibi oyulmuş; sarp yamaçlar. Sadece uçtaki kayalar direnmiş, tek geçit oradan. Koydaki birine görünmeden hiçbir canlı yaklaşamaz; ne denizden, ne karadan; kuş, solucan, balık değilse tabii ki.


Hele durun, Ziftli Koy’a varmak için daha çok yolumuz var!


Bir süredir ‘Merdivenli Koy’a yürümeyi kafamıza koymuştuk. “Neden?” derseniz; “Yürünemez” denmişti çünkü. Nereden bilsin herkes bizim kişiliğimizi?


Haftalardır bunu konuşuyorduk: Aşılmayacak yol olur muydu hiç; sadece donanımlı olmak gerekiyordu. Bir de rehber bulsak iyi olurdu. Bir şey olacağından değil; yöreyi bilen biri işimizi kolaylaştırırdı.


Bu kez Cumartesi’den yola çıktık; bir günde gidip dönmek olanaksız çünkü. Sadece yolun uzunluğu değil, bilinmezliği de bu kararı almamıza neden oldu.-Sanki benim fikrim sorulmuş gibi karar almaktan söz ediyorum… Ben, etkisiz eleman; sadece ayak uydurmaya çalışıyorum. Tek kararım kendimle ilgili olabilir, katılırım ya da katılmam.


Gruptakilerin çoğunu tanımıyorum; başkanımızın bir süredir cumartesi günleri onlara da rehberlik ettiğini biliyorum sadece. “Bu adam ne zaman çalışıyor?” diye sormayın; yanıtlayamam. Rehberimiz dışında S. Hanımla Cem Bey’i tanıyorum. Ferdi Bey’le de Doruk Trekkingle yaptığımız yürüyüşte tanışmışız ama benim yetersiz belleğim kaydetmemiş; “Yazıyorum, çiziyorum” diye ortalıkta dolaştığım için o beni anımsadı. Onların dışında Arzu Hanım, Özden; Alp, Halil ve Mehmet Ali var.


Benim dışımda herkesin, iki günlük bir yürüyüşte kendine güvenmesi için çok nedeni var. Cem Bey, S. Hanım ve Ahmet’in yaşam tarzı olmuş yürümek, hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Geri kalanlarsa çok genç. Özellikle Alp, Özden, Halil ve Mehmet Ali’nin fiziksel disiplin gerektiren bir işleri var. Ben neyime güvenip de onlara ayak uydurabileceğimi sanıyorsam… Üstelik bu menüsküs yırtıklı dizle!


Ama yollardayım işte. Kambersiz düğün olur mu? Ortalıklarda dolanıp duruyorum; biri cesaret versin, “Kandırıldım” diyebileyim istiyorum. Kimse yüz vermiyor. Hele o, fiziğiyle, enerjisiyle “Bunlar dağı devirir!” dedirtenler var ya, umurlarında bile değilim. Karşınızda yüz yaşına basmış(!), hâlâ yaşama dört elle sarılan biri var değil mi; insan “Endişelenmeyin, destek oluruz.” falan der. “Sen bilirsin, gözün kesmiyorsa dön istersen.” dediler. Yahu bunlar deli midir nedir? Bağımlıya maddeyi gösterip, sonra da “İstemiyorsan kullanma.” denir mi?


Her şeyi göze aldım. Ölürsem dağda bırakacak değiller ya! Bıraksalar da ne gam? Börtü böcek yiyeceğine, kurt kuş yer! Ama diriyken bırakırlarsa… Eyvah eyvah!


Sırt çantamda iki günlük su: üç litre; iki termos çay: bir buçuk litre; iki günlük erzak: en az iki kilogram; gece giymek için kalın eşofman: hadi yarım kilogram diyelim; terleyince değiştirmek için giysiler: hadi yarım kilogram da onlar diyelim; bir de uyku tulumu… Çantanın kendi darası! Hepsinin üzerine on yılların ağırlığını ekleyin… Ve de acındırmayı pekiştirmek için yeniden yazıyorum; bu arızalı dizler. Vah benim dertli başım.


Tüm bunları Karaköy Limanında konuşup tartışıyoruz. “Geçilemez” denilen bölgeyi, denizden aşırmak için bir tekne ayarlamaya çalışırken. Ama deniz çok dalgalı. Ertesi gün yatışırsa, kararlaştırılan yerden bizi alması için biriyle anlaşıp yola çıkıyoruz. Neyse ki, araçları limanda bırakma fikrinden vazgeçiliyor, Karaköy Kanyon’a kadar motorizeyiz. Sonradan düşündüm de, eğer fikir değiştirilmemiş olsaydı, daha kanyonda pilimiz bitmiş olurdu.


Yine doluştuk Ahmet’in kamyonetine. Garibim nasıl da uysal, bir o kadar da güçlü. Çukurları tümsekleri geçerken sesi bile değişmiyor. Şoför mahalline sığmayanlar kasada, oraya da sığmayanlar üst kaportanın üzerinde. İnsan ağacına döndü güzelim araç. İyi ki oralarda trafik polisi falan yok, bize yazacak cezayı belirlemeye çalışırken aklını yitirirdi.


Şurası mı burası mı derken, o yürümeyi plânladığımız kanyonun çıkışına kadar geldik. Size oradaki atmosferi “Karaköy Kanyon” yazısında anlatacağım; şimdilik küçük bir ipucu vereyim: iki tepenin korumasında, rüzgârlardan etkilenmeyen bitkiler gemi azıya almış. Çok güçlü, çok renkli, çok gür. Dev gibi ağaçların altındaki küçük meydanlık diyor ki, “Arkadaş, burada piknik yapmaya doyamazsın, ama bana saygılı ol; kirletme ki, ben de sana sonsuza kadar hizmet edebileyim!” Ne yazık ki, baskın olmasa da sağda solda saygısızlığın izleri…


Hemen oradan cıngılın içine daldık. Herkeste bir neşe; sanırsınız Amerika’yı keşfe çıkıyoruz. Gençler tam donanımlı; öyle böyle değil. Birinin elinde budama makası, ötekinin elinde balta; bir başkası iptir, çakıdır; aklınıza ne gelirse. Mehmet Ali’ydi sanırım, sırtında bir su damacanası taşıyor, oradan ağzına su hattı döşemiş. Dediler ki, on iki litrelik damacana varmış sırtında. İçimde bir ferahlık: demek ki susuz kalırsam başvurabileceğim bir kaynak var. Halil’in sırt çantası bir başka âlem; başından yarım metre yukarıda… Bende bir suçluluk duygusu. Hani daha önceki yürüyüşlerde grupla paylaşımı düşünerek hazırlıyorduk ya çantamızı; sandım ki Halil de öyle yapmıştır, o yüzden çantası o kadar heybetlidir. Kendime biraz güvensem, yüküne ortak olacağım. Oysa o heybetli yükün, nasıl bir kişisel konfor amaçlı olduğunu, akşam olunca öğreneceğim.


Çok sık bir bitki örtüsü içinde yürüyoruz, ama bastığımız yeri görebiliyoruz. Zaten daha önceleri bu kısımları keşfetmiş, çevrede gördüğümüz balıkçılardan, köylülerden bilgi almıştık. Bu aşamada hiçbir sorun yok; sorun yol denize ulaştığında başlayacak.


Birkaç yüz metrelik bir ‘U’ çizip, yeniden denize ulaştık; U’nun bir ucunda biz, öteki ucunda aracımızı bıraktığımız yer. Kuş uçuşu bir dakika bile sürmez; biz yarım saat harcadık.


Burnu döndükten sonra medeniyetle alakamız kalmayacak. Denize 45º eğimle inen yamaçlardayız. Kütlesel, volkanik, sert kayalar. Düşenin hiç şansı yok; daha denize ulaşmadan atalarına kavuşmuş olur. O koşullarda bile zavallı ben(!) aralıksız deklanşöre basıyorum. Kadrajda olduğunu fark eden de fırsatı kaçırmıyor; şaklabanlığın bini bir para. Bunların çoğu amir falan konumunda; acaba diyorum bu ‘gayriciddî’ hallerini “kötücül amaçlarıma alet edebilir miyim?2”


Güneş tüm haşmetiyle tepemizde; yetmezmiş gibi bir de denizden yansıyan ışınlar var. Kayalar da ellerinden geldiği kadar ısının yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Yamaçtaki yeşilliklerin, eğim yüzünden bize hiç yararı yok. Herkesin yüzü bayrağı kıskandıracak bir renkte. Hele de Ahmet’in! Pembe beyaz teni ‘Bayrağı bayrak yapan’ kan gibi.


Ufaktan isyanlar başlıyor. İnanmayacaksınız ama benden değil. Hani o “Dağları devirir” dediğim grup var ya, işte onlardan. Üstelik de kime sitem ediyorlar biliyor musunuz? Bana! Şöyle bir bakıp, “Akıllı uslu bir kadıncağız, onun göze aldığı yer ne kadar zorlu olabilir ki?” demişler. Yemin ederim ki doğru söylüyorum. Oysa ben, o ana kadar karşılaştığımız zorluklara dünden razıyım; hangi yürüyüşümüz daha kolay olmuş ki?


Birden karşımıza mucize gibi bir kızılçam ağacı çıkıvermez mi? Altındaki düzlük de bizim gibiler için oluşmuş; otursunlar bir soluklansınlar, kahvaltı etsinler diye düşünülmüş. Hatırını kırmadık. Fırsattan istifade çeneler de düştü. Güzergâhla ilgili yorumların tümü olumsuz ama ağızlar kulakta. Bu nasıl çelişkidir anlamam, unu hep yapıyoruz. Bilirsiniz değil mi o sözü: “Hem ağlarım hem giderim.”


Arzu, uzakta görünen, bize göre Merdivenli Koy’un imi olan adacığa baktı baktı da dedi ki: “Biz yürüdükçe o uzaklaşıyor sanki.” … “Yok canım, iki saat sonra oradayız.” dedi grup başkanımız.


Yeniden granit görünümlü kayaların üzerindeyiz. Denizden gelen esinti serinletmeye yetmiyor. Arada bir ısıdan kaçmak için bitkili alana dalıyoruz ama kıyıdan aralanmayı gözümüz hiç kesmiyor. Aralıksız çalışan budama makası, baltalara karşın, daha yolu açanlar kaybolmadan izleri yitiyor. Yeniden kayalıklardayız. Bir de baktık ki seramik ocağındayız sanki. Gömü arayanlar, beklentilerine ulaşamayınca tüm buluntuları tuzla buz etmişler. Bu da bir başka katliam! Sinek pisliği kadar bir mutluluk için harcanan koskoca bir tarih.


Sonunda yol bitti; yamaç 90º değilse bile 80º. Yaradana sığınıp daldık cıngılın içine. Öyle bir bitki örtüsü ki, yakalandığınızda yardımsız kurtulamıyorsunuz. Saran, yapışan bir çalı mı desem, diken mi? Ahmet, balta sallamaktan ter içinde; budama makası arıza yapmaya başladı. Böyle sıradan çiçek budamak için tasarlanmış bir makas yerine profesyonel amaçlarla tasarlanmış dev bir makas olsa yine baş edemez. Eksilen her dalın yerine kırk dal fışkırıyor sanki.


Yine de yılmadık. Ben değil tabii, yol açmaya çalışan öncü grup. Cesaretle çabalıyorlar. İşte o arada gördük ‘Ziftli Koy’u; ama ilgilenmedik. Şöyle bir inceleyip yeniden daldık cıngıla. “İki saatlik yolumuz kaldı” dediğimizden beri dört saat geçmişti; bizim adacık hiç istifini bozmadan olduğu yerde duruyordu. Hani neredeyse adanın yüzerek bizden kaçtığına inanacağız. Yemek neyse de su içmeye korkuyorum, böyle giderse iki günde bile dönemeyiz. Gerçi Mehmet Ali’de su çok ama nasıl isteneceğini bilmiyorum ki.


Yol açıcıların kolları iflas etti, budama makası dağıldı. Tek adım daha ilerleyecek durum yok. Gün kavuşmak üzere. Eğer güzergâhımız batıya bakan yamaçta olmasa çoktan karanlığa dalmış olurduk.


Geri dönme kararı alındı. Şöyle bir bakıp önemsemeden yürüdüğümüz koya döneceğiz. O sırada daha ‘ziftli’ olduğunu bilmiyoruz. Bilsek ne değişir, o hava sızdırmayan bitki örtüsünün içinde gecelemeyi düşünecek halimiz yok ya.


Koya ulaşasıya güneş ufka değdi. Bir kısmımız fırtınadan sökülüp kurumuş ağaç kütüklerini toplama görevini üstlendi; sabaha kadar ateşin sönmemesi gerek. Bir kısmımız kamp alanının hazırlığına girişti. Dalgaların attığı molozlar mobilyamız olacak. Kimi masa, kimi sandalye…


Eşek arısı büyüklüğündeki sivrisineklerden korunmak için acele uzun kollu, paçalı eşofmanlarımızı giyindik; ama bu, onların pek umurunda olmadı. Sivrisinek kovucularla bulut gibi kapladık kendimizi, yine de sıfır hasarla kurtulduğumuzu söyleyemeyeceğim. Ayıdan kurttan kim korkar, Tanrım kampçıları sivrisineklerin şerrinden korusun!


Kocaman bir ateş yaktık ki keyfimize diyecek yok. Kararlıyız, sabaha kadar eğleneceğiz. Meraklıları içkilerini yanında getirmiş. En gencimiz Mehmet Ali, kendine bir yer uydurup, uyku tulumuna yerleşmiş, farkında bile olmadık. “Hani eğlenecektik?” dedik; dediler ki bir gece öncesi nöbetçiymiş. (Uyarıldım, yaptıkları işi belirtemem.)


Ortaya çıkan yiyecek, içecek ne varsa; daha kocaman bir tepsi gibi gökte yükselen ayın bile farkına varamadan midemizde buluyor kendini. Hazırda olanlar bitince sucuklar çıktı ortaya. Sanırsınız ki bir aydır açız ve hörgücümüz var.


O kadar yiyince kadınlarda elbette, alınan fazla kalorilerin kaygısı… Erkekler bizimle dalga geçiyorlar; doğada bile doğal davranamıyormuşuz. “Nasıl davranmamızı bekliyorsunuz? Hiçbir erkek kırışıkları, dökülen saçları, büyüyen göbeğiyle değerlendirilmezken; kadında beliren en küçük yıl izi başa kakılır.” diyorum. Alp Bey, “Neden başa kakayım, kırışanı bırakır yenisini alırım.” diyor.


Ne yazık ki genel geçer tavır bu. Erkeklerin kuralları böyle olduğu, kadınlar da o kurallara uyum sağlamaya çalıştığı sürece aşkın hiç şansı yok; kazanan estetik cerrahi ve kozmetik sanayi olacak. Erkek, bir kadını sevdiğini sanırken, okşadığı teknolojinin bir harikası olacak.


Öylesi bir yorgunluk üstüne böylesi ağır bir yemek… Zeytinyağlı yaprak sarmaları, barbunyalar, börek çeşitleri; üstüne bir de közde pişmiş sucuk… Aramızda bira falan içenler de var! Uyku tulumlarını zor bulduk.


Kendi adıma ben öyle yaptım; dalgaların hışırtısı, ateşin çıtırtısı ninnim; alevlerin okşayan etkisi sakinleştiricim oldu. Tabanca taşıyan korumalarımız, nöbetleşe ateşi besleyenler de var; daha ne olsun. Gerçi bir ara huzursuz olmadım da değil; deniz yükselse, ilk sular arasında kalacak olan yer, çıkış yolumuz olurdu. Yüzme bilmek de para etmez, dalgalar kayalara vura vura marmelâda döndürürdü bizi. O kadar uzak olasılıkları düşünsem, bu yürüyüşe katılmazdım zaten.


Etrafındaki dört metreyi aşkın duvarlarıyla koyumuz öyle emniyetli görünüyordu ki, uykunun kollarına bırakıverdim kendimi. Benden önce davrananlar da oldu. Cem, daha beslenme faslı bitmeden çadırını kurmuştu bile; S. Hanım’sa biraz dinlendikten sonra yeniden kalkmak üzere girdi uyku tulumuna, giriş o giriş. Ben uyku tulumumu açmaya çalışırken Mehmet Ali uyanmıştı; ama Arzu hiç uyuyamamış.


Hani Halil’in başından yarım metre yukarıdaki sırt çantasından söz etmiştim ya; işte o aklınıza gelebilecek en konforlusundan bir uyku tulumuymuş. Yerden iki karış yüksekte, pofuduk pofuduk bir şey. Aman Allah! Bazıları canının kıymetini nasıl biliyor. Kıskandım, desem ayıp olur mu?


Olağanüstü bir deneyimdi. Sabah uyanınca, daha önce böyle bir kamp deneyimi yaşadım mı, diye düşündüm; çok uzak anılardan bir iki iz belirdi gözlerimin önünde. Onlar da tam donanımlı kamp alanlarında yaşanmıştı. Bu kez yaşadığım ilkel koşullara karşın hiçbir rahatsızlığım yoktu, kendimi çok iyi hissediyordum; bu da özgüvenimi biraz daha yükseltti.


Güneş, denizde yüzen delilerin (!) üzerine doğdu. Biri Cem’di de öteki ikisi kimdi anımsamıyorum şimdi. Fotoğrafta iki siluet gibi görünüyorlar yalnızca.


Sadece delileri değil, barınağımızın bize hazırladığı sürprizi de aydınlattı güneş. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Çoğumuzun elinde yüzünde sivrisineklerin iğne izi vardı. O kadar da değil, giysilerimiz de ziftlenmişti.


Ne yalan söylemeli, üzüldük biraz, ne de olsa hiçbirimiz mirasyedi değiliz. O yüzden de barınağımızın adına ‘Ziftli Koy’ diyerek öç almış olduk. Sanki o ziftlerden kendisi sorumluymuş, insan el emeği yüz akı (!) değilmiş gibi.


“Bazılarımız ‘dağ başı’ falan dinlemedi, sucuklu yumurtasından bile vazgeçmedi.” dersem; abarttığımızı düşünürsünüz, değil mi? Siz öyle sanın! Mehmet Ali, akşam içtiği biralardan birinin kutusunu yırttı, közün üstüne oturttu, doğranmış sucukları yerleştirip, yumurtaları kırdı. Hepimize göstere göstere bir güzel mideye indirdi. Diyeceksiniz ki, “Kırmadan yumurtaları nasıl getirmiş?” Vallahi bilmiyorum. Özeline özen göstermek olunca, elin oğlu bir yolunu buluyor.


Kahvaltı yaparken sözleştiğimiz tekne geldi, ancak bazımızın gözü daha fazla yürümeye kesmiyordu. Hatta tekneyle dönmeyi düşünenler bile oldu, ama çoğunluk yürümekten yana olunca onlar da bize katılmak zorunda kaldı. Hadi burada isim verip de morallerini bozmayayım.


“Sıcağa kalmayalım.” telaşımız bir işe yaramadı, güzergâh gereği sabahın erken saatleri ormanda geçmişken, gün yükseldiğinde yine kayalıklardaydık. Ama biliyor musunuz, bilinen yol uzun gelmiyor. Kendi adıma hiç zorlanmadım. Galiba en çok sıkıntı çekenimiz Arzu oldu. Geceyi de uykusuz geçirmiş olması nedeniyle, aracımızı bıraktığımız yere ulaştığımızda perişandı. Çoğumuz denize gerip şöyle bir serinledi. Uzun yüzüşlere cesaret edemeyeceğimiz kadar soğuktu su. Üstelik bir ‘Akdeniz Çocuğuyuz’; girdiğimiz deniz Ege. Arzu, denize ayağını bile sokmamışken, Ferdi’nin ikram ettiği çerezleri bile kabul etmedi; tek istediği bir an önce evine kapağı atıp dinlenmekti. Yaşını bilmiyorum, ama çocuğum olacak yaşta olduğundan eminim.


O gün bir kez daha anladım ki, sorun kaç yıldır yaşıyor olmanızda değil, nasıl yaşadığınızda. . İçimizde nüfus kâğıdı en eski olan S. Hanım, gözünün ışığı hiç sönmeyen de o! Bedenimiz tembelliğe eğilimli, konforun böylesine gelişmesinin temelinde de bu yatıyor. O konforun gelişmesinin pek çok sağlık sorununun nedeni olduğunu kimse yadsıyamaz. Eğer siz bedeninizi yeterince disipline ederseniz hizmetten kaçınmıyor. Gruptakiler o yürüyüşü nasıl anımsıyorlar, bilemem; benim için anımsanmayı hak eden, sıra dışı bir serüven

21 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MEDYATİK

1/3
bottom of page